Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

15 Kasım 2020 Pazar

Dokuz Tane Sayılı Yıldız Parantezi İçeren Yazı: Çakma Yazar Aydınlanması, Yeni Nesil Animeciler, Akvaryumsuzluk (Yıldız Parantezlerinin Müsebbibi) ve Diğer Şeyler

Öncelikle İzmir depremini yaşayanlara geçmiş olsun, depremde yakınlarını kaybedenlere de baş sağlığı diliyorum. Ulan bunu buraya böyle yazınca da samimiyetsiz siyasiler gibi oldu ama bu tür şeyleri ifade etmekte iyi değilim. (O değil bu yazıyı yayınlayana kadar yaşayanlar dışındakiler unutacak lan depremi)

Neden yazdığım her şeyin aşırı ayrıntılı bir gezi ve karakter tanıtım rehberine döndüğünü buldum. Bunu fark etmek ayrıca neden yazdığım her şeye ucundan kıyısından doğaüstü şeyler eklediğime, eklemediğim şeyleri de her biri birbirinden manyak karakterlerle dolu tasvir kitaplarına çevirdiğim konusunda da bir aydınlanma yaşamama neden oldu. Sebebi şu: Benim yazarken (daha doğrusu yazmakta) sevdiğim şey hikaye anlatmak değil, iplerin elimde olması. Dünyada sevmediğim çok şey var ama kalem benim elimdeyken, evrenin kurucusu benken bunları yok sayabilir veya farklı şekillere sokabilirim. Özetle yazarken sevdiğim şey hikaye anlatmak değil, evren kurmak ve biraz da karakter tasarlamak. Dünyanın avcumun içinde olduğu hissi ve kimseye bir açıklama yapmadan, kimseyi memnun etmem gerekmeden her şeyi değiştirebileceğim bilgisinden daha çok heyecanlandıran bir şey yok beni. Ayrıca bu şöyle bir aydınlanma yaşamama neden oldu: Hep yaşam alanımı kendi tasarımıma göre halletmek istemişimdir; başkasının yaptığı bir evde değil, avuçlarımın içinde şekillendirdiğim dünyada yaşamak. Eh, evren kurmak için de haliyle fantezi türünde olmasa bile bizim evrenimizde geçmeyen bir hikayeye ya da bizim evrenimizde -ya da ona yakın bir yerde- geçse bile doğaüstü veya bizim elde edemeyeceğimiz kadar yüksek teknoloji gibi şeyler gerekiyor (Şimdi fark ettim de hiç bilimkurgu yazmadım, yemedi herhalde veya aklıma iyi bir fikir gelmedi). Aslında bunu çok daha önce fark edebilirdim, hikaye anlatmadan sadece kurulu haldeki evrenlerim de var; "Bir gün hikayesini anlatırım." bahanesi ile bulunuyorlar. Bir de hikayesi olmadan tasarlanmış karakterler var, onlar da aynı gerekçe ile duruyor. Eh, zaten kendimi asla iyi bir yazar olarak tanımlamadım, meslek olarak "yazarlık" titrini taşımaya da hevesim pek yok. Yazarlık titrini taşımaya uygun olmadığımı düşünüyorum ama buna da birinin iyi bir yazar mı yoksa kötü bir yazar mı olduğuna da karar veren kişi kendisi değil okuyucular(ı) olmalı. Mesleğimi yazarlık olarak geçirmeye hevesim olmamasının birkaç sebebi var tabii ama bunlar önemsiz ve istersem rahatlıkla görmezden gelebileceğim sebepler, öte yandan basılmış bir kitabım olmasını isterdim. Eh, neyse. Bu arada ben öykü (hatta fabl) geleneğinden gelen biriyim (kendimi "yazar" demeye uygun bulmuyorum), bunun üstü Ömer Seyfettin, Karagöz (Bayağı bildiğin gölge oyunu olan, Hacivat'ı falan vardır hani), bilimkurgu, ranobe, fantastik, sözlü dönem Türk edebiyatı, divan edebiyatı, korku hikayeleri falan gibi envai şeyle inşa edilip bugünkü haline geldi. Demişken: Şimdilerde fantezi edebiyatı takıntılı biri olan benim bunlar arasından en son beslendiğim kaynak ranobe, bir önceki fantezi edebiyatıdır; kendimi bilimkurgu yazmaya layık görmüyorum ama bilimkurgu, fantezi edebiyattan daha eski bir kaynağım. Hatta fantastik edebiyatı sevdiğimi bile bir bilimkurgu kitabı olan Akrebin Evi (Nancy Farmer) ile fark ettim, tabii önceden de nefret ediyor falan değildim. Akrebin Evi'ni eğer lisenin başlarında biriyseniz ve pek bilimkurgu-fantastik geçmişiniz (Bu ikisi Isaac Asimov'a kadar birbirinden ayrılmıyordu bile zaten, nasıl ki bugün "fantezi edebiyatı" dediğimiz şeyi ortaya koyan kişi Tolkien ise bilimkurgu edebiyatını korku temalı fantezi edebiyatından söküp alan kişi de Asimov'dur. Star Wars serisinin bilimkurgu değil fantastik türde olduğunu bizzat George Lucas söylüyor misal, çekildiği yıllarda bilimkurgu türü çoktan doğmuş olmasına rağmen) tavsiye ederim ama liseyi bitirmişseniz veya az çok bilimkurgu geçmişiniz varsa etmem. Aslında ranobeden beslenmem de bayağı zorlu bir süreçti zira ben anime izlemek artık kesmeyip ranobelere sardığımda (aşağıda bu konuda bir serzeniş de var) No Game No Life'ın ilk bölümü ve ta ebesinin nikahındaki bir ciltten birkaç bölümün yarım yamalak ve iğrenç çevirisinden başka pek bir şey yoktu (benim de İngilizcem yoktu. Şimdi var mı? Olduğu kadar ama o zaman hiç yoktu), NouCome'yi (bir zamanlar ranobelere merak sarmamın, şimdilerde ranobe uyarlaması anime gördüğümde animeyi sevmiş bile olsam ağız dolusu söve söve izlememin sebebi de aha bu animedir. Bok mu var da yarım bırakıyorsunuz şu ranobeden uyarlama serileri?) İngilizceden Türkçeye çevirmek (çevirmeye çalışmak desek daha doğru olur) gibi bir tecrübe de yaşadım ki Allah düşmanımın başına vermesin. Hayır İngilizce bilmeden neyi çeviriyorsun aslanım, bu ne cesaret? Kahvaltı diye çiğ yürek mi yiyorsun? Allahtan şimdilerde ranobelerin ilkel versiyonları olan internet hikayelerini Türkçeye çeviren bir sürü site var, gerçi benim artık az buçuk İngilizcem de var ama bu konuyu geçiyoruz. Her zaman yetmeyebiliyor, yettiğinde de üşengeçliğime denk gelebiliyor (İnsanın vücudunun 4'te 3,5'u üşengeçlik olursa öyle olur tabii!). Bu arada Sahte Kahramanlar'ın editörlüğünü yapıyorum şu an. Evet, onu da ben yapıyorum. Aslında editörlükten çok yeniden gözden geçirme, "Ne diyor lan bu?" tarzı cümleleri toparlama, "Lan bu karakterin göz rengi kahve değil miydi, ne ara yeşile döndü?" şeklindeki hataları giderme, "Oha mk abartma, sil şurayı, komple sil" tadında bir iş; bir nevi revizyon yani. Editörlüğünü de ben yapacağım, İngilizce ve Japoncaya da ben çevireceğim. İtirazı olan var mı? Yok mu? Peki. Hint-Avrupa dillerine İngilizceden, Uzakdoğu dillerine Japoncadan, diğer dillere de nereden çeviriyorlarsa çevirsinler, bana ne. (Oha özgüvene gel! Önce bir yayınlat da sonra bakarız, sen hayırdır koçum? O değil de bana ne oldu lan böyle, iyice "mahalle abisi" gibi konuşmaya başladım?) Hah, şunu fark ettim ki prolog kısmı hayvan gibi uzun lan kitabın, orayı çıkarsam romanlıktan çıkıp "öykü" sınıfına girecek hikâye. Ama evren çok derin ve karmaşık, ben ne yapayım? Hakkıyla anlatmak için evreni tanıtmam gerekiyor, onu aralara yedirmek de akıcılığa ket vuruyor. Bir de Sahte Kahramanlar'ı bir şekilde yayınlatırsam zaten söylerim buradan, okursanız (daha doğrusu ben tatmin olur, üşenmeyip gidip yayınevi falan bulur, onlar da kabul eder de okuyabilirseniz; özetle eşek ölmez de sudan gelirse) Kara Kanatlı Gezgin'den de Ejderha ve Mühür'den de son derece farklı olduğunu görürsünüz. Zira Sahte Kahramanlar, benim doğal tarzım olan roman türünde, o ikisi ise "web novel" (ilkel ranobe) formatında; gerçi Sahte Kahramanlar her zamanki tarzıma göre daha sert ve daha karanlık bir iş, özellikle de ortalara doğru. Onun için de beni dört yılda sinir hastası etmiş pek sevgili üniversitemi ve o sıralar okuduğum, izlediğim işleri suçlayın. ASOIAF, Re:Zero (hem de ark 3) ve Satsuriku no Tenshi birleşimi iyi gelmiyor elbette bünyeye.

Yeni nesil animeciler, özellikle de Türkanime'den izleyip yorum yapanlar ağır mal. Üzüyor bu durum beni, eskiden bir ağırlığı vardı bu işin (manga okumaya takım elbisesiz çıkılmazdı aazhdahs). Neyse, ne kadar süredir anime ile haşır neşir olduğumu bilmesem de Türk animeci camiasının gelişimini ve değişimini yakınen izleme fırsatım oldu. Ben anime izlemeye başladığımda Türkanime'den başka site bilmezdik, zaten Türkanime, Anizm ve animeye ek olarak Kore dizileri (K-drama diyeyim de havam olsun. Olmadı mı? Olsun) vs. yayınlayan (Aslında tam tersi, K-drama'lara ek olarak anime yayınlıyordu bunlar) birkaç site haricinde yoktu da. O zamanın animecileri otakuluğu kutsar, Suzumiya Haruhi'ye ibadet eder, Hirano Aya'ya tapardı (Artık Hirano Aya seiyuu'luk da yapmıyor gerçi). Sonrasında Sokra-desu'nun elebaşı olduğu bir düzenlemeye gidildi ve weeb kültürü aşağılanıp alaşağı edildi, animeyle dalga geçen animeci neslinin tohumları atıldı. Bir süre sonra süreç kendi kendine akıp insanlar duruldu ve yabancı animeciler, Türk animecileri etkilemeye başladı (Ulan burada bile Batı'dan etkilendik. Abv bizim). Sonuç olarak günümüzde kendini "weeb" olarak tanımlayan ama weeb'likle ve animeye dair her şeyle dalga geçen bir animeci nesli oluştu. Yalnız bu nesil hem ortama uyum sağlamaya çalışan yeni animecileri hem de eski nesli içerdiğinden (Ulan böyle de sanki kırk beş yaşındayım gibi oldu. Neyse) yeni nesil animeciler bazı şeyleri bir tarafından anladı; imkanların da gelişip farklılaşmasıyla manga ve dizi filler'ı ile anime filler'ı arasındaki farkı bilmeyen, Türkanime'den haberi olmayıp animelerin isimlerini roomaji'yi katlederek yazan sitelerden anime izleyen (Türkanime de iyice sik gibi oldu gerçi, ona lafım yok. Yorumlarda ne zaman niçin banlanacağınız belli değil aq; bir nevi "miras", alışkanlık ve kullanım kolaylığı gerekçesiyle biz eski nesil çoğunlukla oradan izlemeye devam ediyoruz), Haruhi'yi, FMAB'ın Truth'ını, Alucard'ı veya başka karakterleri tanımayıp "Saitama tek atar" diyen gerizekalı bir nesil oluştu (Saitama kral adamdır, OPM de güzel animedir; ona lafım yok. Tek lafıyla rakibini öldürüp sonra diriltip tekrar öldürebilen karakterler varken her sike "Saitama tek atar" diye dalınması sinirime dokunuyor sadece, sinekten tek yiyen adam lan bu). Hayır eskiden, Türk animecilerin weeb'liği aşağılamayı en azından görünürde bıraktığı ama kendilerini "weeb" olarak da tanımlamadığı bir dönemde "Goku alır, adam gezegen yok ediyor"cular vardı ama onlar(ın çoğu) troldü en azından, bunu diyenlerle dalga geçmek için başlamıştı o akım. İşte bu yeni nesil animeciler nedeniyle şimdilerde nadiren kaliteli seri çıkıyor ve çoğunun çevirisi yarım kalıyor, çıkanlar da beğenilmiyor. Majo no Tabitabi (Son zamanlarda çıkan eli yüzü düzgün azıcık işten biri, bu sezon genel olarak iyi bir sezon ama; izlenebilir kalitede birçok anime var bu sezon) izliyordum da altında bu gerzek yeni nesil animeciler "Boş anime" gibi yorumlar yapmışlar, ondan sinirlendim biraz. "Yoldan geçen adam animesi" yazan var. Lan aq evladı, animenin başkarakteri gezgin cadı farkındaysan ve animenin adı da "Cadının Seyahatleri", durduğu yerde duracak mıydı, ne olsun istiyorsun? Ayrıca tam olarak ne gibi bir kahramanlık, ne tür bir müdahale bekliyorsunuz? Gidin shounen izleyin lan o zaman ama Horimiya izlemeyin (Daha çıkmadı bu anime, daha doğrusu 3 bölümlük OVA bir serisi var ama mangasının gerçek anime uyarlaması daha çıkmadı, ya bu kış sezonunda ya da 2021'de çıkacak, net hatırlamıyorum), ona da "Bunda dövüş falan yok, nasıl shounen bu?" diye laf edersiniz. Elaina bir kahraman değil, bir gözlemci; zaten gezgin animelerinde genel konsept budur: Başkarakter kahraman değildir, hatta bazen siliktir, geçmişini bile doğru düzgün bilmediğimiz, gerçek adını bile sadece paralel sahnelerle öğrenebildiğimiz (tahmin edebildiğimiz) başkarakterleri olur gezgin animelerinin. Gezgin animelerinde başkarakter sadece insanlara o evreni dolaştırmak için bir araçtır, sadece gözlemcidir ve sadece yazarın gerçekten gerekli gördüğü durumlarda müdahale eder. Zaten o da karakterin değil, evrenin sahibinin müdahalesidir; daha önce "Yazar, evrenin tanrısı değildir" konseptli (Birebir bu aslında ama bunu deyince de bir çeşit ezoterik tarikatın inançlarından bahsediyormuşum gibi oldu) bir yazı yazmıştım (Böyle daldan dala atlamaları yazılardan birinde, çok eski değil, geriye doğru gidip bulun merak ettiyseniz. Ben niye böyle iyice "Uğraştırmayın beni, açın okuyun" diyen hocalar gibi oldum ya? Aslında bu tür yazılara etiket ekleyeceğim ama geriye dönük çok iş çıkaracak bana, bu ve sonrakilere eklesem önceki yazılar ne olacak?) bir yazı yazmıştım, onu okursanız anlarsınız. Hah neyse, gezgin animelerinde başkarakter kahraman değildir, gözlemcidir: Majo no Tabitabi'nin Elaina'sı (Nasıl okunuyor lan bu kızın ismi? Elayna? İleyna? Elayne? Aleyna? Başka türlü? Aleyna şakaydı bu arada, Elayne diye okumaya çalıştığım her seferinde istemsizce Aleyna çıkıyor ağzımdan, onun için. Son bölümde katakana yazılışından gördüm ama: İleyna diye okunuyormuş) da böyle, Kino no Tabi'nin Kino'su da böyledir, Spice and Wolf'un Lawrence'ı da böyledir (Spice and Wolf'un Holo'suna/Horo'suna hiç girmiyorum bak). Dororo gibi seyahat-macera-gizem animeleri var, onları saymıyorum; onlar "gezgin animesi" değil fark ettiğiniz gibi. Gerçi Türkiye'deki animeci profilinin değişimini anlatma niyetim zaten vardı. Zaten bu sikikler Evangelion'u beğenmeyip FranXX izler, Shounen nedir, ne değildir bilmeden SnK'ya sallar (bu arada SnK daha önce ilk bölümde bıraktığım bir anime ama sevmiyor olmam ona sallamamı gerektirmiyor), Zankyou no Terror'den bir sik anlamadığı için "Mantık hatası var" der (Hani lan nerede var? Göster de bilelim. Ha gerçi 9. bölümdeki okul dolabı muhabbeti -sposuz anca bu kadar anlatılıyor- "Bi' siktir git ya" dedirtiyor ama dediğim eleman bunu 1. ya da 2. bölümün altına yazmıştı) vesaire... "Gidin azıcık Ghost in the Shell, Nana, Kiseijuu, HxH, FMAB, Hellsing, Death Note, Kino no Tabi falan izleyin de kültürlenin aq" da diyemiyorsun ki. Bunların birkaçı ben anime izlemeye başladığımda bile (nispeten) eski serilerdi bu arada (Ghost in the Shell direkt eski, '95 yapımı aq animesi) ama herkese de önerirlerdi, "Şunları izleyin de azıcık kültürlerin mkduklarım" şeklinde. Şimdikilere HxH desek Masou Gakuen HxH anlarlar; bahsedilen HxH, Hunter x Hunter'dır oysa. Sonuncu ben anime izlemeye başladığımda bile pek bilinen, övülen, önerilen bir seri değildi; editörün seçimi olarak koydum. Bir de benim gibi (nispeten) eski nesil animeciler, yeni çıkan dandik animelerdense eskinin cevherlerine sardılar ve bu seriyi de öyle keşfettim zaten. Yeni çıkan serilerden de gayet iyi olanlar ve eski serilerden de yarrak gibi olanlar var tabii ama kıyasa baktığımızda eski serilerde iyi olanlar, yenilerde bok gibi olanlar çoğunlukta. Bir de külte sahip animeler var tabii: Mesela Monogatari serisi gibi, sevenler bildiğin tarikat oluşturmuştur, kendi aralarında bu seri kaynaklı espriler vs. döner, sevmeyenler de ağır söver. Eski nesil animecilerle yeni nesil arasındaki bir fark da SAO kaynaklı bak: SAO çıktığında bir devrim olmuştu, şimdi Kuma Kuma Kuma Bear gibi, BOFURI gibi (Gayet eğlenceli ve güzel olsalar da yeni nesil izleyiciler tarafından hoş karşılanmamış) seriler varsa SAO sayesinde. Eski nesil animeciler SAO'yu ya bütünüyle gömer ya bütünüyle sever ya da ilk sezonun ikinci yarısından itibaren gömer. Yeni nesilden olanlarsa genelde ilk sezonun tamamını övüp diğer sezonları sevmezler. Oysa ki SAO ilk sezonun ikinci yarısı harbiden çiledir, zaten "ilk sezonun ikinci yarısı" yerine 2. veya en azından bir buçuğuncu sezon demek daha uygundur. Hatta öyle ki eski nesil animeciler arasında SAO'daki meşhur şerefsiz elfi tanımayanlar bile vardır 2. yarıyı izlemedikleri için. Ha bak bir de Naruto'daki ramenci amca hakkında "Her şeyin arkasındaki o, Naruto evreninin en güçlüsü, True God..." falan şeklinde bir şaka vardır. Eski nesil bunu bildiğinden bu sözlere, görsellere vs. gülüp geçer ama yeni nesil bunun bir şaka olduğunu bile fark edemiyor. Gerçi burada yeni nesil tamamen suçlu değil, biz eski neslin de en azından bunu anlatması gerekiyordu da... "Lan bu yeni animeciler harbi mal, anlatsak da anlamazlar zaten, ne anlatacağız?" diye düşünmüş olabilirler. Bu arada nesil derken bir kıdem sisteminden bahsediyorum, yaşla ilgisi yok. Anime izlemeye yeni başladıysa yeni nesildendir. Mesela ben yeni başladığım sıralarda da Hatsune Miku'yu tanımayan, Vocaloid'i bilmeyen, anime karakteri olduğunu sananlarla ağır taşak geçilir, yeni nesil bu yönden aşağılanırdı ama biz bunlar kadar salak değildik ya! Kavramları, anlamları çabuk kavrar, serilere sallamadan önce anlamaya, kültürlenmeye çalışırdık (Veya her sike yorum yapmazdık, o da olabilir bak). Zaten o yüzden bugünün animecileri arasında eski nesil olsun yeni nesil olsun bir "Kültür adamı"dır gidiyor, yeni nesil animeciler anlamaya çalışmadan direkt animeye sallıyor çünkü; biz önce anlamaya çalışır, konuyu ve konsepti öğrenir, kültürlenirdik. Sonra sallıyorsak sallardık. Ha yeni serilerin çoğu da sallanmayı hak ediyor tabii ama bunlar o serilere sallamıyor ki, eski güzel serilere ve yeniler arasından umut vadedenlere sallıyorlar devamlı. Yeni çıkan iğrenç serileri övüyorlar aksine. Tabii istisnalar da olmuyor değil hem eski nesilden olanların hem de yeni nesilden olanların çoğunlukla sevdiği, onlar da genelde eskiler için "Yoklukta gider" tarzındaki komedi*1 animeleri oluyor; bir istisna Grand Blue, o gerçekten hem eskiler hem yeniler tarafından epey sevilip övülüyor ki zaten Grand Blue'nun komedisi eski efsane komedileri (GTO, Gintama vs.) fazlaca andırıp onlardan nemalanıyor. Bu arada bu yeni nesil animeciler daha önce bahsettiğim dram animelerinin ağır toplarını (Anohana, Clannad: After Story, Angel Beats falan...) da pek sevmez, "Hani dramdı bu", "Dram nerede ya", "Bok gibi seri" deyip geçiştirirler. Gerçi yeni nesilde öğrenme kıtlığı da var: Seriye ikinci, hatta üçüncü sezondan başlayan mı ararsın (Üstte koskoca Third Season yazıyor öküz!), "İlk sezonu izlemezsem bir şey kaçırır mıyım?" diyen mi (Kaçırırsın amın feryadı kaçırırsın, karakterleri tanımadan, tanışıklıkları ve etkileşim gelişimlerini bilmeden nereye anlayıp zevk alıyorsun ikinci, üçüncü sezondan?) yoksa taglara bakmadan anime izleyen mi ("Çizimi güzel anime çıkmış, izleyelim dedik kız lez çıktı" dediğin serinin taglarında Shoujo Ai var aq, ne olmasını bekliyordun ki? Bunu mesela Kakegurui için söylesen mantıklı, Kuzu no Honkai -ki bu da bok gibi animedir- için söylesen mantıklı ama o yazdığın seri için değil; insan lez/gey görmek istemiyorsa niye Shoujo Ai/Shounen Ai izler ki mk, o serilerin olayı bu zaten?). Hadi Monogatari serisi, The Melancholy of Haruhi Suzumiya, Fate serisi gibi izleme sırası doğal olarak karmaşık olan ve tek bir doğru izleme sırasına sahip olmayan animeler neyse de (Monogatari dediğin çıkış sırasına göre izlenir, bunu da belirteyim) "Naruto'yu hangi sırayla izleyeceğiz?" diye soran adam var ya! Ne hangi sırayla izleyeceksin? İki sezon ve bir kanonik filmden oluşuyor zaten aq animesi, bir de yan seriler ve kanonik olmayan yedi sekiz film var. Sezonları ve kanonik filmi sırasına göre (Ben söyleyeyim hatta: Naruto, Naruto Shippuden, Naruto: The Last Movie. Boruto'yu siktir et izleme, siksinler öyle seriyi) izle, yan seriler ve kanonik olmayan filmler için de kafana göre takıl işte. Bir de şu var ki: Biz bir seriyi sevmezsek "Sevmedim" der, yarım bırakır, sorulursa nedenini açıklardık (veya "Sana ne lan at tarağı" derdik, özellikle daha önce bize Boku no Pico önermiş biriyse), sevenlere sövmezdik; bunlar "Bok gibi seri" deyip geçiyor, bir de animeyi sevenlere sallıyor. Ha özellikle yeni çıkan seriler arasından öyle denilip siktir edilmeyi hak edenler elbette var, orası ayrı. Bütün dediklerimin doğru olduğunun bir ispatı olarak Hellsing'i değerlendiren, "Neden bu kadar övülüyor anlamadım" diyen bir yeni nesil animeci de gördüm; hayır bir de asıl övülen, izlemesi gereken seriyi değil de "Eh işte" denen, nostalji duygusundan ve günümüzde o ayarda animeler olmamasından sevilen seriyi izlemiş mal. Arkadaş yeni nesil animeciler bu kadar mal olacaksa bırakın anime izleyen kalmasın Türkiye'de ya, valla yaramıyor. Ah, ah, biz böyle miydik azizim? Türkanime'ye takım elbisesiz çıkmazdık! (La bir yürü!) Ha eski nesilden veya yeni nesilden olup mal olmayanlar arasından trollük için serilere, karakterlere sallayanlar edenler falan da var ama onların trol oldukları zaten üç yüz metre öteden belli olduğu (ve esasında sövdükleri genelde seri/karakter değil de onu seven belli bir kişi ya da kitle olduğu) için o yorumlarına Facebook gruplarında kızgın değil kahkaha emojisi alıyorlar. Bak bir de yeni nesil animeciler sevdiğine tapıyor, sevmediğine sövüyor; biz eski nesil animeciler içinse bir animeye sövmek için onu sevmememiz gerekmiyor. Örneğin ben isekai çok severim ama sırf bu blogda bile en az on defa itin götüne soktum isekai animeleri ve klişelerini. Aynı şekilde SAO'ya söven SAO fanları (ki SAO ilk yayınlandığı dönemde izleyen gerçek fanlardan bahsediyorum), Bleach'i, Kubo'yu, Ichigo'yu canlı canlı gömen Bleach fanları, Naruto serisine, Naruto'ya, Sasuke'ye, Sakura'ya ve Kishimoto'ya söven Naruto fanları (Has Naruto fanlarının sövgü odağında artık Boruto denen para tuzağı var tabii orası ayrı da) vesaire vesaire görebilirsiniz. Yine aynı şekilde izlediği on animeden sekizi ecchi olup ecchi'nin gelmişine geçmişine küfredenleri, shoujo sevip shoujo'lardan şikayetçi olanları da görebilirsiniz (Shoujo'lardan şikayetçi olanlar genelde olaylar ilerlemediği için şikayetçi olur, 12 bölümlük ortalama bir romantik komedi shoujo anime 10 bölüm kanser ve 2 bölüm romantizm, belki bir 5 dk. da komedi içerir nitekim. Sukitte ii na yo gibi ilk bölümden öpüşen karakterlerin olduğu bir shoujo'yu da es geçmek olmaz elbet bu konudan bahsetmişken). Biz eski nesil bu konuda daha objektiftik: O seriyi, türü, karakteri vs. sevmemiz ona sövmemize, "Senin ben ta..." dememize engel değildi. Şimdikiler bir seriyi, karakteri vs. sevdi mi en ufak eleştiriyi bile şahsına hakaret gibi algılıyorlar. Mesela Gintama eski nesilden birçok kişinin en sevdiği animelerdendir ki bunun bir sürü farklı sebebi var ama eski nesilden olanlar şu sıralarda Gintama'ya sövmekle, "Komik mi mk!" demekle meşguller. Neden? Öyle çünkü.

*1: Komedi olmasa da komedi: Kimi to Boku no Saigo no Senjou, Aruiwa Sekai ga Hajimaru Seisen mesela. Bu animeyi ciddi olduğunu düşünerek yapmışlar, yeni nesil de öyle izleyip seviyor. Eski nesil de izliyor ve sevenler var ama ya "Yoklukta gider" diye ya da "komedi" gözüyle bakarak, gülmek için izliyor. O şekilde izlerseniz harbiden bayağı zevk veriyor bu arada, olaylar, diyaloglar, karakterler... Hepsi ayrı komedi. Hatta şimdiden "Yılın komedi animesi" ilan edildi ki tekrar söylüyorum: Anime komedi değil, en azından yapımcılar komedi olmadığını düşünüyor.

(Bu arada nasıl dolduysam hayvani uzunlukta yazıyla sövmüşüm yeni nesil animecilere. Kanser ettiler çünkü; "Saitama tek atar"cılarla başladık, "Bu taglarda niye dram var, 2. bölüm oldu hâlâ dram yok?"çulara vardık... Yeter ya, az bir düşünün, eski serilerden izleyip görgünüzü, bilginizi genişletin.)

Ucuz ve kalitesiz yemeğin kendine ait bir çekiciliği vardır, hiç fark etmiş miydiniz? Bu arada ucuz yemek=kalitesiz yemek diye bir korelasyon yok, pahalı olup son derece kalitesiz yemekler de nispeten ucuz olup kaliteli ve ucuz olup nispeten kaliteli yemekler de bulunabiliyor (Birincisi muhtemelen daha fazla, evet). Bahsettiğim gerçekten hem ucuz hem de kalitesiz olanlar, beş liraya satılan ve Bim'den alınan dondurulmuş köfteyle yapılan hamburger gibi mesela (Beş liraya hamburger mi kaldı lan? Kurdan haberin yok herhalde senin?). Bu paragrafı devam ettiremiyorum bu arada, aklıma bir şey gelmiyor. Kalsın böyle.

Her türlü YKS, KPSS, LGS (Ben ne zamandır uzağım bu işlerden, n'oldu ne bitti hiç hatırlamıyorum. Hâlâ var mı lan LGS diye bir sınav?) gibi toplu sınavlardan sonra bir Türkçe muhabbetidir gidiyor. Buradan iki -olası- sonuca ulaşıyoruz: Ya ülkede Türkçe bilen kimse yok ya da soruları Kaşgarlı Mahmut, Bilge Tonyukuk ve Yollıg Tigin üçlüsüne hazırlatıp editörlüğünü de Wilhelm Radloff'a yaptırıyorlar. Bence birincisi zira her gün internette maruz kaldığımız abuk dil bunun göstergesi. Bu arada internetteki dilden bahsederken kastettiğim kelime sonu R'lerini atmak (Bi, yapıyo/yapio vs.) veya "Dewamke, Bne" gibi şeyler değil, internet dili her ne kadar görünürde yazı dili olsa da özünde bir konuşma dili ve (İnternet Türkçesinden bahsediyorsak eğer) Batı mizahından fazlaca etkilenmiş bir jargon olduğundan onları (bir yere kadar) görmezden gelebiliriz. Kastettiğim İngiltere'de bile tedavülden kalkmış olan İngilizce kelimeleri "Türkçesini bilmiyorum" ayağına (Lan sen Türkçesini bilmiyorsun da yazdığın kelimeyi Kraliçe Elizabeth bile bilmiyor, onu ne yapacağız? 14. yüzyılda yazılmış İngilizce-Latince sözlükte kullanılmış en son?) cümlenin ortasına yamamak ya da Alp Er Tunga sagusundan çıkmış gibi görünecek kadar saf Türkçe bir yazıdan sonra "Ben" demeye üşenip "Me" demek gibi şeyler. Ha gerçekten Türkçesi olmayan*1 veya Türkçesi olsa da İngilizcesinin ya da bilmem hangi dildeki halinin daha çok bilindiği ifadeyi (Şimdi aklıma örnek gelmedi ama var öyle kelimeler, çoğunlukla terim oluyorlar) kullanırsın tabii, o "Me" yazan da öbür cümlede ilk dediğim İngilizce sözlüklerden bile kaldırılmış kelimeyi yamadıysa cümleye yapıştırsın "Me"yi tabii, birincisinde zaten yapacak bir şey yok, ikincisinde de battı balık yan gider.

*1: Olduğu düşünülse de olmayan, tam karşılamayan özetle. Emniyet ve güvenlik eşanlamlı değildir mesela, bunun gibi. Ya da sosyal medyadan sonra icat edilmiş ve TDK'nin "La bir gidin işinize" dedirttiği karşılıklar bulduğu sözler örneğin. Türkçesi olduğu düşünülse de olmayan bir söz "loop" mesela: Döngü kelimesi Loop'u karşılamıyor, "kısır döngü" dersen biraz karşılıyor ama yine de tam karşılamıyor. Bunlar tamam.

Akvaryumsuzluktan kafayı yedim artık, "taşınmak sorun çıkarıyor, ben de illaki taşınacağım" diye kurmadım... Bu arada kiradır, aile evidir vs. kendi evim gibi hissettirmiyor; tam yetki sahibi olduğum bir ev olması lazım ki kafama göre dekore edeyim onu (Bkz. İlk paragraf). !KAMU SPOTU! Akvaryum dekor ögesi değil yaşam alanıdır. !KAMU SPOTU! Hah, neyse; ama artık dehidrasyon geçiriyorum. Su içmemekten değil, akvaryumsuzluktan! Ben de ufak, taşınabilir bir sulu bitki fanusu kurmayı düşündüm. !KAMU SPOTU! Fanusta balık beslenmez. Belki salyangoz. !KAMU SPOTU! Hah, evet; tabii bunu düşünen ilk kişi olduğumu düşünmemiştim çünkü akvaryum dediğin akıllı adam işi değildir. Tam manyak hobisidir, hele biyotoplar var ki kişinin psikolojik anlamda deli olması gerekir onlarla uğraşması için. Karma Malavi tankına, içine iki melek, bir Güney Amerika bitkisi atılan akvaryuma biyotop diyorsanız gerekmiyor tabii; biyotop su değerlerinden kayasına, dalına kadar o sulak bölgeyi, hatta o sulak bölgenin ilgili kısmını taklit etmeyi gerektirir; tuzlusu, hatta acısu biyotopu ise tam klinik vakadır, profesyonel destek görmeniz gerekir artık; psikologdan teşhis alır çıkarsınız. "Bitkiler de balıklar da Güney Amerika'dan" demekle biyotop olmaz. Şurası meramımı ve neden biyotop işinin tam deli işi olduğunu etraflıca açıklıyor. Bu arada akvaryum öyle "At balığı bak" şeklinde bir iş değildir; akvaryum hobisi temelde evin içinde ufak bir sulak alan oluşturma isteğinden doğar ve onunla ilgilidir. Akvaryum hobisi, elbette akvaryum sahibinin gözüne hoş gelecek şekilde ama asıl olarak içerideki canlıların refahı ve doğada ne tür ortamlarda yaşadığı/bulunduğu düşünülerek dizayn edilmesi temelinden şekillenir (Bunun meramı da şurada anlatılıyor). Hele bir de "Kendi kendini sürdüren akvaryumlar" vardır ki yem bile vermezsiniz canlılara ama henüz salyangozdan, karidesten ileri gidebilen olmadı onlarda; halbuki "hobici kafası" kendi kendini sürdüren akvaryum deyince avcısıyla, leşçiliyle tam bir ekosistem düşünür. Küçük balık büyük tarafından avlanır ama yeterince ürediği için sıkıntı olmaz, büyük olan dengede tutar falan... Tamamen, birebir doğa taklidi yani. Hobici kafası, "kendi kendini sürdüren akvaryum"un sadece filtre, ışık gibi kendi kendine oluşamayacak ve doğayı taklit etmek için mecburen kullanılan takviyelere sahip olması gerektiği fikrine sahiptir; haliyle gerçek anlamdaki "KKSA" (çok uzunmuş lan ifade) pratikte pek de mümkün değildir. Bırak akvaryumu, çok daha doğala özdeş ve çok daha büyük olan bahçe (süs, balık vs.) havuzlarında bile yapılamamıştır henüz (Gerçi ben ortalama bir süs havuzunun iki, üç katı akvaryumlar da gördüm ama konumuz bu değil). Eh, tabii hiçbir akvarist (akvaryum hobicisi) de sırf deney uğruna bir sürü balığı feda etmez, onu yapan üretimcidir. Araştırır, bakar, eder, planını programını yapar, ona göre, ondan sonra halleder. Eh, bu durumda da vazgeçer elbette. Neyse, tabii bu fanusta su bitkisi işini düşünen ilk kişi olmadığımı zaten biliyordum ama görsel bulabileceğimi hiç düşünmemiştim; halbuki bir sürü görsel buldum, hiç aklıma gelmeyecek hi-tech yani yüksek ışıklı*1 fanuslar bile kurmuşlar. Hem fanuslar hem de akvaryumun neden akıllı adam işi olmadığına dair örnekler için tıklayın (İyice galeri habercisi gibi oldum, battıkça batıyorum resmen; Allah sonumu hayreylesin, ne diyeyim). Hah evet, işte ben de hem kolay taşınması hem bitkilerin hayvanlardan dayanıklı olması (Güzelim lepistes-karides akvaryumunu taşınma esnasında kaybettim. Ne güzel üremişlerdi iki tür de ya) hem daha az yer kaplaması hem beni sınırlayacak olması*2 gibi sebeplerden dolayı bu işe giriştim. O değil akvaryum muhabbeti (yıldızlar  da dahil olunca) amma uzadı lan, ben azıcık yazar geçerim diye düşünüyordum ama akvaryumsuzluk çeneme vurdu herhalde. Lactobasillus içeren bir bakteri kültürü var, şimdi bakteri kültürünü açıklayamayacağım hiç kendiniz araştırın akvaryumda neden lazım, ne işe yarar, nedir diye... Hah, "Lactobasillus." Bilmeyince ne kadar havalı ve azıcık da korkunç değil mi? Halbuki nedir laktobasil (bak gördün mü söyleme şeklini değiştirince bile havası sönüyor)? Süt bakterisi, daha doğrusu süt mayası. Sütün yoğurda, "leben"e (bir çeşit ayran diyebilirsiniz), kefire dönüşmesini sağlayan bakteri yani (Kımız için biyoloji ortamlarında "bira mayası" denen bildiğin kuru maya kullanılıyor, peynir işi de azıcık daha farklı işliyor). Hani "Probiyotik" denen şey var ya, hah işte o aynı zamanda (Tabii laktobasillerden farklı probiyotikler de var ama "Yoğurt probiyotikler açısından zengindir" cümlesindeki probiyotiklerin kastı laktobasillerdir). Özet olarak akvaryuma ev yapımı kefir dök, ev yapımı yoğurt çal, probiyotik ilaç at aynı şey (Zamanında Nasreddin Hoca bakteri döngüsü olayını falan çakmıştı da göldeki ekolojik dengeyi korumaya mı çalışıyordu acaba sadjgasj). Gerçi bu gerçekten yapılan bir yöntemdir; yem artığı olsun, kefir olsun forum ortamlarında kullanıldığını da önerildiğini de gördüm ama ben direkt alırım bakteri kültürümü hallederim*6. Ne diyordum lan ben, çeneme vurdu yine. Hah, tamam: İşte o bitkili fanus için çalışmaya başladım ben de. İçimde kalan bir şey var: Hava taşı. Hava taşı kullanacağım artık, yeter. Eskiden hava motorum yoktu hava taşı kullanamıyordum, bahsettiğim lepistes-karides akvaryumunda da hava motorum hem pipo filtreye hem de hava taşına yetmeyince hava taşını çıkardım*7. Neyse, sonuçta öyle yani (Dört yıldır hobiden uzak kaldım, bir konuşmaya başladım mı duramadım. Vay aq, bir yerden elime 1000 lt.lik akvaryum falan geçse neler yapacağımdan korktum şimdi).

*1: Fanusa ampul takınca "hi-tech" (yüksek teknolojili/üst sistemli) oluyor ama 200 lt. akvaryumun "low-tech" (düşük sistem) olması için CO2 bile vermemek, bitkilerin kendi verdikleri ve balıklardan aldıkları karbondioksiti kullanmasını beklemek gerekiyor. Sebep? Çünkü fanus ve akvaryum farklı şeylerdir: Hem boyut itibariyle hem de yapı itibariyle.

*2: Akvarist doğası gereği maymun iştahlıdır, o da buradan. Niye her şeye link veriyorum lan ben? Demek istediğim şu: Fanusta balık olmayacağını bildiğim için o öyle kalacak, belki birkaç değişiklik yapacağım ama elime ufacık da olsa gerçek bir akvaryum verirseniz sonrasında akvaryum gitgide büyüyüp işler çığırından çıkacak. Hatta daha bunu düşünüp hayal ederken bile aklıma çeşit çeşit yeni akvaryum fikri geldi, biri de Bozcaarmut Barajı biyotopu (O barajı yakınen tanıdığım için epey sağlıklı bir biyotop olacak. Bir de sistemim yeterse, yem bulursam/yerse vs. akvaryumda sazandır, turna balığıdır [Esox lucius], alabalıktır; deniz canlılarından karagözdür, zarganadır beslemekten çekinmeyecek tıynette bir insan olduğumdan işler daha da sarpa sarıyor ki akvaryumda Aspius olduğunu düşündüğüm*3 direkt dereden gelme balıklar ile renkli sazanlar*5 beslemiş bir insanım. Bir de bir yavru alabalık maceram oldu ama onu anlatmak zor zira kendisi aslında benim değil kuzenimin balığı olarak var oldu. Ha bir de gölden yakalayıp iribaş besledim ki !KAMU SPOTU! Doğadan yakalama sürüngen ve amfibi beslemeyin, bunlar balıklar, yengeçler vs. gibi değil. Doğadan yakalama balıklar çoğunlukla akvaryuma uyum sağlamakta sorun çekmez (bir akvaryumdan başka bir akvaryuma aktarılan balıktan daha çok sorun çekmez en azından, o zaman da kazmalık aktarandadır zaten. Balık var balık var ulan, pH seviyesi azıcık değişince fenalık geçiren diskus da balık ıslak kaldığı sürece üç gün karada yaşayabilen bayağı yılanbalığı da balık) ki zaten Pangasius pangasius ve birçok deniz balığı gibi akvaryumda üretilemeyen türler için başka bir elde etme yolu da yoktur (Çelıncır, mavi kerevit, Potamotrygon motoro gibi bazı türler akvaryumda olmasa da "doğala özdeş" büyük havuzlarda üretilebiliyor bak, onu unutmuşum; kuhli ve L014 gibi baktığında "Ürer la bu" dedirten bazı balıklar ise akvaryumlarda "hiç" denecek kadar nadiren, tamamen rastgele ve şansa bağlı olarak üredikleri için havuzlarda üretilmesi tercih ediliyor) ama sürüngeni, amfibiyi doğadan alıp ev ortamına getirirsen üç aydan fazla yaşaması tamamen şansa bağlıdır, o yüzden de dünyanın çoğu yerinde sürüngen ve amfibilerin en az iki nesildir ev ortamında olması, yani hiç doğa görmeden teraryum ortamında doğup büyümüş olması şartı vardır. !KAMU SPOTU! kamu spotunda da gördüğünüz gibi siz öyle bir şeye kalkışmayın, benim yarı-cahillik dönemlerime denk geldi (Akvaryumlar konusunda bilgili ama amfibi ve sürüngen konusunda tamamen cahildim, leopar gekonun ne olduğunu bile bilmiyordum bak düşün).

*3: !KAMU SPOTU! Akvaryumunuza bilmediğiniz balığı sokmayın. !KAMU SPOTU! "Sen neden yaptın ulan?" derseniz: Benim akvaryum o sıralarda toplama kampından halliceydi, içinde tersyüzen çöpçü, frenatus, kerevit, renkli sazan... bir sürü alakasız alakasız tür vardı, böyle akvaryum olmaz baktığında. Hiçbir sıkıntı da yaşamadım ilginçtir, zaten o yüzden akvaryum işi şahsi tecrübe işidir. Akvaryum hobisinde ilk kaynak daima kişisel tecrübe, sonraki kaynak genel geçer bilimsel kaynaklar (doğası asidik su olan balığı kurutulmuş mercanların olduğu akvaryuma atmak akıl kârı değil), sonraki kaynak forumlar (ki bilimsel kaynaklar, başkalarının kişisel tecrübeleri ve başkalarının yarı bilimsel kaynak yarı kişisel tecrübeden oluşan yazılarının tercümeleri gibi son derece değerli bir kolaj sunarlar), sonraki kaynak üreticiler ve markalar (zira en bilindik marka bile rehberinde size kazık sokma derdindedir; Sera rehberler yeni başlayanlara UV yosun temizleyici önerir mesela, yeni hobici ne tarafına sokacaksa o UV'yi), sonraki satıcılardır (Onların da hepsi değildir çünkü ülkemizde akvaryumcu profili aşağı yukarı "Balık işte, suda yaşar, yem yer" ile kısıtlıdır. Ha hepsini demiyorum, gayet işini bilen akvaryumcular da var. Ben leopar gekoya şov teraryumu kuran -ki ülkemizdeki çoğu sürüngen hobicisi hâlâ sürüngenlere özel sindirilebilir kumu sindiremedi de hayvanların altına kağıt havlu koyuyor- nano akvaryumu olan, Sulawesi karides gibi zor türlere bakan akvaryumcular da gördüm ama çoğu ya bilmez ya da kendi bilse de bilmeyene kazık atma derdindedir). Ha pardon, sıkıntı yaşadım ki şu an bu yıldız parantezini yazma sebebim de o: Aspius olduğunu düşündüğüm balıklar uzun süre etliye sütlüye karışmadılar ama ne zaman şöyle bir boylandılar (20-21 cm. oldular sanıyorum), akvaryumdaki diğer balıklara tebelleş olmaya başladılar. Ters yüzen çöpçü gibi bir balığı bile hırpalamayı başardılar lan! Benim de halihazırda Türkiye sazansıgilleri üzerinde "Ne ulan bunların türü?" şeklinde sürdürmekte olduğum araştırma (bulamazsam rahat edemem) bu davranış değişimine kaydı, sonuçta da yavruluğunda otçul, yetişkinliğinde etobur, hatta etobur değil direkt avcı olan*4 Aspius cinsine ve bu cinsin örnek türü kocaağız balığına (Aspius aspius) götürdü beni. Tipleri de benzeyince "Tamam ulan, bunlar bu!" dedim; sonra da akvaryumda iyice zıvanadan çıkınca doğaya saldım. !KAMU SPOTU! Bilip bilmeden doğaya hayvan salmayın. Ya oradaki hayvanlara ya da saldığınız hayvanlara yazık edersiniz. !KAMU SPOTU! Ben zaten o balıkları aldığım yere (tam olarak aldığım nehre) saldım balıkları, doğadan gelme sazansıgil oldukları için taş gibi de sağlam balıklardı o sebepten sıkıntı olmadı ama şimdi olsa doğaya salmak son çözümüm olur. Akvaryumları ayırma gibi bir imkanım olsa ayırırdım, sevdiğim bir türdü aslında; hareketleri falan hoşuma gidiyordu, zaten ben tam sazan hastasıyımdır. Bir yerden yine elime geçse yine beslerim, tabii bu sefer 80 cm. büyüyebildiklerinin (hatta uç örneklerin 120 cm.e kadar çıktığının ama bu balığın yetişkini 60-80 cm. diye geçer literatürde, her şeyin uç örneği var sonuçta; leopar vatoz da 40 cm. büyüyebilir diye geçerken 100 cm.e çıkan örnekleri var; bunlar kaideyi bozmayan istisnalar), bayağı "canavar" (monster) olarak tanımlanan balıklardan aşağı kalır yanları olmadıklarının bilincinde olup ona göre tank kurarım. Şuradan (sazansıgiller konusunda) benimle aynı tıynette biri başka kişilerle doğadan akvaryum bitkisi toplamaya giderse ne olur görebilir, ona göre ayağınızı denk alabilirsiniz.

