Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

26 Eylül 2020 Cumartesi

Bir Sürü Şey ve Hiçbir Şey, Arada Fark Var mı ki Zaten?

Kültür emperyalizmini Japonlar kadar estetik yapan millet yok, belki diğer Uzakdoğulular. Amerikalılar her filmde, dizide zaten gözümüze gözümüze soktuğundan kusturacak raddeye getiriyor, Avrupalıların nadiren öyle bir derdi olduğundan öyle bir dertleri olduğunda sıçıp sıvıyorlar, bizim dünya çapında meşhur diziler, filmler falan zaten malum; bu ülkede yaşamıyor olsam inanacağım. Hint dizilerinde/filmlerinde öyle bir olay var mı yok mu belli değil, gerçi bizimkilerin de muhtemelen "Millet izlesin de para kazanalım"dan fazla bir derdi yok, orası ayrı. Bütün dizi sektörü yabancı işlerin uyarlamaları ve yıllar önce yapılıp tutmuş matematikler (şive komedisi, entrika, tarih, töre...) ile ayakta durduğundan böyle bir sonuç ortaya çıkıyor tabii veya tam tersi, "Millet izlesin de para kazanalım" bu sonucu ortaya çıkarıyor; arada sırada çıkan orijinal TV işleri de (İnternet dizileri, özellikle "internet dizisi" algınız Netflix ile sınırlı değilse çok daha farklı dinamiklere sahip olduklarından kural dışı işler yapılabiliyor ve tutabiliyor) çok geçmeden ağızlarının payını alıp oturuyorlar oturdukları yere (İstisnası var elbet). Örnek vermeye gerek duymuyorum zira hepinizin aklında en az bir dizi canlanmıştır, bir sürü var böyle. Ama arkadaş Japonlar bu işi öyle ustaca yapıp hikayeye ve temele öylesine yediriyorlar ki o kısımları çıkarsan yapı parçalanıyor, hikaye bırak eksik kalmayı hiç oluşmuyor bile. Dolayısıyla ne Amerikalılar gibi "Tamam be anladık" dedirtiyor ne Avrupalılar gibi "Al işte gırdın gırdın" tavrı oluşturuyor ne Hintliler ve Türkler gibi "Yani, sonuç?" gibi insanı derin sorgulama dehlizlerine çekiyor; aksine buna maruz kalmaktan zevk alıyorsun. Mesela gidin bir anket yapın, "kılıç" deyince çoğu kişinin aklında canlanan ilk iki imge uzun kılıç ve katana olur (sıralama değişebilir). Neden? Amerikalılar ve Japonlar yüzünden. Aslında işin ilginç yanı Amerikalıların bellerindeki kılıçlar saber'lardı, uzun kılıçlar değildi ama Ortaçağ'da o toplumun temelini ve esas kültürünü oluşturacak halklar hâlâ Avrupa'da yaşıyor ve dönemine uygun olarak düz kılıçlar kullanıyorlardı. Eğri kılıçlar ise sadece özel olarak bilenlerin, ilgi veya yetki alanına girenlerin aklına gelir; halbuki bu topraklarda eğri kılıçlar akla ilk gelenler olmalıdır. Sonuçta kökeni, kanı, milleti ve inancından bağımsız olarak Anadolu toprakları eğri kılıçlarla şekillenmiştir. Yunanların "kopis"leri, Arapların "saif"leri, Pers ve diğer Farisî/İranî halkların şemşirleri, Türk-Moğol halklarının yalmanlı kılıçları ("kilij"leri) (Türkiye Türkleri ağırlıklı olarak Türkmen-Oğuz kökenli olsalar da bu coğrafyayı şekillendirenler arasında Ak Kıpçaklar var, Tatarlar var, Moğollar var, Özbekler var, Türk olanları -Çerkez olanları da var bunların- genellikle Kıpçak, özellikle de Kazak olan Memlüklüler var, Nogaylar var, Karaylar/Karaim Türkleri -Hazarların torunları olurlar- var, Kumuklar var... Var oğlu var.), Ermenilerin "ordynka"ları, Kafkaslıların ve Slavların (Evet, Slavlar da Anadolu'yu şekillendiren halklardan. Batı Anadolu için ağırlıkla Bulgarlar, Doğu Anadolu için ağırlıkla Ruslar) şaşkaları, Antik Mısırlılar ve Mezopotamyalıların kopeşleri... Bunların hepsi eğri kılıçlar. Tabii bunlar arasında Türkler ve Moğollar haricinde bütün halkların düz kılıç kültürleri de vardı ama eğri kılıçlar yıllarca Anadolu coğrafyasında egemen oldu ve bu coğrafyanın tarihini bunlar yazdı.

Şabut balığı diye bir balık var. Var da Türkçe kaynaklarda hakkında hiçbir şey belli değil. Yok sadece Fırat ile Dicle'de yaşarmış... O değil bir bilimsel ad bulana kadar canın çıkıyor (Arabibarbus grypus), sonra o bilimsel adı bulup kontrol ediyorsun yaşam alanlarını; İran var, Yemen var, Keban Barajı var... Fırat-Dicle yok mu? Var ama bir sürü başka yer de var. Gerçi orada kastedilen Türkiye'de sadece Fırat-Dicle de olabilir ama Keban Barajı? Ayrıca "Cumartesi balığı" diye balık mı olur arkadaşım, isim mi bulamadınız? Hah, neyse; Türkçe ve İngilizce kaynakların ortak olduğu bir konu Yahudilerin bu balığın etini domuz eti yerine kullandığı. Bu bilgi esasen bayağı ilginç geldi bana, neden? Çünkü bir malzemeyi başka bir malzeme yerine kullanıyorsan onun tat ve yapı olarak o şeye benzemesi gerekir. Örneğin yemeklerde şarap yerine sirke kullanımının prensibi budur: Sirke ve şarap yapısal olarak benzerler ki zaten belli bir evreye kadar aynı şeylerdir (Hayır, üzüm suyundan bahsetmiyorum). Demek ki tadı benziyor? Çünkü "Elimizde bu balık var, bize domuz yasak... Hadi bunu kullanalım." diye mantık olmaz; öyle olsa keçi ya da koyun eti kullanırlardı. Özel olarak bu balık yetiştiriliyor İsrail'de, neden o kadar zahmete girsinler? Zaten Türkçe kaynaklarda "Domuz eti yerine kullanılır" denirken İngilizce kaynaklarda "Domuz etinin tatsal olarak koşer eşleniği" gibi bir ifade yer alıyor (Düşün bak, benim Türkçe olarak kuramadığım bu ifadenin İngilizcesi yer alıyor. Araştırma sırasında neler çektiğimi anlayın işte), İngilizce kaynakta bir de ayrıca tada vurgu var yani. Yine de bu hâlâ şaşırtıcı geliyor bana, sonuçta biri toynaklı bir kara hayvanı, öbürü balık; en fazla ne kadar benzeyebilir ki etlerinin yapısı ve tadı? Bir de bak şimdi aklıma geldi, bu Yahudiler domuz etini ne zaman yemişler de tadının neye benzediğini biliyorlar lan? Ona göre bir de yerine kullanılacak et seçmişler? Altın Buzağı döneminde yemiş olabilirler gerçi, şimdi aklıma geldi. İşi gücü bıraktım bunu düşünüyorum, tamam; çeşitli benzer koşullar tat benzerliği sağlayabilir (Tada etki eden bir sürü şey var... Hem üretimde hem de tüketimde ortamdaki müzik ve renkler bile tada etki eder, tam da o sebepten "Dark dining" diye bir şey var olabilmiştir, tam da o yüzden bira içirilip masaj yapılarak yani biraz düşündüğünde bayağı bildiğin psikopatça yetiştirilen ineklerin eti olan Kobeniku dünyanın en pahalı etidir) ama "tatsal eşlenik" oluşturacak kadar benzeyebilir mi su altı ve kara koşulları? Aslında düşününde evcil domuz bayağı bildiğin çamurun içinde yuvarlanan bir hayvan, bu balık da çamurlu suları tercih ediyorsa ve tıpkı kendi gibi dip balığı olan yayın balıklarında da görüldüğü üzere yemek konusunda pek seçici değilse olabilir.

Bilgisayar kullanarak veya bilgisayar destekli çizim yapmanın elde çizim yapmaya kıyasla birçok avantajı var. Bu konudan neden bahsediyorum? Çünkü bahsetmek istedim. Birinci olarak kağıt-kalem kullanırken her şeyi tekrar tekrar çizmen gerekir, bilgisayar destekli çizimdeyse bir ortamı, eşyayı vs. bir kez çizip stoklaman yeter; her gerektiğinde kullanırsın. İkinci olarak kağıt-kalemle çizim yaparken bir çizimin üstüne çizim yapmak imkansız, mesela bir karikatür karesi için: Önce her şeyi kapatacak olan konuşma balonlarından başlaman gerekir, bilgisayar destekli çizimdeyse daha mantıklı bir şekilde çizime arkaplandan başlayabilir ve üstüne rahatlıkla ekleme yapabilirsin. Bu, örneğin bir duvara açacağın bir delikte de iyi sonuç verir. Ayrıca temel bir iskelet üzerine insan oturturken de daha gerçekçi sonuç verecektir. Üçüncü olarak elde yapılan çizimin illaki taranması gerekiyor, bu başlı başına bilgisayar/tablet kullanırken yaşamayacağın bir angarya olduğu gibi çoğu kağıt pürüzlüdür ve ton farkı vardır, dolayısıyla bilgisayarda bunları düzeltmek için öncesinde resmin genelini bir eşitlemek gerekir. Gidip renksiz bir çizim yapın A4 kağıdına, sonra bilgisayarda boyamaya çalışın anlarsınız ne dediğimi. Ha evet, boya. Dördüncü olarak elde çizim yaparken boyalar da size bakar, bilgisayar destekli çizimde büyük alanları tek hamlede boyayabilir, gölgelendirme, parlaklık, "yapı" ve ton farklarını istediğiniz gibi ayarlayabilirsiniz. Bu "yapı" dediğim şeyin aslında özel bir adı vardı ama unuttum, kastettiğim şu: Kum ve insan derisi aşağı yukarı aynı renk olabilir (insan derisinin de kumun da rengi çok değişken olsa da "kum rengi" dediğimizde aklımıza gelen ve "ten rengi" dediğimizde aklımıza gelen renk benzer) ama dokusu farklıdır. Ha, evet; "doku" bunun adı bu. Yine gümüş renginde tüyleri olan bir hayvan ile gümüş bıçağın doku farkı vardır, bilgisayar destekli çizimde bunu çok rahat halledebilirsiniz. "Boyalar o kadar önemli mi gerçekten?" diye düşünenler varsa şunu söyleyeyim: Japon mangalarının günümüzde hâlâ özel bölümler gibi şeyler haricinde renksiz olma sebebi manganın ortaya çıktığı çağda birden fazla renk içeren şeyleri üretmenin de basmanın da imkansıza yakın olmasıdır. Beşinci olarak bilgisayar destekli çizimde hatalarınızı geri almak, silmek vs. daha kolaydır, kağıt-kalem kullanıyorsanız tam bir çiledir. Elde çizimin tek avantajı kağıdı ve kalemi hissetmen; şahsen sadece kağıt-kalem ve bilgisayar faresi kullandım çizim yapmak için. Bilgisayar faresiyle doğru düzgün çizim yapamıyorum, kağıt-kalem... Aslında kağıt kalemin elde oluşturduğu sızıyı, verdiği hissi seviyorum; sadece çizerken değil yazarken de böyle ama uzun zamandır düzenleme, ekleme, çıkarma kolaylığı ve benzeri şeylerden ne yazacaksam bilgisayarda yazıyorum. Bu arada "Ulan çizemiyorum ama bir çizim tabletim olsa süper olacak, her şeyi yapacağım" kafasında değilim, çizemiyorsan çizemiyorsundur; o iş için kağıt-kalemle gelişmeye çalışmak daha mantıklı hatta. Bilgisayar destekli çizimin öyle bir konuda tek avantajı işte hazır kalıpları rahatlıkla kullanıp sonra kolayca silebilmek; çember çizemiyorsan tıkla çember çizme sembolüne, istediğin ebatlarda muntazam bir çember çiz. Zaten benim dediğim tek bir kompozisyondan oluşan tekli resimler için değil de animasyon, çizgi roman gibi her karesi farklı bir kompozisyon olan çoklu işler için dikkat ederseniz.

Türkçedeki Uygar ve Türkçeye de geçmiş Arapçadaki Medeni kelimeleri hakkında çok ilginç bir bağ var. Şöyle ki: Türkçedeki Uygar, Uygurları; Arapçadaki Medeni ise Medinelileri ima eder ve bu referansın temel bağlamı bu halkların yerleşik olmasıdır. Uygurlar, Türk boyları içinden yerleşik hayata geçen ilk halk ki bu yüzden Kaşgarlı Mahmud onları "Çinli" diye tanımlar. Bu arada Uygurlardan önce de Kuzey ve Kuzeybatı Çin'de ve o zamanlar Roma İmparatorluğu sınırları içinde kalan Batı Asya'da yerleşik hayata geçen Türk, Çin için aynı zamanda Moğol obaları vardı ama bunlar yerleştikleri kültürü kabul etmiş, hatta kendilerine Çinli, Romalı diye hitap eden/edilen kişilerdi. "Urum" denen bir Türk halkı vardır örneğin ki Urum, Rum demektir. Sadece Türklerin ve Moğolların değil bütün göçebe halkların göçebeliği bırakınca bulunduğu çevredeki kültürü benimsemek gibi bir özelliği vardır. Bugün birbirlerini, her boyun hatta uruğun (aşiretin) kendine özgü saç örgülerinden ve o saç örgülerine uygun dizayn edilmiş börkler ile süslerden tanıyan Türkmen akıncılarının torunları olan Türkiye Türklerinin saçı uzun olana kız yakıştırması yapması da askeriyedeki tıraş kuralları da Bizans'tan mirastır. Gerçi günümüzdeki tıraş kuralları Alman ordusundan alınma, Enver Paşa sağ olsun ama yeniçerilerin de tıraş kuralları vardı; hoş zaten Alman ordusundaki tıraş kuralları da Roma'dan kalma olduğundan çok da fark etmez. Yine aynı şekilde kültüründe alpkız diye bir figür, tarihinde Bacıyan-ı Rum diye bir kurum olan Türkiye Türklerinin yıllarca kadınları eve kapatması da günümüzde hâlâ güçsüz görmesi de Arap kültüründen* alınmadır. Uygurlara dönersek: Onlar yerleşik hayata geçmelerine rağmen aslî kültürlerinin büyük çoğunluğunu koruyabildikleri için özel bir konumdadır, o yüzden "uygar"dırlar. Ve "uygarlık" sözü de tam olarak o yüzden şehirler kurmayı içerir. Bu arada Karahanlılar da Uygur soyludur, Uygurların Karluk boyundandırlar; tam da o yüzden Türk-İslam Kültürü adlı Türklükten kopmamış ama İslam'a mükemmel şekilde uyum sağlamış olan bir kültür inşa edebilmişlerdir; bunu daha önce de yapmışlardı, tecrübelilerdi. Gazneliler, Selçuklular ve hatta Osmanlılar gibi Türkmen kökenli devletler -ki Türkmen kelimesi Selçuklu ve Gazneli devletlerinin doğduğu çağda "Müslüman olup hâlâ göçebe olan Oğuz" demekti- ise zaten göçerliği çok geç bıraktıkları için çevre kültürü benimseme yoluna gitmişlerdir. Ha, kötü mü olmuştur? Sonrasında işler sarpa sarıp pürüzler çıkmış tabii ama bugün Türkiye'nin iki komşu köyü (bak, şehir bile değil) arasında kültür farkından söz edebilmemiz de Türkiye Türklerinin hem Hun, Avar, Kıpçak gibi Avrupa Türkleri kültürünü Avrupa sosuna bulayan Macarlardan hem Orta Asya Türki devletlerinden hem de komşu halklardan farklı olan ama bütün bunların izini de taşıyan kültürünü görebilmemiz de bunun sayesindedir. Bence kötü olmamıştır yani, tabii abartılmasa iyiydi. Medeniye gelecek olursak: Arap Yarımadası'nda Hz. Muhammed tarafından kurulmuş olan İslam Devleti öncesinde genel anlamda devletlerden ziyade tıpkı Hunlardan önce Türklerde, Cengizlilerden önce Moğollarda olduğu gibi kendi yasaları olan aynı halkın parçası olan halkların (Türkler için "boy", Araplar için "kabile") kendi topraklarında kendi hükümlerini uygulaması söz konusuydu. Şehirler yerleşik olanlardan ve yarı-yerleşiklerden oluşuyordu, bir de tamamen göçebe olan bedeviler vardı ayrıca. Medine ise tam anlamıyla yerleşiklerden oluşan gerçek bir şehirdi, bununla birlikte etrafında Arap kültürü dışında pek kültür olmadığından mıdır bilinmez ama farklı bir kültür benimsememişlerdi. Yani "Uygar" ve "Medeni" sözleri etimolojik açıdan bağları olmamasına ve ortaya çıktıkları dönemde henüz bu iki halk arasında pek bir etkileşim olmamış olmasına rağmen; üstelik iki halkın kültürü ve bu kültüre bağlı olarak gelişen dilinin yapısı (dil mi kültürü oluşturur yoksa kültür mü dili, orası meçhul olsa da dilin gelişiminin kültüre bağlı olduğu ve kültürdeki değişimlerin dili de etkilediği kesindir) son derece farklı olmasına, yaşadıkları coğrafyaların iklimi bile bambaşka olmasına rağmen tamamen aynı mantıkla, aynı şeyi kastederek, aynı şeyi ima ederek oluşmuş kelimelerdir.

*İslam'la alakası yok bu arada konunun, İslam öncesi Arap kültüründen kalma bir şey bu olay. Müslüman olmayı Arap olmak, modern olmayı Avrupalı/Amerikalı olmak olarak algıladığımız sürece bir milim ileri gidemeyeceğiz. Gelişmiş devlet olmanın şartının Avrupalıların kültürsüzlüğüyle kültürümüzü takas etmek olmadığının en büyük kanıtı Uzakdoğu devletleridir: Teknoloji açısından oldukça gelişmiş bir ülke olan ve dünyanın büyük ekonomilerinden olan Japonya, Meiji reformunu reddedip Avrupa kültürüne karşı kendi kültürünü öne çıkardıktan sonra gelişmeye başladı. Katanalarını bıraktıktan sonra değil, kılıç yasağını kaldırdıktan sonra dünya hakimiyeti için sahaya çıkabildiler.

Toaru serisini izliyordum (Bitmedi aq serisi, One Piece izliyoruz sanki. Gerçi suç benim sikik internetimle saçma sapan oynatıcılarda ama olsun), Index 3'ün sonlarındayım. Touma'nın bir nutuğu vardı, aslında güzel konuştu herif ama ben adama gıcık olduğumdan "Bir siktir git" diyesim geldi. Lan sırf bu it yüzünden günahım kadar sevmediğim Fiamma'yı, kaybedeceğini bilerek tutuyorum bu savaşta. Aq harem ağası; buradan bir aq da pek sevgili Kirito'ya yolluyorum, ko'duğumun sakat harem ağası seni. İlginç bir özelliğim var: Bir animeyi izlerken manga, manhwa, webtoon ya da o anime her ne halttan uyarlanmışsa (sonuçta bilgisayar oyunundan gerçek hayata geniş bir "uyarlama yapılabilecek şey" skalası var) onu okuyanların (ya da kaynağına bağlı olarak bir şekilde bilenlerin) "Şurası olmamış, böyle bir şey yoktu, az durun da hikayeyi anlayalım aq" yorumlarına sinir oluyorum; ama bir şekilde kaynak materyali okuyunca ben de animeye sövmeye başlıyorum. Kenja no Mago'da da (Aşırı güçlü ana karakteri olup harem içermeyen tek isekai kendisi ayrıca, sırf bu yüzden bile okunur. Gerçi hareme göz kırptığı yerler var özellikle başlarda ama sonuçta harem içermiyor. İzlenmez ama; ulan animede en komik ve en önemli sahneleri kesip iyice çöp etmişler seriyi, mangası da efsane falan değil, çerezlik ama anime bildiğin çöp) GOH'ta da böyle oldu. Gerçi GOH'ta manhwadan farklı olup sevdiğim kısımlar da var, Yu Mira'nın (sahte ve gerçekleşmemiş) düğününü daha ayrıntılı işlemeleri ve Nox'un adını "Kim lan bunlar?" dedirtmeden "İsimsiz kalmasın yavrucaklar" diye erkenden çıkarmaları doğru hamlelerdi bence, manhwada bile adamların adını anca 2. sezonda (Bu manhwa-webtoon'larda öyle garip bir olay var, çizgi romanın sezonu mu olur lan? Kısım falan desen neyse, ranobelerde ark diyoruz ne güzel). Öyle de dönek gibi oluyor ama; "Ulan ben zaten adam değilim, şerefsizim ben." deyip geçiyorum. Furkan Emirce'nin Faruk karakterlerine (Evet, "karakterlerine". Rakun Faruk, İnfaz Faruk, Dızcı Faruk, Falan Faruk, Filan Faruk...) döndüm burada. Hayır o değil "Ulan hayatımı daha ne kadar sikebilirim acaba?" diye düşünüyor da ona göre mi hareket ediyorum anlamadım ki; ne zaman "Tamam, en beteri işte" desem kendi kendimi daha beter bir hale sokuyorum. Aklıma gelmişken: Ölmek istemek, hayatı sevmemek ömrü uzatıyor. Ne kadar "Dünyanın ta ebesine atlayayım, böyle insanlığın ben gelmişini geçmişini... Niye ölmüyorum lan ben?" modunda, kendisi başta olmak üzere tüm dünyadan ve insanlıktan nefret eden kişi varsa intihar etmediği sürece yüz yıl yaşıyor, nerede hayatı, kendini, dünyayı seven kişi varsa erken ölüyor. Aha örnek: "Ölümüm aniden olacak seziyorum... Karanlığım, kötüyüm, biraz çirkinim" diye Attila İlhan 80 yaşında, "Yaş 35 yolun yarısı eder" diyen Cahit Sıtkı Tarancı 46 yaşında öldü. İstisna olarak Nietche 56 yaşında ölmüş, onun da psikolojik çöküntüsü var ama; artık adam dayanamayıp beyni iflas etmiş yani, o sayılmaz. "Yaşamak için bir nedeni olan herkes her sıkıntının üstesinden gelebilir." diyen birinin gerçekten ölümü arzulayıp arzulamadığı da meçhuldür gerçi. Hah neyse, uyarlama işine dönersek: Daha önce de söyledim, uyarlamaların %100 olması hayal olur çünkü bir sürü kısıtlama ve parametre var, o yüzden çıkarılan ve (bir yere kadar) değiştirilen yerler normal... Ama bu, en önemli; hikayeyi anlamayı sağlayacak olan kısımları çıkarmayı ve bir tarafınızdan uydurduğunuz var olmayan kurallar ile ilerideki olaylarda çelişkiye veya mecburi değişikliğe neden olacak olayları hikayenin evrenine dahil etmenizin bahanesi olamaz. Bu son dediğim GOT'a olan şeydi mesela, o yüzden son sezon "Bu ne lan?" şeklindeydi çünkü daha öncesinde bir taraflarından uydurdukları olay ve kurallar yüzünden öyle yapmak zorundalardı.

Oba, hani makarna markası olan Oba, hazır "mien" (Noodle diyeceğime Çincesini kullanırım) çıkarmış, adı Obamie. Çıkarmış da bir sorun var: Kendisi, Indomie'de de olduğu gibi hazır paket şeklinde. Ne dediğimi anlatmıyor bu, bekle. Bardak şeklinde değil yani, illa tencereyle, tavayla uğraştırıyor insanı; İndomie'nin bardak formu da vardı en azından. Tamam da arkadaşım, "cup noodle" dediğin olay -adından da anlaşıldığı gibi- bardak içinde olup su koyunca hemen hazır olmazsa bir anlamı yok. Lan tavayla tencereyle uğraşmaya enerjim, vaktim, ne bileyim temiz tavam tencerem falan olsa bunu almam zaten, gider doğru düzgün bir Çin eriştesi, ramen eriştesi, somen eriştesi, udon eriştesi falan alır; evde kendim ramendir, yakisobadır, andong jjim-dak'tır, Moğol barbeküsüdür, lagmandır (Bu arada lagman/lağman ve ramenin etimolojisi aynı: Çince La Mien/La Mian, "Çekilmiş/Çekiştirilmiş Erişte" demek) falan bir şeyler yaparım, neden senin şeyinle uğraşayım? Beni hasta etmeyin, şunları üretecekseniz bardak olarak üretin, uğraştırmayın milleti; bir ton gayet kaliteli ve aslına uygun paketli Uzakdoğu eriştesi var zaten Türkiye piyasasında bu saydığım şeyleri yapabileceğiniz, şu hazır eriştenin olayı ve avantajı bardak olmasındadır zaten ya, neyin peşindesiniz? Bu Obamie hakkında ilginç bir şey de var ki: Bizim evin oralardaki bakkalda ve bakkalın yanındaki Ekomini'de bulunuyor (ikisinden birinin hâlâ batmaması da ayrı bir mucize, kaç yıldır yan yana duruyorlar. Hadi Ekomini zaten zincir de bakkal da iyi iş yapıyor demek ki) ama TTM'deki Migros'ta bulunmuyor. Garip yani.

Gusül abdestinde "Üç kere ağza, üç kere burna vermek" diye bir olay vardır ya, işte onun üzerine biraz düşününce bir de olay doğrudan "o" konuyla ilintili olduğundan çıkmaz düşünce dehlizlerine sürükleyebiliyor insanı. Gecenin üç buçuğunda benim niye böyle saçma sapan bir paragraf yazmaya niyetlendiğim, hadi niyetlendim bunu ne diye eyleme geçirdiğim de apayrı bir araştırma konusu tabii. Galiba en iyisi bir hece çıkarmaya üşenmeyip cümledeki gizli nesne (Özne değil de nesne o bence ama yine de gizli sonuçta) olan "su" kelimesini ait olduğu yere koymak. Bir de benim özelimde daha fazla pisleşip cehennemi iyice garantilemeden susmak.

Son zamanlarda pek iyi hissetmiyorum, birkaç sebep sıralayabilirim ama hiçbirinin asıl sebep olmadığına eminim. Sonbahar benim için gerçekten hüznün mevsimi; blogdaki hüzünlü, "dramlı" yazıların tarihine dikkat ederseniz genellikle sonbahara, bir şeylere sövdüğüm yazılar da genellikle ilkbahara denk gelir. "Doğadan kopma, içgüdülerini dinle" derken iyice hayvan gibi oldum. Yok, hakaret anlamında değil; yani hakaret anlamında da öyle oldum ama gerçek anlamıyla mevsimlerin bir kedi ya da köpeğin üstünde olduğuna benzer etkileri oluyor üstümde. Neyse, geceleri uyuyamadığımdan düşünüyorum son zamanlarda... Veya düşündüğümden uyuyamıyorum, orası meçhul. Yarın aniden ölebiliriz. Serseri bir kurşunun isabetiyle, işaretsiz bir kalp kriziyle, başka bir şeyle... Peki o zaman neden hayatımız hep "Şu da bitsin rahat edeceğim" diye erişip erişemeyeceğimiz belirsiz zamanları planlamakla geçiyor? Günümüzde herkesin özgür olduğunu hiç düşünmeden söylüyoruz ama özgür bir insanın böyle planlar yapmaya gerek duymayacağını göz önünde bulundurmuyoruz. Zamanlamayla ilgili veya ekonomik sebepler değil bahsettiklerim. Eğer kişi istediği zaman okulu bırakıp da kendini yola vuramıyorsa özgür değildir (Bu herhangi bir bütçe gerektirmez, yürüyerek seyahat edip kedi suyu içerek hayatta kalabilirsiniz). "Şu okulu bitir bari", "Nereye gideceksin?" Her şeyi, her şeyi özgür olacağımı umduğum bir zamana iteliyorum, olacak mıyım ki? Özgürlükten, gerçek anlamdaki özgürlükten korkuyorum. Gerçek anlamda özgür birinin hiç bir bağı yoktur ve bu temelde her şeyle tek başına başa çıkması gerektiği anlamına gelir. "Gerçek özgürlük" Bunu eskinin yüce imparatorları, tanrı-kralları bile tatmamıştır muhtemelen. Yine de en azından bütün fikirleri, planları ve onca şeyi ertelemek zorunda değillerdi. Var olup olmayacağı belirsiz zamanlara hayatımı ipotek etmekten nefret ediyorum, hayatın kendisi, insanların çoğu, günümüz dünyası da dahil olmak üzere epey uzun olan nefret listemde bu da bulunuyor. "Şu sene geçsin de bir." Tamam bu, bu sene için gerçekten geçerli olabilir; sonuçta salgın var, herkesin özgürlüğü evrenin kendisi tarafından kısıtlanmış durumda. Yine de daha önceki senelerin bahanesi nedir? Neden "Şu olsun şunu yapacağım, şöyle olsa keşke..." diye diye kendimizi bitirerek elimizde hiçbir şey ve hiçbir fırsat kalmayıncaya kadar erteliyoruz? Sonunda insan bir avuç pişmanlıktan başka bir şeye gerçekten sahip olamayacağını anlıyor. Bütün bu belirsizlikte, üstelik sırf gelecekte rahat etmek için bugünümüzü satmak gibi biraz düşünürsen tamamen mantıksız bir şey olduğunu kavrayabileceğin bir şeyi yapmakta beis görmüyoruz? Eğer öyleyse hayatımızı tamamen ibadetle veya tamamen canımızın istediği şeyleri yapıp öylesine geçirmek çok daha iyi değil mi? Birinci ya da ikinci, sadece inançlı olup olmamanıza bağlı değil bu seçim; benim gibi zayıf biri, inancının samimi olduğunu düşünmesine rağmen, ikinciyi seçer. Son zamanlarda biraz da inançla sıkıntım var. "Büyük ihtimalle cehennemliğim zaten, inkâr edebilsem her şey daha kolay olurdu." Bunu düşünüyorum ama içimdeki bir şeylerden, tam olarak ne olduğunu bilmediğim bir şeyden dolayı Tanrı'nın varlığını inkar edemiyorum. Belki doğaüstü şeylere inancın epey yüksek olduğundandır. Bunu da düşündüm aslında: Eskiden, çocukken doğaüstü şeylere inancım bu denli kuvvetli değildi; asla materyalist biri olmasam da genel olarak rasyonel biriydim, bir yerde bir sebepten dolayı fikriyatım tamamen değişti. Ne zamandı ve nedendi acaba? Sonuçta, eğer inkâr edebilseydim hayatım daha kolay olurdu ama içimdeki bir şeyler bunu yapmama engel oluyor. "Neden yapıyorum bunu, neyin peşindeyim şu an?" Son bir hafta içinde bu cümle dizisini hayatım boyunca kullandığımdan fazla kullanmışımdır herhalde. Bir sürü fikir, aslında şu anda yapabileceğim ama biraz daha fazla özgürlüğü elde edebilme umuduna tutunup ertelediğim onca şey... Bunun sebeplerinden biri aslında gerçekten de pek özgür olmamam. Aile evinde ve Türk aile yapısı içerisinde en fazla ne kadar özgür olabilirsin ki zaten? Elde etmek istediğim... Şairlerin bahsettiği "Kuşlar gibi" olan ütopik özgürlük değil elbet, tam bir korkak olduğumdan bahsettiğim "tam teşekküllü özgürlük" de istediğim şey değil. Şu ankinden daha fazla, belki yarısı kadar fazla özgürlük istediğim şey. Eh, insanlar doyumsuz varlıklardır esasen; ben de en kötülerden biri olarak bu kusuru da taşıyorum. Gerçi birçok inanç sistemi için "ayaklı günah" gibi gezdiğimden o doyumsuzluk diğer bütün kusurlarım yanında görünmez kalıyor, ha bir de kendimi saklamayı bildiğimden. İstediği şeyden korkan biri, demek... Cidden en kötüsüyüm, ha? Bu sadece bu zamanlarda değil daha önce de defalarca sorduğum bir soru: "Ne katkım var ki şu dünyaya? Bir yaraya merhem olmuşluğum vaki mi bilmiyorum. Ölüp gitsem... Ya da hiç var olmasam çok daha iyi olmaz mıydı?" Hâlâ daha arsızca bir kurtarıcı bekliyorum, kendimi kurtaramayacak kadar acizim. Gerçi... O aşamayı çoktan geçtim herhalde? Ölüm... Kahramanca bir ölüm isterdim, bilirsiniz; dünyayı kurtarmaya çalışırken olan bir ölüm. Sevdiğim kızın kucağında son nefesimi onu sevdiğimi söyleyerek vermek. Klişe ve bayat, evet ama yine de şairane. İşin garibi şu an öyle biri de olmaması, eğer daha önce de yaptığım gibi şu "Yeni normal" düzeninin bir kısmını sonra da devam ettirirsem -ki ettireceğim gibi duruyor- olması çok da mümkün olmayacak. Eh, zamanın ne göstereceği belli olmaz; belki ani bir deli cesareti parıltısında bir şeyler olur ve hayatımı düzene sokarım. Benim için hayatını düzene sokmak, çoğu kişi için hayatını mahvetmekle aynı anlama geliyor gerçi. Bütün bu belirsizlikte ben de herkes gibi şimdimi ipotek ettiriyorum ama bu rızai bir karar değil, özgür olmamamdan kaynaklanıyor. Bunda kendi korkaklığımın da büyük payı var. Elbette dediğim hiçbir şey bu sene için değil çünkü dediğim gibi salgın var ve bütün insanların özgürlüğü doğanın kendisi tarafından kısıtlandı, dediğim şeyler daha önceki seneler ve salgın bittikten sonraki zamanlar için.

Mantık evliliği, adına rağmen, dünyanın en mantıksız şeylerinden biri. Örneğin, "Ha, bu zengin; bununla evlenilir." gibi bir mantık kurduysanız kötü bir haberim var: Feodal Avrupa'da yaşamıyoruz. Bir insanın malvarlığının ağır darbe alması için kurdaki bir dalgalanma veya itibarına yediği bir tekme yeterli günümüzde. Feodalite çağı boyunca Avrupalı soylu ve zenginler itibarlarına aldıkları darbeleri rahatlıkla savuşturabiliyorlardı ama günümüzde bu o kadar da kolay değil. Genler, eğer çocuğunuz için istiyorsanız biraz mantıklı ama "Ya zekasını sizden, görünüşünü benden alırsa?" hikayesine dönüyor olay o zaman da. Zaten eşeyli üremenin doğası gereği çocuğun genetik yapısı bir önceki nesilden farklı olur, iyi, nötr ya da kötü yönde olabilir bu.

"Migros pizza satmaya başladı, rekabet kızıştı" diye bir haber gördüm, hemen baktım. Ve sonuç: "N'olur öyle gerzekçe yapmamış olsunlar" diye dua ettiğim biçimde bir haber çıktı. Arkadaşım, Migros'un pişmiş pizza satmaya başlaması neden Domino's ile, Pizza Pizza (Buranın adı değişti ama ben alışamadım, o yüzden böyle demeye -en azından bu yazı boyunca- devam edeceğim) ile vs. rekabet etmesini gerektirsin lan? Mal mısınız evladım siz? Migros "donut" da satıyor, Dankin Donut ile rekabet halinde mi? Börek, simit, poğaça da satıyor; Simit Sarayı ile ya da fırınlarla vs. rekabet mi ediyor? Yalnız haberin tamamını okudum, evet, rekabet ettiğini sanıyor haberi yazan. Yazık kafana, mal mısın evladım sen? Gıda işletmesi ile market arasındaki farkları kavrayabilecek kadar zekanız yok mu? Ki düşün bak: Gıda işletmesi olan ve simit üreten Simit Sarayı, simit üreten mahalle fırınlarıyla, poğaçacılarla rekabet halinde değildir çünkü klasmanı farklıdır. Migros dondurulmuş pizza satarken pizzacılarla rekabette değilken şimdi neden olsun lan? Bim'de de hazır, paketlenmiş olarak sütlaç ve supangle satılıyor, Alaçatı Muhallabecisi ile rekabet halinde mi yani Bim? Neyin peşindesiniz lan siz? Şu haberleri yapanlar: Azıcık zekanızı kullanın ve biraz araştırın, ne bileyim bir bilene sorun lan bari. Hıyar hıyar işler yapmayın, adamı hasta etmeyin. Sizin cahilliğiniz yüzünden ben kendimi harap ediyorum burada, neden sırf dilim pizza satıyor diye Migros ile Sbarro rekabet etsin lan? Market işini komple bırakıp sadece pizza üzerine bir alt marka kurmuş olsalar anlayacağım. Mesela Coca Cola'nın hayvan gibi alt markası var. Fuse Tea nedeniyle Lipton'la, Damla Su nedeniyle Erikli, Uludağ vs. ile, Powerade nedeniyle enerji içeceği markalarıyla (Ayrıca Powerade Türkiye piyasasındaki tek sporcu içeceği, enerji içeceklerinden farklılar aslında; hiçbir alakaları yok hatta), Cappy nedeniyle meyve suyu markalarıyla rekabette. Domino's sufle sattığı için pastaneyle (Türkiye'de sufle satan pastane var mıdır emin değilim ama sufle "pastacılık" işine dahildir, haliyle yeri pastanedir), Burger King salata sattığı için vegan restoranla rekabet halinde mi birader? Hayır, değil. Domino's Pizza Pizza ile, Burger King ise McDonalds ile rekabet içinde. Ki düşün bak dediğim dört yer de (Domino's, pastane, BK, vegan restoran) gıda işletmesi, hal buyken gıda işletmesi bile değil, tamamen farklı kurallarla ayakta durup işleyen bambaşka bir yapı yani market olan Migros neden pizza zincirleriyle rekabete girsin lan? Salak salak konuşmayın, o dediğiniz anca "Migros Pizza" diye sadece pizza ve pizza için yan ürünler (patates kızartması, ülkemizde her nedense pizzacılarla özdeşleşmiş olan çikolatalı sufle -sahi bunun nedenini bilen var mı lan, biliyorsanız bana da söyleyin-, belki makarna falan) satan bir dükkan açsaydı olurdu. Böreklerin çöreklerin yanına bir de pizza ekledi diye değil zincirler, Çanakkale kordondaki Di Napoli Pizza bile ciddiye almaz onu. Bu arada küçük bir yer ve biraz arada kalıyor, çok göze çarpmıyor; isminden dolayı da biraz çekince oluşuyor insanda ama bugüne kadar yediğim en güzel pizzayı yapıyorlar, onların yaptığı pizzaysa Domino's'un, Pizza Pizza'nın yaptığı şey pizza değil*, fırsatınız olursa veya denk gelirseniz deneyin. Sırf onun için Çanakkale'ye kadar gitmek saçma elbet, pizzanın anavatanı Napoli değil de Çanakkale olsaydı mantıklı bir hareket olabilirdi; o yüzden "fırsatınız olursa veya denk gelirseniz" dedim zaten. Bilmediğiniz konularda yorum yapmayın arkadaşım, haberi verip geçin veya o işten anlayan birine sorun. Mesela bir pizzacı kasiyeri ya da Migros'un fırın bölümünde (Hani o pizzaları yapacakları, hani börekleri falan yaptıkları yer) çalışan biri sizi düzgünce bilgilendirebilirdi. Bu çalışanları küçümsediğimden değil, böyle bir bilgiyi bilmelerine aslında hiç de gerek olmadığından verdim o iki örneği bu arada; yanlış anlamayın. Sonuçta pizzacının sahibi mi kasiyer, maaşı yattıktan sonra kiminle ne konuda rekabet ediliyormuş ona ne? Ama yine de en azından Migros ile rekabet etmeyeceğini de bilir işin ucundan kıyısından tutan biri olarak. Ben nasıl "Türkiye'de bol miktarda uranyum rezervi bulunması döviz kurunu nasıl etkiler?" konulu yazı yazmıyorsam ve bir gün böyle bir yazı yazmaya karar verirsem bilen birine soracağımdan siz habercilerin de bunu yapması gerekmiyor mu? Ayrıca benim şahsi blog yazarı olarak hiçbir yükümlülüğüm de yok, "Uranyum rezervi bulunursa doların yerini TL alır" desem sonra da itiraz edilince "Parodi yazısı o" desem hiçbir eleştiri almam (Bu arada uranyum olayı gerçekten olursa ABD, Türkiye'ye "demokrasi getirir" muhtemelen. Yapılmışı için: Irak). Ama sizin haberci olarak o haberi ulaştırdığınız kişilere karşı bir sorumluluğunuz var. Tamam, ben belki gıda üzerine tahsil yaptığımdan biraz fazla abartıyorum konuyu ama dediğim gibi habercinin haberi verdiği kişilere karşı sorumluluğu vardır. "Migros, 'Pizza ürettik, Sbarro'nun ağzını burnunu kıracağız, Domino's'un eline vereceğiz' dedi" desen amenna, "elçiye zeval olmaz" der geçilir ama bilmediğin konularda saçma sapan yorum katmasana lan yazıya!

*Ki zaten değil, Amerikan tarzı pizza yapıyor bu dediğim iki firma: kalın hamur ve az malzeme; İtalyan tarzı ince hamur ve bol malzeme, özellikle bol peynir içerir; pizzanın hası, aslı da "mozzarella di bufala" denen, manda sütünden yapılma mozarelladan olur. Tabii kullanılan malzemeler hatta domates sosunun yapısı ve baharatlar gibi bir sürü konuda da Amerikan tarzı pizza ve İtalyan tarzı "orijinal" pizza arasında fark var ama dediğimi anlamışsınızdır, daha fazla örneğe gerek yok. Gerçi pizza günümüzde hemen her yerde bulunabilen bir yiyecek olduğundan geleneksel pizza-benzeri yemekler (Türk mutfağı için lahmacun ve pide) dışında birçok kültüre özgü çeşitli pizza türleri ve şekilleri de çıktı. İskoçya'da "deep-frying pizza" diye bir şey var mesela, fırınlamak yerine bol yağda kızartılıyor. Aslında İtalyan usulü olarak da böyle bir pizza var ama ikisi arasında hiç benzerlik yok, zaten tarihçeleri araştırıldığında bağımsız oldukları görülüyor; farklı zamanlarda farklı kişiler aynı şeyi düşünmüşler veya birisi elindeki pizzayı yanlışlıkla yağa düşürmüş, eğer ikinci dediğim doğruysa yanlışlıkla düşüren muhtemelen İskoç olan çünkü hâlâ daha Fish&Chips (Zaten İngiliz mutfağı toplam üç yemek ve F&C başta olmak üzere ilgili üç yemeğin varyetelerinden oluşuyor, İskoç mutfağında haggins falan var en azından) restoranlarında satılıyor bu "deep-frying pizza"lar.

23 Eylül 2020 Çarşamba

Ejderha ve Mühür ~ 10,3. Bölüm: Evlilik Otağı (3)


Cengiz elindeki deftere bir şeyler yazdı, sonra da boynumdaki evlilik muskasını alıp Kyouka'ya taktı. Daha sonra üstünde altın işli eski Uygur alfabesi ile bir şeyler yazan toprak bir kasede şarap ve iki hançer getirdi. Benim için düz, iri ve kaba, sade ve demirden yapılma bir tane, Kyouka için eğri, zarif, süslü ve gümüşten bir tane. Her ikimiz de ayamıza birer kesik atıp kanımızı kaseye akıttık ve sonra ikimiz de birer yudum aldık. Sonrasında yarısını ben içtim, diğer yarısını Kyouka. Dışarı çıktığımızda doğuda ve batıda yedişer kişi karşılama şeklinde, büyük bir ateşe kadar sıralanmış bizi bekliyordu. Doğudan ilk üç kişinin başında sarık, sağ ellerinde çatallı kılıç, sol ellerinde piştov vardı. Ateşli silahların icadından önce kürek kuşanıyorlarmış, teknolojinin gelişimini piştovları değiştirmeye gerekçe görmemişler ama. Batıdan ilk üç kişinin başında Avrupa tarzı taç, sağ elinde yalmanlı kılıç, sol elinde uzun kılıç vardı. Doğudan diğer üç kişinin başında doldurulmuş hayvan kafaları (bir kurt, bir koç, bir de çizgili sırtlan), sağ elinde burmalı kılıç, sol elinde süslü savaş baltası, batıdan diğer üç kişinin başında kulakçıklı kalpak, sağ elinde Memlük kılıcı, sol elinde Viking kılıcı; doğudan son kişinin başında miğfer, sağ elinde mızrağa geçirilmiş Türk bayrağı (Her dönemde hangi ülke vatandaşıysak o ülkenin sancağını kullanmışız bu iş için), sol elinde şemşir, batıdan son kişinin başında süslü kavuk, sağ elinde kaba bir çınar, sol elinde zarif ve oymalarla süslü bir meşe dalı vardı. Biz orada beklerken sırayla bağırdılar, daha sonra Kyouka'nın soluna (doğu tarafına) geçtim ve ateşe doğru yürümeye başladık, her biri her seferinde bir önceki seferde kullanmadıkları ellerini havaya kaldırıp bağırmaya devam ettiler.

Doğudan ilk üç kişi: "Sağ elim inanç, sol elim ilim!"

Batıdan ilk üç kişi: "Sağ elim doğu, sol elim batı!"

Doğudan diğer üç kişi: "Sağ elim doğa, sol elim kültür!"

Batıdan diğer üç kişi: "Sağ elim güney, sol elim kuzey!"

Doğudan son kişi: "Sağ elim barış, sol elim savaş!"

Batıdan son kişi: "Sağ elim hakan, sol elim hatun!"

Büyük ateşe geldikten sonra karşılıklı olarak ateşin iki yanına (Ben batısına, Kyouka doğusuna) geçtik ve yedili sıranın Cengiz'den alıp elden ele bize verdiği şeyleri ateşe attık. Önce adaçayı yaprağıydı, sonra bir tas kımız, ardından bir atın kesilmiş kuyruğu. Usulen ateşin kendiliğinden sönmesi gerekiyor, o yedişer kişi de kendi aralarından kura veya oyunla üçer üçer altı kişi seçip ateşin söndüğünü teyit eden ve etrafı yakmasını önleyen kişiler olarak bırakacaklar, "Azer keşikçileri" deriz onlara. Daha sonra bahçe kapısının dışında Kyouka'nın annesi elime bir kese altın sikke verdi, aslında bunlar alüminyumdan yapılma sahte ve ucuz şeyler ama gerçekten altın veya gümüş paraların kullanıldığı çağ ve yerlerde gerçek para kullanırmışız bu iş için. Benim annem ise Kyouka'ya bir kese içinde yediye ayrılmış yabani elma verdi, kulağına fısıldadı. Ne yapması gerektiğini anlatmak bu kadar uzun sürmez. Anne, beni mi çekiştiriyorsun? İlerledik ve birbirimizi görebilecek bir mesafede iki yola ayrıldık. Benim yolumun üstüne renkli deniz taşları döşenmişti, Kyouka'nınkindeyse kırmızı gül yaprakları vardı. "Er yolu" hep böyle ama "Hanım yolu" her seferinde yeniden hazırlanıyor, taşlar yıllarca olduğu gibi kalır ama gül yaprakları kısa sürede yok olur sonuçta. Yollardan gidip küçük bir dereye ben paraları döktüm, Kyouka ise elmaları döktü. Geri dönüp yolumuzun yeniden birleştiği yerde, yere bırakılan iki gümüş çemberi aldık.

Kyouka: "Bu... Bilezik mi?"

"Değil. Aslında bunu istediğin gibi kullanabilirsin, pek bir önemi olmayacak."

Çapanımın sağ yakasına taktım, Kyouka ise bileğine geçirdi.

"Yakıştı."

Kyouka mutlu görünüyor. Gözleri mi doldu?

Kyouka: "Tek şansın ben olduğumdan benle evlendiğinden şüpheleniyordum."

"Aslında öyle."

Bir bakıma. Vay, Kyouka'nın yüzü ışık hızından hızlı asıldı. Einstein halt etmiş.

"Ama bu, seni sevmediğim veya seninle evlenmek istemediğim anlamına gelmiyor."

Kafası karışmış görünüyor, sanki mutlu olması gerekip gerekmediğinden emin değilmiş gibi; bunun için onu suçlayamam. Daha sonra başka şansım olup şartlar aynı olsaydı da onu seçeceğimi ayrıntılı açıklayacağım, akşam veya yarın falan. Evlilik otağına geri döndüğümüzde ziyafet masası hazırdı. Bütün yemekler toplu olarak toprak kaplar içinde olmakla beraber o yemekleri koymak için kullanacağımız tabaklar inciden, porselenden veya başka pek de değersiz olmayan şeylerden yapılıp muhakkak süslenmiş tabaklar. Bazısında sadece tasvirler ve/veya yazılar varken bazıları altın, gümüş, yakut, safir gibi ederini artıran şeylerle süslenmiş. Bu tabaklar her seferinde yeniden yaptırılıyor ve çanak yağması olarak eve götürebiliyorsun. Erlikliler pek de ekonomik açıdan kötü bir aile sayılmaz; bunda aile değil millet, olmadı boy olduğumuzu söyleyebilecek denli fazlaca olmamızın ve aile içinde bir vergi ve gelir dağıtım sistemimizin olması da etkilidir herhalde. Aslında çanak yağması için yurt çadır kurulurdu eskiden, benim çocukluğumda bile yapılırdı ama çanakları alıp eve götürmek yerine zarar verenler olunca bu uygulamaya geçildi. Yemekleri koymak için kullanacağımız kaşık, kepçe ve benzeri şeylerin çoğu ise ahşaptan, daha açık olmak gerekirse kayın ağacından yapılma ama çoğu değerli maden veya taşlarla süslenmiş şeyler, çanak yağmasından azade değiller. Uzun masanın ortasında, en fazla miktarda gelin ve damadın en sevdiği yemekler var. Benim için bıldırcın dolması, Kyouka için teba-gyouza. İkimiz de beyaz et tercih ediyoruz demek? Gerçi onunkinde kırmızı et de var. Onun dışında her iki mutfaktan da birçok farklı yemek de var; ortadaki ikilinin etrafında gelin ve damadın vasilerinin en sevdiği yemekler diğer yemeklerden daha büyük kaplarda ve haliyle miktarca fazla duruyorlar, böylece ortada yemeklerden oluşan bir altı köşeli yıldız ve onun kuzey ile güneye bakan başları bulunuyor. Annem için salça tabanlı bir sosu olan biftek, babam için Kayseri mantısı, annesi için kani nigiri, babası için jingisukan. Masanın altında üç sıra içecek bulunuyor, her biri tek içeceklik minyatür, kapaksız dolaplarda ki bu dolapların içecekleri sıcak ya da soğuk tutma işlevi var. En üst sırada gelin ve damadın favori sıcak ve soğuk içecekleri bulunuyor, benim için soledondan yapılan ve üstü ebru tasvirleri ve hat sanatı ile süslenmiş, kulbu Çin ejderi biçimli fincanlarda sütlü ama şekersiz, bakır cezvede pişirilmiş Türk kahvesi ve üstü çiniler, değerli taşlar ve deniz kabuklarıyla süslenmiş toprak kaselerde şeftali ve limonlu, baharat olarak da tarçın ve nane içeren özel bir tür soğuk çay; Kyouka için Japon imparatorluk tasvirleriyle süslenmiş soledon Çin çay bardaklarında matcha ve bilinçli olarak kırılıp Kintsugi ile süslenmiş çinili kaselerde soğuk amakaze. Bir altta gelin ve damadın ebeveynleri için aynısı var. Annem için altın yaldızlı ince belli kristal (kristal gibi görünen değil, gerçekten kristal) bardaklarda siyah çay ve süslü ahşap kaselerde vişne şırası, babam için seramik fincanlarda salep ve sedef işli bakır bardaklarda boza; kayınvalidem için tunç işli ahşap kupalarda bira ve Moğol tarzı kabartmalar ve inciler ile süslü gümüş kaselerde suu te tsai (Aslında buna epey şaşırdım, Japon kültürünün parçası değil sonuçta), kaynatam için boynuz kadehlerde baharatlı sıcak şarap (Fantezi edebiyatını epey seviyormuş) ve ters çevrilmiş koyun kafası şeklindeki altın kaselerde şubat yani deve kımızı, bir kez Kazakistan'a gidip içmiş ve sonra bağımlısı olmuş; sırf içmek için birkaç yılda bir Kazakistan'a gidiyormuş. Bu içki kapları da çanak yağmasından muaf değil bu arada. Ziyafet kısmı da bittiğinde Kyouka ile biraz lafladık.

Kyouka: "Şu evlilik yemini... Boşanmaya izin vermeyen bir şey gibi duruyor."

"Daha evliliğimiz tamamlanmadan boşanmayı mı düşünüyorsun yaa!"

Abartılı bir oyunculuk sergiledim, Kyouka güldü. Cidden bu kadar tatlı bir kızın benim gibi bir gerizekalıyla ne işi var?

"Şaka bir yana aslında boşanmaya izin var, onun için de bu yemini geçersiz kılacak, öyle olmamasına rağmen yemin adını verdiğimiz başka bir şey var. Bununla birlikte: Bir kez boşanırsan o kişiyle üç yıl yedi aydan önce tekrar evlenemezsin, bu çok ciddi bir karar çünkü. Öylece 'Tamam evlenelim, hop boşanalım' olayı Erliklileri irrite eder."

Kyouka: "Burada reşitliğe önem veriliyor mu?"

"Erliklilerin kendi reşitlik sistemleri var tabii, yasal reşitliği bazısı takmıyorken bazısı çok önem veriyor. Erliklilerin evlilik otağı hiçbir zaman hiçbir devlet tarafından kaile alınmadı, haliyle bazısı 'Ben neden devletin kurallarını kendime kaide yapayım ki?' diye soruyor. Aslında nesilden nesle, aileden aileye bu reşitlik yaşı fark ediyor ama genelde yirmi kabul edilir. Yirmi ikiye kadar çıkaran veya epey düşürenler de var elbet, topluca aforoz edilmiş ve Sasaniler içinde bazı kirli işlere bulaşmış bir topluluk olan Magus Erliklileri bunu on ikiye dek düşürmüştü. Sasanilerden bahsetmem yanıltmasın, aslında Pehleviler döneminde aforoz edildiler ve sadece İran'da değil Azerbaycan, Türkiye, Ermenistan, Türkmenistan, Afganistan ve Irak'ta da küçük gruplar halinde bulunuyorlardı; bir süre sonra da diğer bütün Erlikli nesil ve gruplarına savaş açıp kendi kendilerini zorla yok ettirttiler. Biz Kurt nesli devletin yasasını kendi reşitliğimiz için belirledik, dolayısıyla 18. Bir şeyler yaparken sıkıntı olmuyor böylece."

Daha sonra dilek ağaçlarına gittik ve huzur, mutluluk ve iyilik için mavi, kırmızı ve yeşil kurdele bağladık. Düğünün bitmesi için son bir şey var: Erkek akraba ve arkadaşlarımın beni dövmesi gerekiyor. Yok, hayır; Anadolu'da yaygın olduğu üzere sırta vurmaktan bahsetmiyorum, bayağı ağzımı burnumu kırmaları, tekme tokat dalmaları üzerine adet. Neden böyle olduğu veya hep mi böyle olduğu konusunda kimsenin herhangi bir fikri yok. Hadi diğerleri neyse de Vlar ebeme atlayacak. Elinin ayarı da yok ki öküz evladının, gavura vurur gibi vuruyor. Puklinya'ya geldiğimden beri en çok hasarı Vlar denen hıyarağasının el şakalarından aldım ki gürzlü trollerin kavgasına silahsız (hançerimin kabzası yamulmuştu, ben de birine teslim etmeyip kendim düzeltmek istedim ama biraz meşguldüm) daldığım vakidir, bir kez kolunu burduktan sonra el şakası yapmayı bıraktı tabii. Ha evet; Vlar, Hayk ve Lider de düğün ziyaretçileri arasında. Quarra'yı da davet ettim ama arındırılma ihtimali olan herhangi bir yere gelmeye niyetli olmadığını söyledi. Bu arada Ayçiçek nedense erkek tarafı değil kız tarafı olarak düğüne iştirak etti, Japoncası benden daha iyi olduğundan Kyouka'nın ailesi ve arkadaşlarına açıklama yapmakla çok meşgul. Ya da kendisinin Erlik perisi benimki gibi tembel teneke olmadığı için de olabilir. Tamam, takı töreni var; sonrasında da şu dövme olayı, ondan sonra düğün bitecek. Takı demişken: Erliklilerin takı törenleri de epey özel ve farklıdır, sadece "en yakınlar" denen bir grup açık olarak takı takar, genel olarak da bunlar günlük hayatta kullanılabilecek şeyler olur. Diğerleri ise kapalı bir kutuya atarlar ki onlarınki genelde doğrudan ekonomik değeri olan bir şey olur. "En yakınlar" birinci kuşaktan aile üyeleri, yakın arkadaşlar ve yakın, iyi ilişkide bulunulan kuzenlerden oluşur. Yani benim durumumda annem, babam, ablam, Cengiz, dede ve ninelerim, anne ve babamın kardeşleri dışında Ayçiçek, Kardelen, Vlar, Hayk ve kendisine "Tilki" denmesini istediği için öyle dediğimiz hayatta kalma hocam oluyor. Gerçek adı Hakan olduğu için bazen Tilki Hakan, hatta Tilkü Han dendiği de olur kendisine; nedense diğer bütün hocalarımın yanında onunla daha iyi anlaşıyordum. Ben Hoca Tilki dedim eskiden beri. Kurbağa neslinden biriydi, yanında azıcık malzeme olan bir gezgin. Tabii bu şaşırtıcı değil; şaşırtıcı olan iki şey var: Birincisi genelde yürüyerek seyahat ediyor, zaman zaman kurbağa neslinin atası Kızıldeve Kutalmış'tan (Genelde Kızıl Buğra diye bahsederiz) miras aldığı "Kamçı El"i kullanarak hayvan binekler de kullanıyor. Kamçı El büyü ya da teknik değildir, neslin atasından kan bağıyla geçen ihsanıdır; bunun gibi birkaç nesil ihsanı daha var. Bütün Nesil Atalarının neslinin adını oluşturacak bir çeşit doğum kusuru ve büyü ya da bilinir teknik olmayan kendine özgü bir şeyi vardı; ayrıca neslinin adı hayvan adı olan Nesil Ataları için bir de o hayvan ve o hayvanın varisleri o kişinin etrafında toplanır. Kızıl Buğra için kurbağa, Kurt Nesli'nin atası Gümüşgöz Hilal için köpek, Ejderha Nesli'nin adı hakkında bir türlü anlaşmaya varılamayan Demir Kamçı lakaplı atası için kayakeleri, bukalemun, timsah, iguana ve yılan. Kızıl Buğra'nın teninin kurbağa gibi koktuğunu söylerler, Gümüşgöz Hilal'in sağ elinin üst kısmında uluyan kurt şeklinde bir doğum lekesi vardı, ayrıca "Köpek Sözü" denen yırtıcılardan korunma gücüne sahipti. Vahşi kurtlar, tilkiler, ayılar, balıklar, kertenkeleler ve bütün diğer hayvanlar ona sanki onun evcil hayvanlarıymış gibi davranırdı; köpeklerden ve kurtlardan farklı olarak etrafında toplanmazlardı. Kendisi ayrıca gri gözlere sahipti, bütün Nesil Ataları içindeki tek kadın olması da cabası; Nesil Atası işaretlerini ve mührü taşıdığı için kimse itiraz etmedi, böylece soyu Kurt Nesli diye adlandırıldı. Tabii kişinin tekniği kullanamaması Kızıl Buğra ile kan bağı olmadığı anlamına da gelmez, Gümüşgöz Hilal'in "Köpek Sözü"nü hiçbir çocuğu ve torunu kullanamadı. Hoca Tilki hakkında şaşırtıcı olan diğer şeyse kendisinin çoğu Erlikli kampçı-gezgininin aksine bir evi olması ve kırk ay içinde mutlaka oraya dönmesi. Çok uzaktaysa uçak, tren ya da otobüs gibi şeyler kullanabiliyor. Bunun nedenini sormuştum, henüz elindeki bıçağın ağaçlara, toprağa ve kendime karşı gücünü kavrayamacak kadar küçükken. Yine de insanlara karşı olan gücünü epey anlayabiliyordum.

Tilki: "Ben bir tilkiyim sonuçta, her tilkinin bir kürkçü dükkanına ihtiyacı vardır."

Tabii yaz kış çıkarmadığı tilki kürkü çizmeler ve boynuna altın kopçayla astığı tilki postu da böylece anlam kazandı, ben kendi kendine verdiği lakabı vurgulamak için olduğunu düşünüyordum; meğerse acizliğini kendine hatırlatmak içinmiş. Kurbağa nesli, bütün Erlikliler içinde acizliklerini en çok kabul edenlerdir. Kızıl Buğra kırk günlük döngüler halinde yaşardı: Birinci kırklığı çilehanede, ikinciyi canının istediği gibi yaşayarak zevk içinde, üçünücüyüyse oruç tutarak geçirirdi; sonra bu döngü tersten tekrarlanırdı. Kızıl Buğra, Her Şeyin Yaratıcısı ve Sürdürücüsü'ne inanan tek tanrılı biriydi ama tam olarak hangi dine bağlı olduğunu kimse bilmiyor. Oruç mu? Döngülerde değişen şey oruçtu, her oruç farklı amaca yönelikti ve o yüzden kaçınma kuralları farklıydı. Hepsi bilinmese de bilinenler arasında Ramazan Orucu, Sarhoşluk Orucu, Koşer Orucu, Muharrem Orucu ve Et Orucu var. Sarhoşluk orucu keyif verici her türlü maddeden -ki Kızıl Buğra'nın taktığı ada rağmen o şeyin sarhoş etmesine gerek yok- kaçınmayı, koşer orucu kaşrut kurallarına uymayan hiçbir şeyi yiyip içmemeyi, et orucu da her türlü hayvansal üründen kaçınmayı yani temelde kırk günlüğüne vegan olmayı içeriyor. Günümüzde onun döngüsüyle yaşayan hiçbir torunu yok ama yine de Kurbağa Nesli, Kam Erlik'in bize miras bıraktığı kibre sırt çevirmeyi başarabildikleri için küçük ve önemsiz bir nesil olmalarına rağmen saygı görürler. Takı töreni ve Vlar'ın beklediğimden yumuşak olduğu "Kötekleme" (Bütün Erlikli kayıtlarında o dayak olayı böyle geçer) bitince toplanıp eve gittik, Puklinya için yakınlarda bir yol olacaktı. Ne taraftaydı ki?

22 Eylül 2020 Salı

Ejderha ve Mühür ~ 10,2. Bölüm: Evlilik Otağı (2)

Diğer Bölümler İçin

Tamam, işler beklediğimden daha hızlı gelişti; dolayısıyla Evlilik Otağı'na gittik. Şikayetçi değilim gerçi. Aslında bundan yedi tane var: Biri Ötüken'de, biri Söğüt/Bilecik'te, biri Budin'de, biri Kahire'de, biri New York'ta, biri Rio de Janerio'da, sonuncu da Avustralya'da çölün ortasında bir yerlerde. Neden onca yer dururken Anadolu Evlilik Otağı'nın Söğüt'te olduğunu mu merak ediyorsunuz? Malazgirt Savaşı'ndan beri Erlikliler ve Selçuklu devletinin iyi bir iletişimi oldu, sonrasında Başkam Kel Altan henüz bir uç beyliği olan Osmanlı ile ilişkiler kurdu, 4. Murad döneminde -hani şu Yeni Kapı hikayesindeki meşhur içkici falcı kayıkçının Erlikli olması hasebiyle- sallantıya düşmüş ilişkiler 2. Mahmud döneminde karşılıklı olarak kesilip atılana dek Devlet-i Alî Osman için ruhani kirli işleri yapan gayriresmi bir bölük ve "Türk devşirme" görevi gördük, devletin nezdinde Karahanlılardan beri kafirdik zaten. Kurtuluş Savaşı'na ruhani destek verip (o beyaz sarıklıların bir kısmı bizim marifetimizdi ve evet, yeşil değil beyaz sarıklı olup Çanakkale'de değil Kurtuluş Savaşı'ndalardı; hikaye değişti ama biz gerçeği biliyoruz) İstanbul Hükümeti'ne karşı Ankara Hükümetini desteklemekle beraber (Bu destekte 2. Mahmud döneminden beri aile büyüklerinin ve yöneticilerinin Osmanlı'ya gıcık olması da etkilidir herhalde) Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkimiz genel olarak birbirimizi görmezden gelme biçiminde ilerledi. "Kuyudat-ı Dürûğ" adını verdiğimiz, yazarı ve tarihçesi bilinmediğinden güvenilmez olarak gördüğümüz kayıtlara göre Atatürk ve zamanın Başkamının bunun üzerine bir antlaşması varmış ama antlaşma metninin kopyası yok, dolayısıyla bazı görüşmeler olduğu kesin olsa bile yazılı bir antlaşmanın varlığına pek inanmıyoruz. Aslında savaşa fiziksel destek veren de oldu ama Erliklilerin çoğu ateşli silahları rahatsız edici bulur, işi onları şeytan icadı ilan etmeye kadar götürenler bile vardır. O yüzden de Horasan'daki evlilik otağını önce Konya'ya, sonra da Söğüt'e taşıdık. Aslında fetihten itibaren İstanbul ve yakın tarih içinde Ankara'ya taşınmasına dair birkaç fikir ortaya atılmış ama pek ciddiye alınmamış; bütün nesillerin daha önemli gündemleri varmış anlaşılan. Evlilik otağı, mermerlerden yapılmış ve hem içi hem de dışı çinilerle süslenmiş büyük bir kubbedir. Gelin ve damat olarak Kyouka geleneksel Japon gelinliklerinden giyiyor, shiromuku üstüne uchikake kimono. Bana gelince: Mavi renkli bir sipahi şalvarı üstüne beyaz göynek, kenarları altın işli kan kırmızı çapan ve kalın, siyah, deri bir kemer. Bahçeye girdiğimizde düğün henüz başlamamıştı, yanlara bir yere oturduk. Sonuçta dış kapıdan iç kapıya kadar gidişimiz düğünün bir parçası. Aslında bunlar yemek için konulan tabure ve sedirler, yine de "ziyafet" dediğimiz yemek kısmına daha olduğu için şu anda boşlar. Evlilik otağının bahçesinde her daim nahıl ağaçları bulunuyor, büyük ve küçük olanlar; genelde gerçek ve kökü toprağa bağlı, hâlâ yaşayan ağaçlardan yapılıyorlar. Aslında bunlar sadece buradakinde var, diğer evlilik otağlarının hiçbirinde yok. Neticede Anadolu kültürüne özgü bu. Nahıl ağaçları dışında altı nazar ağacı (dallarına nazar boncukları, muska ve tılsımlar bağlanmış ağaçlar yani; bir çam, bir kayın, bir kiraz, bir çınar, bir meşe, bir de elma ağacı) ve iki de dilek ağacı var. Benle hemen hemen yaşıt gibi görünen bir kız yanımıza geldi.

Kız: "Selam."

"Aleyküm."

Bu bu kızla aramızda bir espri ama bir dönem her "selam" diyene böyle cevap verdiğim oldu. Ergenlik herkes için zor ve saçmadır, özellikle 17 yaşımı hatırlamak bile istemiyorum.

Kyouka: "Bu kim?"

Vay, kıskanılabilecek biri miyim ben? Aslında hoşuma gitti ama inan bana Kyouka, senden başka kimse bana bakmaz; sendeki sevgiyi nasıl oluşturduğumu da acayip merak ediyorum ya, bu konuyu deşersem pek iyi sonuçlar almam herhalde diye sorgusuz sualsiz sana tabiyim.

"Kardelen, kuzenim."

Ayrıca ejderha değil de yılan olduğumu söyleyen kişi. Kyouka tek kaşını havaya kaldırdı, sorgulayan bir ifadeyle bakıyor. Tabii Ayçiçek ile ilişkimi tam olarak (sadece benim bildiğim kısımlar da dahil) anlattığımdan şüphe duyması doğal. Onu da sonradan bir güvensizlik durumumuz oluşmasın diye anlattım zaten.

"Ayçiçek gibi değil, gerçekten kuzenim. Ayrıca kardeş gibi büyüdük."

Bu arada bu Kyouka'nın kıskanmaması için söylediğim bir bahane değil, gerçekten kardeş gibi büyüdük. Aramızdaki yaş farkı ay bile değil sadece gün cinsinden olduğu halde genelde beni abisi olarak tanıtır, Cengiz de genelde onu (küçük) ablası olarak tanıtır misal. Yani, erkek zihninin kusurları vardır ama Kardelen ve ablam gibi o kusurlara takılmayan, takılmaması gereken kişiler de var. Kardelen güldü.

"Ayçiçek hâlâ seni kuzeni olarak mı tanıtıyor? Dünyanın yarısı seninle daha yakın akrabadır be!"

Abartıyor ama tamamen yanlış değil, Abdal Küntegin Musa'dan beri çok yıllar ve çok soylar geçti. Bu arada Kardelen ve Ayçiçek'in sebebi hakkında kendileri dışında kimsenin en ufak fikri olmadığı yarı ezeli düşman yarı can dostu şeklinde bir ilişkileri var; belki "ezeli rakip dost" gibi bir şey denebilir ama bu rekabet değil birbirlerine laf sokma, hatta bazen fiziksel zarar verme şeklinde tezahür ediyor genelde. Ama ben diğerinin olduğu bir yerde ikisinden biri hakkında bir şey söylesem üzerime çullanırlar. Kenarda müzisyenler (çoğunda kopuz ve saz var) çalmaya başladığı için Kyouka'nın sağ tarafına geçtim ve yürümeye başladık. Pek bir şey yok, başımıza darı fırlatıyorlar ve biraz da ne dedikleri anlaşılmayan uğultular var. Yolun yarısında Kyouka'nın babası boynuma "Evlilik muskası" dediğimiz, esasen içinde pek de önemli bir şey yazmayan ufak, dürülmüş bir parşömen ve ipek kurdeleden oluşan kolyeyi taktı. Aslında yolun devamında Kyouka'nın akrabalarının bunu almaya çalışması gerekiyor ama bir harekette bulunmadılar, bizimkiler açıklasa da gereksiz olduğunu düşünmüş olsalar gerek. Binaya on adım kala sağ tarafıma döndüm, elime bir yay bir de ok verdiler. İleride bir kütük üstünde yüzük ve ardında da bir puta hedefi var. Oku çekip attım, yapacak bir şey yok. Yüzüğün biraz üstünden geçip baş aynasına saplandı. Aslında bu düğünü iki, üç yüzyıl önce yapsaydık o oku o yüzükten geçirene kadar beni burada tutar, çok uzun sürerse Kyouka'yı dinlenmeye gönderirlerdi ama artık sadece gelenek olsun diye sürdürüyoruz bunu yapmayı. Nihayet evlilik otağına dek geldik, yüzüklerimiz arasına kırmızı kurdele bağladılar. Kyouka elini kaldırdı.

Kyouka: "Akai ito. Kaderin kırmızı ipliği..."

Önce Japoncasını, sonra da İngilizcesinin birebir Türkçe çevirisini söyledi. Anlamlandırmaya çalışıyor gibi. Açıklamam gerek sanırım.

"Köken olarak aynı mantıktan ve kökten gelen bir adet olsa da günümüzde bütün Türkiye'de uygulanan ama asıl amacı, kökeni ve anlamı yarım yamalak, hatta yalan yanlış hatırlanan bir adettir. Tabii biz Erlikliler aslını bildiğimiz için ülkenin geri kalanından farklı davranıyoruz bu kurdeleye, kesmiyoruz mesela."

Gerçek aşk ile bağlandığın kişiyle kaderini koparmaya gerek yok. Hoş kesmek her zaman kaderini koparmak anlamına gelmez, kan kardeşi olmak için evvela karşı tarafın kanını akıtman gerekir. Kubbeye girerken süslü kapının sağ tarafına selam verdim. Kyouka tuhaf tuhaf bakıyor, neden bakıyorsun?

"Eşik iyesine selam verdim."

Kyouka için anlamsız bir söz ama eşik kültü sizde de yok mu, sayın tapınak hizmetçisi? Ben mi yanlış hatırlıyorum? İçeride, saçma sapan bir kıyafet giymiş (Deli namlı Osmanlı askerlerinin kıyafetlerine benzeyen bir kıyafet) biri elinde kitapla bekliyor.

"Evliç. Yani nikah memuru."

Evliç kelimesi Erliklilere özgü olsa gerek, başka yerde duymadım. Bu arada evliçe daha dikkatli baktım. Gerçekten mi ya? Tamam, evliç olmak için eğitim aldığını biliyorum ama...

"Nikahımı kıyacak kişinin küçük kardeşim olduğunu istediğimden emin değilim."

Cengiz pis pis sırıttı.

Cengiz: "Eee, abimin nikahını kıymayacağım da kiminkini kıyacağım?"

Bana yaklaştı ve sesini alçalttı.

Cengiz: "Nasıl ikna ettin lan? Yalnız öleceğinden emindim."

"Bilmiyorum ve ben de."

Kyouka hüzünlü bir şekilde gülümsedi. Cengiz elindeki kitabı havaya kaldırdı ve bize yerdeki uzun masaya oturmamızı gösterdi. Ancak dizlerimize gelen masada diz çöktük ve yan yana oturduk.

Cengiz: "Evlilik yeminini etmelisiniz."

Kyouka fısıldadı: "Ne yemini? Yemin falan bilmiyorum ben."

Anlatmayı unuttum çünkü.

"Dediklerimi tekrar edip eril olanları dişilleştirirsen sorun kalmaz."

Aslında kadının yemini azıcık daha farklıdır ama o kadar fark nikahımızı geçersiz kılmaz. Cengiz pislik yapmazsa yani.

"Anasır-ı Erbaa'ya and olsun."

Kyouka: "Anas... Ne?"

"Anasır-ı Erbaa'ya and olsun."

Aslında açıklayabilir ya da farklı bir söze yönlendirebilirdim ama başladığım yemini yarıda kesersem Cengiz kesinkes pislik yapar, o yüzden tekrar ettim.

Kyouka: "Anasrı erabağa and olsun."

Kabul edilebilir bence, Cengiz de başıyla onayladı.

"Güneş, ay ve yıldızlara and olsun."

Kyouka: "Güneş, ay ve yıldızlara and olsun."

"Göklerin ve yerin yaratıcısına and olsun."

Kyouka: "Göklerin ve yerin yaratıcısına and olsun."

"Yer altındaki hükümdara, gökteki ulululara and olsun."

Kyouka: "Yer altındaki hükümdara, gökteki ululara and olsun."

"Yüksek dağ ile akıntılı nehre, yaşamın kaynağı ağaç ile sonsuz taşa and olsun."

Kyouka: "Yüksek dağ ile akıntılı nehre, yaşamın kaynağı ağaç ile sonsuz taşa and olsun."

"Üçler, yediler, kırklara and olsun."

Kyouka: "Üçler, yediler, kırklara and olsun."

"Alp er Tunga'ya, Oğuz Kağan'a, Kam Erlik'e and olsun."

Kyouka: "Alp er Tunga'ya, Oğuz Kağan'a, Kam Erlik'e and olsun."

Aslında bu kısımda kadınların Tomris Hatun, Ay Kağan ve Ozan Gökçen'e (Kam Erlik'in eşi) yemin etmesi gerekiyor ama kabul edilebilir bence.

"Hayat ağacına and olsun, bereketli başağa and olsun, yaşam çiçeğine and olsun. Avına sadık kurda, ölümsüzlüğün timsali yılana, kuşların hakanı kartala, Alp'ın avı parsa, ataları hayatta tutan geyiğe, kırlarda gem vurulmadan gezen ata, dağdan başka yurt bilmeyen keçiye and olsun."

Kyouka: "Hayat ağacına and olsun, bereketli başağa and olsun, yaşam çiçeğine and olsun. Avına sadık kurda, ölümsüzlüğün timsali yılana, kuşların hakanı kartala, Alp'ın avı parsa, ataları hayatta tutan geyiğe, kırlarda gem vurulmadan gezen ata, dağdan başka yurt bilmeyen keçiye and olsun."

"Kutlu kılıç gök girip kızıl çıksın, yayımın çilesi boynuma dolansın."

Kyouka: "Kutlu kılıç gök girip kızıl çıksın, yayımın çilesi boynuma dolansın."

"Bu kadını yegane eşim ilan ediyorum."

Kyouka: "Bu adamı yegane eşim ilan ediyorum."

"Acıyı ve mutluluğu paylaşacağım, sırtımı dönmeyeceğim, sadık olacağım ve çocuklarımın annesi ancak o olacak."

Kyouka: "Acıyı ve mutluluğu paylaşacağım, sırtımı dönmeyeceğim, sadık olacağım ve çocuklarımın babası ancak o olacak."

"Burada, dünyada en sevdiğim kıza yemin ediyorum: Bir ömrü birlikte geçirmeye hazırım."

Kyouka: "Burada, dünyada en sevdiğim erkeğe yemin ediyorum: Bir ömrü birlikte geçirmeye hazırım."

Daha sonra Cengiz, yanımıza gelip kırmızı kurdeleyi aldı ve doğu duvarına, diğer kırmızı kurdelelerin ve bazı siyah kurdelelerin bulunduğu yere; tıpkı onlar gibi kalp şeklinde bir düğüm ile astı, ortasına kurt neslini temsilen kurt başı şeklinde bir mühür vurdu, altına da turuncumsu bir mürekkeple (Kurban edilmiş koyun kanı ve altın yaldız içeren bir mürekkeptir, tabii bir çok başka şey de var ama asıl olay bu ikisinde) benim ve Kyouka'nın adlarını yazdı. Benimkini geleneksel Moğol alfabesiyle, Kyouka'nınkini de hiragana ile her ikisi de yukarıdan aşağı olacak şekilde yazdı. Yukarıdan aşağı yazmak istediği için benim adım için Eski Uygur alfabesi kullanmak istemiş olsa gerek ama onu yazmakta zorlandığından Moğol alfabesine döndü. Bu arada Cengiz hiragana ve katakanayı okuyup yazabiliyor ama kanji okumayı öğrenmeyi reddediyor, bunun Çince bilgisini küçülteceğini ve kafasını karıştıracağını söylüyor; aslında ona Kyouka'nın adının doğru yazımını bir kağıt üstünde vermiştim ama ya "Görürsün sen" şeklinde inat etti ya da kağıda bakmadı bile. Muhtemelen ikincisi. Duvardaki kırmızı kurdeleleri sanırım anlamışsınızdır, siyah olanlarsa bir zamanlar kırmızıydı; boşananların kurdeleleri siyaha boyanır. Bu arada evlilik Erlikliler içindeyse sağ veya üst tarafa kadının, sol veya alt tarafa da erkeğin adı yazılır; Erlikli olmayan biriyle evleniliyorsa cinsiyetten bağımsız olarak Erlikli olanın adı sağa/üste, diğerininki sola/altı yazılır.

21 Eylül 2020 Pazartesi

Ejderha ve Mühür ~ 10,1. Bölüm: Evlilik Otağı


Çok heyecanlıyım... Kyouka'nın ailesiyle tanışacağım. Sap olarak öleceğimi düşünüyordum oysa, hâlâ inanamıyorum. Ne giymeliyim ki? Takım elbiselerden nefret ederim. Yukata falan giysem sevimli görünür müyüm acaba? Sahi, ailesinin Kyouka'nın güçlerinden haberdar olup olmadığını hiç sormadım.

Kyouka: "Tercümanlık yapmama gerek var mı?"

"Biraz biliyorum, zorda kalırsam anlarsın zaten."

Daha önce de dediğim gibi ailemin saçma sapan şaman eğitimi birçok farklı dili öğrenmeyi de içeriyor. Bu işi benim ailem gibi tümüyle kitaptaki şekliyle, hatta daha abartılı yapanlar ya da Ayçiçek'in ailesi gibi tamamen yüzeysel geçenler var.

"Ailen..."

Kyouka: "Biliyorlar. Annemin ailesinde nesillerdir bu tür güçler varmış."

Demek sen de benim gibisin. Kyouka beni -son derece çekici bir emrivakiyle- sevgilisi ilan etmeden önce "Aşk sadece acı verir." deyip duruyordum çünkü benim için hep öyle olmuştu. Artık kendimi kasmayı bıraktım, Kyouka... Bana kendimi sevebileceğimi öğretti. Kimsenin beni sevmeyeceğini, sevemeyeceğini düşünüyordum oysa. Tabii ki bu, ona olan sevgimin katlanarak artmasına da neden oluyor. Ah, bunu hemen yapmalıyım. Tam kapıdan çıkmadan önce Kyouka'nın önünü kesip diz çöktüm.

Kyouka: "Eee... N'apıyo'sun acaba?"

"Şey... Bunu ailenle tanışmadan önce mi yoksa sonra mı yapmam gerektiğini uzun süre düşündüm ama... En iyisi cesaretimi kaybetmeden hemen yapmak olacak."

Cebimden kırmızı bir kutu çıkardım ve açtım. Kutunun içinde gümüş bir yüzük vardı. Kyouka'nın Çin burcu kaplanı temsilen safirden yapılma bir zambağı batı burcu yengeci temsilen aventurin çevreliyor. Gümüş olma sebebi hem yengeç burcunun yöneticisi ayın madeninin gümüş olmasından hem güçlü ve kutsal olduğundan hem de yüzüklerde adet (en azından Erlikli adetleri) genellikle bu yönde olduğundan. Yüzük aslında bir nişan veya alyans için biraz fazla gösterişli, kenar kısımlarında da ufak; pembe, siyah ve beyaz incilerden süslemeler ile Kyouka'nın adının ilk harfi olan kayısı (Kyou) kanji'si ve benim adımın ilk harfi olan Hun alfabesiyle U tamgası var. Boğazımı temizledim.

"Kyouka... Benimle evlenir misin?"

Kyouka şaşırmış ama mutlu görünüyor.

Kyouka: "E... Evet."

Başka biri olsa istemediğini düşünebilirdim ama Kyouka sadece şaşırdı. Muhtemelen henüz niyetim olmadığını veya hazır hissetmediğimi düşünüyordu. Bunu iyi ki şimdi yaptım, tam bir korkak olduğumdan bir daha fırsat bulamayabilir veya laf arasında bir "evlensek ya" ile iyice batabilirdim.

Kyouka: "Yalnız, bu taş seçimi..."

"Çin burcun kaplan için safir, batı burcun yengeç için aventurin; her ikisi için de zambak."

Kyouka: "Burçlara inanır mısın? Ayrıca burcumu hiç söylemedim çünkü sormadın."

"Senin kadar sevimli bir kızla burç uyumumu mutlaka öğrenmem gerekiyordu. Bir de... Bu inanıp inanmama meselesi değil. Ağırlığı batı astrolojisi olmak üzere astroloji eğitimi aldım; ayrıca Çin, Kelt, Türk, Hint, Pers, Antik Yunan, Antik Mısır, Babil ki Pers, Antik Yunan ve günümüz batı astrolojisinin kökeni, temeli ve ilk formudur, İslam öncesi Arap..."

Kyouka: "Tam olarak nasıl bir şaman eğitiminden geçtin sen?"

Sana yarısını bile anlatmadığım bir tane. Birçok inancın en yaygın kollarını din görevlisi olabilecek, hatta yeni bir mezhep kurabilecek kadar biliyorum mesela. Gerçi eğitimini alıp almamam fark etmiyor, ilgimi çekmeyen konularda pek bilgi sahibi olduğum söylenemez; o konuya azıcık ilgim vardı, sonuç bu oldu.

"Erlikliler bilgiye epey önem verir. Her neyse, astroloji gazetelerin eklerinde olduğu gibisinden 'Şu burç şunu sever, bundan nefret eder' şeklinde basit bir şey değildir ve hiç de olmadı. Aslında kişilik özelliklerinin belirlenmesi bile sonradan ortaya çıktı; başlangıçta tarih belirleme ve kişiselleştirme için kullanılıyordu. Hasat tarihi, şenlik tarihi, hatta düğün tarihi, tahta çıkış tarihi, kurban tarihi. Kişiselleştirme de işte bu dediğim düğün tarihi ve ayrıca o kişi için yapılan tılsımlar, ritüeller, hatta o kişinin meslek seçimi gibi şeylerde kullanılan ciddi bir fal disiplinidir ve büyüyle nadiren birleşse bile astroloji asla tılsımcılıktan azade bir disiplin olmadı. Hatta ibadethane, tapınak, anıt, dikilitaş ve saray gibi yerlerin tam olarak kurulma yerleri için bile kullanılır ki bu esasen toprak ve suya bağlı coğrafi simya üzerine bir disiplindir, gezegenler ve takımyıldızların çekimi önemli olduğundan astroloji de işin içine girer. Esasında Babilliler bugün batı astrolojisinin güncellenmiş halini kullandığı burç takvimini asma bahçeler ve Babil Kulesi'nin yapımında kullandılar. Astroloji doğru kullanıldığında şansını yapay olarak artırabileceğin bir disiplindir, yıldızların doğru konumları büyünün çalışmasını da etkiler. Gerçi her insanın bir doğuştan şansı vardır, dolayısıyla yapay olarak artırırsan daha sonra büyük bir olumsuzluk bunu dengeler. Yin yang alışkın olmadığın bir disiplin değil, değil mi? Ayrıca almadıkça ders tekrar eder, haliyle şansını yapay olarak artırmaya devam edersen sonunda ya ölüm şanssızlığı bulursun ya da evrenin güçleri artık dayanamayıp müdahale eder. Firavun'un Hz. Musa'ya gösterttiği büyücülere olan buydu."

Kyouka: "Bildiğin bir konuda cahilce bir yoruma karşı çok tepki veriyorsun."

"Tepki değil, sadece doğrusunu öğrenme fırsatı veriyorum. Bu arada benim Çin burcum öküz, batı burcum ikizler yükselen ve ay aslanlı balık, Arap burcum balta, Hint 'kumbha', Kelt hayvan burcum denizatı, Kelt ağaç burcumsa söğüt. Temel kuralda öküz ve kaplanın anlaşamayacağı söylenir ama dediğim gibi astroloji o kadar basit bir şey değil, insanların karakterlerini hem doğumda hem de yaşamı boyunca etkileyen ve değiştirmese de yolunu oynatan çok fazla değişken var. Burçları karakter tahlilinde kullanmak imkansız değil ama bütün yıldız haritasına ve sadece batı burcuna değil, ayrıca diğer astrolojilerin yıldız haritalarına; ayrıca yaşamı boyunca hayatında eşik olarak gördüğü olayların her biri için ayrı ayrı yıldız haritalarına, psikolojik çözümleme yeteneği, ebced hesapları ve..."

Kyouka: "Tamam, anladım. Lütfen susar mısın?"

Son derece nazik bir gülümsemeyle kırıcı bir yorum yaptı.

Kyouka: "Yanlış anlama, bilgi verirken takındığın tavrı sevmiyor değilim. Sadece geç kalmamamız gerekiyor."

Başka biri söylese hayatta inanmazdım ama peki, sana inanıyorum. Sonuç olarak uçakla Kyoto'ya gittik. Kyouka'nın (daha doğrusu ailesinin) evi bir Japon konağıydı, tuhaf olmasına özen gösterdiğim bir bakışla Kyouka'ya baktım.

Kyouka: "Ne? Ne var?"

"Zengin kızı olduğunu bilmiyordum."

Kyouka iç çekti.

Kyouka: "Annemin atalarından kalma bir konak ama ekonomik durumumuz Japon halkının geri kalanından çok da farklı değil."

Bu arada yeri gelmişken belirteyim: Ben her zamankinden pek farklı görünmüyorum, sadece gümüş hançerimi ya da onun gibi "ekipman" sınıfındaki şeylerimi taşımıyorum, cebimde önceden bahsettiğim gümüş çakı var; Kyouka ise batı-tarzı modern kıyafetler içinde. Böyle de epey tatlı oluyormuş. İnanç Bürosu'nun kuralları nedeniyle Kyouka, Puklinya'da evinin dışında üniformasını giymek zorunda, sadece kendi evinde veya hastalık, yolculuk (yani buraya gelmemiz, evden çıktığımızda da bu kıyafetlerleydi) gibi durumlarda bundan azade; dolayısıyla onu hiç böyle kıyafetlerle görmemiştim. Bahçe kapısını açtı ve içeri girdi.

Kyouka: "Tadaima."

Bir anda kullandığı dili değiştirdi, ben o kadar hızlı olamam. Bu kelime "Ben geldim" falan diye çevrilir ama temelde eşik iyesine selam vermekle aynı prensiptir, öte yandan bunu iç kapıda yapması gerekmiyor muydu? Neyse, ben de gireyim. Nasıl deniyordu?

"Ojamashimasu."

Su'lardaki U'ları yutarak söylediğimi Kyouka fark eder mi acaba? Ona söylediğimin aksine "biraz"dan biraz daha fazla biliyorum. Bu aslında "Rahatsız ediyorum" demek ama "İzninizle" anlamında kullanılıyor. İçeride kimse yok, bir tarafta içinde birkaç koi olan bir havuz, zen bahçesine benzeyen tuhaf bir şey ve bir de sakura ağacı var. Kyouka asıl binanın kapısını da açtı ve tekrarladı.

Kyouka: "Tadaima."

Daha yüksek ve daha neşeli bir sesle, Ta'ya baskı yaparak ve Da'yı neredeyse çiftleyerek. Ben de tekrar edeyim bari.

"Ojamashimasu."

Kyouka'nın annesi olduğunu tahmin ettiğim bir kadın tam olarak duyamadığım bir şeyler söyledi ve Kyouka ile salona geçip dizlerimizin üstüne oturduk. Pek bir eşya yok, bir kısımda merhum bir aile üyesine adanmış bir türbe var, onun dışında alçak bir masa, birkaç minder ve bir televizyon. Ayrıca içinde arovana olan büyük bir akvaryum. Soran gözlerle Kyouka'ya baktım.

Kyouka: "Şimdi ne var?"

Yine aniden kullandığı dili değiştirdi.

"Gerçekten zengin kızı olmadığına emin misin? Bu sana bakışımı ya da davranışlarımı değiştirmeyecek, iğrenç dizilerdeki 'içten pazarlıklı, dışarıdan saf ve masum görünen kötü zengin kızı' tiplerinden olmadığını biliyorum, sadece arovana pek de 'ekonomik durumu halkın geri kalanından çok da farklı olmayan' birinin alıp besleyebileceği bir balık değil ve prensese aşık olan köylü çocuğu sadece masallarda mutlu sona ulaşabilir, yaşadığımız bu iğrenç dünyada elde edeceği tek şey kellesinin kesilip eline verilmesi olur."

Kyouka "teehee" gülümsemesi ile başını çevirdi. Tamam, sonra isterse anlatır; pek umurumda değil zaten, önemli olan kişiliği. Az önceki kadın ve bir adam geldi, adam önümüze oturdu. Kadına gelince, bir sorusu vardı:

Kadın: "Okashi, okashi..."

Kendi kendine söyleniyor, "atıştırmalık" diye. Ne getirmesi gerektiğinden emin değil gibi. Boğazımı temizledim, Kyouka ile konuşabilirim ama daha yeni tanıştığım kişilerle Türkçe konuşmakta bile zorlanıyorum. Lafa nasıl girsem ki? Neyse ki Kyouka beni bu dertten kurtardı ama ne dediğini tam duyamadım, kadın da adamın yanına oturdu. Tamam, hava ağırlaştı; çay falan da getirmedikleri için beni pek önemsemiyorlar sanırım. Konuya nasıl girsem ki? Hemen başlayayım bari.

"Öhöm öhöm. Watashi wa Utpa desu. Yoroshiku." Ben Utpa, tanıştığımıza memnun oldum.

İyi bir giriş oldu bence.

Adam: "Watashi wa Kyouka no otou, Mizuno Ken desu." Ben Kyouka'nın babası, Mizuno Ken.

Kadın: "Atai wa okaa-san, Mizuno Ai da." Ben anne Mizuno Ai.

"Mizuno-san... Watashi..."

"Müstakbel damadınızım" nasıl denir ki lan? Kyouka'ya baktım, hemen anladı.

Kyouka: "Utopa wa"

Adımı neden katakanaya uydurup söylüyorsun, sırf Japonca konuştuğun için bunu yapmaman gerek. Yapmadan söyleyebildiğini biliyorum.

Kyouka: "Watashi no kareshi desu." Erkek arkadaşım.

Evlilik teklifimi kabul ettiğini sanıyordum, neden bizi böyle bir duruma sokuyorsun? Kim olduğumu açıkça söylesene! Neden konumumu düşürüyorsun!

Ai: "Utopa-san... Mahou e shinjimasu ka?" Büyüye inanır mısın?

Buna nasıl cevap vermeliyim ki? Büyünün varlığını biliyorum, Kyouka da güçlerinin nesille geçtiğini söyledi ama... Kyouka'ya baktım, başıyla onay verdi.

"Mahou e shinjinai. Mahou no sonzai wo shitteiru." Büyüye inanmıyorum, büyünün varlığını biliyorum.

Annesi şaşırmış gibi görünüyor, babası ise ifadesiz, başından beri öyle. Secde eder gibi yere kapandım, bunu söylemem gerek.

"Otou-sama, okaa-sama. Watashi ga futari no musume to kekkonshitai. Onegai dakara, sasete kudasai." Baba, anne. Kızınızla evlenmek istiyorum. Yalvarırım, lütfen izin verin.

Kyouka dibime sokulup "Biraz abartmadın mı sence de?" diye sordu, Türkçe olarak. Açıkçası abartmaya daha değer bir şey düşünemiyorum, bu arada Kyouka mahcup gibi gözüküyor. Olayların çok hızlı geliştiğini anlattı ve tam anlayamama rağmen bir de zaten çok uzun olmayan bütün ilişki geçmişimizi anlattı galiba.

Ken: "Anta, ore no musume wo hontou koisuru ka?" Sen, kızımı gerçekten seviyor musun?

Eh, demek artık kibar konuşmaya gerek yok. Peki madem.

"Hai. Kyouka wo daisuki... Iie, kore ga uso. Honto... Kyou-chan wo aishiteiru. Ore ga kanojo no tame ni shinu." Tabii. Kyouka'yı çok seviyorum... Hayır, bu bir yalandı. Gerçek... Kyoucuk'a deli gibi aşığım. Onun için ölürüm bile.

Kyouka omzuma hafifçe vurup "Adımı kısaltma" dedi, diller arasında geçişi bilinçli yapmıyor demek; öyle olsa Japonca söylerdi. Öte yandan müstakbel kayınpederim pek ikna olmuş gibi durmuyor.

Ken: "Sou?" Öyle mi?

Zerrece ikna olmadı. Kyouka, utanman çok tatlı ama şu an bunun hiç sırası değil, biraz yardımcı olur musun? Muhtemelen sevgimi kanıtlamam istenecek. Kanıtlarım o sorun değil de "ölürüm" dediğim için seppuku falan yaptırırsa Kyouka üzülür. Yalnız bu iş çeviriyle pek iyi gitmiyor, gözlerimi azıcık yukarı kaldırıp içimden seslendim.

"Eğer bir kez olsun işe yaramayı düşünüyorsan şimdi tam sırası, lütfen şu çeviri işini hallet."

Seslendiğim kişi -ya da şey- Tanrı değil, öyle olmaktan çok uzak hatta. Başımın üstünde konaklayan bir parazite, Erlik perisine sesleniyorum şu an. Erlik perisini duymamanız normal, herhangi bir kültüre ait bir şey değil; biz Erliklilerin işlerini kolaylaştırmak için üretilmiş bir şey. Bir tür ruh kimerası olduğunu söyleyebilirsiniz; kişi iyesi, kovulmuş melek, Mergen Han'a ait temren, svartálfr gibi birçok bileşimden oluşuyor.

Erlik perisi: "Peki, peki..."

Umursamazca cevap verdi, şimdi deneme yapmam gerek.

"Eğer sevgimi kanıtlamamı istiyorsanız yaparım."

Ken: "O zaman... Bana kızım için ölebileceğini kanıtla."

Erlik perisi işini doğru düzgün yapıyor ama müstakbel kayınpederim önüme bir tanto getirdi. Bıçağı tutup baktım.

Ken: "Bekliyorum."

"Seppuku yapmamı mı... Bekliyorsunuz?"

Ken: "Aşağı yukarı."

"Ölümden korkuyor falan değilim ama kendimi öldürürsem kızınız üzülecek, farkında mısınız? Yine de yapmamı istiyor musunuz?"

Ken: "Sadece kanıt istiyorum."

Peki, bu işi birkaç şekilde yapabilirim... İlahi güçlerden medet umabilirim, Ulgan'ın gösterdiği birkaç hile ile sahte bir ölüm hazırlayabilirim veya ne bileyim... Gökyüzü mavi, kuşlar uçuyor ve çok az bulut var. İçimden, dua diyemeyeceğim bir şeyler söylemeye başladım; bu esnada kılıcı kınından çıkarıp karnıma doğru tutuyordum.

"Ey her şeyin yaratıcısı, alemlerin hükümdarı. Şimdiye kadar ölümü arzuladım, yine de lütfen... Lütfen birazcık mutluluğu bana çok görme. Ne ben ne de atalarım, hiçbirimiz iyi kullar veya iyi insanlar olamadık; soyum da olamayacak muhtemelen. Gök çadırının üstüne çıkmak veya yerin dibine inip köklere karışmak değil, kalbimin yarısını verdiğim kişi yeryüzünde olduğu sürece ikisi arasında Oğuz Kağan'a verilmiş, atam Kam Erlik tarafından cebren ele geçirilip ayaklar altına alınmış gök ve yer arasındaki şeylerden biri olmaya devam etmek istiyorum. Bu küstahça, evet; kendimi onlarla aynı kefeye koyduğum falan da yok ama sen daha önce İbrahim için ateşi gül bahçesi kıldın, Musa için denizi yardın, İsa için ölü dirilttin, Muhammed için gizlenen sözleri açığa çıkardın. Şimdi, tek ricam uzun zamandır arzuladığım ölümü bir süre benden uzak tutman."

Tanıdık bir ses: "Duan bitti mi? Zaman geçiyor da."

Arkamı döndüm ve tanıdık bir yüz gördüm, Puklinya Ulu Camii imamı Ezail. Doğal olarak kendisini sadece bana gösteriyor -veya sadece ben görebiliyorum, belki?

Ezail: "Kam Erlik'in torunları konusunda büyük bir hassasiyet var, hiçbirinizin ecelinden önce ölmesine göz yumamayız. Sizler hayalete, zombiye dönüşmesi gereken son insanlarsınız; Kam Erlik'in kanı ve sizde yaşayan ruh parçaları işimizi zorlaştırıyor. Her neyse, henüz ölme vaktin gelmedi; merak etme, henüz bu dünyadaki görevin sonlanmış değil. Sen büyücünün tekisin, o yüzden sana mucize falan veremem; yine de bıçağın ruhunu kesmesini engelleyebilirim."

Ruhumu kesmek? Bir anlığına elimdeki kılıca gözüm takıldı, üstündeki işlemeler... Ah, bu eti değil ruhu kesmek için yapılan bir kılıç.

"Bundan canlı kurtulursam ruhum yine de yok olacak mı?"

Ken'in yüzüne bakıp sorumu sordum.

Ken: "Boş kabuk olarak yaşamaya devam edebilirsin, evet. Kyouka için bu kadarı yeterli, çürük ruhuna ihtiyaç yok."

"Öyle mi? Ruhsuz, boş bir kabuk olarak zaten çok az olan sevilesi yerlerim de gidecektir. Siz, Mizuno Ken; bu kılıcı kendi üzerinizde kullanma cesareti gösterebilir misiniz?"

Ken ağzını açtı ama benim lafım henüz bitmemişti, bir şey söylemeye çabalasın diye süre vermiştim sadece.

"Sakın 'Ben samuray değilim' bahanesiyle gelmeyin, oradan bakınca ben buşido yolcusu gibi mi gözüküyorum? Ben sadece aşağılık, aciz, doğru düzgün büyü yapamayan bir şamanım, o kadar. Sayın müstakbel kaynatam, ucunu size çevirdiğim bu kılıç... Kınına mı girmeli yoksa sizin karnınıza mı? Eğer, kendi ruhunuzu feda etmeye razıysanız ben de ruhumdan vazgeçmeyi göze alabilirim. Sonuçta ruh, insanı insan yapan şeydir; haksız mıyım?"

Ken korkmuş gibi, Ayçiçek ve Erlikliler arasında benimle yakın yaşta olup ailenin geri kalanından daha fazla iletişimimin olduğu diğer kişiler nadiren ortaya çıkan zehirli bir dilim olduğunu söyleyip durur. Kuzenlerimden biri, "Sen ejderha değil, kesinlikle yılansın." diyor mesela. Yalnız Erlik perisine minnettarım, yabancı dilde konuşurken bunu açığa çıkarmam zor. Kyouka gibi diller arası geçişi bilinçsiz olarak yapabilsem yabancı dilde de benzer bir performans sergileyebilirdim belki, bu beceriksizlikle sanmıyorum ya neyse.

Ken: "Kyouka, ne diyorsun?"

Cidden mi, şimdi ona mı soruyorsun? Az önce kızının sevgilisini intihara zorlamakla bir derdin olmamasına rağmen? Kyouka giydiği bol pantolonu sıkıyor.

Kyouka: "Puklinya'ya gitmeden önce hep sizin kurallarınıza göre yaşamıştım."

Babasına mı cevap veriyor yoksa kendi kendine mi konuşuyor belli değil.

Kyouka: "O yüzden Puklinya'da uzun süre gerçek anlamda var olamadım, Şinto tapınağının rahibesi, İnanç Bürosu'nun memuru... Sadece buydum çünkü sizin öğrettiğinizden başka bir yol bilmiyordum, ne zaman denemeye çalışsam işler sarpa sarıyordu."

Neşeli bir kız olduğunu düşünüyordum ama herkesin sorunları var sanırım. Eh, en neşeli ve tasasız görünenler genelde en sorunlu olanlardır. Onu hayat yoldaşım olarak kabul ettim ama başka bir yoldaşlığımız daha olduğumuzdan bihaberdim.

Kyouka: "Sonra, bana Kyouka olarak yaklaşan biriyle tanıştım. Puklinya'nın Şinto rahibesi olarak değil, İnanç Bürsu'nun memuru olarak değil, binlerce yıllık Kutsal Miko soyundan gelen Mizuno Kyouka değil. Sadece Kyouka. Puklinya'da yaşayan, kendi fikirleri, düşünceleri, arzuları, hisleri olan Kyouka. Ben... O kişiyle kalmak istiyorum, Kyouka olmaya; kendim olan gerçek, sadece Kyouka olmaya devam edebilmek için."

Benden mi bahsediyor şu an? İnşallah öyledir. Garip bir şey hissediyorum, gurur mu bu? Kyouka'ya kendisi olarak yaklaştığım gerçek, temel sebebi de kişilik onuru olması: "Sadece Kyouka" olması. Kişinin kendisini statüsü, durumu, inancı, soyu ya da onlar gibi şeylerle tanımlamasında bir sorun yok, yani en azından ben görmüyorum ama bu tanım kişinin kendisinin önüne geçtiğinde ve artık öz haline geldiğinde o kişiye saygı duymamı zorlaştırıyor. Erliklilerde sık görülen bir sorundur, o yüzden ailenin yarısından fazlasıyla zorunluluk dışında görüşmüyorum. Ken gözlerini bana dikti.

Ken: "Sen, Utopa... Ne diyorsun bu konuda?"

Telaffuz hatalarını düzeltmiyor demek ki Erlik perisi; ya da benimki onunla uğraşmayacak kadar tembel. Bir dakikalığına çeviriyi durdur, bunu onun dilinde söylemek istiyorum.

Erlik perisi: "Çok fazla iş..."

"Kyouka wa Kyouka." Kyouka, Kyouka'dır.

Çeviriye devam edebilirsin.

Erlik perisi: "Beni bu kadar çalıştırma, ruh haklarına aykırı bu."

Birinci olarak ruh hakları diye bir şey yok, ikinci olarak sen belli bir işi olan bir hüddam gibi bir şeysin yani özünde iş tanımına sahip bir kölesin. Ayrıca ilk kez sana iş buyuruyorum.

Ken: "Öyle demek. Peki, ne istiyorsanız onu yapın. Ai-chan, sen ne dersin?"

En azından şu saygı eklerini çevir lan! -kun olsa anlarım ama bunu çevirmek zor değil ki? -cık/-cik işte?

Erlik perisi: "İşime karışmaz mısın lütfen? Mührünü sökmemi istemezsin, d'i' mi?"

Aslında yapabiliyorsan yap, ne olduğu bile belli değil zaten. Bir türlü "Erlikli mührü, Kam Erlik'in dirilişiyle ilgilidir." kısmından öteye geçemiyorum. Ezail de o olayı kıyamet alameti olarak addetti, iyice çıkmaza soktu beni.

Ai: "Aldığım eğitimin insanı ne kadar kısıtlayabileceğini biliyorum. Ne yaparsan yap destekleyeceğim."

Kyouka: "Teşekkürler. Her şey için."

Kyouka, "aile sorunları" defterini kapatmış gibi görünüyor. Keşke ben de senin kadar güçlü olsaydım, bir şeyleri sonuca bağlamaktansa kendi kendine sinir olup durmak daha kolay olduğu için onu seçtim hep.

Diğer Bölümler İçin

12 Eylül 2020 Cumartesi

İşte, Yani... Başlık Sonuçta, Çok da Abartmamak Lazım (Ben Daha Önce Bu Başlığı Attım mı Lan?)

Bazı şeylere karşı anlamsız (gerçi bana göre hepsinin gayet geçerli ve mantıklı sebepleri var) direnişlerim vardır, tabii genelde yeterince direndikten sonra direnişten vazgeçerim. Bunların ekserisi de teknolojiyle falan ilgili şeyler olur. Mesela? Mesela araba kullanmayı öğrenmemek için uzun süre direttim, "Lan gideyim bir kursa da ehliyet alayım" dedim tam (Zira bazı planlarım var)... Corona çıktı. Neyse, bunlardan biri de İnstagram ve Twitter kullanımı mesela; bunlara daha uzun süre direnecekmişim gibi duruyor gerçi. Sevmiyorum ben sosyal medya, Facebook'u bile sırf gruplarda komik, güzel yazıresimler (caps, meme) falan oluyor diye kullanmaya devam ediyorum. Hah, bir diğeri de kablosuz kulaklıklardı ve bugün itibariyle ona da son verdim. Neden? Çünkü kulaklığımın tek tarafı bozuldu. Tek tarafı bozuk kulaklık da çok fena bir şey ya, bir tarafı hâlâ çalışıyor ama diğer tarafı çalışmadığı için kullanamıyorsun. Hele sesin bazısını bir kulaktan, diğerini öbür kulaktan veren videolar ve müziklerde iyice ayyuka çıkıyor bu işlevselsizlik (Böyle bir kelime var mı? Yok, şimdi uydurdum. Sondan eklemeli dillerin avantajı işte). Kablosuzu belki kaybederim, belki şarj etmeyi unuturum ama en azından tek tarafı bozulmaz, bozulduğunda adam gibi tamamen bozulur. Bu neymiş be! Yeter ya... Lan bu arada bu kablosuz kulaklıklar bayağı rahatmış, iyi oldu bu.

O değil de şu virüs niye bütün dünyayı mal etti onu çözemedim. Hadi biz neyse de lan Amerikalılar, yıllardır bu ve benzeri konular üzerine beş bin film yaptınız, hiç mi "Lan böyle bir şey gerçekten olursa ne yaparız?" diye planınız yoktu? İkinci dönem uzaktan eğitimmiş de ona sinirlendim, seçsek ne seçmesek ne şimdi bu dersleri? Uzaktan eğitimde hiç bilmediğimiz, görmediğimiz derslerle ne yapacağız ulan! Aslında bu seneyi (veya en azından şu ikinci dönemi) komple baştan alsalar daha iyi olur, hadi "Bir an önce şu okul bitsin de siktir olup gideyim bu manyakların olduğu yerden" diye düşünenler var (Ben de onlardanım misal), ekonomik durumla ilgili mevzular var falan da en azından isteyenlere öyle bir seçenek koyulabilirdi. Hiç mi idealist öğrenci yok lan ortamda (İdealist öğrencinin burada ne işi var, o da ayrı konu tabii; gerçi benim dönemimde pek düşük sayılmazdı buranın puanı, sayılarla aram olmadığından hatırlamıyorum elbette)? Zaten bilgiyi damlalıkla verip not için kepçe istiyorsunuz... Ne yapalım biz şimdi?

Bu durum hâlâ sinirimi bozuyor ama yalnız öleceğimi kabullendim, düşündükçe "Neden kendimle sevgili olmazdım?" listem kabarıyor. Evet, böyle bir listem var: Kabullenemeyince şakaya vurma, şakaya vurmak da yetmemeye başlayınca kendime sövme yolunu seçtim, her zamanki gibi. Daha ne kadar ezik, aciz ve zavallı olabilirim acaba? Bir şeyleri atlıyor (veya daha büyük ihtimalle yarı bilinçli yarı bilinçsiz olarak görmezden geliyor) ve yerimde saymaya devam ediyormuşum gibi geliyor aslında ama, eh... Bu arada Türkiye Türkçesindeki noktalama işaretlerinin ve onlarla ilgili kuralların doğru düzgün elden geçirilmesi lazım, şu anda dilin en yetersiz ve en muallak kısmı noktalama işaretleri. Örneğin bağlaçtan önce, sonra virgül kullanılmaz ama yukarıda da gördüğünüz gibi bazen gerekiyor. Tırnak işaretleri ve diğer noktalama işaretleri konusuna hiç girmiyorum, şu "!?" gibi şeyler de gerekiyor aslında. Şu anki noktalama işaretleri sanki hiç var olmamış gibi davranılıp en baştan düzenlenmesi lazım. Konuya dönersek (Ne konusu lan?): Tabii ki akışın ne getireceği hakkında bir fikrim yok ama hayatta, durmak istediğim yerde duruyor olursam ve bir şeyler ters gidip de (Zira hayatın olağan akışı içinde mümkün olduğunu sanmıyorum, kıyamet alameti falandır kesin aq) sevgilim olursa, ailesiyle tanışırsam ne iş yaptığımı nasıl söylerim acaba? Zira hayatta gelmek istediğim nokta tam olarak sefa pezevenkliği. "Efendim ben sağda solda sürterim, yemek bulunca yer, zorluk bulunca kaçarım. Geçen gün işte şuraya gittim..." (Bu arada o ilgili "Şurası" yan mahalleden dünyanın öbür ucundaki bir ülkeye kadar bir alanı kapsıyor, yaşayacak -hayatta kalacak değil, yaşayacak- kadar para kazanmak ve diğer şeyler için bazı planlarım var elbet, sokaklarda yaşamak gibi bir planım şimdilik yok. Ha sırf zevkten veya bir şeylere sinirlendiğimden yapabilirim, o ayrı. Onu şimdi de yapabilirim zaten, al işte, kendimle sevgili olmamak için bir sebep daha. Böyle bir manyak çekilir mi? Hele evliliğe hiç girmiyorum, benle ömür geçmez. Daha ben zorlanıyorum lan, düşün yani?) O değil bunu derken üstümde solmuş, sünmüş, hatta büyük ihtimal yamalı kıyafetler olacak muhtemelen. Hani bir de bunu söylemek tam tüy dikmek yani... Saç sakal zaten malum. Gerçi çok uzun sakal beni de rahatsız ediyor, sinekkaydı tıraştan nefret ediyorum ama kirli sakaldan biraz daha uzun bir seviyede tutuyorum genelde. Kısa saç sakalın tek avantajı duş süresini kısaltması, başka da hiçbir yararı, faydası yok. Bu arada kendi kendine dökülse, açılsa "Peki" der geçerim, benim sorunum kafa derime saçma sapan şeyler değmesiyle. Yamalı kıyafetleri severim bu arada; bence yamalar, çizikler, kırıklar ve benzeri şeyler eşyalara kişilik kazandırır, o eşya ve sahibi arasında sadece ikisine özgü, ikisinin anlayabileceği bir bağ oluşturur.

Lan o değil ben bu yazıya başlarken uzun süredir anlamsız, konudan konuya atlamalı yazı kabızlığı çekiyordum; bir başladım buraya kadar yazdım. Vay arkadaş, "Başlamak bitirmenin yarısıdır." diye buna diyorlar herhalde.

Minecraft ile çok ilginç bir ilişkim var birkaç yıldır. İşte ne yapalım, insanlarla ilişkim olmayınca... Aslında aklımda böyle benim standartlarım için bile iğrenç ötesi bir espri yapmak yoktu ama çok güzel geldi be, tam yerine oturdu. Hah, neyse, MC diyorduk: Her güncellemede girer, "Neler eklenmiş, neler değişmiş?" diye bakarım; özellikle yeni mobları etrafa saçmaktan sapkınca bir zevk alıyorum. Bazen gaza gelir biraz oynarım, sonra sıkılırım öylece kalır falan... Resmen bayramdan bayrama - akşamdan akşama fıkrasındaki gibi MC oynuyorum lan. Bir de tam bir işsiz gibi bütün blokları kullanarak yaptığım kuleler vardır, orijinalini MC konusunda kafayı ailecek (ben, kardeşim, kuzenler) kırdığımız bir dönemde içinde bir ton başka saçma sapan şey olan bir haritaya ("Map" dememek için kendimi zor tuttum lan) yapmıştım, sonra ara ara -özellikle de güncellemelerde- nükseder bu, tekrar inşa ederim. Tabii aslı modlu falan bir yerdeydi, aslına uygun yaparsam farklı bir dünyada tekrar inşa etmenin ne anlamı kalır ki? Onun adı ya restorasyon ya da taklit olur o zaman, ben fikrin devamlılığını istiyorum.

8 Eylül 2020 Salı

Stajdan Hayat Dersleri

Biten stajım bana çok şey öğretti. Mutfak anlamında değil, hayat ve kendim hakkında. Tabii mutfak için de epey şey öğrendim ama konumuz bu değil.
Birinci olarak daha önce "Hayatım boyunca mı çalışacağım yaa 😫😫😫" sızlanmalarıma rağmen tıraş zorunluluğu* ve benzeri birkaç şey olmasa hayatımı otel ve restoran mutfaklarında geçirmeye hiç de itirazım yokmuş.
İkincisi, cidden masa başı iş yerine gerçek aksiyon aldığım işlere daha uygun olduğumu. Aslında bunu hep biliyordum da millete anlatamıyordum, "Zor yavrum zor". Zor da sana mı zor? Belki ben mazoşistim, Allah Allah?
Üçüncüsü bıçak, kılıç ve türevlerini sandığımdan bile çok seviyormuşum. Hayatımı kılıç yapımcısı olarak idame ettirebilirim, tek bir müşteriden büyük paralar gelir ama önce eğitim ve atölye gerekecek. Eğitimi yalapşap da olsa kendim halledebilirim; neticede kemangerlerin ve Batılı ya da Uzakdoğulu kılıç yapımcılarının aksine Türk, Orta Asyalı ve/veya Ortadoğulu kılıç ustaları sırlarının çoğunu mezara götürmeyi tercih ettiler. Mesela Türk usulünde kılıç suyuna bir şeyler katılır, Japonlar da katar; Japonların ne kattığı bellidir. Avrupalılar dümdüz suya sokup çıkarır, hatta kış aylarında kar kullanır. Türkler? Bir şeyler katıyorlar ama ne kattıkları belli değil, ne kayıt tutmuşlar ne millete öğretmişler kılıç suyunun tarifini. Bu durum da her ustanın kendi kılıç suyu tarifi olması ve kılıç yapımının otomatik olarak doğaçlama ve deneme yanılma temelli bir şekle bürünmesine, haliyle zaten pratikte kendi kendine öğrenilip herkesin kendi usulünü türettiği bir zanaat olmasına neden oluyor. Zaten kılıcın belli bir şekli şemali olsa da bu son derece değiştirilebilir bir şekil şemaldir, öyle olmasaydı ne yalmanlı kılıç ne çatallı kılıç ne de katana var olamazdı zaten, hatta yaprak kılıç bile olmazdı; düz kılıçlarla takılmaya devam ederdik, anca ince kılıç, uzun kılıç gibi uzunluğu ve genişliği değişirdi; haliyle sadece kılıç suyu değil dövme kısmı da kendine ait. Özellikle Orta Asyalı ve Tatar kılıç ustaları tarafından at idrarı kullanılmış, İstanbullu ve Bursalı kılıç ustalarında soğan suyu ve narenciye kabuğu öne çıkıyor, Moğollar hakkında Avrupalılara ait, kılıçlarını at kanında soğuttuğu hakkında bir efsane var ama onlar da kayıt mayıt tutmadıkları için ne kadar doğru bilmek mümkün değil. Ha bir de tek müşteriden büyük paralar kazanırsın ama on yılda bir müşteri gelir belki. Aslında koleksiyoncunun tekiyle replika için anlaşma yapmak mantıklı (Replika derken müzede veya kurgusal bir eserde bulunan bir kılıcın aynı malzemelerle yapılmış birebir kopyasını kastediyorum, ucuz ve işe yaramaz taklitleri değil). Neyse, bu konu bir kenarda dursun. Zaten ilerisi için derin ve uzun planlamalar yapınca işler daima sarpa sarıyor, o yüzden de sadece yakın zaman için ayrıntılı planlar yapıyorum artık; kafamda birkaç alternatif yol haritası oluyor.
Dördüncüsü el emeği vermeyi acayip seviyormuşum, bir işe yaradığını bildiğimde yani. Hoş el emeğinden nefret ettiğimi hayatımın hiçbir döneminde düşünmedim ama sevdiğimi bilmiyordum, daha çok nötr gibi hissediyordum.
Beşincisi okuluma düşündüğümden de gıcıkmışım, en azından market alışverişini veya yemek işini çevrimiçi halledebileceğim bir yerde en az iki yıl kalmak istiyorum. Tabii sırf çevrimiçi alışveriş değil olay, hatta bu en az umursadığım şeylerden ama bir şeyi "diğer hepsine katlanabileceğim bir fazlalık" ilan edip patlamam gerekiyordu, bunu seçtim. Bence gayet mantıklı bir seçim.
Altıncısı "Zor olur be, uğraşamam" deyip vazgeçtiğim dağ başında yaşama olayı o kadar da zor gelmezmiş. Zaten ben o psikolojiye milletin gazıyla girdim. Bir süre hizmet alarak yaşadıktan sonra bunu yapmayı ciddi ciddi düşünüyorum. Tabii üstte de dediğim gibi bunun için aklımda birkaç yol haritası olsa da kesin bir planlamam yok. Kesin planlama illaki sorun çıkarıyor. Aksiyon aldığım yorgunluğu seviyorum, zaten dağ başında rutin işler haricinde devamlı bir şeyler çıkacak. Tilki gelecek, böcek gelecek, uygun bir yerde at bile gelir vallahi (Araştırma konusu: Türkiye'de nerelerde yılkı bulunur?). Onun dışında döşemenin bozulması, kümes, kovan ya da her neyse su akıtıyor falan... Esasen mutfaktan pek farklı değil yani, alan ve konsept daha geniş sadece; o da sana bağlı biraz. Yani ticari şekilde değil de kendine yetecek kadar üretim yaparsan rutin işler pek zor olmaz. Zaten üretim gibi bir derdin yoksa ne tavuk ne koyun ne de havuz balığı** ekstra çıkan işler dışında rutin olarak özel bakıma ihtiyaç duyan hayvanlar değiller (Atlar rutin olarak özel bakıma ihtiyaç duyuyor mesela; ister et, ister süt, ister binek atı olsun. Süt inekleri de rutin olarak özel bakıma ihtiyaç duyan hayvanlar). Yalnız buradan "Bakıma ihtiyaçları yok" anlamı çıkmasın, rutin bakıma elbette ihtiyaçları var, cansız nesnelerin bile rutin bakıma ihtiyacı var lan? Arabayı temizliyor, kapıyı yağlıyor, bıçağı biliyorsun. Bunlar sadece rutin olarak özel bakım/ilgi istemiyorlar, o kadar. Mesela süt ineklerinin günlük olarak sağılması gerekiyor, atların taranması falan. Bunlar "rutin özel bakım." Özel bakım olmamasının sebebi bunları ya seve seve ya sike sike yapmanız gerekmesi bu arada, süt ineğini belli süre sağmazsanız sütü fazla gelip çatlar hayvan, ha keza atı taramamak da bir sürü soruna yol açar; yani bunlar o hayvanlar için rutin bakım içindedir ama diğer hayvanlar için (çoğunlukla) gereksizdir, o yüzden de "rutin özel bakım". Yem vermek falan gibi şeyler de "Rutin bakım". Hastalık mastalık gibi şeylerde olan da "Ekstra iş" ve "Özel bakım" oluyor zaten. Bir de alışveriş için araba, onun için de ehliyet şart; eh, gider alırız, gerçekten kafaya koyduğum bir şeyi hallederim. Tabii gerçekten kafama koyarsam, ona da şimdi karar vermem; verirsem sorun çıkar. Benim sorunum çok az şeyi gerçekten umursamam ve sadece gerçekten umursadığım şeyler için gerçekten çaba göstermem, geri kalan şeyleri yapamıyorsam yapamıyorumdur, zorlamanın alemi yok. Neyse, ona o zaman gelince bakarız. Uzun geleceği planlamak şimdiye kadar hiç iyi gitmedi, ben de düşünceleri zamanı gelince yönelmek ve ayrıntılandırmak üzere bir köşede bekletiyorum şimdilik; yukarıda da dediğim gibi.
Yedincisi: Nefret ettiğim tırnak kesme işini haftada iki kez yapabildiğim. Sadece tırnak kesmekten değil, aynı zamanda (çok) uzun tırnaktan da nefret ettiğimden oyumu ona kullanmıştım, haftada bir kesiyordum zaten ama haftada iki kez kesebiliyormuşum. Aslında aşçılık yapacaksam en büyük endişem buydu, "Her gün her gün tırnak mı kesilir lan?" şeklinde ama endişeye mahal yokmuş meğer.
Sekizincisi: İstediğim "sakin, dayanıklı ve gizemli" hale gelmek için itici güçlere, biraz burnumun sürtülmesine ve gerçeği yerinde kendim tetkik etmeye ihtiyacım varmış; ilk kısmı hallettim, eskisine göre çok daha sakin biriyim artık. Dayanıklılık derken hem mental hem fiziksel ama öncelikle fiziksel dayanıklılığı kastediyorum, onu da spor mpor bir şekilde halledeceğiz. Kendime ait bir savaş sanatı oluşturup*1 talimlere başlayınca hallolur o kendi. Üçüncü için... Hiç havalara giremem, o konunun benle bir ilgisi yok. Tatmin oldum ben, şimdilik yani.
Dokuz: Etrafta kadınlar yokken erkekler harbi felaket bir duruma geliyor. Hani daha liseli erkek muhabbetinden bahsetmiştim ya? İşte onun sonlanması/azalması kişi büyüdüğü için değil, sadece erkeklerin bulunduğu ortamlara daha az girmesinden kaynaklanıyormuş. Hoş liseli erkekler o muhabbeti sınıfın ortasında bağıra çağıra da yapabilecek tıynettedirler, orası ayrı.

*1: Onu da birilerine aktaramayacak olduktan sonra ne anlamı var ki? Bu bütün hevesimi kaçırıyor işte. Bu gerçekten umursadığım bir şey, haliyle çaba harcarım ama sonra? Her gün kendi başıma talim kuklası yumruklamamın ne anlamı var ki tam olarak?

*"E ne biçim saçlı sakallı şefler var?" Evet var; ama ya zengin olduklarından bir restoran açmışlar yollarını buluyorlar ya eskilerin pek ciddiye almadığı kafeden hallice yeni nesil yerlerde bulunuyorlar ya da kaç senedir meslekte olduklarını sorsak uzaklara dalıp öylece kalır, sonra da "1678'den beri o restorana hiç kimse gitmedi, gidenler de geri dönmedi." deyip ellerindeki malzemeyle uğraşmaya dönerler; o kadar uzun süredir meslekte bulunmuşlardır. Bak adam hâlâ çalışıyor dikkat ettiyseniz. Zaten bu saçlı sakallı şeflerin şu yeni nesil yerlerde olmayanlarının hepsinin kendi restoranı vardır dikkat ederseniz, hiçbiri otel mutfağında ya da başka bir restoranda çalışan olarak bulunmaz. Hadi restoran falan neyse de otelde siksen bulamazsın. Tabii işler pratikte (şefine de bağlı olarak) her zaman öyle işlemiyor ama aslında Chef de Cuisine (Bkz. Terim. Türkçesi "Mutfak/ocak müdürü" lan bunun? Koskoca baş aşçıyı çorbacıya döndürüyorsun. Ha "Mutfak şefi" ya da "Baş aşçı" denilebilir tabii) mutfakta "Onu öyle yap, şurası da şöyle olsun." demekten ve yapılan işlere kusur bulmaktan başka pek bir şey yapmakla görevli değildir, esas işi yapmakla görevli olanlar rütbesiz (bunun adı bu değildi ama neyse) sıradan aşçılar, su şefi (Sous chef; yani aşçıbaşı yardımcısı. Gerçi güya yardımcı ama görev tanımına bakarsan bildiğin hamal, angarya işler müdürü ve baş aşçının yapmak istemediği, daha doğrusu yapmak istediği ama kendi uğraşmak istemediği her türlü şeyi yapan bir insan evladı) ve steward yani bulaşıkçılardır. Dolayısıyla bu adamlar zaten işlere pek elini sürmediğinden ya da pratikte hemen her şeyi kendileri yapsalar bile görev tanımları bildiğin "işe elini sürmemek, iş buyurmak ve kusur bulmak" üzerine kurulu olduğundan bu bir sorun oluşturmaz.

**Aslında bu "yabani japonbalığı" denilebilecek Carassius carassius'un Türkçe adıdır ama burada sazan, alabalık gibi gıda olarak yetiştiriciliği yapılan/yapılabilen tatlısu balıklarını kastediyorum. Hatta dur tam listeyi sayayım: Sazan, alabalık, tilapya, yayın balığı, kerevit, yılanbalığı (gerçi bunun için akıntı motoru lazım ve Türkiye'de kime satacaksın, anca suşi restoranları; ha doğru, bir de doğada tuzlusuya yumurtluyor bu aslen tatlısuda yaşamasına rağmen ama o sıkıntı olmaz herhalde, doğasında uyum var bu hayvanın. Kontrol ettim, çiftliklerde tatlısu kullanılıyormuş, evet; teorim doğruymuş yani), turna balığı (Esox lucius*1), sudak (Bu da bildiğin levreğin tatlısuda yaşayanı zaten. Binomial adı Sander lucioperca***), beyaz balık (Coregonus sp. Bunun zaten Türkçe adı yok, neticede Türkiye'de bulunmayan bir hayvan; "beyaz balık" adı da İngilizce adından doğrudan çeviri zaten). Ha "Ben akvaryum balığından yolumu bulurum" diyorsan o zaman koi, Japonbalığı, kiraz karides, çelıncır vs. diye değiştirilebilir liste, bunlar da profesyonel üretimhanelerce havuzlarda yetiştiriliyor. Yine aynı şekilde tuzlusu balıkları da var bu şekilde ama yetiştireceğiniz şey kara veya mavi midye*2, yani dolmalık midyeyle sınırlı olmayacaksa tuzlusu daima tatlısuya kıyasla zordur, tuz dengesi önemli olduğu için buharlaşma kırk takla attırır adama. O yüzden deniz akvaryumlarında aman su buharlaşmasın, aman tuz dengesi bozulup iletkenlik fırlamasın diye otuz farklı ekstra ekipman, sistem, buharlaşma kuyusu (Sump'ı "kuyu" diye çevirdim) gibi şeyler kullanılır, haliyle maliyet artar; havuz da pek farklı bir şey değildir, akvaryumların kökeni Çin'deki sazan havuzları, onların kökeni de Antik Mısır'daki havuzlardır ve bu iki havuz da etlik balık yetiştirmek için yapılmıştır.

*1: Balıkların adlandırmasında yöresel adlar acayip sıkıntı çıkarıyor, o yüzden Latince adını da veriyorum. Mesela aynı yöredeki iki farklı köyde aynı balığa farklı isim ya da alakasız balığa aynı isim verilebiliyor. Turna balığı da bu konuda sıkıntılı olan bir balık, bunu bildiğim için binomial adını koydum paranteze. Binomial deyince bilimsel oluyor, "İkili ad" deyince "Ne saçmalıyor bu?" deme ihtimali olan hiç de az kişi yok bu ülkede. Türkçeye bilimsel ad diye çevrilmiş zaten bu durum fark edilip.

*2: Kara midye/Akdeniz midyesi: Mytilus galloprovincialis. Esas yetiştiriciliği (ve avcılığı) yapılan tür. Mavi midye: Mytilus edulis. Bu da kıyılarda falan görmeye alıştığımız, özel (ya da profesyonel) olarak kara midyelerle farkı ve kara midyelerin nerelerde (daha çok) bulunduğunu bilmeyip de kendi halinde kıyıdan köşeden toplayıp yiyenlerin ister istemez kendisini ya da kara midye ile melezini daha çok tercih ettiği/etmek zorunda kaldığı tür.

***Gereksiz bir not: Lucioperca uzun levrek veya mızrak levreği diye çevrilebilir ki sudak balığının Türkçedeki bir adı da uzun levrektir zaten, İngilizcede de asıl ismi Zander'dir (Latince ismindeki Sander ile aynı kökten geldiği aşikar olsa da tam olarak etimolojisine dair bir şey bulamadım), ayrıca Pikeperch yani mızrak levreği de denir. Yalnız asıl olması gereken çeviri mızrak levreği, bir de emin olduğum bu bilgiyi teyit etmek için canım çıktı, az kalsın siliyordum "ışık levreği ne lan?" diye. Alın size kaynak, sözlükle, Google Translate ile, internetle uğraşırsanız ya kafayı yer ya da "Ağır sallamış ibne" dersiniz: https://www.merriam-webster.com/dictionary/Lucioperca#:~:text=%3A%20a%20genus%20of%20usually%20large,food%20fishes%20%E2%80%94%20see%20fogas%2C%20zander