Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

25 Ekim 2021 Pazartesi

Durum Raporu: Yasalar vs. Dolandırıcılık, Yaşamak Sinirlendirir ve Anime (Nasıl Başlık Lan Bu?)

Türkiye dolandırıcı kaynıyor, peki bu niye böyle, hiç düşündünüz mü? Tabii birçok sebebi var ama burada muhtemelen aklınızın ucundan bile geçmeyen bir sebepten bahsedeceğim: Yasalar! Evet, Türkiye'de kanunlar dolandırıcılığı teşvik ediyor. Nasıl mı? Şöyle: Ciddi yapmayı düşünmediğim veya ciddi yapmayı düşünsem de sadece ardıl bir seçenek olarak tuttuğum işlerin bile yasal koşullarını vs. araştırırım. Sonuç, istisnasız her seferinde, şu çıkar: Bu işi kanunlara uyarak yapmaya kalkarsan batarsın. Bazı şeyleri de hiç yapamazsın. Mesela ormanlarla ilgili kanunlar, "Kamp alanı olarak ayrılmış olanlar haricinde ormanda kalmak yasak" der; ama yasada kamp alanı diye bir kavram yoktur! Türkiye'de, resmî olarak bir "kamp alanı" açmak imkansızdır çünkü yasada bu tür bir kavrama, ruhsata vs. yer verilmemiştir! Sonuç da resmiyette ya restoran ya da pansiyon olan saçma sapan, gereksiz, günübirlik "camping"ler olur. Türkiye'de bir işten para kazanabilmeniz için ya sağlam bir sermayenizin ya da size destek çıkacak, işinizi "biraz kolaylaştıracak" tanıdıklarınız olması veya işe hile hurda karıştırmanız gerekir. Devlet güya gençlere iş kurması için teşvik verir. Nasıl mı? "Sen hazırla mekanı, masrafı çıkar, bir kısmını öderiz; o da hoşumuza giderse." şeklinde. Ulan, param olsa neden senden isteyeyim? Kendi paramla yaparım zaten! Sonra, siz kendi arazinize çeşit çeşit ağaçlar ekip hoş bir yer, kendinize ait ve büyük oranda turist vs. çekebilecek bir koru oluşturamazsınız. Neden? Çünkü orman koruma kanunları uyarınca "burası artık orman" deyip devlet el koyar, sonra orası "bir şekilde" yanıp "orman vasfını kaybeder" (Ulan ben yaptım orayı, orman vasfı yoktu zaten!), sonra da üstüne otel dikilir. Bu işin ikinci bir boyutu var: Güya ağacı, ormanı korumak için var olan bu yasa fidan katliamına sebep olur. Neden mi? Çünkü çiftçi "aman devlet el koymasın" diye tarlasındaki, arazisindeki önüne gelen her fidanı söküp atar da ondan! Ulan, hani ormanı korumak içindi bu kanun? Orman oluşmasına engel oluyorsunuz, nasıl olacak hacı öyle? Evcil hayvanlarla falan ilgili yasalar hele en beteri, kanun "Gelincik besliyorsan buna çip taktır." der ama her an polis evinizi basıp gelinciğe el koyabilir. Neden? Çünkü gelincikler kanunda "av ve yaban hayvanı" kapsamındadır ve hayvanat bahçesi lisansı gibi şeyleriniz yoksa tutamazsınız da ondan! Varsa bile CITES gibi bir ton şeyle uğraşmanız gerekir ki teoride mantıklıdır çünkü CITES o hayvanın doğadan yakalanıp kaçak olarak getirilmediğini, ev/çiftlik ortamında üretilip (veya doğadan toplansa da bunun yasal ve popülasyona vs. dikkat edilerek, yani sürdürülebilir bir biçimde yapılıp) yasal olarak elde edildiğini gösterir. Pratikteyse şu olur: Bu belgeyi vermesi gereken uluslararası otoriteler "Yalnız bu hayvan tamamen evcil üretim, doğada böyle bir gelincik yok (Van kedisinin doğada olmamasıyla aynı şey işte, tür değil ırk/"morph" farkından kaynaklanıyor), o yüzden CITES veremiyoruz biz buna." der.

Şu geçen yazıda sinirlendim ya hani? Heh, orada şöyle bir şey var: Yaşamak insanı sinirlendiren bir şey. Neden? Çünkü doğamıza uygun değil. İnsan dediğin şey özünde besin zincirinin tepesindeki vahşi bir sürü hayvanıdır. Dünyada timsahı (yetişkin timsahı diyorum, yoksa yavru timsah yeterince büyük ve vahşi/dayanıklı balıklardan bile dayak yiyor) avlayıp yiyen sadece iki tür var, biri jaguar, öbürü insan (he otçul he, yarrağımı otçul). Bir de suaygırları güreşip yenebiliyor timsahları ama avlayıp yemek gibi bir durumları yok, sadece mekan kavgasında falan oluyor bunlar. İnsan denen varlık jaguarı da avlayıp kıyafet yapıyor ama. Ha bak mekan kavgası demişken, insan aynı zamanda bölgeci bir yaratıktır. Zaten tam olarak bundan dolayı şehirler, ülkeler kurmuştur; "burası benim bölgem, yaklaşırsan sikerim (her iki anlamda da)". Bu nedenle de zaman zaman hayvanlığını dışarı vurma ihtiyacı hisseder. Tabii Arınma Gecesi'ne bağlayalım, Sosyal Darwinizm içinde debelenelim vs. demiyorum ama insan dediğin varlığın zaman zaman modernite tarafından kısıtlanmış bu vahşiliğini dışarı vurması gerekiyor (moderniteyi de sikeyim ayrıca) ve bunun için elimizde çok güçlü bir koz var: İnsanlık olarak, soyut şeylere değer vermek insanı insan yapan şeydir, yani bir şeyleri kırıp parçalamak yerine sövmek her türlü işimize geliyor. Sövmenin kesmediği zamanlarda da millete kafa göz dalabildiğiniz bilgisayar oyunları (Örn. GTA. Gerçi insan hayvanlığını dışarı vurmaya niyetli olduğunda Minecraft'ı bile kullanabiliyor bu iş için, aman Aile Bakanlığı duymasın askjasd.), bir şeylere vurup hıncınızı çıkarabileceğiniz sporlar (Beyzbol, futbol, okçuluk... Dövüş sanatlarında öyle şeyler yaparsanız komple camiadan diskalifiye edilirsiniz, o yüzden onları saymıyorum ama kılıç mılıç içerenlerde talim kuklasından hıncınızı alabilirsiniz tabii.), hatta izleyip içinizin soğuyabileceği diziler/filmler gibi pek çok seçenek icat ettik. Bu arada yazının başından beri hayvanlık, hayvanlık diyorum da hakaret anlamında değil azıcık beyninizi kullanmaya zahmet ederseniz fark edebileceğiniz gibi.

Ousama Ranking acayip bir anime. Bir yandan huzur verip bir yandan kanser ediyor. Bu arada etik anlayışınızı sikeyim ey kale halkı, düzgünce saldırılardan kaçınan adam korkakça dövüşüyor, bir krala uygun şekilde savaşmıyor ama yerdeki adamı sopayla (talim kılıcı da değil amk, bildiğin sopa) pataklamaya devam eden cesurca dövüşüyor, he mi? Ellerinde gerçek kılıç olsa o Daida denen şerefsiz ölmüştü, nasıl olacak o iş? Taishou Otome Otogibanasha (Doğru mu yazdım lan acaba son kelimeyi?) güzel gibi, Fruits Basket'i andırıyor biraz (birkaç başka seriyi daha andırıyor ama hiçbiri aklımda değil). Andırmak derken "Yapıldı ulan bu." ya da "Ya bu karakter Kyou değil mi?" anlamında değil, verdiği his açısından benzer. Ana karakterin kız kardeşine sinir mi oldum yoksa o karakteri sevdim mi emin olamadım, karışık duygular içindeyim o karaktere karşı. Karakteri çok rahat anlayabiliyorum ama işimi karıştıran şeylerden biri de bu zaten. Bu arada kimse beni Tamako'nun (bu bahsettiğim karakter) "brocon" olmadığına inandıramaz, %1500 "brocon" (Bkz. Senku matematiği. Senku da Dr. Stone'un başkarakteri.) bu kız. Zaten "ending"de biri diğer ana karakter olan başkarakterimizin nişanlısı, biri Tamako olmak üzere dört kız görüyoruz (Diğer ikisi daha çıkmadı. Ulan üçüncü bölüm daha, bir dur.) yani muhtemelen bu seri hareme bağlayacak (bağlamamasını tercih ederdim ama neyse). Suikastçı isekai (adı Sekai Saikou no Ansatsusha diye başlıyormuş, şimdi baktım) bildiğin Mushoku Tensei zaten, ulan tıpatıp aynısı ya, tek fark bunda adamı "hadi bakem" diye öylece değil de belli bir görevle gönderiyorlar. Amk eğitim bölümleri bile neredeyse aynı, ikisinin de acayip genç ama dâhi hocası (Roxy vs. adını unuttuğum kız; fark ettiğiniz gibi Roxy'nin tarafını tutuyorum) var, ikisi de bahçenin içinden geçiyor büyü yapayım derken. Ayrıca her iki hoca da başkarakterin haremine dahil. Ulan ikisinde de haremde üç kız var, bari onu değiştirseydiniz. İsekai hastası olarak izlememem düşünülemez elbet. "Okoshiyasu, Chitose-chan" zaten kısacık süreli, izleyip pamuk gibi olma serisi, buna hiç yorumum yok. Bu arada geçen bir şey gördüm, bak anime zevkimdeki değişimi birebir anlatıyor: "14 yaşında ben: Aksiyonlu animeler yaşasın! 19 yaşında ben: adjjasd moeden daha iyi hiçbir şey yok." Gerçekten de yok bu arada, zaten moe seriler ağırlıklı olarak yaşını başını almış yalnız erkeklere yöneliktir. İzleyici kitlesi de genel olarak böyle, hem dünyada hem Türkiye'de hem Japonya'da bu serilerin izleyicisi çoğunlukla üniversite veya daha ileri yaşlardaki yalnız ve depresif erkeklerdir (Hani o animelerdeki "klişe otaku" tiplemesi var ya, işte tam olarak o; zaten bu tiplemenin asla "shounen" tişörtü giydiğini görmezsiniz, üstünde hep moe karakterler vardır. Çoğu figürandır ama daha net ve daha az karikatürize bir tane için Grand Blue'nun Kouhei'ine bakabilirsiniz.), Kaguya-sama'nın, Blood Lad'ın, Himouto! Umaru-chan'ın, Non Non Biyori'nin, Working'in, D-Frag'ın, A-Channel'in, Alice or Alice'in, Amaama to Inazuma'nın, Kiniro Mosaic'in, Houkagou Teibou Nisshi'nin, Yuru Camp'ın, Lucky Star'ın falan "seinen" olma sebebi de tam olarak budur zaten. Bu arada buradan Türk anime izleyicisinin ne kadar mal ve ergen olduğunu anlayabilirsiniz zira bu seriler son derece az bilinir (AOT'un kaderini yaşamalarındansa böylesi daha iyi gerçi), çevirileri yarım kalır vs (bazısı, örn. Lucky Star, nispeten popüler, kabul)... Bu tür serileri çizen mangakaların bile çoğu erkek aq. Animede erkek karakter yok ama çizeri erkek çünkü neden? Çünkü "Gerçek kızlar yüz vermiyorsa ben de kendime 'waifu' çizerim." tavrı. Platinum End hakkında geçen ne demiştim çok net hatırlamıyorum ama 3. bölümle birlikte şu karara vardım: "Darwin's Game ulan bu." Sadece konu benzerliği açısından değil, tavır da öyle. Yeniler abarttıkça abartır, hatta efsane ilan eden olur, biz tecrübeliler bıyık altından gülüp öylece izleriz ve bittikten sonra da kimse konuşmaz, hatırlamaz, efsane diyenler bile ortalıktan çekilir. Çünkü neden? Çünkü Mirai Nikki bugün hâlâ hatırlanır ve efsanedir ama bunu büyük oranda ilk olmasına borçludur, kime sorsanız ağır söver ama her yeni hayatta kalmalı toplu katliamlı seriye de Mirai Nikki çakması olarak bakar. Ayrıca başkarakter mal, Yukki (Mirai Nikki'nin başkarakteri) bile bu öküzden iyiydi. Gerçekçi değil bir kere, intihar edecekken kurtardığın birine öyle güçler verirsen sapıtır. Bütün haksızlık hissini dünyadan çıkarmaya çalışır, haliyle ortaya Metropoliman ve adını unuttuğum zampara gibi tipler çıkar. Onlar gayet gerçekçi karakterler mesela, kadınlar tarafından makbul bulunmayan otuz yaşında adama herkesi sana aşık ettirecek bir ok verirsen o oku anası bacısı üzerinde bile kullanır (Ana bacı yapma lan!). Adaletin sağlanamadığına inanan birine herkesi izsiz öldürebilecek bir ok verirsen o da kendince suçlu kabul ettiği herkesin içinden geçer. Bizim başkarakter intihardan döndü, hâlâ diyor ki "Sıradan bir hayat yaşayacağım, okula gideceğim." Lan eben! Kanadın var amk, vizyonsuzluk yapma da git dünyayı gez; hadi erkeklik yapıyorsun "Ben sevdiğim kız üzerinde kırmızı ok kullanmam aga!" diyorsun, amenna, saygı duyarım ama ananı babanı kardeşini öldüren herife (bak, adaletin sağlanamadığına inanma da yok burada, bariz şekilde suç işleyip keyfine bakmaya devam etme var; hatta bir de devletten ödenek almak için seni yanına alıp özgüvenin de özsaygının da içinden geçmiş herif) beyaz okla dalmak yerine diyorsun ki "Git teslim ol." E ama ben senin olmayan gururunu sikeyim emi (Nasıl yazılıyor bu? "E mi" diye mi yoksa böyle mi?), ne ulan bu? Normalde o halanla eniştenin içinden geçmen gerekiyor senin? Ulan içgüdüsel bir tavır bu, insan dediğin varlığın şu an sokaklarda birbirine sopayla dalmıyor olmasının tek sebebi bunu yıllar yıllar önce fark eden insanların devlet, emniyet gücü, ordu, mahkeme, yasa gibi kavramları icat etmiş olması zaten. O şekilde şeyleri verirsen insana küçük de olsa hile yapar, insan böyle bir varlıktır. Daha ayrıntılı bilgi için bir üst paragrafa bakılabilir.

20 Ekim 2021 Çarşamba

Durum Raporu: Squid Game (Hiç Geri Kalır mıyım? Evet), Ekonomiden Anlamadığımı Söylemeyi Bırakıyorum, Samsung'u Telefon Markası Sanan Tiplere Laflar

Squid Game'i anca izledim. Neden anca izledim? Çünkü her yerde dönen yapımlara, hele bir de dramsa, kılım. "Moda dediğin insan çobanıdır" ve "Dram izlemek istesem akşam haberlerini izlerim" şeklindeki güzide düşüncelerimin birleşiminin sonucu bu. Her neyse, burada konudan, övgüden, sövgüden, mantık hatasından, senaryo matematiğinden, iyisinden kötüsünden vs. bahsetmeyeceğim, neredeyse siyasi mitinglerde bile anlatacaklar, Squid Game yorumlayacaklar zira; sadece diziyi sevdim, akıyor yani, üç günde bitirdim (ki üç bölümlük nice şeyi beş günde bitirmişliğim var), onu diyeceğim ama ben asıl başka bir şey diyeceğim: Birden fazla kişiden abartılı Kore (daha doğrusu Uzakdoğu) oyunculuğuna, bağırtıya ve Uzakdoğu sinema/TV klişelerine dair eleştiriler gördüm ama benim gözüme pek batmadı. Bakın "yoktu" demiyorum, "gözüme batmadı" diyorum ki bunun sebebi muhtemelen zamanında Kore dizisi izlemiş (Yeri gelmişken K-drama'dan da nefret ederim, bizim TV dramlarından beterler.) biri olup aynı zamanda uzun süredir anime izliyor olmam, haliyle alışkınım, bağışıklığım var. Bir de Korece fonetiği sevmeyenlere tavsiyem, sadece üç bölüm donghua (Çin animesi) izlemeleri, Çinceyi gördükten sonra tekrar düşünün. Ha herkes her dilin fonetiğini sevmek zorunda değil elbet ama objektif olarak baktığımızda Çince seslendirme (seslendirme derken dublaj anlamında değil, yani sadece o anlamda değil), Korece seslendirmeye rahmet okutup hele Japonca seslendirmeyi kuş cıvıltısı gibi görmenizi sağlıyor. İşin ilginç yanı, ben Çincenin ses yapısını Koreceye kıyasla da Japoncaya kıyasla da daha çok severim. Bu arada bana gidip Translate'e elle "sae-byeok" yazdıran senariste ve çevirmene de laflar hazırladım. Allahtan "hangeul" okuyup yazabiliyorum da sorun olmadı, bir de nasıl yazıldığını aramakla uğraşacak ya da Latin'den çevirmesini bekleyecektim yoksa. Senariste neden laflar hazırladım? Çünkü hatuna "güzel isim" deyip duruyorlar, lan anlamı ne anlamı? "Güzel isim, sana uyuyor, uymuyor" yorumları için anlamını bilmemiz gerekiyor. Hadi senarist Koreli, haliyle Korece yazdı senaryoyu, çeviriyi düşünmek gibi bir zorunluluğu da yükümlülüğü de yok... Sana ne oluyor lan altyazı çevirmeni, sana? Yanına parantez içinde Türkçesini yazsana şu ismin? Buradan amme hizmeti veriyorum. Korece yazılışı şu: 새벽, anlamı da "şafak" ("bilemedin başak"). Kang Sae-byeok halinde de (Bu arada dizide adını hatırlayabildiğim üç-dört kişiden biri bu karakter, acayip güzel olmasıyla da hiçbir ilgisi yok çünkü adını hatırlayabildiğim diğer karakterler erkek. Gerçi üç tane mi kadın karakterin adını söylüyorlardı zaten, gerisi figüran. Korece isimler akılda kalmıyor ki arkadaş, Çince isimler bile daha akılda kalıcı ya; Japonca isimler zaten direkt beyne işliyor nasıl oluyorsa. Bak üstte dedim Kore dizisi izlediğim [Aslında sürüklendiğim, kuzenlerim izliyordu, ben de arada bir baktım; sıkı takipçi olmadım hiç. Zaten genel anlamda dizi de sevmem.] bir dönem oldu, aklımda kalan herhangi bir isim var mı? Var, Jang-geum ["Cangım", "Canggum" falan desem belki daha çok canlanır bilenlerin aklında]; hem K-drama hem "hanguk aeni" [Kore animesi, gerçi direkt Kore animasyonu diye çevrilse daha doğru olacak.] versiyonunu izlediğim için o da.) "Nehir şafağı" demek (O da "강 새벽" diye yazılıyor). Ha bir de Kang Sae-byeok (şu Çinlilerle Korelilerin tam isim söyleme tribine de ayrı hastayım ha, gerçi soyadı azlığından kaynaklanıyor genel olarak) demişken, misket oyununda diğer kızı (adını da numarasını da hatırlamıyorum, evet; bu da Sae-byeok'un adını hatırlamama dair söylediklerimin başlıca kanıtı) duvara dayadığında bir öpüşme sahnesi bekledim. Ama böyle bir sahneyi sapık olduğumdan beklemedim (gerçi sapıklık değilse de saplığın ufak [ufak mı?] bir etkisi olabilir), -her ne kadar senaryo orijinalde Netflix'e satılmak için yazılmış olmasa da- bu bir Netflix dizisi olduğu için bekledim.

Artık "ekonomiden anlamıyorum" dememeye karar verdim. Neden? "Sanki dolarla maaş alıyorsun" veya "Ekmeği dolarla mı alıyoruz?" diyen tiplerin yanında ekonomi profesörü gibi kalıyorum da ondan amk! Ulan dolarla maaş alsam dolar her arttığında zil takıp oynarım. Ayrıca evet, maaşı da ekmeği de dolarla alıyoruz. Neden? Çünkü dolara endeksli ekonomi, çünkü süper güç Amerika! Hayır en olası rakiplerine bakıyorum da belki de Amerikalıları öpüp başımıza koymamız lazım, Çinliler alayımızı kazığa oturtabilir çünkü; Ruslara hele hiç girmiyorum. Türk de dolarla alıyor İngiliz de dolarla alıyor Japon da dolarla alıyor Papua Yeni Gineli de dolarla alıyor, inanır mısın, uluslararası takasa konu olan diğer para birimi Euro'nun geçtiği ülkelerde bile dolarla alıyorlar maaşı da ekmeği de. Neden? Çünkü Euro da dolara endeksli amk! Sinirlendirdiniz insanı gece gece (An itibariyle saat 03.21). Ulan ayrıca bir kere de "Neden ben adını kültürünün özü hayvancılık olan bir halktan almış, hâlâ yaşayanlar da dahil tarihinde var olmuş hemen hemen bütün toplumların hayvancılıkla fazlaca uğraştığı ("Hayvancılıkla fazlaca uğraşmayan halk mı var?" Evet, mesela Hintler ile Çinliler; hayvansal gıdalarının da kökeni büyük oranda avcılıktı ki günümüzde bile bu mutfaklar et yönünden zayıftır.) bir ülkede kırmızı eti lüks olarak sınıflamak zorunda kalıyorum ben aq?" veya "Bu şeylere sucuk, sosis demek zamanında eti daha uzun süre saklamak ve daha kolay taşımak için göçebelerin icat ettiği orijinal sosis çeşitlerine (sucuk da kendi içinde çeşitlere ayrılsa da teknik olarak o da sosisin bir türü) hakaret değil mi?" diye sorun, ne ekmekmiş be. O kadar karbonhidrata abanınca beyin fazla çalışamıyor tabii. "E o Samsung telefonları*, Xiaomi robot süpürgeleri vs. yapan Uzakdoğulular sabah akşam pilav yiyor ama?" örneği gelmeden -çünkü ben de yaptım bu hayvanlığı, yine olsa yine yaparım- söyleyeyim: Çinlinin, Korelinin, Japon'un yediği pirinç bizdekiler gibi değil, fazlaca protein içeriyor çünkü biz Ortadoğu mutfağına uygun Mısır, Yemen, olmadı İran menşeli pirinçlerden kendi pirinçlerimizi üretmişken onlar Çinhindi bölgesinin kendi mutfaklarına uygun pirinçlerinden kendi pirinç çeşitlerini ürettiler. Buna ne diyoruz? Yapay seçilim.

*O değil de Türkiye'de Samsung'u telefon markası sanan büyük bir kitle var. G. Kore ordusuna tank üretiyor lan bu firma? Böyle sananların çoğu da Apple fan ha, amk telefon köleleri. Özgürlüğümü kısıtlayan her türlü şeye kılım arkadaş, IOS'a da kılım AKTS'ye de kılım kıyafet koduna ("dress code") da kılım. Kafama göre değişiklik yapamayacaksam, firmanın dayattığına mahkumsam sikerler öyle telefonu da işletim sistemini de performansı da. Bir şeyi muhtemelen yapmayacak olsam bile yapabileceğimi bilmek kadar beni rahat hissettiren bir şey yok. Mesela TV kırk yılda bir izlerim ama evde olması lazım, istediğim zaman açabileceğimi bilmeliyim; varsın hiç açmayayım. Yani benim derdim bunun bir zorunluluk olmasıyla, örneğin günümüzde bilgisayarlar genelde Windows yüklü geliyorlar ama "Windows'u kaldırıp Linux yükleyemezsin" demediği için bu bir dayatma veya zorunluluk olmuyor, sadece tembellik hakkı oluyor. Ayrıca sen, malzeme kalitesi gibi laflar eden insan, sana diyorum: Apple'dan Xiaomi'ye kadar bütün markaların telefon ekranlarını Samsung üretiyor, malzeme kalitesi mi dediydin? E ekran aynı, nasıl birinin kalitesi diğerinden kötü oluyor? Ha Samsung'a da Apple'a özenip telefon kablosunu özelleştirmek, çentiği kaldırmak gibi saçma sapan işlere giriştiğinden ayrı gıcığım, o ayrı. Ayrıca siktiğimin Amerikalılarının ürününü kullanmaktansa Korelilerin ürününü kullanırım, sikeyim Batı'yı da kültürünü de teknolojisini de. Uzakdoğu teknolojisi, Türkeli (ilçe olan değil, Vikipedi'deki Türkistan maddesinin Coğrafi Konum başlığının Batı Türkistan alt başlığının üçüncü paragrafını okuyarak bile yeterli malumata sahip olabilirsiniz) kültürü neyimize yetmiyorsa aq. Oh be, rahatladım. Ne biçim dolmuşum. Kaç yazıdır "kültür kültürdür", "zamanın şartları", "işe sosyoloji açısından bakmak (sosyolog sanki tipini siktiğim, niye bilimsel bakış açısı işlerine girdiyse artık)" gibi şeylere kastığımdan biraz sinir yaptı da.

10 Ekim 2021 Pazar

Aslında Durum Raporu Olacaktı ama Anime Kısmı Hayvan Gibi Uzayıp Bir de Tek Bir Ek Saçmalıktan Bahsettiğimden... Öyle İşte

Platinum End güzel başladı. Mirai Nikki veya daha çok Darwin's Game gibi, bu tür seriler güzel oluyor zaten. Akıyorlar yani. O değil de Nasse bir acayip ama Eva'da da olan bir şey var burada: Günümüzde insanlık, "melek" kavramını "sonsuz merhametli, iyicil vs." şeklinde tanımlıyor ama din kaynaklarında melekler pek de öyle şeyler değiller. Tevrat, insanların günah işlemesini arzulayan bir melekten bahseder. İncil'e göre Kovulmuş Şeytan, bir şeytan değil melektir. Kuran'da "Bunlar size mi tapıyordu?" denen meleklerin "Biz onlara öyle bir şey söylemedik." diyeceği anlatılır. Hem Eva'da hem Platinum End'de ise "melek" kavramı gerçekten İbrahimî dinlerdekine benzer şekilde kullanılmış: İnsanları umursamaz ve sadece emirleri uygular. Kyuuketsuki Sugu Shinu çok güzel başladı lan. Zaten sevdiğim bir konsepttir "Geçmişin güçlü, yüce yaratığını madara etme" serileri. Saihate no Paladin de yine arada bir çıkan türde serilerden, hafif "shounen"imsi macera... Bunlar önceki bahsettiğim Gibiate vs. serilerin aksine çok kanser etmeden gidiyorlar, hani tamam yine yoklukta gider ama varlıkta da çekiliyor en azından, öbürküler varlıkta hiç çekilmiyor lan. Bu arada yine sadece konuyu okuyarak yaptım yorumu, al sana "veteran weeb" işte, böyle böyle oluyor bu işler. Bir yerde "Sikerim animesini de şeyini de"ye bağlıyorsun, Face anime gruplarında çok gördüm ben böyle anime izlemeyi bırakmış "veteran weeb"ler. Bu arada "isekai'imsi" diye tanımlayacaktım ama zaten isekaimış lan, izlenir duruyor. Tsuki to Laika to Nosferatu'ya "Yaaa bırrrrrak allasen" demek istiyorum. Dedim. Arnack'mış, Zenistra'ymış geçece'n o işleri, ABD ile Rusya ulan işte basbayağı! Yalnız ilk sahnede Lev ile Irina'nın Ay'a baktığı sahneden itibaren "Tamam, 'ship'ledim gitti" demiştim, ilk tanıştıkları kısımdan beri de başkarakterin vampir ablamıza aşık olacağına emin olmuştum (Gerçi vampir ablamız da aşık olunmayacak gibi değil, o da ayrı bir konu. Bu arada ablamız falan diyorum ama hatunun yaşı benden küçük. 23 yaşındayım lan ben.) ama daha ilk bölümden buna dair etki görmeyi beklemiyordum. Güzel gibi duruyor, saçma sapan işleri girmeyip de vampir ablamızla kozmonot abimiz (ne anlatıyorum lan ben?) arasındaki ilişkiye odaklanırlarsa iyi bir seri olur bu. Ha ikisinden birinin ölümüyle biterse seri ağır söverim ama bazen bazı hikayeler için karakterlerin ölmesi gerekir, mesela Clannad (After Story). Shinka no Mi de örümcekli isekai gibi, şimdilik güzel duruyor. Pembe maymunu görünce örümcekli isekai gibi değil tanrıçanın şerefsizlik yaptığı isekai gibi olduğuna karar verdim ve evet, iki serinin de adını hatırlamıyorum. İkincisi Tsuki ni Michiru mu öyle bir şeydi. Her halükârda güzel duruyor, bir an Arifureta'ya bağlamasından korktum ama olmadı şükür. O pembe gorilin baştaki kızıl kız olmama ihtimali zaten yok, kaç tane isekai izlemiş adamım ama "opening"de de açıkça gösterdiler bunu. "Opening" ve "ending"den görülen bir şey daha var: Bir tane kara kedimiz olacak (E, isekai bu, harem olması değil olmaması haber değeri taşıyor artık), bir de mavi saçlı bir kız vardı, muhtemelen balık falan o da. Ulan bu sezon da amma acayip, Senpai ga Uzai Kouhai no Hanashi de yine çok sevdiğim ama zaten aylık olan manga iyice çevrilmemeye başlanınca okumayı bıraktığım bir seriydi; bunun da animesi gelmiş. Çok acayip şeyler oluyor lan. Lan acaba harbiden ölümüm yakın da Yüce Mevla'm "Yaşarken gün yüzü görmedi, bari ölmeden önce azıcık mutlu olsun yavrucak." diye yağdırdıkça yağdırıyor mu ne oluyor?

Materyal tercihlerimin bir acayip olduğunu fark ettim. Tabii şimdi damdan düşer gibi böyle bir cümle kurup bir de tam ne diyeceğimi bilemeyip "medya", "içerik" ve "materyal" arasında kalınca anlaşılmadı pek. Açıklayamıyorum da arkadaş, neyse; anlatırken "materyal"den kastımı anlayacaksınız zaten: Kitapta fantastiği tek geçerim, dizide komedi, filmde korku, hele Cem Yılmaz'ın ta 99'da dalga geçtiği "teen slasher"lara hastayım (9 yaşında korku filmi izleyen bir malsanız büyüyünce benim gibi olursunuz. Buradan herkese tavsiye: Ergenlik öncesi korku filmi izlemeyin, izletmeyin. Ergenliğin ne zaman başladığına da kendiniz karar verin, her şeyi benden beklemeyin.), animede isekai (ama gereksiz gereksiz dramlara girmeyen isekai, böyle komedi ağırlıklı, harem olabilir olmayabilir fark etmez, %99'unda var zaten), müzikte depresif. Evet, fellik fellik kaçıyorum dram temalı yapımlardan ama şarkıya gelince depresif, düşük modlu şeyleri tercih ediyorum acayip bir şekilde. Mangada romantizm, bu da acayip. Romantizm animesi sevmem, dizi-film eh işte, eli yüzü düzgün bir romantik komediyse belki, kitapta... Hiç aşk romanı okudum mu lan ben? Okumadım galiba. Neyse. Ama yazarların da suçu bu, konuda aşk oldu mu dramı da dayıyorlar, ben ne yapayım? "Yeni medya" da net saçmalama komedisi bu arada. Youtube olsun, Twitch olsun, ki Youtube'a düşenler dışında izlemem, böyle de saçma sapan bir ilişkim var Twitch'le. Hep küçük yaşta korku filmi izlemenin zararları bunlar işte...

9 Ekim 2021 Cumartesi

Durum Raporu: Tarih, Anime, Din Sembollerinin Din Sembolü Olmaması Hk. ve Aziz Sancar vs. Aşı Karşıtı

Tarih çok acayip bir şey aslında baktığın zaman. Neden? Çünkü 100 yıl önce ne olduğunu bile bilmiyoruz. Sadece varsayımlardan, anlatıla anlatıla destana dönmüş, abartmayı ve gerçeği ayrıştırmamızın çok da mümkün olmadığı (Materyalist vs. iseniz direkt doğaüstü kısmı atarsınız, "modern bilim" de doğası gereği materyalist olduğundan "dinler tarihi" konusu dışında böyle yapar. Dinler tarihi konusunda niye yapmaz veya yapamaz? Çünkü dinler tarihinin kaynakları ya o dinin mensupları ya o dinin retçileri ya da o dinin mensuplarıyla iyi kötü etkileşimde bulunanlar tarafından yazılmıştır. "Sosyal bilimler" zaten, doğa bilimlerinin aksine, doğaları gereği tamamen tarafsız olamazlar [Psikoloji bile yanlıdır, düşünün gerisini. "Psikoloji nasıl yanlı ya?" diyorsanız da Rosenhan deneyini araştırın.], en yansızı dilbilim ve dilbilimle ilişkili olanlar ama onda bile hangi dil ailesi gerçekten var, hangisi alakalı ama tam aynı dil ailesinde değil vs. bir ton sıkıntı çıkıyor ve insanlar yanlı tavır alıyorlar bu yüzden. Dinler tarihi konusuna dönersek: Din ve mitolojiyle ilgili olanlar, mesela teoloji, bunlar arasında en yanlı olanlardır, bu da dediğim gibi biraz da zorunluluktandır.) anlatılardan ve büyük ihtimalle tamamı yanlı olan kayıtlardan ibaret. "Şu dönemde şöyle oldu." Nereden biliyoruz? "Bu yazmış." E iyi de bu yazar arkadaş belki o halka düşmandı veya tam tersi, sırf kendi halkını övmek için uydurdukça uydurdu? Modern çağda kameralar, ses kayıtları vs. var ama görüntü/ses üzerinde oynayabilecek teknolojimiz de var. Dahası günlük hayatın tamamı kaydedilmediğinden yakın tarihi bile bizzat yaşamamışsak bilemiyoruz. Antik Mısır'da veya Colomb öncesi Amerika imparatorluklarında bugünkünden çok daha bilimsel, çok daha teknolojik bir ortam olmadığını varsayıyoruz ama bu da sadece varsayım. Biraz üzerine düşününce "tarih", paranoyakça bir yaklaşımı hak eden, son derece ürkütücü bir kavram. Örneğin "Voynich Elyazmaları" denen şeyin oldukça erken bir trollük denemesi mi yoksa o civarda yaşayan ama büyük krallıklar vs. kurmadıklarından bilmediğimiz önemsiz bir halkın gerçekten kullandığı dilinde bir kitap mı olduğunu bilmiyoruz. Korkunç değil mi bu? Yani 13. yy.da eğer biri "Bu böyle yapınca o da ağzını burnunu kırdı." yazarsa bunu herife gıcıklığından mı yazdığını, şahit mi olduğunu yoksa duyduğunu mu bilemeyiz; bilgileri çarpıtmadığını da bilemeyiz. Tarihte sadece şu şekilde bir şeylerden emin olabiliriz: Eğer uzun süre savaşmış, birbirine karşı düşmanlık besleyen iki ya da daha fazla halk aynı olay, kişi veya yer üzerine benzer şeyler yazmışsa buradan hepsinde ortak olanları alıp doğru kabul edebiliriz... O zaman da karşımıza psikoloji denen güzide bilimimizin insanlığa hediye ettiği bir, hatta iki kavram çıkıyor: İlki "toplumsal histeri", ikinci de "mandela etkisi". Hadi bakalım. Yazan herifin manyak olup kafasına göre yazmadığından, çekenin psikopat olup kendi amaçları doğrultusunda veya sırf zevk için görüntüleri kurgulamadığından nasıl emin olacağız? "Peki buluntular?" Tamam... "Burada kilise var, o zaman Hristiyan nüfus vardı." Dediğim gibi varsayım. O yerin kilise olup olmadığı bile eğer hâlâ aktif olarak kullanılmıyorsa belirsiz ("Duvarda haç var, o zaman kilise." ile yürümez bu işler ama tarih söz konusu olunca zorunluluk gereği öyle yürüyor.), öyleyse bile sonradan çevrilip çevrilmediği belirsiz. Bütün bu dediklerimin sağlamasını Türk ve Türkiye tarihinden şöyle örneklerle yapabiliriz: Türk-Anadolu tarihinin en tartışmalı figürleri kimlerdir? Mesela II. Abdülhamit var, sonra Çerkez Ethem, Enver Paşa... Peki bu üç kişinin ortak özelliği nedir? Şudur: Her ikisi de "kamera" ve "ses kaydı" denen güzide teknolojilerimizin hayatımızın bugünkü gibi içinde olmadığı halde icat edilmiş olduğu, kayıtların eskisine göre daha çok ve nispeten tarafsız tutulduğu zamanlarda yaşadılar. Baktığımızda asıl tartışmalı figürlerin çok daha eski Alparslan, Orhan Bey gibi kişiler olması gerekir ama tam aksine, bu figürler neredeyse hiç tartışmalı değildir. Mesela Evliya Çelebi Seyahatnamesi günümüz tarihçileri tarafından hemen hemen hiç ciddiye alınmayan bir kaynaktır. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi anlatılan bazı şeylerin dönemin diğer kaynaklarında da kendisine referans verilmeyen herhangi bir sonraki kaynakta da geçmemesi, ikincisi de kendisinin ağır keş olup pek ayık kafayla gezmediğinin bilinmesi. O yüzden günümüz tarihçileri çoğunlukla Evliya Çelebi Seyahatnamesi'ne "Kafayı çekip çekip yazmış yine aq." biçiminde bakar ve pek çok tarihçi, işbu sebeplerden Hezarfen Çelebi diye birinin hiç var olmadığını varsayar ama dediğim gibi bütün bunlar varsayımdır, belki de Seyahatname'nin içeriği tamamen doğruydu, bugünden sadece varsayabiliyor ve karşılaştırma yapabiliyoruz.

Takt Op. Destiny, Takt Op. Destiny... Bak daha ilk bölümü izlemedim, sadece konusunu okudum, bana yetti. Arada bir çıkıyor böyle animeler. Nasıl animeler? Şöyle: Mükemmel işlenebilecek bir konuyu yarı ciddi yarı çerezlik bir şey yapmaya çalışırken onu da beceremeyip çarçur ederek ortaya yarak gibi bir iş koyacaklar kesin. Bu sezonun Gibiate'i de bu demek ki (aklımda iki örnek daha var ama isimlerini hatırlamıyorum, birinin ismini aramama rağmen bulamadım öbürünün ismini hangi anahtar kelimelerle aramam gerektiğinden bile emin değilim), yoklukta gider. Hayır aslında böyle kasmayıp direkt çerezlik seri yapsalar ortaya eli yüzü düzgün bir iş çıkacak ama ciddiyet, gizem vs. katma sevdasından sıçıp batırıyorlar artık nasıl beceriyorlarsa. Bak bütün bu yorumları sadece konuyu okuyarak yaptım, düşünün. İlk bölümün ilk 2 dakikasını izledim, bana yetti; hiç çekemeyeceğim şu an bu seriyi. Komedi vs. serisi olsa çekerim. Neden? Çünkü yeterince sorunum var zaten, bir de bununla uğraşamayacağım. Yataktan zar zor kalktım sabah, bir de kafası karışık bir seriyle uğraşamam. Şu sıralarda öncelikli gündemim gelecek hakkında "Ne bok yiyeceğim lan ben?" diye düşünüp geçmişim hakkında "Kafamı s..." diye hayıflanmak. "Sekai Saikou no Ansatsusha, Isekai Kizoku ni Tensei suru" gereksiz dramlara girmezse (bkz. Arifureta, bkz. Tate no Yuusha) zaten izleyeceğim bir seriydi (Neden? İsekai iyidir çünkü; bu boktan dünyayı unutmaya yardımcı olur.) ama ilk bölüm bayağı güzeldi bakalım, ne zamandır bu kadar gaza getiren bir ilk bölüm izlememiştim, hele bir de isekai bu, isekaiların neredeyse hiçbirinin ilk bölümü gaza getirici, anlaşılır vs. olmaz. Komi-san'ın animesine karşı ağır önyargılıydım. Neden? Horimiya'nın başına gelenleri yedi cihan bildiğinden. Ama animasyonlar, seslendirmeler falan harbi efsane lan. Tadano'nun sesi hele "Tadano" diye bağırıyor direkt.

Bak yukarıda dinler tarihi falan demişken, oldukça ilginç bir konu var: Bugün belirli dinlerle özdeşleştirilen çoğu sembolün aslında o dinle hiçbir ilgisi yok ve o dinden daha eski. Örneğin bugün herkesin gördüğü anda Yahudi'yi yapıştırdığı ve Davut yıldızı da denen altı köşeli yıldız. Mesela Musevilik sembolü olarak ancak haç yaygınlaşınca onun yerine kullanım için bir sembol olarak kullanılmaya başlandı. Erken Ortaçağ'da adı Davut (David) olan Hristiyanların mezarlarına adını yazmak yerine altı köşeli yıldız kazınıyordu. Yahudi kültüründe önceden beri vardı ama başka bir sürü kültürde de vardı. Mesela hem Selçuklu hem Osmanlı altı köşeli yıldızı kullanırken hiç çekinmemiştir. Sonra haç var mesela; Hristiyanlığın erken dönemlerinde haç sembolü kullanılmıyordu, balık sembolü kullanılıyordu. Zaten Hz. İsa'nın (ya da yerine geçen kişinin, artık gerçek her neyse) gerildiği çarmıh büyük ihtimalle haç gibi değil de T biçimindeydi. İşin ilginç yanı haç zaten bilinmeyen, kullanılmayan bir sembol de değildi. Bugün Britanya Hristiyanlığı ve Anglikan Kilisesi ile özdeşleşmiş Kelt haçı var mesela, Keltlerin Pagan olduğu dönemde güneş sembolü olarak kullanılıyordu. Sonra Antik Mısırlıların bilmeyenlerin devamlı haçla karıştırdığı "ankh" diye bir sembolü var yaşamı, ölümü, ölümsüzlüğü ve döngüyü sembolize eden. Bu arada Oğuz boylarından Eymür boyunun Kaşgarlı tamgası da fazlasıyla ankha benzer ki Türk-Anadolu kilim motiflerinde başta svastika olmak üzere çeşitli haçlara denk gelinebiliyor zaten. Haç demişken bir de ters haç var, günümüzde Amerika'da, Avrupa'da bile Satanizm simgesi olarak görülen. Halbuki ters haç İsa sevgisini ifade eder. Nasıl mı? Aziz Petrus, Romalılar tarafından yakalanıp çarmıh cezası verilince "Ben İsa ile aynı şekilde çarmıha gerilmeye layık değilim, baş aşağı gerin beni." diyor ve bu isteğini yerine getiriyorlar: Böylece asıl adı Petrus haçı olan ters haç ortaya çıkıyor. Sonra mesela hilal var, dünyanın çoğunda İslami bir sembol olarak görülüyor. Oysaki İslam'da hilal sembolünü ilk kullananlar Eyyübiler, onlar da dinî olarak değil hanedanın/devletin sembolü olarak kullanıyorlar. Zaten İslam'da Ay kültü de yoktur, Türkler tarafından sokulmuştur tıpkı 3-7-40 kültü (Aslında bu daha erken dönemlerde 3-9-40 kültüydü, sonra Batı Türkleri muhtemelen Avrupa etkileşimleri vs. ile 7'ye çevirdiler. 52 kültü ne eski Türklerde ne de Türklerin etkileşim kurduğu herhangi bir halkta var ama hem İslam öncesi Türklerde hem Avrupa halklarının çoğunda bulunan, Hz. İsa ve 12 havarisi ile de Hristiyanlık sonrasında daha da önemli hale gelmiş 12 kültüyle ilişkili olabilir: 40+12=52.) ve ölü mevlidi (yuğ, az önce o yüzden 52'den bahsettim) gibi. "Peki Hicri takvim?" Arapların İslam öncesinde de kullandığı bir takvimdi, sadece miladı değiştirildi. Mesela "haram aylar" kavramı Cahiliye Dönemi'ne aittir ve İslam'ın yasaklamayıp tam aksine devamını emrettiği az sayıda İslam öncesi Arap âdetinden biridir. Sonra bugün Taoizm ile özdeşleştirilen yin-yang vardır ki yin-yang karşıtlık ilkesinin sembolü olduğu için neredeyse bütün Asya inançlarında kullanılabilen bir semboldür. Yerel Orta Asya inançları, yerel Hint dinleri, Taoizm dışındaki yerel Çin dinleri ve yerel Kore dinlerinde de kullanılıyor. Mesela Japonya'ya bu sembol Budizm tarafından taşınıyor ama millete sorsan Taoizm'in simgesi. Bu arada bütün bunlar dediğim gibi varsayımlardan ve taraflı olma ihtimalleri tarafsız olma ihtimallerinden katbekat yüksek olan kayıtlardan, bir de bulunan ve bulunamayan şeylerden (mesela ilk Hristiyanlara ait eserlerde, eşyalarda haç sembolü olmadığından haç kullanmadıklarını varsayıyoruz) oluşan genel kabuller. Tarih harbi çok acayip bir şey ve ziyadesiyle de korkutucu.

Bak şimdi, Aziz Sancar'ın korona aşısıyla ilgili bir "tweet"ine biri "Biri Aziz Hoca'ya gerçekleri anlatsın, bu mRNA gen terapisi" yazmış aksjaldsç. "Mayoz bölünme nedir?" diye sorsak cevap veremeyecek tipler koskoca profesöre "Bir halt bilmiyor bu." diye yaklaşıp mRNA, gen gibi laflar ediyorlar ya, en çok da ona bitiyorum ha. Ayrıca gen terapisi ne lan, hücrelerimizin psikolojik sorunlarını mı çözüyorlar? Öyleyse iyi bir şey değil mi bu? Bir de "Şunlar şu tarihte ölecek" diye listeler yazanlar var, hepsini ezberledim, o tarihlerde ölmezsem harbi çıngar çıkarırım, bilesiniz. Bir de zihnin internete bağlanması mı ne öyle bir şeyden bahsediyor, kurduğu cümle tam bu değil de bu anlama geldiğini kendisi anladı mı orası da meçhul zaten. Lan bu kötü bir şey değil ki? Dünya harıl harıl bunu yapmanın yollarını arıyor amk, bulsalar davul zurnayla duyururlar; bir nevi ölümsüzlük bu. Şahsen sanal ortama aktarmak isterim kendimi, kendi evrenini kurabilirsin lan, düşünsene. Mis. İstediğin gibi, al sana ütopya! Al sana tam dalış teknolojisi (buradan zamanının SAO çevirmenlerine bir teşekkür daha)! Paraya, zamana takılmadan dünyayı gez, dil öğrenme zorunluluğu kalksın vs... Şu an bütün insanlığı sanal bir evrene geçirecek (ha şu an yaşadığımız evrenin öyle olmadığını nereden biliyoruz, o da ayrı bir konu) teknoloji olsa hiç beklemezler, hatta önce zenginlere öncelik verip paralarını alırlar! "Devrimsel teknoloji" diye 7/24 yayın yaparlar! Hayır bu yarrak gibi dünyanın nesini bu kadar seviyorsunuz da kendinizi bu kadar önemsiyorsunuz onu hiç anlayamadım zaten. Ulan şu koca evrende %99 ihtimalle geride hiçbir halt bırakamayacak, dolayısıyla da öldükten birkaç nesil sonra adımızın bile hatırlanmayacağı gereksiz tipleriz biz insanların çoğu. "İnsanı evrenin merkezine koymak" böyle bir şey değil hacı, onu diyeyim de.

5 Ekim 2021 Salı

Durum Raporu: Çağımızın Vebası Korona, Anime (Evet, Yine), Elma Vişne Suyu, Kafam Kadar Tesbihböceği (Bu Arada Bu Yazı Yazıldığı Gibi Servis Edilmiştir, Kontrol Etmedim Yani "Ne Yazdım Lan Ben?" Diye)

 Yıllar yılı her sike çağımızın vebası, çağımızın vebası deyip durdunuz, aha gördük çağımızın vebasını. Al, korona geldi çağın vebası diye diye.

Blue Period çok güzel başladı lan. Gerçi küçüklüğünde bayağı çizmiş, büyüdükçe yazmaya kaymış, arada bir tekrar çizim yapmak isteyip "Bu ne amk, bir halta benzemedi bu?" diyerek bırakan biri olarak ben animeyle ekstra bağ kurmuş olabilirim ama her türlü kolay bağ kurulabilecek bir anime ve ana karakter. Geçim derdi, istediğin, yapabileceğin ve yapman gereken şey arasındaki uçurum falan... Fairy Ranmaru'nun ilk bölümü insanda "Ne izledim lan ben?" hissiyatı uyandırıyor. Sonlara doğru da "Ne bu, ters 'mahou shoujo' mu? 'Mahou sounen'?" sahnesi olarak tanımlanması gereken bir şey var. On yasak, peri, bir şeyler... Hayır hani merak içeren bir "Ne izledim lan ben?" hissi de değil ki Sonny Boy, Monogatari serisi veya Higurashi gibi; dümdüz "Hayatımdan çaldığın süreyi geri ver lan!" hissiyle birleşmiş bir tane. Mieruko-chan, Grand Blue'dan hallice bir çeviri takvimi olduğundan mangasını sevmeme rağmen yarım bıraktığım bir seriydi. Yalnız stüdyo "Ooooh, taş gibi hatunu bulduk, biz aklını alırız bunla otaku, NEET, weeb vs. taifesinin." diye Miko'ya fanserviste yüklendikçe yüklenmiş; her üç sahneden birinde başkarakterin ya bacağını ya götünü görüyoruz koca ekranda sadece. Mangada fanservis yok muydu? Vardı ama böyle her fırsatta değildi, gerçi yanlış hatırlıyor da olabilirim. Mushoku Tensei'in ikinci sezonu gsadashjsda. Ulan Rudy, aradan bir sezon geçti, belli ki az da olsa zaman atlaması da var ama itliğinden, sapıklığından hiçbir şey kaybetmemişsin reis; saygılar abi. Yalnız adını unuttuğum (ulan bölümü iki dakika önce izledin) Superd, "Burada yüzülmez, çok canavar var." deyince Rudy'nin "Tüh ya, Eris'i çıplak göremeyeceğim." üzüntüsünü ta içimden hissettim jaajskd. Çizerlerle seslendirmen sahneyi çekmemiş, adeta yaşamış.

Burada yeni evin hemen dibinde A101 var, A101'in soğuk çayı iğrenç olduğu için biraz uzaktaki (Biraz uzak dediğim de A101'in arka sokağında ha. Temel kural: Her şey birbirine yakınsa aynı zamanda her şey birbirine uzaktır.) Bim'e gitmem gerektiğinden hayıflanıyordum ama Torku'nun soğuk çayı varmış A101'de, hem Teatone'dan daha güzel hem iki katı falan gramaja (Litrelaj? Ayrı bir tanımı var mı lan bunun? Ünide [bitirdiğim ünide, böyle de karışıyor; bir şey bulmam lazım] miktardan bahsediyorsak direkt gramaj derdik ama...) sahip. Bir de "elma vişne suyu" diye bir meyve suyu vardı Cappy'nin, gittim aldım. Neden? Bende yiyecek içecek deneme hastalığı var, daha önce tatmadığım bir ürün görürsem dayanamıyorum. Hayır "mesleki deformasyon" diyeceğim ama lisedeyken de vardı. Neyse, yalnız çok saçma bir içecek. Son yuduma kadar dümdüz vişne suyu, son yudum da dümdüz elma suyu. Nasıl oluyor lan o? Bardağın boyu da sonucu değiştirmiyor ha. Normalde vişne daha baskın bir tat olduğundan ağızda onun kalması lazım ama içerken yokmuş gibi davranan elma suyu son yudumda topyekun ilerleyip ağızda elma suyu tadı bırakıyor.

Yine teknolojik sorunlar peşimi bırakmıyor ama konu o değil. Şu: Geçen bir tane tesbihböceği gördüm, kafam kadar. Üç gündür "Kafam kadar tesbihböceği mi olur aq?" diye dolanıyorum evin içinde. Hayır ben büyük tesbihböceği türleri olduğunu zaten biliyordum bir de. Bilimsel olarak hepsi "Isopoda"ya (Lat. İzopodlar, daha bir Türkçe haliyle eşbacaklılar) bağlı olan bu hayvanata Türkçede karada yaşıyorsa "tesbihböceği" denirken suda yaşıyorsa pek bir şey denmiyor, zaten Türkçede suda, özellikle de denizde yaşayan hayvanları isimlendirme gereği pek duyulmamış, "karagöz" gibi birkaç istisna dışında alayı yabancı dillerden (bilhassa Rumcadan) gelme. Neyse, bu suda yaşayan izopodlara bazen "balık kenesi" deniyor ama hem bütün sucul izopodlar parazit değil hem de balık kenesi aslında bambaşka bir şeyin ismi. Bir de amfibik olanları var -ki Gökçeada'da denk gelene dek Türkiye denizlerinde amfibi tesbihböceği olduğundan habersizdim- onlara Türkçe kaynaklarda genelde direkt "izopod" deniyor, zaman zaman suculların "izopod", karada yaşayanların "tesbihböceği" olarak tanımlandığı da oluyor. Bunca şeyi neden anlattım? Çünkü bilinen en büyük kabuklu türlerinden biri bir tesbihböceği, daha doğrusu izopod ve ben bunu gayet iyi biliyorum da ondan: Bathynomus giganteus. İşte kafam kadar tesbihböceği türleri olduğundan zaten haberim vardı ama bilmek ve şahit olmak bambaşka şeylermiş gerçekten. Hatta önce hayvan oğlu hayvanı hamamböceği sanıp kafasına tekmeyi geçirdim de (hamamböcekleri siktirsin gitsin arkadaşım, bunlar bir sinekler iki; tahammül edemediğim tek varlıklar, insanlardan bile beterler) sonra "Lan antenleri, kabuğu bir tuhaftı, tesbihböceği miydi yoksa o?" diye düşündüm. Sonra it oğlu ite tekrar denk geldim (Bu yazı yazılırken hiçbir tesbihböceğine zarar verilmemiştir. "Tekme dediydin?" Onda ne biçim kabuk var senin haberin var mı, bir de yumuşak zemindeydi; hissetmemiştir bile.), bu kez daha dikkatli inceledim (hamamböceğini siksen dikkatli incelemem, yazıyı yazarken bile huylandım), hakikatten tesbihböceğiymiş. Hani biliyordum zaten bu kadar büyük türler olduğunu, daha da büyükleri de olduğunu ama hâlâ "Öyle tesbihböceği mi olur lan?" haletiruhiyesindeyim (TDK'nin tire düşmanlığından saçma sapan, durduk yere birleştirdiği kelimeler vol. bilmem kaç. Tesbihböceğini, el alemi ayrı yaz diyor ama aynı TDK.).

1 Ekim 2021 Cuma

"Gençler İş Beğenmiyor" İddiası Üzerine

Bak görüyorum, hâlâ sağda solda "Gençler iş beğenmiyor." muhabbeti yapılıyor. Beğenmez tabii! Neden beğenmez? İşsiz yeni mezun olarak (gerçi benim durumum biraz daha farklı şu an, ikinci üniversiteye falan girdim, saçma sapan şeyler peşindeyim ama olsun) anlatayım: Sen her yere mantar gibi üniversite açıp üniversite eğitimini hem kalite hem zorunluluk açısından liseye çekersen ne olur? Evet, ne olur? O kişiye iş beğendiremezsin. Neden beğendiremezsin? Çünkü dört yıl mühendislik okumuş kişi dünyanın başka hiçbir yerinde garsonluk yapmaz da ondan! "E, 'Türkiye bir mühendis kaybetti ABD bir garson kazandı.' paylaşımları ne o zaman?" Şu: Avrupa veya Amerika, Türkiye'de üniversite okuyan birini -şu AB denklik sikine rağmen- üniversite okumuş kabul etmiyor, "Gel burada oku, Türkiye'de üniversite mi var?" diye yaklaşıyor olaya. Bir tek Boğaziçi, ODTÜ gibi Cumhuriyet'in ilk veya Osmanlı'nın son yıllarından kalmış baba üniversiteler üniversite olarak kabul ediliyor Batı tarafından, "burada üniversite yokmuş" motivasyonuyla kurulup hiç kasılmadan olduğu şehrin adı verilmiş üniversitede okuyup da "Ben üni mezunuyum" deyince siktiri çekiyorlar. Garsonluğu küçümsemiyorum bu arada; gastronomi okumuş adamım, "hizmet sektörü" içinde hele bir de insanlarla muhatap olduğunuz işler (garsonluk, kasiyerlik vs.) dışarıdan göründüğünden çok daha zordur ama burada mesele işin zorluğu veya kolaylığı değil -ki dünyanın hemen hemen her tarafında dört yıllık üniversite mezuniyeti gerektirip garsonluktan katbekat kolay olan bir ton iş var- mesele o işi yapmak için okul okumaya ihtiyaç duyulup duyulmaması ve garsonluk kesinlikle okul okumaya ihtiyaç duyulmayan bir iş. Klasik kebapçı, kafe vs. garsonluğunu kastediyorum tabii; işin içine beş yıldızlı oteldir, moleküler mutfaktır (gerçi burada servisi direkt şef yapıyor genelde), baristalıktır (Starbucks falan değil de çekirdeği kavuranın bile genelde barista olduğu 3. dalgadan bahsediyorum burada da) falan girince biraz farklılaşıyor. Hadi diyelim yaptı, kasiyer olmak istemeyen tasarım mezunu dünyanın başka hiçbir yerinde iş beğenmemekle suçlanmaz! Herif keriz mi de dört yıl okudu, tabii ki ucundan kıyısından da olsa okuduğu işle ilgili bir şey yapmak isteyecek. Hadi diyelim bir işe razı geldi de girdi, e, bu sefer de maaşı göremiyor. Niye göremiyor? Anında harcamalara gidiyor çünkü. Sonra internete giriyor. Neden? Başka bir şeye parası yok çünkü de ondan. Peki orada ne görüyor? Altında BMW olup "Ekonomi çok iyi, siz nankörsünüz." diyen, muhtemelen Almanya'dan "işsizlik maaşı" Türkiye'den kira ile geçinen gurbetçiyi görüyor. Ona sövüp yan sayfaya geçiyor, garsonluk yaparken biriktirdiği parayla dünya turuna çıkan Amerikalıyı görüyor. Bizimkinin maaşı yok bak, dikkatinizi çekerim. Bu böyle sürüyor. Niye iş beğensin lan bu durumda gençler? Sanki standartlar Cennet Bahçesi de biz beğenmiyoruz amk. Nazi kampından hallice standardın neyini beğenelim lan? Maaşlı çalışarak kazanılan paranın bırak yaşamayı hayatta kalmaya bile ucu ucuna yettiği yerde bir de sabah şu saatte gelmezsen kovarım gibi sikik sikik standartlar olursa iş beğenmeyende değil, asıl beğenende sorun vardır! Ulan zamanın "vahşi kapitalizm" denen tipte ekonomiyle yönetilen klasik yönetim anlayışları bile daha insaflıydı be! Bu devirde maaşlı çalışan olacağına Ortaçağ Avrupa'sında köle olsan daha iyi şartların olur, hale bak.

Ayrıca, çoğu da iş buldu mu yapışıyor zaten; asıl işverenler işçi beğenmiyor! Bak görüyorum sağda solda "İş yaptıracak adam yok, hüüü :'(((( (TnT) (T^T) (YnY)" diye ağlayan tipleri; gidip bakıyorsun bu kişinin çoban alma kriterlerine. Şu: "4 yıllık avcılık ve yaban hayatı mezunu (E, haklı tabii; kurdu var, ayısı var...), 20 yaşını geçmemiş, en az 10 yıl tecrübeli (Nasıl olacaksa artık. Bak 18 yaşında girdiğin üniversiteden 22 yaşında mezun oluyorsun basit bir matematik hesabı olarak, bir de tecrübeyi ekle?), tercihen bayan (burada şair "adam madam kayarım ben buna" demek istiyor), keçiden anlayan (Nasıl?), tercihen nişanlı (Burada ne demek istiyor ben de anlamadım. Hayır bekar istese "Rahat rahat istismar ederim ne güzel, ses çıkaramaz." der, evli istese "Ben ırz düşmanıyım, başkasının karısını kızını s... fantezim var." der ama "tercihen nişanlı" da bir acayipmiş. Evlenince işten atacak zaar.) garson alınacaktır (dikkatinizi çekerim, ilan çoban arama ilanı ama garson arıyorlar)." Bu ilanın görünmeyen kısmı da var, iş görüşmesine gidince birinci ağızdan dinliyorsunuz onu da. Özetle şu: "Biz bir aileyiz (heeeeeeh, tam oldu; şimdi "aile değil miyiz kardeşim, vermeyeceksen [Neyi?] ne anladım öyle aileden?"ler başlar), ilk beş yıl maaş yok, dördüncü yıl gelmeden kaçıp gidersen tazminat ödersin, sonra da günlük 2 TL (Yıllık 730 TL yapıyor, deli para. Bir yıl su içmeden bekleyip bir adet mont alabiliyorsun, o da fiyatlar sabit kalırsa; müthiş gerçekten. Gerçi hafta sonları para vermiyor ama olsun.), iş sırasında yemek yersen de ağzına veririm [Neyi?]." Nasıl? Abartıyor muyum? Cem Yılmaz, Fundamentals'ta Karadeniz fıkraları hakkında "Şimdi sen bu adamı şaka zannediyorsun, değil mi?" demişti, ben de aynı. "Ben o adamla oturup çay içtim!" Bu arada ben bunu durum raporu olarak yazacaktım ama gerisine ne yazasım var aklımda yazacak bir şeyim, "Ne saçmalıyorum ki ben? Nefes almaya devam etmemin ne anlamı var? Hiç bir şey iyi olmayacaksa neden hâlâ bir şeyler oluyor?" dönemlerinden birindeyim ve bu kez bunu detaylandıramayacak kadar yorgunum, o yüzden bunu böylece yayınlıyorum.