*4: Etoburluğuyla tanınan pirana bile doğada avlanmak yerine leş yemeyi tercih eden bir balıktır örneğin, ilginçtir bizim millette akvaryum hobicilerinin çoğu da dahil pirana=canlı yem algısı var, halbuki bu hayvan doğada avlanmayı tercih etmeyen bir balık. "Amazon zaten hayvan ölüsü kaynıyor" kafasında lan bu balık doğada, hatta örneğin yılanlar (veya hayatının her döneminde av olan ve kimsenin "Lan ısırır mı bu?" diye düşünmediği somonlar) gibi hiperkarnivor da değiller; tohumlar da diyetlerinin önemli bir kısmını oluşturuyor, yosun bile yiyorlar (Tam da bu sebepten etçil değil hepçil olarak sınıflandırılıyorlarmış zaten). Ha gerçekten aç kaldı mı kendi sürü üyesine bile saldırıyor tabii ama kastettiğim pirana dediğin hayvanın canlı yem yemesi gerekmediği. Bukalemunlar canlı yem gerektirir örneğin çünkü o şeyi yemek olarak algılamaları için onun hareket etmesi gerekir, yılanlar da doğada yumurta gibi istisnalar haricinde daima canlı şeylerle beslenirler ama onlar bir şeyin canlı olup olmadığını vücut ısısından anladıkları için (yumurtayı da bu sebepten afiyetle gümletirler zaten, sıcak olduğu için) dondurulmuş fareyi ısıtıp versen yine yerler ki yılan besleyenlerin çoğu da öyle yapar zaten. Piranalarsa kokudan anlıyorlar, haliyle verdiğiniz şeyin et gibi kokması yeterli, marketten tavuk but ya da balıkçıdan alabalık alıp versen de yerler merak etme, fareye, civcive, Japonbalığına aslana atılan gladyatör gibi davranmanın anlamı yok; zaten dediğim gibi zorunluluk değilse (teraryum canlılarının çoğunda da zorunluluktur ha: Akrepler, kertenkele çeşitlerinin birçoğu -ki zaten sürüngen hobisi kertenkele türlerinden tanımlanmıştır çünkü profesyonel sürüngen hobisinin ortaya çıkışını sağlayan hayvan leopar gekodur-, tarantulalar...) canlı yem psikopatlıktan başka bir şey de değil. Şimdi canlı yem-canlı yem ayrımına girmek istemiyorum, fareyle tubifeks farkı gibi şeylere girersem bitkiler acı hissediyor mu (Hissediyorlar)-onlar canlı değil mi (Canlı) muhabbetine dönecek iş; ben supiresi de olsa artemia da olsa canlı yemden pek hazzetmem gerçi ortada bir KKSA veya zorunluluk durumu yoksa. Bu arada cımbızdan yemeye alışmış sürüngenlere hazır yem de verilebilir ama piyasada onların ihtiyacını karşılayacak hazır yem yok, hepsi sucul ya da su kaplumbağası gibi sulak ortamda beslenen türler için; evde kendin hazırlamaya kalksan canlı yem zorunluluğunu oluşturan tek şeyin hareket algısı olmaması var, tavuk eti yemiyor bu hayvanlar sonuçta.

*5: Koi, Japonbalığı vs. değil; direkt sazanın renkli olanı. Koi ve/veya Japonlarla melezlenmeyle ya da doğal olarak ortaya çıkabiliyorlar ki doğal olarak ortaya çıkanlar zaten koilerin yabani atalarından başka bir şey değil, yaban kedisi ile ev kedisi arasındaki fark gibi düşünün. Aslında koiler renkli sazanların aynalı olanlarıdır veya aynalı sazanların renkli olanları, öyle bir fark var bak doğru. Yani renkli sazan x aynalı sazan = koi. Bu ikisi alttür bile değil varyete olduğundan koi de üretim sağlanabilen bir balık tabii, melez değil (En azından günümüz koilerinden aynalı sazanla renkli sazanı kırarak üretilen yok, hepsi koiden üretiliyor).

*6: Ha ünlü markaların -ki bunların başlıcası da benim en çok savunduğum markalardan biri olan Sera'dır- bakteri kültürleri tıpkı hibrit tohumlar sizi ürüne muhtaç edecek şekilde tasarlandığından tam döngü, gerçek sistem istiyorsanız yem artığıdır, çınar yaprağıdır -aslında çınar yaprağının ne temel işlevi ne de diğer kullanım sebeplerinden biri bu değildir ama buna da yarar-, kefirdir takılın; o zaman bile su değişimi veya zorunlu değişikliklerde bakteri kültürü hasar görecek hoş. Tabii bakteri döngüsünü doğru düzgün tutturursanız, bir şekilde bütün bakteri döngüsünün içine etmediğiniz sürece (ki alglerle, salyangozlarla kimyasal mücadele yapıyor ya da akvaryumda beyaz benek veya mantar başta olmak üzere herhangi bir hastalıkla uğraşıyorsanız seve seve o bakteri döngüsünü sikip atmaya mecbursunuz) kendi kendini toparlar dediğim kullanıcıyı kendisine muhtaç hale getiren ilaçlardan kullanmadıysanız veya sadece takviye olarak kullandıysanız.

*7: Filtreyi mi çıkarsaydım? Hava taşı dediğin sırf dekor, ayrıca CO2 sistemleri için de kullanılıyor ama çok kayıp verdiriyor gazdan, etrafına metrafına başka şeyler yapıyorlar CO2 sistemlerindeki hava taşları için. "Mayalı sistem CO2" diye aratın göreceksiniz. Akvaryum hobisinin neden tam manyak işi olduğunu da görürsünüz öyle aratırsanız: Günlük hayatta insanı kimyayla (su değerleri, asidik-bazik değerler vs), fizikle ("Bu dolap bu akvaryumu taşır mı?" sorunsalı ve "Kayaları yapıştırayım mı yoksa kumun üstüne koysam durur mu?" çekincesi, hacim hesaplarına hiç girmiyorum), coğrafyayla ("Biyotop" diyorum başka da bir şey demiyorum), tıpla*8, jeolojiyle (kayanın, kumun suyu nasıl etkilediğini bilmek için sadece su kimyasından anlamanız yetmez, o kayanın, kumun özelliklerini de bilmeniz lazım) uğraştıran hobi mi olur kardeşim? Aklı olan insan bunla uğraşır mı? Konu kapsamında canlı olduğu için biyolojiyle sike sike uğraşacaksınız zaten, çiçek yetiştirseniz de biyolojiyle uğraşacaksınız o yüzden onu söylemedim bile. Ha tabii genç yaşta başlayan akvaryum hobisinin bu özelliği insana kimya dersindeki asit-baz konusunu ve akvaryumla ucundan kıyısından ilişkili çeşitli derslerin çeşitli konularını dinlemeye gerek duymamak ya da kolayca anlamak gibi avantajlar da sağlıyor, öyle de bir ekmeğini yedim zamanında.

*8: Balığı veteriner hekime götürmek mümkün olmadığı, diyelim götürdünüz veterinerin yapabileceği (daha doğrusu sizin yapamayıp onun yapabileceği) pek bir şey olmadığı*9 ve zaten balığı götürmeye çalışmak, özellikle de deniz balıkları ya da diskus gibi hassas türlerdense ilgili balık, başlı başına yeni sorunlara yol açacağı için hasta balığı kendin tedavi edersin; parazit neymiş, bakteri, virüs, mantar neymiş, ödem neymiş, mukoza ve mukus neymiş konusunda ufkunuz gelişir (Benim hastalıktan kaybettiğim tek bir balık oldu şimdiye dek, belirteyim. Beyaz beneğe yenilen velifera, hâlâ minnetle anarım rahmetliyi). Hatta eğer kusturulan (çiklit çeşitleri) ya da sağılan (Japonbalıkları, koiler) bir balığı üretmeye kalkıp başarılı olursanız rahatlıkla kendinize "Balık ebesi" titri verebilecek denli anlamaya başlarsınız bu işlerden. Tabii doktorlar ve veteriner hekimlerin işini hafife aldığım falan yok, sonuçta insanın hastalığı ayrı, balığınki ayrı, kuşunki ayrı, kedininki ayrı, iguananınki ayrı, köpeğinki ayrı, ağacınki ayrı... Ama "Tek sağlık konsepti" diye de bir şey var sonuçta ve bunu da en iyi akvaristler anlar zira akvaryumlarda hastalık sırasında balığa değil akvaryuma müdahale etmek mecburiyetindesinizdir, yani çevrenin hastalığa ve hastaya etkisini gözetmek zorundasınızdır (Ha siz balığı elinize alıp ağızdan ilaç içirmeyi tercih ediyorsanız o sizin bileceğiniz iş, "handling" denen zorla besleme işlemi bile yapılmıyor balıklarda ki sürüngenlerle kuşlar başta olmak üzere birçok hayvanda yapılır; psikopatlıktan, zevkten değil tabii, hayvan açlıktan ölmesin ya da elinizdeki şeyin yenilebilir bir şey olduğunu anlayabilsin diye yapılır). En basit örnek: Beyaz benek sırasında akvaryumun ısısı yükseltilir ki beyaz benek larvaları yaşayamasın, "Bitti" sanılan hastalık aniden dönüp sizi vurmasın. Benim bahsettiğim o velifera da beyaz benekten değil beyaz benek tedavisinden kaynaklanan çevre (ısı; yükselt, alçalt... şeklinde) değişikliği yüzünden mevta oldu zaten, yoksa iyileşmişti.

*9: Balığa beyin ameliyatı yapan veteriner hekim de var ama o uç bir konu.

Kablosuz kulaklık kullanmaya başladığımdan beri daha önce müzik dinlemediğimi fark ettim. Şarkının yarısını duymuyormuşum ki aq. Bu arada bu yazı aslında uzun süredir yayına hazır, fanusu tamamlayayım da foto çekip koyayım diye bekletiyorum. O arada da Ejderha ve Mühür'de de de epey ilerledim, okuyanlar zaten yaş farkı konusundaki kazmalığımı ve tüy diken açıklamamı gördü. E, ne yapayım ama? Word'de yazsam arar bakarım, blogda kaç bölüm var, ne oluyor belli değil ki (Onları yayınladıktan sonra Word'de toplamak iyi fikirmiş bak bu açıdan, hiç aklıma gelmediydi). Hazır Ejderha ve Mühür demişken: Şimdiye kadar en memnun olduğum kadın karakterimim Kyouka olduğunu fark ettim. Sebep? En derini ve en gerçek olanı (gerçekçi ile gerçek arasında fark vardır, Kyouka gerçekçi mi tartışılır ama kesinlikle gerçek bir karakter) o çünkü. Daha önce söylemiştim ya "kadın karakter yazamıyorum, ne yaparsam yapayım yüzeysel kalıyorlar, derinleştirmeye çalıştıkça iyice batıyorum" diye, işte ondan az da olsa sıyrıldım Kyouka ile. Ha bu arada bir yerden sonra çok fazla Utpa-Kyouka sahnesi var ya hani (daha yayınlamadığım kısımlarda daha da fazla, sırf Utpa ve Kyouka arasında geçen bölüm var lan), işte onun tek bir sebebi var: O sahneleri yazmaktan zevk alıyorum. Evet, tek nedeni bu. Ne yapayım lan, yalnızlığımı hafifletiyor; yapayalnız ve muhtemelen saçma sapan bir apartman dairesinde öleceğim, öldükten 10 yıl sonra da adımı kimsenin hatırlamayacağı gerçeğinden biraz olsun uzaklaştırıyor. Ben de yarrak gibi bir herif oldum çıktım gerçi, hem "Sevgili istiyorum" diye ağlıyorum hem de evden çıkmıyorum. Gökten zembille inecek herhalde? Ulan iyi de ortamı, çevresi olan bir insan evladı değilim ki lan ben; iş, okul gibi sosyal ortamda bulunma zorunluluğum olmadıkça evden çıksam da çıkmasam da bir şey değişmiyor ki. Sokağa çıkıp önüme gelene teklif mi edeceğim, ne olacak yani insanın ortamı, çevresi olmadıktan sonra kiminle nasıl tanışacağım ulan? Tinder mı indireyim? Ne olsun istiyorsunuz! Evde durunca en azından dışarıda mutlu çiftleri görüp sinirim bozulmuyor. Neyse, sinirlendim yine; geçiyoruz bu konuyu ve diziye geliyoruz, bkz. alt paragraf.

Atiye izliyorum şu aralar (Daha anca izliyorum evet, ne var?) da senaryoyu yazan bayağı iyi yazmış. Günlük dilin kullanımı olsun, araştırmalarını iyi yapmaları olsun. Zühre yıldızı, turna kuşunun Anadolu kültüründeki anlamı, yaşlı ninenin şifacı elbiseleri ve parmaklarındaki dövmeler, sekiz köşeli yıldızın farklı kültürlerdeki anlamları falan... Hayır işin garibi senarist yabancı. Gerçi o kadar da şaşırtıcı değil, Türk bir senariste verseniz bu işi ne dili o denli canlı ve gerçek kullanabilirdi ne de cinden, altı köşeli yıldızdan bir gıdım ileri gidebilirdi muhtemelen. Daha üçüncü bölümdeyim, senarist Türkiye kültürünü çoğu Türk'ten veya bu topraklarda yaşayan başka bir halka mensup birinden daha iyi bildiğini kanıtladı şimdiden. Ha tabii bu tür şeyler için araştırma yapılması elbette şart ama bizimkiler genelde "Ne araştıracağız ulan" diye yola çıkıyor, tarihi dizilerimizde bile "Bu ne lan şimdi?" dedirten şeyler oluyor o yüzden. Dünyanın Uyanışı diye kitap var, bu dizi ondan uyarlanmış ya da esinlenmiş; o belli değil, ona da bir bakmak lazım. Eğer bu esinlenme değil de uyarlamaysa yazar o tür şeyleri kendi araştırıp -veya halihazırda ilgisi dahilinde olduğundan bilip- kullanmış olabilir; o zaman senaristin tek yapması gereken yazıya uygun olduğu için yazılarak anlatılan bir hikayeyi görsel olarak anlatmaya uygun hale getirmek olur; ama hem bizimkilerin hem de yabancıların bu uyarlama işlerinde genellikle ellerine yüzlerine bulaştırdıkları biliniyor. Onun sebeplerini anlatmıştım daha önce, temel sebep her hikayenin farklı bir anlatım tekniğine uygun olması ve yazıya uygun bir hikayeyi görsel anlatıma uygun hale getirmeye çalışırken haliyle taviz verilmesi zorunluluğu. Bunu anlattığımda (Ne zaman anlattım lan acaba? Şimdi ben bile bulamam onu, çok eski değil ama yeni mi onu hatırlamıyorum) "E tamam onu anladık da şunu niye şöyle yapıyorsunuz?" şeklindeki serzenişim de olmuştu. Bu arada o kadar laf ettim de üç senarist varmış ikisi Türk, biri yabancı. O değil senaristler deyince üç senarist çıkıyor ama bölümlerin senaryo yazarlarına bakınca orada yer almayan kişilerin de yazdığı bölümler var, ne oluyor lan burada? Sevişme sahneleri falan olayına hiç girmiyorum, bizim magazinciler zaten "Birileri biraz uzun öpüşse, bir dizide azıcık gerçekçi bir sevişme sahnesi olsa da atlasak" diye beklediğinden zaten dizinin çıktığı dönemde yeterince konuşuldu o konuda, bir de benim görüşüme hiç lüzum yok bence. (Ha bahsettiğim, görüş bildirdiğim diğer her şey için vardı da bunun için yok yani?)

Bak o değil de şimdi aklıma geldi, Ejderha ve Mühür'ün çoğu bölümünü sadece iki kişi okumuş, bazı bölümlerini 4, 5 hatta 7 kişi. Bir bölüm okuyup sonra salıyor musunuz nedir? Yok, hayır; ilginizi çekmemiştir, hoşunuza gitmemiştir, okumayı bırakmışsınızdır anlarım da bunun için ilk bölümü kullansanız daha mantıklı değil mi? Başka bir olay mı var, boşuna mı koyuyorum ben her bölümün başına ve sonuna "Diğer Bölümler İçin" kısmını lan? Ha bak bilgisayardan okuyanlar için o kısımdan okuyorlarsa okunma yazmıyor, doğru. Ben başka bir şey daha diyecektim ama ne diyecektim acaba lan? Kafa bırakmadınız ki (Yok, okuyucular olarak size demiyorum; kendi iç meselemle ilgili bir konu. Manyağım da ben).

Gelecek planlarım şu eksende: "Şöyle yapalım, şurası da şöyle olsun, aha burayı da... Uğraşılmaz bununla." Bir şeyi yarım yamalak yapmaktansa hiç yapmam daha iyi, daha önce de söylemiştim bunu; o yüzden pürüzleri almaya çalışırken yapılamaz hale geliyor. Ya biri bana nasıl bıçak videosu çekme fikrinden talimhane-çiftlik kırması bir şey kurma planlamasına nasıl geldiğimi açıklayabilir mi? Ben açıklayamıyorum çünkü. Aslında şey düşünüyorum, 30 tane Youtube kanalı açsam; hepsinden ayda 1 TL'den ayda 30 TL... Tabii en az 28 tanesini bir aya kalmadan iteleyeceğimi görmezden gelerek söylüyorum bunu: Ayda 30 TL nereden baksan iyi para. Bir orta boy pizza alamıyorsun lan 30 liraya bu devirde. İki haftadan fazla karnını doyurabilir misin o belli değil. Ayda 1 TL'yle geçinme kapışması, aha video fikri çıktı! Ama önce Youtube kanalı lazım tabii.

O değil de yayınlıyorum ben bu yazıyı, fanusu tamamlayınca (bayağı tamamlandı aslında) fotoğrafını çekip koyarım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder