Yıllar yılı her sike çağımızın vebası, çağımızın vebası deyip durdunuz, aha gördük çağımızın vebasını. Al, korona geldi çağın vebası diye diye.
Blue Period çok güzel başladı lan. Gerçi küçüklüğünde bayağı çizmiş, büyüdükçe yazmaya kaymış, arada bir tekrar çizim yapmak isteyip "Bu ne amk, bir halta benzemedi bu?" diyerek bırakan biri olarak ben animeyle ekstra bağ kurmuş olabilirim ama her türlü kolay bağ kurulabilecek bir anime ve ana karakter. Geçim derdi, istediğin, yapabileceğin ve yapman gereken şey arasındaki uçurum falan... Fairy Ranmaru'nun ilk bölümü insanda "Ne izledim lan ben?" hissiyatı uyandırıyor. Sonlara doğru da "Ne bu, ters 'mahou shoujo' mu? 'Mahou sounen'?" sahnesi olarak tanımlanması gereken bir şey var. On yasak, peri, bir şeyler... Hayır hani merak içeren bir "Ne izledim lan ben?" hissi de değil ki Sonny Boy, Monogatari serisi veya Higurashi gibi; dümdüz "Hayatımdan çaldığın süreyi geri ver lan!" hissiyle birleşmiş bir tane. Mieruko-chan, Grand Blue'dan hallice bir çeviri takvimi olduğundan mangasını sevmeme rağmen yarım bıraktığım bir seriydi. Yalnız stüdyo "Ooooh, taş gibi hatunu bulduk, biz aklını alırız bunla otaku, NEET, weeb vs. taifesinin." diye Miko'ya fanserviste yüklendikçe yüklenmiş; her üç sahneden birinde başkarakterin ya bacağını ya götünü görüyoruz koca ekranda sadece. Mangada fanservis yok muydu? Vardı ama böyle her fırsatta değildi, gerçi yanlış hatırlıyor da olabilirim. Mushoku Tensei'in ikinci sezonu gsadashjsda. Ulan Rudy, aradan bir sezon geçti, belli ki az da olsa zaman atlaması da var ama itliğinden, sapıklığından hiçbir şey kaybetmemişsin reis; saygılar abi. Yalnız adını unuttuğum (ulan bölümü iki dakika önce izledin) Superd, "Burada yüzülmez, çok canavar var." deyince Rudy'nin "Tüh ya, Eris'i çıplak göremeyeceğim." üzüntüsünü ta içimden hissettim jaajskd. Çizerlerle seslendirmen sahneyi çekmemiş, adeta yaşamış.
Burada yeni evin hemen dibinde A101 var, A101'in soğuk çayı iğrenç olduğu için biraz uzaktaki (Biraz uzak dediğim de A101'in arka sokağında ha. Temel kural: Her şey birbirine yakınsa aynı zamanda her şey birbirine uzaktır.) Bim'e gitmem gerektiğinden hayıflanıyordum ama Torku'nun soğuk çayı varmış A101'de, hem Teatone'dan daha güzel hem iki katı falan gramaja (Litrelaj? Ayrı bir tanımı var mı lan bunun? Ünide [bitirdiğim ünide, böyle de karışıyor; bir şey bulmam lazım] miktardan bahsediyorsak direkt gramaj derdik ama...) sahip. Bir de "elma vişne suyu" diye bir meyve suyu vardı Cappy'nin, gittim aldım. Neden? Bende yiyecek içecek deneme hastalığı var, daha önce tatmadığım bir ürün görürsem dayanamıyorum. Hayır "mesleki deformasyon" diyeceğim ama lisedeyken de vardı. Neyse, yalnız çok saçma bir içecek. Son yuduma kadar dümdüz vişne suyu, son yudum da dümdüz elma suyu. Nasıl oluyor lan o? Bardağın boyu da sonucu değiştirmiyor ha. Normalde vişne daha baskın bir tat olduğundan ağızda onun kalması lazım ama içerken yokmuş gibi davranan elma suyu son yudumda topyekun ilerleyip ağızda elma suyu tadı bırakıyor.
Yine teknolojik sorunlar peşimi bırakmıyor ama konu o değil. Şu: Geçen bir tane tesbihböceği gördüm, kafam kadar. Üç gündür "Kafam kadar tesbihböceği mi olur aq?" diye dolanıyorum evin içinde. Hayır ben büyük tesbihböceği türleri olduğunu zaten biliyordum bir de. Bilimsel olarak hepsi "Isopoda"ya (Lat. İzopodlar, daha bir Türkçe haliyle eşbacaklılar) bağlı olan bu hayvanata Türkçede karada yaşıyorsa "tesbihböceği" denirken suda yaşıyorsa pek bir şey denmiyor, zaten Türkçede suda, özellikle de denizde yaşayan hayvanları isimlendirme gereği pek duyulmamış, "karagöz" gibi birkaç istisna dışında alayı yabancı dillerden (bilhassa Rumcadan) gelme. Neyse, bu suda yaşayan izopodlara bazen "balık kenesi" deniyor ama hem bütün sucul izopodlar parazit değil hem de balık kenesi aslında bambaşka bir şeyin ismi. Bir de amfibik olanları var -ki Gökçeada'da denk gelene dek Türkiye denizlerinde amfibi tesbihböceği olduğundan habersizdim- onlara Türkçe kaynaklarda genelde direkt "izopod" deniyor, zaman zaman suculların "izopod", karada yaşayanların "tesbihböceği" olarak tanımlandığı da oluyor. Bunca şeyi neden anlattım? Çünkü bilinen en büyük kabuklu türlerinden biri bir tesbihböceği, daha doğrusu izopod ve ben bunu gayet iyi biliyorum da ondan: Bathynomus giganteus. İşte kafam kadar tesbihböceği türleri olduğundan zaten haberim vardı ama bilmek ve şahit olmak bambaşka şeylermiş gerçekten. Hatta önce hayvan oğlu hayvanı hamamböceği sanıp kafasına tekmeyi geçirdim de (hamamböcekleri siktirsin gitsin arkadaşım, bunlar bir sinekler iki; tahammül edemediğim tek varlıklar, insanlardan bile beterler) sonra "Lan antenleri, kabuğu bir tuhaftı, tesbihböceği miydi yoksa o?" diye düşündüm. Sonra it oğlu ite tekrar denk geldim (Bu yazı yazılırken hiçbir tesbihböceğine zarar verilmemiştir. "Tekme dediydin?" Onda ne biçim kabuk var senin haberin var mı, bir de yumuşak zemindeydi; hissetmemiştir bile.), bu kez daha dikkatli inceledim (hamamböceğini siksen dikkatli incelemem, yazıyı yazarken bile huylandım), hakikatten tesbihböceğiymiş. Hani biliyordum zaten bu kadar büyük türler olduğunu, daha da büyükleri de olduğunu ama hâlâ "Öyle tesbihböceği mi olur lan?" haletiruhiyesindeyim (TDK'nin tire düşmanlığından saçma sapan, durduk yere birleştirdiği kelimeler vol. bilmem kaç. Tesbihböceğini, el alemi ayrı yaz diyor ama aynı TDK.).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder