Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

30 Aralık 2020 Çarşamba

Geçirmece

Hani "Türkçe öğrenmesi zor bir dil" deniyor ya, o tamamen öğrenmeye ve öğretmeye çalışanın iş bilmezliğinden kaynaklanıyor. Ulan ayrıca dünyayı Hint-Avrupa Dil Ailesi'nden ibaret görenin de vizyonuna sıçayım; Macar'a, Moğol'a sorsan İngilizceden daha kolay olduğunu söyler. Neyse, bu konuda daha önce defalarca kez etraflıca sövdüğümden iş bilmezlik konusuna dönüyoruz. O neden peki? Çünkü Türkçede kalıba, kipe, şuna buna ihtiyacın yok ki. Hayır, hayır, "Kelimeleri artarda sırala konuş, nasıl olsa anlarız hatta turist artı puanı toplarsın." olayını demiyorum. Dediğim şey şu: Türkçede toplam beş ifadeyle hayatını idame ettirebilirsin çünkü; bakın bu başka hiçbir dilde yoktur. En az on, yani bunun en az iki katı kelime ve en az bir cümle kalıbı gerekir başka dillerde. (Amerikan İngilizcesi bazı durumlarda belki istisna olabilir.) Türkçede nasıl peki? Olur öyle, aynen, evet, hayır ve kendiniz seçeceğiniz okkalı bir küfür (Acil durumlar için). Bu kadar, zaten karşınızdaki ana diliniz olmadığını anlayınca bağırarak, eliyle koluyla tarif ederek konuşacak; onun dışında bu beş kelime yeterli Türkçe olarak hayatını idame ettirmek için. Ha tabii "Ben Türkçe edebi eserleri ana dilinden okumak istiyorum", efendime söyleyeyim "Türkiye'de bir yere gittiğimde kolayca anlaşayım istiyorum." vs. gibi arzuları olanlar için Türkçe öğrenmek zor, doğru. Zira bu ikisini Türklerin bile çoğu yerel ağız sözlükleri, kullanımdan kalkmış kelime sözlükleri vs. kullanmadan yapamıyor (Zaten Türklerin çoğu Türkçe de bilmiyor ya, o ayrı bir konu).

Ben yıllardır şu "Oyunlar insanları manyaklaştırıyor, psikopatlaştırıyor." olayını anlamadım. Ulan bu ülkede GTA ile, Counter ile, Knight Online ile büyüyen nesiller var be! Kaçı manyak oldu bunların ve olanların kaçı bu oyunlar nedeniyle oldu? Hayır, bak; fazla etkilenenler olabilir, onu anlarım. Beni de dram temalı yapımlar çoğu kişiye kıyasla fazla etkiler mesela, üç gün falan kendime gelemem. Ama aq mallığın lüzumu yok, bir şey seni kötü etkiliyorsa bunu fark edersin ve ondan uzak durursun ulan! GTA oynadıkça gerçek hayatta da milleti kesesin geliyorsa oynama. Dramın beni kötü ve çoğu kişiye kıyasla fazla etkilediğini bildiğimden (çünkü eğer akli melekelerinde ciddi bir sorun yoksa neyin seni kötü etkilediğini bilirsin ve ondan uzak durursun, ha bağımlılık ya da ciddiye almamak falan ayrı şeyler ama ciddiye almayan insan zaten fazla etkilenmez.)  dramdan uzak duruyorum. Zaten hep Amerika'nın oyunları bunlar: GTA falan... Ha bak, aklıma geldi; ben size kötü etkilenebilecek olanları etkileme ihtimali olan ve oyunların aksine ulaşmak için çaba göstermediğiniz, aksine her yerde karşınıza siz istemeseniz de çıkabilecek şeyler söyleyeyim mi? Türk TV dizileri (Tecavüz, taciz, şiddet, cinayet, kapkaççılık, yalancılık, ihaleye fesat karıştırma, dolandırıcılık, mafyacılık, aldatma, daha neler neler...), Türkiye gündemi, Whatsapp'tan devamlı yalan haber atan tanıdık, gereksiz duyar kasanlar (Aha Türkçeyi katlettim, aşağıda o konuda da yazı var bak)... Bu liste uzar gider. Ulan ayrıca be amına ko'duklarım, Cem Yılmaz'ın da dediği gibi: Oyundan etkileniyorsa niye milleti doğruyor, gitsin oyun yapsın. Hazır bu konudan bahsetmişken Özer Aydoğan'ın şu karikatürünü de koymadan geçmek olmaz:

Bakın bu teyze kafası az buçuk çalışan her insan evladı gibi etkisinde kaldığının bilincinde, ondan dolayı insan gibi "İzlettirme bana böyle şeyler." diyor. Tabii hayırsız torundan gol yiyor, o ayrı bir konu.

Dil nedir bilmeden "Dili katletmeyin" diyen var. Onedio çok yapıyor bunu bak, altta "First Date'te ne giymelisin?" diye test yapıyor, üstte "Türkçeyi katletmeyin, duyar kasma diye ifade yok." (Ya, şimdi kurdunuz mu yukarıyla paralelliği?) içeriği yapıyor. Lan mal, dil dediğin canlı bir varlıktır; değişir ve gelişir. Sütlaca sütlü aş diyelim o zaman. Diller zaman içinde eski kelimelerini öldürürler ya da değiştirirler ve yenilerini türetirler, aynıları ifadeler ve kalıplar için de geçerlidir. Yüz yıl önce belki "Duyar kasmak" diye bir kalıp/ifade yoktu ama artık var; çünkü insanlar onu söyledi ve söylenmeye devam etti. Dışarıdan aldıkları kelimeleri de kendilerine özgü forma sokarlar! Flört mesela gayet Türkçe kurallarına uygun hale gelip dile yerleşmiş. Şu an ne bizim konuştuğumuz Türkçe Selçuklu dönemiyle aynı*1 ne İngiliz'in konuştuğu İngilizce, Roma döneminde konuşulanla aynı (İngilizce için Türkçede olduğundan daha geri gittim bak misal, yıldız parantezini okuduysanız nedenini anlamışsınızdır.) ne de şu an Arap'ın konuştuğu Arapça, Hz. Muhammed dönemindekiyle aynı. Dilin değişimine set çekmek onu korumak değildir, aksine onu zehirlemek ve ölüme mahkum etmektir. Dili korumak nasıl olur peki? Türkçesi olan sözlerin yabancılarını kullanmayarak ve olmayan, olmadığı için de yabancı muadilleri dile girip yerleşmişleri Türkçeye uygun hale getirerek (Drone'u "Dron" diye yazmak mesela). Türkçe bilmeden "Türkçeyi katlediyorsunuz." demek de ne bileyim... Bak mesela şu an sadece belli bir/birkaç kesim tarafından kullanılsa da "Bilal'e anlatır gibi" diye bir deyim var (Ulan inşallah dava açmazlar bunu yazdım diye), yirmi yıl önce böyle bir deyim yoktu. Ama artık var ve birkaç yüzyıl sonra muhtemelen deyimler sözlüklerinde kendine yer bulacak. Dilin değişiminin önüne set çekmeye çalışmak anlamsız bir çabadır, tarih boyunca da karşılığı o setin yıkılıp dilin çığırından çıkması olmuştur! Eğer dilin organik gelişimi ve değişiminin önüne set çekmeye kalkarsanız kısa süre sonra elinizde saçma sapan bir yumak haline gelmiş, "Dil" demeye bin şahit isteyen bir şey kalır ve dil devrimleri yapmak durumunda kalırsınız. Bugün İngilizce de Çince de Türkçe de Rusça da dil devrimi yaşamış dillerdir çünkü geçmişte organik gelişimlerinin önüne set çekilmeye çalışılmış ama dili asıl katleden yabancı sözcükleri sanki yemeğe baharat katar gibi dile serpiştirenlere dokunulmamış, aksine onlar göklere çıkarılmıştır. Mesela bizim dilimizden örnek vermek gerekirse Türkçenin en temel özelliklerinden olan hece yapısının (Evet, Türkçe sondan eklemeli olmanın yanında bir hece dilidir; o yüzden sessizler pek yan yana gelmez zaten.) en mükemmel kullanım örneği olan "Hece Ölçüsü" parmak hesabı denilerek aşağılanmış ama tutturmak için Arapça, Farsça eklemeler yapılmadan Türkçede kullanımı çok mümkün olmayan aruz ölçüsü göklere çıkarılmıştır. Sonuç da "Örneğin" gibi garabetlerin de bulunduğu dil devrimi olmuştur! Evet bak, "Örneğin" kelimesi Türkçeyi katledip sadece dilin organik gelişimine ayak uyduran başkalarını bu konuda suçlayanlara göre Türkçenin en büyük katillerindendir! Ben dil nedir, ne değildir, dilin doğal değişiminin önüne set çekersek ne olur bildiğimden dolayı "Örneğin" kelimesini Türkçe bir söz olarak bağrıma