Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

21 Şubat 2022 Pazartesi

Durum Raporu: Kimyasal Ekmek, Bio, Sipariş Uygulamalarının Konum Sistemleri

Şu "Kekstra mı yoksa kimya laboratuvarı mı?" konusuna geri döneceğim ve bir örnek vereceğim çünkü içim soğumadı. Ulan geri zekalılığınızla kaç yıldır yemediğim keki (kek değil Kekstra, pardon) babamın malı gibi savundurtuyorsunuz bana. Mesela şöyle bir içeriğimiz var: Dihidrojen monoksit, gliadin, glikoz, maltoz, sodyum klorür, etanol, alfa hidroksipropanoyik asit, emptinler, sodyum hidrokarbonat, askorbik asit, ksantan, izomaltlar, asetil prolin, monosakkaritler. Hiç bana "O zaten o gruba dahil." ile gelmeyin, "Bu tuz zaten." demeyip her haltı yazan ben değildim başta. Nedir bu? Bak, ne biçim korkunç kimya laboratuvarı. Evet, bu nedir? Ekmek. Bildiğin ekmek. Hani "ekmek parası" lafında geçen, Türkiye toplumunun (Türklerin değil Türkiye toplumunun, evet.) temel gıda maddesi olan ekmek (O yüzden Türkiye toplumunun. Türklerin temel gıda maddesi koyun etidir.) var ya? İşte o. Dihidrojen monoksit de bildiğin su mesela.

Kendime "bio" buldum. O da şu: 

 

Resmî (tam) adını kullanmamakta direten ama tamamından da vazgeçemeyen delinin teki. Üst düzey takıntılı paranoyak, sosyofobik ve geri kalan her şey.

INFP 6w5 sp/sx 693 IEI RLUEI EFVL melankolik-flegmatik 

☉♓︎   ☽♌︎   ↑♊︎  

Akvarist, koleksiyoncu, yazar*, okçu (yaya kemankeş), gastronomi mezunu (ama aşçı değil), animeci

*Erdem Ö. Hayali 

 𐰼𐰓𐰢:𐰇𐰢𐰼 ᠶᠡᠷᠦᠳᠧᠮ ᠥᠮᠧᠷ اردم عمر Erdem Ömer ㅔㄹ뎀 ㅓ맬 エルデム・ヨマー 埃德姆歐瑪爾 ᛖᚱᛞᛖᛗ ᛟᛗᚫᚱ Ердем Умар


Aslında uzun süredir Face'te olsun Blogger'da olsun "Tanıyıp ne yapaca'n? Manyağın teki işte." temalı bir şey yazıyordu (Face'te hâlâ yazıyor) ama artık bunu kullanmaya karar verdim. Hatta dur en başa yine o tarz bir açılış cümlesi ekleyeyim. Şimdi bu ilk satır tipoloji. Bu arada polemiğe girecekler için: Bu iş "Ben XXXX'im o yüzden böyleyim." diye işlemiyor (Ayrıca testle de bir yere varılmaz. Test diye bir şey yok, test dediğini seçenekleri daraltıp arada kalınca çözmen gerekir.), gidin Jung kişilik teorisi falan öğrenin lan. INFP üzerinden gidersek "Benim önceliğim 'şöyle hissediyorum...', o zaman benim olayım içedönük hissetme, demek ki Fi baskınım yani IxFP'yim... İkincil..." şeklinde ilerliyor. Tipoloji dediğin şey komple bu şekilde ilerliyor aq zaten, öteki türlü ona "Jung astrolojisi" dememiz gerekirdi. İşin garip yanı Jung bizzat kendisi astrolojiyi bir çeşit tipoloji olarak görürdü. Ben demiyorum, bizzat Jung'un kendisi diyor. Nerede dediğini unuttum ama azıcık araştırırsanız bulursunuz zaten. Hah neyse, tipoloji üzerinden de sırasıyla şu: MBTI, enneagram*, içgüdüsel alt tip (Neydi lan bunun İngilizce orijinal adı? Neyse siktir et.), üçlü tip ("tritype"), sosyonik, büyük beşli (Şerefsiz 16p. Yok sadece söylemek istedim, MBTI topluluğu dışında pek anlaşılabilecek bir şey değil.), tutumsal ruh ("attitudinal psyche") ve dört mizaç/ruh mizacı (En kafamın basmadığı da bu ha, halbuki en basit olanı bu. Bir de Jung'un teorilerine dayanmak yerine ta Antik Yunan felsefesinden kalma olduğundan zorunlu olarak da en ilkeli. Neyse.). İkinci sıra işte burç murç. Bu arada burçlara tamamen olmasa da kısmen inanıyorum. Benim hemen hemen her şeyle ilişkim de böyle gerçi. İnanç hakkındaki temel düşüncem "Ben bunun varlığına/doğruluğuna (veya tam tersine) inanıyorum ama benim öyle olduğuna inanmam öyle olduğu anlamına gelmiyor." Zaten astroloji asgari seviyede güvendiğim bir şey** ki paranoyak sözlüğünde "asgari güven", "neredeyse hiç" anlamına gelir. Bu arada astroloji dediğin de öyle gazete kenarlarında olan şekliyle "Bu burç kırmızı renge bayılır, hep kırmızıları giyip dolanır..." gibisinden bir şey değildir zaten. Myers-Bringgs tipolojisinden daha çok değişken var lan yıldız haritasında? Bir altı zaten malum... Bu arada bunu daha uzun süre bekletecek ve resmî çıkışta söyleyecektim (zaten resmî basımda ayrı bir yazı paylaşacağım sırf bunun için) ama kitap yayımlattım ben. Şu an Elpis Yayınları'ndan ön sipariş verebilirsiniz (Yani bunu yazdığım zaman yapabilirdiniz, resmî olarak da basıldı artık; bu cümleler de güme gitmiş oldu. Yine silmirem ulen, silmirem.), adı Ejderin Mührü. Mahlasım işte yukarıda görünüyor. En alttaki de farklı alfabelerle "Erdem Ömer" (O Ö.nün açılımı, evet. Resmiyetteki adımda yok bu arada o kısım ama yine de var. Az düşünürseniz iyi bir tahmin yaparsınız ama yine de açıklamayacağım.) yazısı. Soldan sağa: Orhun damgaları, Moğol harfleri, Osmanlı elifbası, modern Türk (Türkiye) alfabesi, Hangıl (Kore harfleri), Katakana (Japon harfleri), Hanzi (Çin harfleri) ve antik İngiliz (Anglosakson) rünleri. Başlangıçtakiler zaten Türkçede kullanılan alfabeler, Hangıl o alfabeyi okuyabildiğim için, Katakana ve İngiliz rünleri de az buçuk bu dillere aşina olduğum için. Yani, en azından çeviri hatalarının bir kısmını fark edebilecek kadar. Almanca olarak adımı söyleyebildiğim için Cermen rünleriyle de yazmadığıma dua edin. Çin harfleri de bunlar Türkistan coğrafyasının yıllar boyu "lingua franca"sı olduğundan. Aslında Farsça alfabe ve Kuran alfabesi de koyacaktım (*1) ama İran ve Osmanlı alfabesi neredeyse aynı olduğu, Kuran alfabesiyle yazımda da mevcut durumda sadece harekeler eklendiği için (Tamamen değişen kelimeler de oluyor ama mevcut durumda onlar yok. Mesela Pazartesi kelimesi Fars ve Osmanlı harfleri ile Pe-Elif-Zı-Elif-Ra Elif-Ye-Ra-Te-Sin-Ye diye yazılırken Kuran alfabesi ile üstün Be, üstün Zı, cezm Ra, üstün Te, esre Sin diye yazılıyor.) koymadım. Mesela Orhun'dan önce Yenisey, Türkiye'den sonra da Ortak Türkçe olarak yazacaktı ama ikisinde de sadece bir harf değişiyordu, o yüzden kaldırdım. Bu değişebilir bu arada, aralara yeni yeni şeyler vs. eklenebilir. Eklenince yeni kısmın başına koyarım belki. Hatta bunu her yazının sonuna da koyabilirim, emin olamadım çok. Hatta her yazının sonuna koyacağım ben bunu, aynen. Maksat görmemişlik olsun. Mevcut veya antik alfabesi bu alfabelerden kayda değer bir fark gösteren başka bir dili daha adımı söylemekten fazlasını yapabilecek kadar öğrenirsem ardına eklerim.

*1: İslam öncesi devirde Batı Asya'nın ortak dili Farsçaydı, yani Türkistan coğrafyasında hem Farsça hem de Çince "uluslararası dil" idi. İslam sonrasında buna Arapça da eklendi ve bir süre sonra yerini alsa bile ta Osmanlı'nın kuruluş dönemlerinde bile Batı Asya'da Farsça, Arapçadan çok daha geçer bir dildi. Hatta muhtemelen bunda Osmanlı'nın da payı vardır çünkü Selçuklular önce "yabancı dil", daha sonra "resmî dil" olarak Farsça kullanmışken Osmanlılar yabancı dil olarak Farsça yerine Arapça kullandılar (Memlükler de öyle yaptılar ama onlarınki biraz da coğrafi zorunluluktan kaynaklanıyordu). Bu arada yine yıllarca Orta Asya'nın uluslararası dili Rusça olduğundan Kiril ile de yazacaktım ama Türkiye ve Türkiye Türkleriyle bağı olmadığından vazgeçmiştim. Sonra dedim ki "Lan zaten Kiril okuyabiliyorum (yazamasam da), e o zaman Kiril ile de yazayım." Yazdım.

*Enneagramıma karar verene kadar göbeğim çatladı. Ha INxP'den INFP'ye terfi edene kadar da göbeğim çatladı (Ti ile Fi'yi ayırt etmek eziyet, bu ikisi doğada sağlıklıdan çok sağlıksız formda bulunduğundan ve anlatmak için bile konuyu fazlaca kişiselleştirmek gerektiğinden işler iyice çığırından çıkıyor. Tamam Ne-Se, Ni-Si ve Te-Fe de karıştırılabiliyor ama onları ayırt etmek nispeten daha kolay.) ama olsun. Enneagram 6'nın INFP'lerde böyle bir etkisi oluyormuş (daha Ti eğilimleri vs.), şerefsiz 6. Bu arada INFP'ler MBTI topluluğunda "Siz niye fazlasınız böyle, sezgiseller (intuitive), hele içedönük sezgiseller (INxx) nadir değil mi, 'mistype'sın sen!" görüşüyle karşılaşmayan tek içedönük sezgiseller muhtemelen çünkü neden? Çünkü INFP'ler "ezik, ağlak" vs. olduklarından neredeyse kimse INFP olmaya özenmiyor. Hayır Tolkien'e, Shakespeare'e, Johnny Depp'e, Fox Mulder'a, Hz. Meryem'e (Onu nasıl tiplemişler çok anlamasam da... İncil'i kaynak olarak kullandılar herhalde. Ulan başka neyi kullanacaklar zaten öküz?), George Orwell'e, Itou Junji'ye, Kafka'ya, Edgar Allan Poe'ya, Virgina Woolf'a, Murakami'ye, Mevlana'ya, Edvard Munch'a falan (Kaynağım PDB bu arada yani sonuçlar güvenilir olmayabilir. Sadece Tolkien MBTI topluluğunda genel olarak INFP kabul edildiğinden bir tek ona güvence verebiliyorum.) "ezik, ağlak" deyin sıkıyorsa. Ha ben ezik ve ağlağım ama INFP olduğum için değil (balık burcu olduğum için de değil). Hazır yeri gelmişken MBTI kitlesinde sezgisellerin sensörlerden çok olması (paragrafın sonuna bakın) normal aslında çünkü sezgiseller daha çok meylediyor "toplumun genelinin" umursamadığı şeylere. Bunu dünya ve toplum çapında çok popüler olmayan, belli kitlesi olan herhangi bir şeye uyarlasanız orada da sezgisel oranı fazla çıkacaktır çünkü dünya zaten sensörlere, hatta Se baskınlara göre dizayn edilmiş durumda; haliyle sezgiseller kadar internet veya kıyıda köşede kalmış şeylere yönelmiyorlar pek. Tipoloji kitlesi ayrı acayip bu arada. Üçlü tipe inanmayanı var, Sosyonik fonksiyon tanımlarını hatalı bulan var (Bu arada sosyoniğin tip tanımları hatalı harbiden ya! Sosyonik Ni'si MBTI için "yüksek Ne + düşük ama gölge olmayan Si" gibi bir şeye tekabül ediyor.), "MBTI ile korelasyon kurmayın ulan!" diyen Sosyonikçiler var, "Ennea diye bir şey yok." diyen MBTI'cılar var, "Sezgiseller nadir falan değil arkadaşım, nadirse de bunu büyük çaplı çalışma yapmadan anlayamayız." diyen var... Sadece Türk değil dünya çapında böyle bu arada.

**Kendimin var olup olmadığına bile güvenmiyorum lan ben, Avrupalıların Babil'den alıp garip bir hale soktuğu antik ilime mi güveneceğim? Bu arada modern bilim ve onun takipçileri simya ve astrolojiyi fazla hor görüyor. Görmeleri normal tabii ama bahsettiğim aşırılık. O "safsata yea" dediğin simya olmasa şimdi ne kimya vardı ne farmakoloji ne de parçacık fiziği. Hakeza astroloji olmasaydı da astronomi var olamayacaktı.

Yemeksepeti ve geri kalan bütün sipariş uygulamalarının konum sistemleri yarrak gibi bu arada. Lan üç yıl önce değiştirilmiş adresi "Hacı senin adresin bu." diye gösteriyor it oğlu it, bir de adresteki en ufak şeyi düzeltmeye çalıştığımızda veya sadece yol tarifini (bu da ayrı bir sikiklik, neyse) değiştirmek istediğimizde bizi tekrar o yanlış konuma atıyor. "Peki bunun hakkında senin önerin nedir sayın a... koduğum?" dediğinizi duyar gibiyim. Şudur: "Kurye hesabı" diye bir sik koyarsın uygulamaya, gelen siparişin konumunu görür ("Nasıl karıştırılmayacak?" demeyin. BK'ye verdiğimiz siparişi McDonald's nasıl göremiyorsa aynı şekilde olacak.). Böylece ne biz iki ay aynı kalamayan adreslerle uğraşırız ne de kurye "Whatsapp'tan konum at." diye bizi arar. Sonuç? Herkes mutlu, kimseye ekstra bir iş çıkmadı. Bunu düşünmek zor bir şey değil ki aq. Google Translate'in eski dönemi gibi bir konum sistemi kullanacağına konumu adrese çevirmeyip direkt konum halinde versen sorun bile çıkmayacak halbuki. Ha adres bulamayan kuryelere de ayrı gıcığım* ama bu dediğim yapıldığında onların sayısı neredeyse sıfıra inecek zaten çünkü neden? Çünkü yarrak gibi adres sistemimiz sağ olsun ülkede kimse tam olarak nerede yaşadığını bilmiyor. Bir kafanıza göre oynamayın lan şu adreslerle.

*Bunlar arasından adres tarifinin ilk kısmına gelip ikinci kısmı görmezden geldiği için evi bulamayan var. Lan "X tabelasının karşısında" demişim, durduğun yerde bırak X tabelasını, tabelaya benzer herhangi bir şey görüyor musun? İznik'te bölgenin en bilindik ve en turistik yerlerinden biri hakkında ilk kez duymuş gibi tepki veren bile olduğu için biraz doluyum bu konuda. Mesela Balıkesir'de de eskiden evi kuryelerin onda dokuzu bulamıyordu ama o kuryenin değil adresi belirleyenlerin mallığından kaynaklandığı için Balıkesir'deki kuryeler beni hiç sinir etmedi ama bu İznik'tekiler tamamen kendi geri zekalılıklarından bulamıyor evi. Lan neden adres tarifinin devamını okumuyorsun? Devamı var o aq cümlesinin, beni arayacağına tabela arasana?

16 Şubat 2022 Çarşamba

Kitabım Yayımlandı! Ejderin Mührü

Ulan çok heyecanlıyım, hâlâ gerçek gibi gelmiyor. Bak elim ayağım titriyor… Evet, başlık açık: Kitap yazdım, yayımlandı. Aha "Son zamanlarda olumlu gelişmeler oluyor." ve "Kariyer ilerlememde 3." dediğim buydu işte. Bu arada ben reddedilmeye epey hazırlamıştım kendimi, şimdi elimi kolumu nereye koyacağımı bilemiyorum. O değil de iyi yoruma/eleştiriye nasıl cevap vereceğini bir türlü kestiremeyen, kötü yoruma/eleştiriye de -doğru olup olmaması fark etmez- morali bozulan biri olarak 630 sayfalık kitabı yayınevine gönderebilmiş olmam da ayrı bir mucize, ayrı bir şov. Bu arada 630 sayfa boyunca ne yazdım ben de bilmiyorum, o kadar tutmaz bence ama yayınevi öyle hesaplıyor. Şimdi, bu samimi bir yazı olacak ama ben heyecandan öleceğim öyle olursa; yani… Soru-cevap şeklinde gideceğim. Çünkü neden olmasın? Ha bu arada şurada zaten 2, bilemedin 3 kişisiniz; o yüzden bir ricam var: Eğer Ejderin Mührü (burada mevzubahis olan kitap) ilginizi çekmiyorsa, almaya niyetiniz yoksa bile etrafınıza söyleyin, tanıtın. Bakın burada bir hukukumuz, hatırımız var; ben sırf 2 okuyucu var diye hâlâ blog yazıyorum. Hiç okunma almasaydım çoktan blog yazmayı bırakır, Word’de falan günlük tutardım. Bu arada bu yazı samimi versiyon, yayınevi muhtemelen bana resmî bir versiyon da verecektir yayınlamam için (yani, ben olsam verirdim ama bu dünyadaki çok az, bu ülkedeki daha da az şey benim yapacağım şekliyle yapıldığından vermeme ihtimalleri de yüksek -ki vermediler); o yüzden tam ne diyeceğimi falan da bilemiyorum… Eh bir de heyecanlıyım, mazur görün. Kitabı yayımlatmak konusunda türlü badireler atlattım. Yayınevim benimle her iletişime geçtiğinde heyecandan ölecek gibi oluyordum.

Nedir şimdi bu?

Ejderin Mührü, kitap. Ben yazdım, Erdem Ö. Hayali olarak (tabii ki mahlas bu). Elpis Yayınları'ndan çıktı. Fantastik kurgusal eser. Blogda yayınladığım “Ejderha ve Mühür”ün kitap hali aslında. Fiyatı 79 TL (Evet, bence de oha ama fiyatı ben belirlemiyorum; hatta bırak belirlemeyi fiyat üstünde en ufak bir yetkim bile yok.), D&R, Kırmızı Kedi, Remzi, BKM ve Kitapsan’da var (başka yerlerde de vardır herhalde, pek de küçük bir yayıneviyle çalışmıyorum zira ki şaşkınlığımın bir sebebi de bu zaten). Yalnız hemen yarın giderseniz bulamayabilirsiniz (Daha yeni basıldı ulan, bir sakinleş.) ama Elpis Yayınları'nın sitesinde var.

Ejderha ve Mühür’ü okudum ama ben?

Hah, işte orada şu devreye giriyor: Ejderha ve Mühür, yarım bir hikâye; sadece ilk perde. Zaten o yüzden blogdaki son bölümün adı “1. Perdenin Sonu”. Ayrıca, hikâyenin tamamlanması dışında birtakım değişiklikler de var. Yalnız bu olay “Oooh, biz hikâyenin sonunu görebilelim diye sana para verelim…” işi değil (Ayrıca fiyatı ben belirlemediğim gibi o ücret içinden doğru düzgün bir kazancım bile yok; kitap yazma amacım para kazanmak olmadığından [Zaten öyle olsa fantastik roman değil kişisel gelişim veya dua kitabı yazardım.] bu benim için pek de sorun değil gerçi.), zaten başta benim Ejderha ve Mühür’ü kitap haline tamamlama planım bile yoktu (kitabı alıp önsözü okursanız ayrıntılı açıklaması var [ben ömrümde böyle reklam görmedim]), ismini değiştirmeye bile kitap bitip yayınevlerine başvurmak için biraz beklerken (Arada aklıma gelen değişiklikler vs. olursa diye beklerken ki oldu da. Hâlâ bile oluyor.) karar verdim.

Şimdi niye kitap yazdın ki sen? Hadi yazdın, niye yayımlattın?

Geride bir dikili ağacım, matbu eserim olsun istedim. Evet, tek sebebi bu. Bir de tabii bir tane kitabın yayınlanınca yeni bir kitap yazıp onu yayımlatmak da daha kolay oluyor (hem psikolojik hem sektörel anlamda). Ha yazı yazma sebebim yaşamaya devam edebilmek, sonuçta psikolojim bitmiş okeye dönüyor, ben de daha da birikmesin diye yazıyorum ama öyle olsa blog, defter ve MS Word yeterli olurdu. Son zamanlarda "Ölümümden 10 yıl sonra kimse adımı hatırlamayacak, hiç var olmamışım gibi olacak." krizlerine girmeyip tamamen "yalnızlık" -ve ülke gündemi gereği zorunlu olarak ekonomi- temasına batma sebebim bu işte.

Hişt hacı, neleri sevdiysem bunu da severim? De bir hele.

Vallahi hiçbir fikrim yok. Tür olarak da zaten hafif fantezi gibi ama tam da öyle olmayan garip bir yerde duruyor. Ben kendi eserimi övemiyorum ya. Vallahi bak, yok bende o özellik. Zaten övgüye doğru düzgün cevap veremiyorum, kem küm kalıyorum öyle. İstersem Nobel ödülü alayım bununla yine övemem. Kendi yapıtını övme fonksiyonum yok benim, varsa da hiç gelişmemiş. Ha kitap güzel, ben kendim zevkle okurum ki zaten bir yazar okumak istediği ama henüz yazılmamış şeyler olduğu için bir yazar olur. Kimin sözüydü hatırlamıyorum, bir yazarın neden yazdığını en iyi ifade eden cümle şudur: “Kişinin yazdıkları, okumak istedikleridir.” (Tezer Özlü’denmiş). Yine de… Bakalım… Telepati serisi (Leonardo Patrignani) vardır, onu sevdiyseniz aslında olabilir. Ya fantastik eserdir, kaçış edebiyatıdır seviyorsanız sevebilirsiniz işte be. Bu arada bu “kaçış edebiyatı” kavramına çok laf edilir ama bu tür eserler okuyucudan önce yazar için bir kaçıştır, yani her ne kadar küçümsemek için ortaya çıkmış bir tabir de olsa ben bu kavrama karşı değilim. Hem belli başlı türleri veya tam olarak bir türe girmeyen eserleri de topluca sınıflandırmamıza olanak sağlıyor, örneğin John Flanagan’ın Kardeşlik Savaşçıları serisini “fantastik” olarak etiketlemek -her ne kadar öyle yapılmış olsa da- mümkün değil, hiçbir doğaüstü olay yok kitaplarda. Sırf farklı bir evrende geçtiği -ki o evren de bizimkinden o kadar da farklı değil, başkarakterin annesinin milleti direkt İngilizler mesela, genel olarak da bu bir Viking/İskandinav hikâyesi- için fantastik olarak sınıflayamayız (öyle yapıldığı halde) ama doğrudan “kaçış edebiyatı” içine koyabiliriz. Ulan Geekyapar falan bir yerden bulup tanıtsa da şu kitabı ben de neyi seven bunu da sever neyi sevmeyen sevmez öğrensem keşke. İsekai seviyorsanız muhtemelen seversiniz bu arada, bak şimdi aklıma geldi; emin değilsem de “emine yakın" olabileceğim tek konu bu.

Şimdi senin bu kitaptan beklentin nedir?

Hayırlısıyla ikinci baskının çıkması, okuyanların zevk alması, ölüp gittikten sonra geride bir iz bırakabilmiş olmak. Bu yani, bu kadar. Böyle de önceden hazırlanmış ödül töreni konuşması gibi oldu, neyse.

Ya birader iki üç alıntı malıntı yok mu, neyle karşılaşacağımızı bir bilelim?

Şimdi “Blogda hikâyenin orijini var (orijinali değil orijini), gidin okuyun.” diyeceğim, olmayacak. Ben en iyisi iki üç afili cümle, ne bileyim derin diyalog falan bulup çıkarayım da kitaptan -kendi yazdığım kitapta dönüp dönüp okuduğum kısımlar var zaten- siz de görün. O zaman… İşte alıntılar; bir kısmı 1. Perdenin ilk (blog) versiyonundan, bir kısmı 1. Perdeden ama orijinal (blog veya Sweek) versiyonunda olmayan şeyler, bir kısmı da 2. Perde yani kitabın asıl olayından:

"Yine de katlanılmaz biri olduğum gerçeği değişmeyecek. İnsanlar değişebilir ama bu göründüğü ve didaktik eserlerde işlendiği kadar kolay bir şey değildir. Hele basit hiç değildir. Kişiliği temelden sarsmak iradeden daha fazlasını gerektirir."

"Halbuki insan kendini ahmakça şehirlere hapsetmiş olsa da doğanın bir parçasıdır ve doğanın acıma duygusu yoktur. Gerçi sadece doğa da değil. Doğa, aşk, Tanrı veya Güneş… Kutsal olan şeylerin hepsi acımasız, bencil ve insanlara karşı vurdumduymazdır. İnsan en güvendiğinden darbe alır ve bunlar da içgüdüsel olarak -ayrıca Tanrı’nın kötü espri anlayışının kanıtlarından biri olarak- doğa, aile ve aşk gibi dünya üzerindeki en kutsal şeylerdir."

"Alacakaranlığın içindeydim. Demir sütunlarla ayakta kalan devasa bir binadaydım. Her sütunun dibinde, bana dönük tarafında, tunçtan yapılma birer bahçe şöminesi vardı ve içindeki olağandan parlak, kırmızı altın rengindeki korlar etrafı ışıtıyordu. Ateşliklerin üstünde leoparların, kaplanların, aslanların ve bunlarla dövüşen göçebe avcıların tasvirleri vardı. Önümde yarımay biçiminde sıralanmış çeşit çeşit tahtta pek çok varlık oturuyordu. Her birinin de önünde bakırdan birer bahçe şöminesi içinde gümüş gibi ışıyan küller vardı."

"Cehennem’in alevleri dünyayı kavururken onu kendisi yakmak için zerrece düşünmeyecek kara alevler şamanı, itfaiyenin başı olmak kaderinden zevk aldığı gerçeğini yüzünün görüntüsünden sakınmıyordu."

Veeee işte 2. Perde’nin başı:

“Ezail ve Pusat Ata beni sanki bin yıldır unutulmuş ve oraya giren kayıp gezginler de ilahî güçlerce Ashab-ı Kehf misali uyutulmuş gibi görünen bir yere getirdi. Uçurum mu, dağ mı yoksa başka bir şey mi olarak tanımlayabileceğimi bilmediğim şeyler tarafından üç tarafı çevrilmiş bir aralıkta üç büyük heykel vardı. Heykellerden biri Rönesans tarzı bir melek heykeline benziyordu, bu doğu tarafta kalıyordu. Batı taraftaki heykel grotesk bir şeytan heykeliydi. Tam önümde, kuzey yönündeyse devasa bir balbal vardı. Tanıdık geliyor ama… Başında Erlikli tacı vardı bu balbalın ve üç heykelin ortak özelliklerinden biri yosunlarla, çamurla, sarmaşıklarla, çatlaklarla sarılmış olmalarıydı.”

Sonsöz (Namıdiğer Yazar Serzenişi)

Daha önce mutlu olmaktan korktuğumla ilgili bir laf etmiştim bu blogda. Evet, cidden öyle oldu… Kitap yayınlandığından beri yazamıyorum. Aslında, belki de bir çeşit mola ihtiyacından kaynaklanıyordur; bilmiyorum, içsel bir yolculuk iyi gelecek belki. Neyse, şanslı olduğum nokta şu iki halihazırda tamamlanmış olan bir başka roman var elimde ve onu düzenlemekle uğraşıyorum şu sıralar. Tamam, şey, yazma amacım bu dünyanın iğrenç olmasıydı ve… Dünya artık benim için eskisi kadar iğrenç değil. İronik ha? Hayatım yoluna girmeye başladığından motivasyonumu kaybettim. Eh, neyse, zaten Ejderin Mührü ve şu an düzenlemesini yaptığım roman dışında birilerinin okuması için yeterli gördüğüm pek de bir şey yazmadım. İşin garibi bu düzenlemeyi yaparken zorlanmam çünkü onu yazdığım sıralarda hayatımın en kötü dönemlerinden birini geçiriyordum ve o dünyanın tasviri bir yerden sonra cehennemden hallice oldu. Artık o kadar karamsar değilim, umuttan korkmak yerine umut etmeyi sevmeye başladım… Neyse, ne olacaksa olur artık. Bu arada bu kısmı yazarken iç sıkıntısı çekmeye başladım ama bir yere yönlendirebiliyor muyum? Hayır. Aslında şu an başka gündemlerim de var, özellikle enveriye kaması formundaki hançerin kabza ve kınıyla uğraşıyorum; yani motivasyonum yazmaktan oraya kaymış olabilir. Kayıyor çünkü; daha önce de oldu bu: Bir şeyle daha fazla uğraşmaya başladığımda diğerlerinde tıkanıyorum. Gerçi küçük, yuvarlak bir kalkan yaptığım (kalkanın süslemesini/işlemesini yaptığım diyelim) zamanlarda sıkıntı çekmediğimden odağımı bir yere kaydırdığımda diğerlerinin bloke olduğunu unutmuşum. O değil de şu serzenişin motivasyonunu hikâyeye kaydırsam hiçbir sıkıntı olmayacak, şu hale bak. Bir de gelecek ve diğer şeylerle ilgili artık kafam eskisi kadar karışık değil (üniversitede ne bölüm okuyacağıma bile son anda karar verdim, kafa karışıklığımı siz hesap edin), net adımlar atıyorum; yani… Aslında, yaptığım her şey benim için nefes almanın bir yolu; yani birine odaklandığımda diğerlerinin tıkanması aslında doğal. Bu arada, fark etmişsinizdir ama bu yazıyı daha kitap basılmadan, editördeyken yazıyorum (Bu konunun nasıl bir gelişim gösterdiğini son üç dört yazıda görebilirsiniz.). Bakalım, kitap çıkana kadar neler olacak?

Aslında tekrar düşününce, ben zaten düzensiz biriyim: Aniden aklıma bir hikâye gelir, yazıya dökerim. Bir cümle gelir, yazdığıma yediririm. Zaten öyle olmasa elimde bir kısmını imha ettiğim, bir kısmını kaybettiğim, bir kısmının da nerede olduğunu bilmediğim bir sürü sadece başlangıçları olan roman, tasarlanmış ama hikâyelendirilmemiş evrenler (yani çıplak, saf, sade halde kurguplan -"Kurguplan nedir lan?" sorusunun cevabı için Ejderin Mührü'nü -önsöz ve sonsözle beraber- okuyun.) vs. kalmazdı, tamamlanmış birkaç roman, hikâye falan olurdu. Bu arada Eiga Daisuki Pompo-san diye bir anime filminden kopya çeke çeke yazıyorum burayı*. Önce “Mutluluk yaratıcılığın düşmanıdır.” dedi, sonuç yukarıda. Sonra “aniden bir ışık canlandı” gibi bir şey dedi (ulan daha iki dakika önce izledin o kısmı?), sonuç burada. Zaten ben filmleri, dizileri, animasyonları vs. de edebiyatın kolu olarak görürüm. Benim için çizgi romanlar da edebiyat zaten (DDLC'den Natsuki ile aynı kafadayım yani.), hatta hikâyesi veya doğru düzgün kurguplanı (Hadi söyleyeyim zaten blogda daha önceden söyledim: "Lore") olan oyunlar bile (GTA, Stardew Valley, galge ve otomelerin alayı, neredeyse bütün simülasyonlar, Genshin ve avenesi, There Is No Game ve hep onunla karıştırdığım oyun…) edebiyat. Bunların hepsi bir hikâyeyi anlatmanın farklı yolları, farklı üslupları; temelde de o hikâyeye en uygun anlatım tekniği hangisiyse onun kullanılmasını gerektiriyor. Zaten o yüzden uyarlamaların tamamına yakını orijinale göre berbat oluyor çünkü o hikâye o şekilde anlatılmak için tasarlanmadı. Tabii orijinale göre berbat olması bağımsız olarak veya kendi klasmanında efsane olmasını engellemez, fantastik edebiyatın ağır topları bunun en iyi örnekleri: LOTR, Harry Potter ve iğrenç finalini saymazsak GoT. Dizi/film uyarlamaları kitaplara kıyasla iğrençtir ama kendi başlarına düşünürsek, onları uyarlama değil orijinal olarak varsayarsak efsane olduklarına itiraz edilemez zannımca.

Haaa, bekle lan, mutluluk değil ki yazamamamın sebebi (Yazamıyorsan bu paragraf ne lan?), amaçsız hissediyorum. Ahahahah… Amacıma ulaştığım için boşluğa düştüm. Tamam, şey, yaşamaya devam etmemi sağlayan şeyi elde ettim ve bu, eskisi kadar ölmek istemediğim bir döneme rast geldi. Vay arkadaş ya… Neyse, geçer herhalde. Aslında ben… Benim bir derdim vardı, evet, kendimi ve bir şeyleri anlatmak için yazıyorum ama… Artık anlatmak istediğim bir şey kalmadı ki. Eteğimdeki tüm taşları ama blogda ama Ejderin Mührü’nde ama şu an düzenlemesiyle uğraştığım romanda (kendisi de SKvKC ha, öyle bilmediğiniz etmediğiniz bir şey değil) ama bahsettiğim o yarımlarda ama başka yerde döktüm zaten. İşin iyi yanı şu ki hayat devam ediyor ve şu bahsettiğim adımlar ile daha fazla taş biriktireceğim. Eh, neyse. Aslında tekrar düşününce, ilhamımı içten alsam da bunu dökebilmek için dışsal bir kaynağa ihtiyacım var ("Fi dom Ne aux" sorunları); ne zamandır da ilhamımı katlayıp hayata geçirebilecek bir şey okumadım. İşte önce roman olduğu iddia edilse de kesinlikle olmayan Akra’da Bulunan Elyazması, şimdilerde Tarihe Yön Veren Silah: Kılıç, bir de çevrilip yayınlandıkça Re:Zero ve You-Zitsu’nun netromları (Netrom: WN); haliyle, roman okumadan roman yazamam. Bak şimdi tekrar düşündüm (bir günde üç kere de teori değiştirmezsin be adam), aslında şu an düzenlemesiyle uğraştığım (bu iş yazmaktan daha yavaş ilerliyor bu arada) SKvKC’yi bitirdiğimde de uzun süreli bir boşluğa düşmüştüm. Onun tamamlamayı başardığım ilk şey olmasından böyle olduğunu düşünmüştüm ki şimdi Ejderin Mührü isimli kitaba dönüşmüş olan Ejderha ve Mühür, o dönemde kafa dağıtmak için yazmaya başladığım bir şeydi; her yazdığımı tamamlayınca böyle olacaksa oynamıyorum ama ben, bana ne. 

Tekrar düşündüm (bu kez inşallah gerçekten son) o tamamladığım ilk şeydi, bu yayımlattığım. Haliyle, ilk bitişlerle bir sıkıntım var gibi. Aslında SKvKC’yi düzenlemeye çabalarken bir şey fark ettim: Her ne kadar bitirebildiğim ilk şey olsa da aslında fazlaca ham, kafası karışık ve neredeyse yüzeysel (yüzeysel değil, neredeyse yüzeysel) bir iş. En azından henüz düzenlemesine gelemediğim belli bir kısma kadar. Belki de nihayet bir şeyi tamamlamayı başarmış olduğumdan duygusal davranıyordum, her ne kadar SKvKC’yi “başyapıtım” olarak nitelendirsem de şimdi baktığımda Ejderin Mührü çok daha nitelikli bir eser. Belki SKvKC’yi yayımlatmam bile veya her şeyi sıfırlayıp en baştan yazarım. Karakterler bir yerden sonra derinleşiyor, evren girift (Ama Ejderin Mührü, bizim dünyamızı baz alan bir evrende geçmesine rağmen ilginç biçimde SKvKC’den çok daha özgün bir evrene sahip. Nasıl olduğunu ben de pek anlayamadım.), anlatmak istediğim şey açık ama… Aslında SKvKC, şu anki kişiliğimi oluşturan iki, belki de üç kırılma döneminden önce yazmaya başladığım ve o kırılma dönemlerinden ilkini tam onu yazarken yaşadığım bir eser; dolayısıyla kısmen toplumsal bir tarafı da var. Zaten gitgide karamsarlaşıp karanlıklaşan bir hale geliyor ilerledikçe. Bilmiyorum, şu an çok çiğ gibi geliyor. Başka biri yazmış olsaydı muhtemelen Ejderin Mührü’nün şu anki halini SKvKC’nin kesinlikle değişecek “şimdilik” son halinden daha iyi bulurdum. Belki onu yazdığım vakitler yaşadığım kötü döneme benzer ama daha oturaklı ve azıcık daha bilge bir kişiliğim varken yine kötü bir dönem geçiriyor olmam bunlara yansıyordur. Bunu yazmaktan blog yazamadım bu arada. Neyse. Bu arada gönderme açıklayıcısı bazı dipnotlar var Ejderin Mührü’nde, onlar benim marifetim değil; editör kendi kafasına göre ekledi. “Neden itiraz etmedin?” derseniz… Gerek görmedim. Bu arada SKvKC konusunda ne yapacağıma karar verdim ama söylemem (kitabın resmen çıkmasını bekledikçe ben de sağa sola sarıyorum işte). Bu arada artık “Öldükten on yıl sonra adımı kimse hatırlamayacak…” krizlerine girmiyorum çünkü neden (Bu kısmı ta o zaman yazdım bak, çıkarmıyorum ulan.)? Çünkü geride bir zamanlar var olduğumu kanıtlayan bir şey bırakmış olacağım, gerçek adımla yazmamış olsam da. Gerçi diğer krizlere (“Yapayalnız öleceğim lan…” başta olmak üzere) hâlâ giriyorum ama sayı bir azaldı, buna da şükür.

*Bu arada gidin izleyin şu filmi, mükemmel bir şey. Zaten anime filmler genel olarak B sınıfı Hollywood filmlerinden de anime dizilerden de daha iyi olur ama bu bayağı Miyazaki, Makoto Shinkai, Naoko Yamada vs. seviyesinde bir iş; hatta efsanelerin dışında, standartların içinde kalan Hollywood filmlerinin en iyilerini bile katlar (efsanelere, bir de efsane olmasa bile Hollywood klişelerinden sıyrılmış yapımlara laf söyleyemeyiz elbet). Gene’e geçen hisler doğruca bize de geçiyor, duygu aktarımı mükemmel. Tabii filmin de söylediği gibi, o duyguyu almanız için filmde kendinizi bir şekilde bağdaştırabileceğiniz birini bulmanız gerekiyor. Hele geçişler ve iç içe geçmiş sahneler… Bak bunu da yazarken kullanamazsın, bilinç akışı tekniği yakın ama o bile bu havayı ve hissi veremez; işte bunlar hep hikâyenin uygun formatta anlatılması. Uyarlama konusundan bahsediyorum.

Son Düzeltme

Bir de kitap hakkında temel bir pişmanlığım var. Ha hâlâ “Ulan keşke şu kısmı çıkarsaydım, şuraya şöyle bir şey ekleseydim…” diye düşüncelerim var -ki kitap elime geçince bizzat kitap üstüne ilgili notlar ekleyeceğim zaten. Editörle benim aramda defalarca gidip geldi kitap ama Göktürkçe bir cümle yanlış kurulmuş durumda (Ulan zaten iki tane mi üç tane mi ne Karahanlı öncesi Türkçeyle kurulmuş cümle var kitapta, nasıl biri bu kadar rahat aradan sıyrılabiliyor ya?). Kitaptaki hali şu:

“Tünkürgiŋ ud çakgıŋ erneklergi ançıp Küneş türilip ıltuzlar bulaŋıp sönmeten ud tağlar ürütilip erdeŋ çıkan kıyand kişilergi tanımazçılık ile suçlamadaŋ mir kan dökimgi önüçinde barlağaçak.”

Nasıl olması gerekiyordu? Şöyle:

“Tünkürgiŋ ud çakgıŋ erneklergi ançıp Küneş türilip ıltuzlar bulgaŋıp sönmeten ud tağlar ürütilip yérdeŋ çıkan kıyand kéşilergi tanımazçılık ile suçlamadaŋ bir kan dökimgi önüçinde barlağaçak.”

Çok da önemli ve fazla hatalar yok ama hata hatadır arkadaş. Ya nasıl kaçtı bu gözden ya? Kam Erlik'in cümlelerini bile ne biçim imli harflerle falan bezedim, buna nasıl "Doğru o yea." diye hiç bakmadım?

11 Şubat 2022 Cuma

Durum Raporu: Aksolotların Popülaritesi, DDLC, İdeolojik Binalar, Az Yazmak, Koleksiyon İşleri

Bu arada Türk akvaryum-sürüngen vs. ortamlarında aksolotlar feci derecede patladı. Hep biliniyorlardı ama böyle bir popülerlikleri yoktu eskiden. Bu arada aksolotlar çok sevdiğim ama sırf götüm yemediğinden bakmaya yeltenmediğim, proje kurmadığım, "Nereden buluruz la?" diye aramadığım az sayıda su canlısından biridir ki denizanaları için proje hazırlamış insanım. Yapayalnız olmanın böyle iyi yanları da var, çok vaktin oluyor. İkinci sırayı diskus çekiyor bu arada "götüm yemediğinden bakmaya kalkışmadığım" akvaryum canlıları listesinde (ama şöyle ara verdiğim bir dönem olmasaydı muhtemelen şu an bir diskus-melek karma tankım vardı), üçüncü de Sulawesi karidesi (ters ozmosla uğraşacak imkanım olsa Selawesi karidesiyle uğraşmayıp deniz akvaryumu kurarım, içine de deve karides [Rhynchocinetes durbanensis] koyarım). Aksolotllar acayip şeker oluyor, gerçi ben her türden semenderi eskiden beri pek severim ama aksolotlar hep "nimf" formunda kalıyorlar ya, çok hoş oluyor (ha metamorfoz geçiren de var ama hem estetik hem kendi sağlığı açısından geçirmeseler daha iyi, aksolotlun olayı hep nimf kalmak zaten). Bu arada aksolotl beslemeye hiç yemiyor şu an zira uzun süredir uzağım akvaryumdur makvaryumdur işlerinden (malum nerede kalacağım, ne kadar kalacağım falan belirsiz), değil aksolotlu şu aşamada doğru düzgün kiraz karides bile bakamayacağımı düşünüyorum. Tekrar başlayınca lepistesten melekten falan başlayacağım. Japonlar da güzel ama hep aklımda her tarafından bitki fışkıran, ormandan hallice bir akvaryum var -eskiden de vardı şimdi de var, sırf bitkili, hiç hayvan olmayan akvaryum da kurabilirim ki bir fanus kurdum öyle- ama Japonbalığıdır, sazandır, koidir onlara öyle bir akvaryum hazırlamak pek de mümkün değil. Hoş ben aktif olarak akvaryumla ilgilenirken aksolotl bulmak zaten zordu, anca şansa bala veya özel olarak arayıp getirtirsen. İstanbul'da bile kırmızı karınlı dışında semender, Afrika pençelisi dışında kurbağa bulmak pek mümkün değildi. Gerçi ben aktif olarak hobiyle ilgilendiğim sıralarda şimdilerde neredeyse standart olan siyah kuhlilerden bile anca normal, çizgililerin arasına karışmışsa bulabiliyordun. Lan yeşil zebra bile yoktu memlekette, sarı renkli zebra x benekli melezi danio (tabii ki araya karışmış) satan adamın "Zebranın yeşili olmaz." dediğini bilirim. Standart tül kuyruk dışında beta yoktu neredeyse, şimdi splendes haricindeki beta türleri bile bulunabiliyor. Araya karışıp gelmiş bir B. imbelis beslemiştim gerçi yeni yeni farklı betaların bulunabilmeye başladığı dönemde. Dişi B. splendens de olabilir ama dişi olmak için fazla parlak ve renkliydi; o yüzden imbelis olduğunu varsayıyorum. Yalnız hazır bu kadar şey demişken, bu ekonomide (Aq bir de akvaryum, sürüngen vs. işlerinde neredeyse her halt ithal; yerli olan az sayıdaki ürün de ya DIY [e o zaman kendim yaparım] ya çöp. İşin kötüsü ne pahalı ne -nispeten- ucuz onu da ayırt edemiyorum artık.) nasıl yeniden başlayacağım belli değil. Domates 30 lirayken hobi mobi işlerine nasıl para yetiştireceğim? Böyle yalnız kalırsam kendim yemeyip balığa bitkiye de yedirebilirim gerçi parayı, yaparım çünkü öyle şeyler.

Youtube'da anlamsız şekilde DDLC videoları çıkmaya başladı karşıma. Ben de dedim "Lan bunun Plus'ı çıktıydı, bir bakayım..." diye ama Türkçe yama yok. Resmî çevirmenlerle ve firmayla ilgili bir sıkıntı falan varmış. Hazır yeri gelmişken, Türk anime camiası hiçbir şeyden çekmedi resmî çevirmenlerden çektiği kadar. Arkadaş zaten ranobeleri hiç çevirmiyorsunuz, manga olarak da beş altı tane seri çeviriyorsunuz (Hayır, Madoka ve Punpun'u öne sürerek kurtulamazsınız. Ayrıca Madoka ve Punpun neden ranobe çevirmemekte ısrar ettiğinizi açıklamıyor.) onların da alayı onuncu, on beşinci ciltte kalmış. Bir Death Note ile Ansatsu tam benim bildiğim. E tamam onlar bitmiş seriler, Naruto da bitmiş seri? O niye 20. mi ne öyle saçma bir ciltte takılı kaldı o zaman? Bu arada ranobeleri İngilizce olarak okuyabilirim, furiganaları tam olarak bulsam -galiba onun için direkt ciltli olarak almaktan başka çarem yok- Japonca da okurum ama hiç beynimi yoramam yabancı dildeki bir kitabı anlamaya çalışmakla. Ben şu sikik hayattan kaçmak için okuyorum ne okuyorsam, beynimi kullanmak istesem İngilizce makale okurum, niye eğlenmek için okuduğum şeyi anlamaya çalışmakla kafamı yorayım? Fansubların gözünü seveyim ya. Param olsa sırf bunlara inat mangaları internetten okur, Japonya'dan Japonca olarak kutulu cilt (koleksiyon stayla) getirtirim. Oyun kısmına dönersek: DDLC dediğin yamasız çekilmez arkadaş, İngilizce olarak Plus'ı oynayacağıma gider beşinci kez orijinal oyunu oynarım. Hem bedava. Bu arada anime kültürü Death Note'tan ibaret birinin DDLC oynamasını izlemek azıcık eziyet oluyormuş, onu fark ettim. Standart SoL harem sahneleri ve replikleri -ve tabii bunlara yapılan göndermeler- hakkında "Böyle bir şey mi demişti şimdi?" diye her seferinde konuşma kaydına bakmak falan... Hele Natsuki'nin konusuna hiç girmiyorum. "Lan Allah aşkına biri şuna iki üç tane tsundere içeren SoL izletsin..." diyesim geliyor. Ha Türk anime camiası içinde de var "Tsundere istemezük!" tipleri ama tsunderenin ne olduğunu bildikleri için istemiyorlar, farklı yorumlayıp değil. Bu arada başkarakter (DDLC'nin başkarakterini diyorum) de biraz gıcıkmış. "Benim artık SoL'lar ilgimi çekmiyor..." falan. Anime tarzı SoL'dan "shounen"e, "seinen"e kayan insan olmaz arkadaşım; ya tam tersi olur ya da kişi aynı zevkte kalır. Ha SoL sevmediği halde ısrarla SoL izleyip sonra altına "Hani aksiyon?" yazan tipler gibi bir karakterse bilemeyeceğim. Aksiyon tagı olmayan animeden neden aksiyon istiyorsunuz aq, manyak mısınız? Kebapçıya gidip "Bana suşi getir!" diyor musunuz siz? Aynı şey. Neyse, sinirlendim yine. Bu arada ileride ne olacağını bilerek DDLC izlemek de ayrı bir kanser, karakterlerin gelmişi geçmişi (öhöm...) gözümün önünden geçtiği için ana odaklanamıyorum. Oysa aynısı yine beş altı kez bitirdiğim Papers Please! videolarını izlerken olmuyor. Ya da DDLC'yi anime kültürüne hâkim birinden izlesem daha iyi olacak, o da olabilir bak. Komik gerçi, DDLC gibi bir oyunun videosunu izlerken bu kadar eğlenebileceğimi hiç bilmiyordum. Oyunu bilen veya anime kültürüne az da olsa hâkim birinden izlesem bu kadar eğlenmezdim muhtemelen. Biraz da gülerken ileride yaşanacaklar aklıma geldiğinde bir donakalıyorum zaten. Hazır anime demişken, Shikimori-san'ın animesi çıkacakmış lan... Mangasının Türkçe çevirisi (resmî hiç yok, fansub da işte) yine ebesinin şeyinde kalmış bir romantik komedi.

Binalar ve ideoloji hakkında düşünüyordum biraz. Böyle deyince de neyden bahsettiğim hakkında bir halt anlaşılmadı. Basitçe şunu düşünüyordum: "Bir binayı değiştirmek (kullanım amacını değiştirmek, yıkmak ve hatta yeniden inşa etmek) ideolojik bir olaydır." Bunu Roma'nın Hristiyanlaşma sürecinde her Pagan tapınağı kalıntısının üstüne bir kilise inşa etmesinden (Türkiye'den meşhur örnekler: Donuktaş Mabedi, Ayasofya. Bir diğer örnek: İskandinavya'daki kilise yakan "gerçek" Satanist grupların temel argümanı o kiliselerin Paganların kutsal kabul ettikleri yere inşa edilmiş olması.) veya Osmanlı'nın her fethettiği yerde en az bir kiliseyi (genelde en büyük ve en gösterişli olanı ki bu durum başlı başına konunun ideolojik olduğunu açık eder) camiye çevirmesinden (En meşhur örnek tabii ki Ayasofya.) görebilirsiniz. Ayasofya ve Osmanlı saraylarının müzeye çevrilmesi de benzer saiklere dayanır (Dini İslam olan bir sultanlıktan laik bir cumhuriyete geçişin temsili), Ayasofya ve şimdi adını hatırlamadığım, gelişimi yine kilise-cami-müze şeklinde ilerlemiş bir diğer yerin yeniden camiye çevrilmesi de. Bir tek Timur'un Yezid'in mezarını yıktırmasından çok emin değilim, tamamen gerçekten kafası attığı için o anda da karar vermiş olabilir ona (Yavuz Sultan Selim, Cengiz Han ve Emir Timur'un böyle bir özellikleri var: Kafaları attığı için o anda tamamen içten gelen hisle bir şeyler yapabiliyorlar.). Mesela yıkılmış gitmiş bir binayı tekrar inşa etmek veya uzun süredir orada olan bir yapıyı yıkmak da temelde aynı işleve hizmet eder: "Artık bizim zamanımız." Enver Hoca'nın Arnavutluk'taki (Bu ülkenin adı beni hep şaşırtıyor. Kuş mu lan bunlar? Niye Arnavutistan, Arnavutiye falan değil de Arnavutluk?) bütün Osmanlı camilerini ve Roma kiliselerini yıktırması da kendisinin anıt mezarının şu an spor salonu gibi garip bir yer olması da aynı saiklere dayalıdır. Yine Roma'nın Pagan olup Kudüs'ü elinde tuttuğu dönemde Süleyman Mabedi'ni (başka bir yer de olabilir, net hatırlamıyorum) Jüpiter (Yunan karşılığı Zeus) tapınağına çevirip içine Jupiter heykeli koydurması da ideolojiktir. Sadece binalar için değil şehirler ve şehir isimleri için bile böyle bu. Mesela Stalingard, Leningard gibi şehirler ve o şehirlerin ilintili dönem biter bitmez adının değiştirilmesi. Astana'nın (Almatı mıydı lan yoksa? Astana'ymış.) adının Nursultan olarak değiştirilmesi de. İsrail'in başkentini Tel Aviv'den Kudüs'e çevirmesi de ideolojiktir mesela. Gerçi İsrail'e sorsan "İdeoloji değil tarih." der ama konuyu tarih bağlamında ele alacaksak Türkiye Cumhuriyeti'nin Avrasya'nın yarısından fazlasında hak iddia etmesi gerekiyor, Selçuklu'dan daha geriye gitmezsen bile bir şey değişmiyor hem de; dolayısıyla ideolojik.

O değil de iyi ki popüler biri değilim ha. Gerçi şimdi anlatacağım durumun sebebi tam olarak o da olabilir. Nedir? Şudur: Stardew'de herkesle 8 kalp yapınca bir götüm başım ayrı oynamaya başladı. "Ayh herkes bana hasta..." triplerine girdim, böyle bir yavşaklaştım. Ne olacak sonum belli değil. Hazır yeri gelmişken şunu da belirteyim, Abby en iyi kız (Erkeklerden de en iyisi Sebo ama konumuz o değil şimdi. Evlenilemeyen karakterleri de dahil edersek Linus'u tek geçmemin de konuyla ilgisi yok. Onları dahil etsek de en iyi kız Abby olarak kalıyor bu arada.), ha ben kendi oyunumda Leah ile evliyim ama olaylar öyle geliştiği için bu. Abby'ye yanlışlıkla nefret ettiği bir hediye verip tamamen doğal şekillerde Leah ile yakınlaştığımdan yani. Kendiliğinden gelişen ilişki en iyisidir, sikmişim taktiği maktiği. Galiba o yüzden sevgilim yok lan zaten, neyse. Leah de 2. en iyi kız zaten.

Bu arada böyle az yazmamın üç sebebi var. Birincisi konu kalmadı (Bunu daha önce kaç kere dedim lan acaba? Bunu deyince konu ortaya çıkıyor kendiliğinden. Hayatla tuhaf bir kavgam var, sırf beni göt etmek için elinden geleni yapıyor sağ olsun.), ikincisi şu an çok garip bir durumdayım. Bir yandan olumlu gelişmeler oluyor bir yandan "Ne zaman yoluna girecek benim hayatım ulan?" diye ağlıyorum falan... Çok saçma, garip bir arada kalmışlık ve kafası karışmışlık dönemindeyim yani. Üçüncüsü ikinciyle ilişkili, gelecek hakkında "Ne bok yiyeceğim lan ben?" geçmiş hakkında da "Kafamı si..." düşünceleri peşimi bırakmıyor. Bir yandan "Ulan şu işler hallolunca (yaklaşık yarım yıl sürecek işlerim var hâlâ) öleyim de kurtulayım..." bir yandan da "Ulan şu hayatım bir yoluna girse de istediklerimin bir kısmını yapabilsem..." düşünceleri var. Arada kafayı kırıp isekailanmak istediğim ya da Tanrı'ya sipariş verdiğim de oluyor ama onlar pek uzun sürmeyen, gün içinde kısa süre geçen dönemler. Ailemin yanına geldim bu arada, İznik'te kalsam bu dönem hakkında daha mı kötü olurdu daha iyi mi ona pek karar veremedim. Kafamı kesmiştim belki İznik'te olsam. Belki de daha düzgün bir fikir ve çıkış yolu bulmuştum.

Bu arada koleksiyon işlerine bayağı ara verdim. Figür migür işine hiç başlamadım zaten*, deniz kabukları az, bıçak... Bende kaç bıçak var lan? Bir kendi dövdüğüm Enveriye kaması, bir kamp bıçağı, bir mutfak bıçağı, bir de henüz kardeşimle paylaşmadığım (bir ara "Bu benim-bu senin" olayına girişeceğim ama daha vakti var), Çanakkale hatırası, demirden, saçma (Konuya bıçakçı gözünden bakınca saçma. Yoksa fikirdir, estetiktir, üstündeki mesajdır falan güzel ama onu bir "süs" veya "manevi obje" değil bir "hançer" olarak değerlendirirsen saçma.) bir hançer... Başka yok galiba? Neyse. Bol bol ok var (bkz. aşağıdaki yıldız). Bir de birkaç tane antika falan, iki yay, bir adet de kılıç. Neden ara verdim? Gelirim yok. Bakın "Param yok." demiyorum, gelirim yok diyorum (Şu "Ne bok yiyeceğim lan ben?" konusu işte. Hayır zaten gelirim yok, ekonomi de malum... Ne halt yiyeceğim acaba hakikatten?). Gelirim olsa kendimden kısıp koleksiyona yatırabilirim gayet. Benim var çünkü öyle huylarım, karnım açken gidip ahşap oyma seti almak falan... Yaparım yani. Yalnız olmanın bazı iyi noktalarından bir diğeri de bu (Ha "Niye yalnızım ulan ben? Sikeyim böyle hayatı!" hissi bütün olumlu noktalarını köprüden aşağı atıyor, o ayrı.) işte, paran sadece senin olunca saçma sapan şeylere harcayabiliyorsun. Evli olsam eşimden belli bir bütçe isteyip gerisini ona bırakırdım muhtemelen. Onu da yine koleksiyona, akvaryuma, teraryuma** falan gömerdim aq. İflah olmam ben. Ha bu evin ihtiyaçlarıyla ilgilenmeyeceğim anlamına gelmiyor, kişisel kullanımım için bir bütçe diyorum. Zaten para hesabım falan da hiç olmadığı için ikimiz için de en iyisi öylesi olur.

*Anime figürü hastasıyım ama çok pahalı. Ben de parayı anime figürü yerine ok, yay, yemek ve bilgisayar oyununa gömmeyi tercih ediyorum çünkü daha aktif bir ilişkim var onlarla. Ulan çıktı alınıp ahşap üstüne yapıştırılmış figürler bile ateş pahası olmuş, bırak doğru düzgün figürü... Hayır bir 3D yazıcı alıp kendi figürümü kendim yapmak gibi işlere girmek gibi cins cins fikirlerim de oluşmuyor değil arada. Uzun vadede daha ucuza geliyor ama işçilik ve üşenme payını dahil ettiğimde vazgeçiyorum.

**Elraenn'in (Karınca Çiftliğim ya da Tuğkan Abi demekten daha kolay böylesi. Ha Karınca Çiftliğim veya Tuğkan Abi demek de bu açıklamayı yazmaktan daha kolay ama konumuz bu değil.) son zamanlarda taktığı biyonik (Biyonik miydi lan? "Biyo-"lu bir şey ama...) teraryumlar, teraryum konusunda net en sevdiğim fikir. Ben "doğaya özdeş akvaryum", "her tarafından bitki fışkıran akvaryum", "tam biyotop" vs. geleneğinden bir akvarist olduğumdan ve teraryum işlerine de akvaryum üzerinden sıçradığımdan (Türkiye'dekilerin çoğu öyle zaten ama tam tersi durumda olanlar da var. Bonsainin [bonzai değil bonsai] de akvaryum-teraryum işleriyle çok ilginç, böyle benzer bir bağı var Türkiye'de.) teraryum işinde de öyle "Bakımı kolay olsun diye altına peçete serelim." fikrinden ziyade "Bu hayvan doğada kumda yaşıyorsa altına kum koyalım arkadaşım." fikri hâkim oluyor. Zaten diskus beslemeye kalkmama sebeplerimden biri de bu: Diskusçular çoğunlukla bakımı kolay olsun (diskus bu, boru değil) diye akvaryuma zorunlu ekipmanlar (işte filtre, ısıtıcı vs.) ve yumurta hunisi dışında bir şey koymuyor. Ben diskus akvaryumu kursam gider bu hayvan doğada nasıl bir ortamda yaşıyor (gerçi zaten az çok biliyorum) iyice araştırıp ona göre kütüklü, bitkili bir akvaryum kurarım (Karma tanka diskus koymam ama diskus akvaryumuna onunla aynı coğrafyada yaşayan bazı ek türler -tetra metra işte- koyabilirim bu arada.).