bastım. Örneğin kelimesi, dil devrimi sırasında "Örnek" kelimesine Eski Türkçe -gin eki getirilerek yapılmıştır. Buna bir örnek: "Belgin" sözcüğü Göktürkçe "Belirgin" demektir, kökeni de "İz, belirti" anlamına gelen "Bel"dir (Bel'in Göktürkçede üç farklı anlamı daha var ama diğerleri pek alakalı değil). Yine "Bil-mek" kökünden Bilgin, "Bez-mek" kökünden Bezgin ta Göktürk döneminde var olan sözlerdir (Okuyun şu yıldız parantezini). Yine bugün "Evcimen" diye ifade ettiğimiz sözcük Göktürk döneminde "Evgin" diye söylenirdi. Evgin sözünün aceleci, telaşlı anlamı da var ama o ev-gin diye değil evgi-in diye köken alıyor; ivedi, acele anlamında "Evgi" sözünden. Türkçede -in eki de vardır kelime oluşturmada ama "Örneğin" sözüne baktığımızda daha çok -gin ekinin görevini görüyor son kısmı; gerçi tekrar baktığımda emin olamadım. Bilgin Bil-mek kökünden "Bilen" demekken -in ekiyle oluşturulmuş ve yine ta Göktürkçede bile bulunan "Ekin" sözü Ek-mek'ten "Ekilmiş" anlamında. Yani bunu "Örnekleyen, örnek gösteren" anlamında mı yoksa "Örneklenmiş, örnek gösterilmiş" anlamında buldular ona bakmak lazım; ikisi de günlük kullanımımıza uyuyor sözcüğün. Tekrar düşündüm, evet, -gin eki olması gerek; örneğini "örnekleyen" anlamında kullanıyoruz çünkü; "örneklenmiş" anlamında kullanmıyoruz. Gerçi her halükârda "Örneğin" sözünün özü "Örnek-in" de olsa "Örnek-gin" de olsa durum değişmiyor; -in de -gin de Türkçedeki en eski kelime oluşturma eklerinden. "Sondan eklemeli dil" dedikleri aha bu işte, sonuna ek atabildiğin kadar at, nereye kadar giderse. Eeee, neden Türkçeyi katletmesi gerekiyor o zaman bu sözün? Çünkü "örnek" kelimesine -gin (ya da -in) eki getirilemez aslında. O niye? Türkçe kökenli değildir; unutmayın ki dil devriminde yerleşmiş olan sözler dilde bırakıldı ama bunlardan türetilme yapılmadı, bunun gibi Öztürkçe olduğu varsayılan istisnalar hariç. Ermenice "Orinag" kelimesinden ilk sözlüklere Ornak/Urnak diye girmiştir ki muhtemelen Türkçedeki en eski Ermenice kökenli sözlerdendir zira Türkçede Ermenice kökenli sözler Anadolu'ya geldikten sonra başlar ama Urnak kelimesi ta Orta Asya döneminde kullanılıyordu. Yani hani "Stalkçı" diye bir kelime bulsak "Dili katletme lan" der ya bunlar? Aynısı yapılmıştır işte, ha fark olarak "Ama 'Örnek' çoktan Türkçeleşmişti" diyebilirsiniz, ben de size ülkede herkesin anlamını bildiği ve çoğu kişinin yazıldığı gibi telaffuz ettiği "Stalk" kelimesinin Türkçeleşmediği kanısına nereden vardığınızı, tam olarak ne olursa Türkçeleşmiş kabul edeceğinizi sorarım. TDK diyeni döverim bu arada, gördük kelimelere nasıl karşılıklar bulduklarını. Stalk Türkçeleşmemişse internet de Türkçeleşmemiştir. Hazır internet demişken bir de şöyle bir şey var: İnternet denen nane ülkeye girdiğinden beri oluşan ve yavaş yavaş kurallı hale gelip doğal bir dile dönmeye başlayan "İnternet Türkçesi" diye bir şey var. Yazı diliyle konuşma dili arasında bir şey, bu sadece Türkçede de yok bu arada. Bugün İnternet İngilizcesi de İnternet Korecesi de var olan şeylerdir. Günümüzün dünyasında "Yazı dili" ve "Konuşma dili"nin yanına "İnternet dili" de girdi; tabii internet denen şeyin hem şahı hem şahbazı Amerika olduğundan evvelden beri İngilizceye gıcık olan Fransızlar gibi istisnalar dışında "İnternet dili" hangi dilin internet dili olursa olsun İngilizceden etkilenmek mecburiyetinde kaldı. Keşke şu amına koyduğum batı hayranlığımız olmasaydı da biz de Fransızlar gibi İngilizceye gıcık olabilseydik.

*1: Bak çok geriye gitmedim dikkat edersen, arada bir tek Osmanlı var. Altı yüzyıl falan ama tek sonuçta, illa dönem diyorsanız üç dönemi var Osmanlı Türkçesinin; yine çok değil. Göktürk dönemindeki Türkçe ve günümüz Türkiye Türkçesi arasındaki fark 16. yüzyıl İngilizcesi ile günümüz İngiliz İngilizcesi arasındaki farktan daha az, illa kıyas isterseniz.

Burada böyle yazarken sanki korona salgını yokmuş, hayat olağan seyrinde devam ediyormuş gibi yazıyorum; onu fark ettim. Onun iki sebebi var: Birincisi "Aman korona var, salgın var." diye her yazıya iliştirsem ne olacak? Neye faydası olacak, ben öyle dedim diye salgın bitecek mi? İkincisi: Ulan gerçekten hayatımda neredeyse hiçbir şey değişmedi, benim için bir iki ufak ayrıntı dışında her zamanki olağan hayatım bu. Ben öyle "Ben zaten karantinaymışım lan." deyip bir hafta sonra "Bir yerlere gitmek istiyorum laaaan" diye yırtınanlardan değilim. Neden? Öncelikli sebep tabii Twitter kullanmayıp Face'i sadece gruplarda takılmak için kullanmam da dediğim gibi benim için hayat olağan seyrinde devam ediyor. Ne değişti?

-Eskiden kırk yılda bir dışarı çıkardım ki o da aslında zevk değil alışveriş, yemek vs. için olurdu; şimdi ona da çıkmıyorum, bir markete gidiyorum.

-Ha bak bu önemli bir değişiklik: Eskiden maske takmazdık, şimdi takıyoruz. Gerçi ben üşüyen bir insan evladı olduğumdan atkıdır, montun kapüşonunun düğmesidir kış aylarında zaten maskeliden hallice dolaşıyordum etrafta.

-Bir de artık okula gitmiyorum, çevrimiçi eğitim denen sik çıktı başımıza; bizim ülke henüz buna hazır değilmiş, bunu gördük. Bir yüz yıl kadar sonra tekrar denemek lazım veya önce yüz yüze eğitim sistemini oturtmak.

Hayatımda başka da zerrece bir değişiklik yok. Ekmek yapmadım, neden? Öncelikli sebep İnstagram kullanmıyorum, diğer sebep ben zaten eskiden de hayatımın çoğunu evde geçirdiğim için "Lan ne yapacağız evde?" gibisinden mallaşmadım. Evde ne yapılacağını biliyorum; ama o "Ben zaten karantinaymışım." şeklinde tweet atanlar hafta sonu evde durmayı tecrübe sandıkları için oldu. Lan o değil evde durma tecrübesiyle birilerine laf atma imkanım olacağı kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Hey yüce rabbim, nelere kadirsin. "Ulan hiç mi değişiklik yok gerçekten bunlar dışında?" deyip sunacağınız örnekler: "Kapı kolunu yıkadık." Zaten yıkaman gerekiyor, özellikle tuvalet kapısının koluna millet elini yıkayıp mı dokunuyor yıkamadan mı dokunuyor bir taraflarını mı sürtüyor ne bok yapıyor belli değil... Ben önceden de yıkıyordum, evet. "Yere düşen şeyleri dezenfekte etmeden alamaz olduk." E zaten öyle yapman gerekiyordu, özellikle kaldırımlar, okul zeminleri gibi yerlerde koronaya gelene kadar elli farklı patojen var; ben eskiden beri yere düşeni ıslak mendille silmeden, suyla sabunla yıkamadan vs. almazdım. O an durumum yoksa ve benim için önemli, almam gereken bir şeyse ayağımla kaybolmasını engelleyip zamanını beklerdim. 3 saniye kuralının, 5 saniye kuralının ebesini tersten gördünüz de' mi lan? "Market kapılarını ayağımızla, omzumuzla ittirir olduk." Tekrar, tekrar, tekrar: Zaten öyle yapman gerekiyordu, tuvalet kapısının koluyla aynı olay. "Sarılamaz, öpüşemez olduk." Oldum olası gereksiz teması, kemikleri kıracak gibi sarılanları, tarla sular gibi şap şup öpenleri sevmezdim zaten; sarılacaksan hafifçe sarıl ulan. "Toplaşamıyoruz bir yerde ya." Zaten sosyal anksiyetesi olan, kalabalıktan oldum olası hoşlanmayan biriydim. "Hepimiz depresif olduk be burada." Dünya iğrenç bir yer zaten, korona yokken de öyleydi. Kim neden sevsin, umutla baksın ki dünyaya? Kafası azıcık çalışan insanın zaten koronadan önce de depresif olması gerekiyor. Sadece gözünüz açıldı o kadar. Sonuç? Evet, yukarıdaki üçlü dışında hayatımda hiçbir değişiklik olmadı. Ha yok, şöyle bir değişiklik oldu: Bu sene bazı planlarım vardı, onları yapamadım. Ama zaten bahtsız bedeviden hallice bir insan evladı olduğumdan virüs çıkmasa başka bir şey çıkacak, yine yapamayacaktım muhtemelen. Hayatım boyunca herhangi bir şeyi istediğim zamanda yapabilmişim vaki değildir, illa üç ay geçecek.

Bu arada üstteki konuyla ilgili olarak bir de şu var: "Normal" kavramından nefret eden bir insan evladı olarak kimseye "Eskiden niye öyle yapmıyordunuz ulan?" veya "Korona bitince de yapın." gibi şeyler diyecek halim yok. Başkasına bulaşmadıkça ne yaparsanız yapın, bana ne? Doğa kanunlarından ya da fiziksel bir şeylerden bahsediyorsak "Normal" vardır bak: Böceklerin trake solunumu yapması normaldir mesela ya da yağışlı mevsimde (adından da belli olduğu gibi) yağmur yağması normaldir. Ama konu kavramlar ve hayat olunca insanlar normları kendi kafalarına göre eğip büküyor, sonra da sanki bin yıldır o öyleymiş gibi davranmakta, zerrece sorgulamamakta beis görmüyor. "Şehir" mesela hiç de normal bir şey değil, tamamen insanın kendi beceriksizliği ile hayatta kalmaya çalışırken icat ettiği bir şey. Zaten onu da buğdayın kölesi olarak icat etti, tarım keşfedilmeseydi/icat edilmeseydi bütün insanlık göçebe kalırdı muhtemelen. Ha öyle olunca hayatında gördüğü ormana en yakın şey şehir parkı olan ama "Et yemek insan doğasına aykırı." diye salak salak fikirleri bilimsel gerçekler gibi beyan eden veganlarla uğraşmazdık çünkü avlanmadan/hayvan bakmadan hayatta kalabilecek kadar bitkisel besin sadece Çinhindi ve Güney Amerika gibi birkaç istisnai coğrafyada var. Hele "Medeniyet" denen kavramın doğduğu Mezopotamya, Orta Çin gibi yerlerde*1 tarım olmadan sike sike avlanmak zorundasın, zira buralar genel olarak hayatta kalabilecek bitkisel besinin az olduğu yerler.*2 Yabani buğdayla bir sik yapamazsın bu arada; buğday kültüre alınmış, geliştirilmişken değerlidir, yoksa bir şeye yaramaz. Her gün yanından geçip gittiğiniz yabani buğdaygilleri bir kez olsun "Ot işte"den değerli gördünüz, "Aaaa acaba bunları kültüre alsak ne olur?" diye düşündünüz mü? Batı Anadolu'da yaşayan benden başka kaç kişi son iki yıldır Batı Anadolu'daki yabani buğdayların tamamen kuruyup sarardığını ama önceki yıllarda kurusalar bile saplarına kadar kurumadıklarını fark etti mesela?

Birkaç yabani buğdaygil çeşidi. Tanıdık geldiler mi?

Pirince gelirsek: Pirinç Hindistan, Güneydoğu Çin ve zaten oraya komşu olan Çinhindi'de var, Orta*3, Kuzeydoğu ve Batı Çin'de bu adamlar köpeği, böceği, yarasayı yemeye zevkten başlamadılar; ha şu an hâlâ yemeyi zevkten sürdürüyorlar* orası ayrı. Bunlar bu arada "Hepçil" (Latince: Omnivor) diye bir kavram yokmuş, her canlı (bitkileri canlıdan saymıyorlar malum, türcülük ve ayrımcılık değil mi bu şimdi?) sadece "etçil" veya "otçul" olabilirmiş gibi davranırlar ilginç bir şekilde. Bunların en büyük dezenformasyonlarından biri de primatların hepsinin otçul olduğudur. Allah Allah? Bize öyle bir bilgi gelmedi? Şempanzeler meyve kadar böcek de yerler, bazen kertenkele, fare gibi küçük omurgalıları da yerler hatta gereken durumlarda yamyamlık bile yaparlar. Hani hepsi otçuldu bunların, orada millet birbirini yiyor? Bu arada "Hominid" denen, Darwin'e göre insanlara yakın olan maymunların tamamı da hepçildir, hiçbiri otçul değildir; ne goriller ne de şempanzeler. Tabii "Hepçil" kavramının kabulü "İnsan otoburdur." iddiasına ket vuracağı için öyle bir şey yokmuş, canlılar sadece etobur ve otobur olabilirmiş gibi davranıyorlar. Halbuki diğer hayvansal besinleri tüketmeyen/nadiren tüketen, asıl besini böcekler olan insektivorlar (örnek: Çoğu kertenkele türü), asıl besini kendiliğinden ölmüş hayvanlar olan leşçiller (Örnek: Sırtlan, akbaba), esasen etobur olsalar da büyük oranda bitkisel besin tüketen mezokarnivorlar (Örnek: Tilki, gelincik) gibi çeşit çeşit grup var. Konuya dönüp hepçillere birkaç örnek vermek gerekirse: İnsan, karga, ayı (Veganlara sorsan ayı etçildir mesela), fare, domuz (hem yabandomuzu hem evcil domuz ama evcil domuz daha otobura yakın bir hepçil), porsuk, sincap (Otçul sanıyordunuz d'i' mi bunları? Böcek yiyorlar, yamyamlık bile yapıyorlar. Hayvanlar aleminde "gerekli durumlarda yamyamlık" çoğu kişinin ilk başta tahmin edemeyeceği kadar fazladır). İşin felsefi ya da siyasi yönüyle ilgilenen veganlar/vejetaryenler zaten böyle abuk subuk fikirler öne sürmüyorlar, dolayısıyla ben de onlara saygı duyuyorum. "Ne siyasi yönü?" derken şu yön: Şu anki hayvansal üretim sistemimiz endüstriyel hayvancılık üzerine kurulu; ilk başta fazlaca ve verimli üretimi sağlıyor gibi görünse de sürdürülemez bir sistem, aslında bu sistemin yaptığı et kalitesinin ve miktarının düşüp fiyatının artmasına neden oluyor; doğaya da çeşit çeşit zararları var ki en basiti aynı türden hayvanların kapalı ortamda fazlaca tutulmasının oluşturduğu "Doğanın işini yapmasına müsaade etmeme". Onun da küresel ısınma gibi çeşit çeşit soruna azımsanamayacak katkıları oluyor. "Organik ürün" üreticileri bile bu endüstriyel hayvancılık sisteminin köpeği genelde ki günümüzün "para" denen ve tamamen insanlığın gereksiz, sikik buluşlarından olan saçma sapan şey olmadan adam yerine koyulmadığınız dünyasında gerek birey gerek işletme olarak hayatta kalabilmek için başka bir şansları da pek yok.

*1: Günümüzde "medeniyet" deyince akla Avrupa geliyor ama Batı Medeniyeti dediğin şey en fazla dört yüz yıldır var olan bir şey; Yunan medeniyetini saymazsak elbet.

*2: İşin ilginç kısmı, tarım hiç öğrenilmeyip tamamen avcı/hayvancı, büyük oranda göçebe bir medeniyet sistemi kurulsaydı Mezopotamya veya Orta Çin'de doğmazdı medeniyet, buralar yakın civarda tarıma (buğday tarımına) en uygun yerler olduğundan öyle bir sonuç ortaya çıktı; Avrupa medeniyetinin Batı/Kuzey Avrupa değil de Avrupa'nın en doğusu olan Balkanlar, Yunanistan civarından doğma sebebi de tarım açısından en elverişli olan coğrafyanın o taraflar olması.

*3: Ki Çin kültürü dediğimiz şey de Uzakdoğu Medeniyeti de Batı, Kuzey ve Orta Çin'den çıkmadır ama Kuzey Çin Moğol, Batı Çin Türk etkisinde fazlaca kalmıştır, dolayısıyla Çinlilerin has kültürü Orta ve biraz da Doğu Çin'e aittir.

*"Sığır, tavuk yemekle köpek, yarasa yemek arasında ne fark var? Dünyanın geri kalanı da sığırı, tavuğu yemeği zevkten sürdürmüyor mu?" sorusunun cevabı şudur: Kısmen evet, sığırları ve tavukları yemeye büyük oranda zevkten devam ediyoruz ama bütün canlıların "Bu lezzetli, yenilebilir." diye yaklaştığı ve "Aman bulaşmayayım." diye yaklaştığı şeyler vardır. Aynı mantıkla "Havuç yemekle ağaç kökü yemek arasında ne fark var?" diye de sorabiliriz, cevabınız "Tat" ise yarasa ve köpeklerin yediği şeylerden dolayı tadının sığır ve tavuktan farklı olduğunu varsayabiliriz ama o zaman da. İnsanlar köpekleri emirlerine uyan evcil hayvanlar, yarasaları da pis, korkunç varlıklar olarak tanımlamıştır kolektif bilinçaltında. Yarasanın "Pis, korkunç varlık" diye tanımlanmasının sebebi de görünüş açısından kanatları olan bir sıçana benzemesi ve biyolojik açıdan da zaten pek de farklı bir şey olmaması nedeniyledir. İnsanlar sıçanların yaydığı hastalıkları ve kilerlerini, tarlalarını mahvetmelerini hâlâ hatırlıyorlar, zaten o yüzden dünyada kemirgen korkusu oldukça yaygın. Dolayısıyla bir de kanat eklenince insan algısı onu çarpık ve şeytani bir varlık olarak algılıyor, dolayısıyla zamanında ataları açlıktan ölmemek için yarasa yiyen ve "Artistlik yapacağım." mottosuyla yaşayan Çinliler gibi istisnalar dışında kimse "Bir yarasa çorbası olsa da içsek." diye yaklaşmıyor yarasalara. Köpekleri yememe sebebimiz yamyamlığı iğrenç bulma sebebimizle aynıdır: Köpekler emir kullarıdır, dolayısıyla bizdendirler. Sığırlar ve tavuklar ise en basitinden görünüş açısından insanlardan oldukça uzaktırlar. Tavukların tüyleri, kanatları ve gagaları vardır; sığırların boynuzları ve başının iki yanında olan gözleri. Köpekler ve kedilerde insanlarda olmayan eklentiler sadece fazlaca tüy ve kuyruktur, gözleri tıpkı insanlar gibi başlarının önündedir; zaten evcilleştirilme amaçları etlerini yemek değil de iş yaptırmak, koruma olarak kullanmak vs. Olduğundan onlara "Bizden bu." biçiminde yaklaşırız bilinçaltımızda. Sığırların evcilleştirilme sebebi çift sürmek, tavukların ise horoz dövüşüdür. Askerle köle arasındaki fark var yani kedi-köpek ve sığır-tavuk arasında; ek bir özellik de tavukların ve sığırların doğada av konumunda olduğundan avcı konumundaki kedi köpeklere göre daha kolay ve hızlı üremesidir. Bu arada hepçiller doğada etoburlara bulaşmazlar pek, çoğunlukla risk almazlar; inekleri yiyip köpekleri yememe sebebimiz bu kadar basit bir içgüdü de olabilir. Ayılar kurtları avlamazlar, alabalıkları avlarlar. Gelincikler tavukları avlar, kedilere bulaşmazlar.

Can sıkıntısının kölesiyim, onu fark ettim. Aslında sadece ben değil insanların çoğu öyle ama ben bunu fark edebilecek kadar deliyim sadece. Deli demişken, sosyal anksiyetem oldukça ilginç çalışıyor: Sokakta "Mahallenin delisi" tabir edilen yazın ortasında montla, bereyle gezen amcalarla hiçbir kaygım olmadan konuşabiliyorum. Muhtemelen yargılamayacaklarını bildiğim için. Neyse, can sıkıntısı diyorduk. İnsanlığın en temel yanlış anlamalarından biri de can sıkıntısının yapacak hiçbir şey yokken hissedildiğini sanmaları. Oysa tam tersi, can sıkıntısı yapabilecek bir şeylerin olduğu ama insan hiçbirini yapmak istemiyorken hissedilir; tersi olsaydı bugün "sanat, bilim" dediğimiz şeylerin yarısından fazlası var olmazdı. Zira onların çoğu gerçekten yapacak hiçbir şey yokken kendine iş icat etmek suretiyle ortaya çıkmıştır. Gerçekten yapacak bir şeyi olmayan insan, yapacak bir şey icat eder; yapacak şeyler olmasına rağmen hiçbirini yapmak istemeyen insanınsa canı sıkılır! "Yapacak hiçbir şey yok." aslında "Hiçbir seçenek bana cazip gelmiyor." demektir; derste canı sıkılan öğrencinin durumu da aynıdır: Yapılacak gayet basit bir "Dersi dinleme" işi vardır ama kendisine cazip gelmemektedir, haliyle canı sıkılır. İşte, günlük hayatımızda gerçekten yapacak bir şeyimiz olmadığı zamanlar iş icat ettiğimiz için pek fark edilmiyor can sıkıntısının kölesi olduğumuz; halbuki bütün o uğraşlar can sıkıntısı hissetmemek içindir. İster Murphy Kanunları'na, ister Tanrı'nın espri anlayışına, ister entropiye, ister başka bir şeye bağlayın en vurucu sonucu da seçeneklerinizi artırıp sonraki can sıkıntılarınızı şiddetlendirmesidir! Yapılabilecek ama yapılmak istenmeyen şeylerin sayısı arttıkça can sıkıntısı da daha beter hale gelir.

Markalara aidiyet hissedip namusu gibi, sanki kendi icat etmiş gibi savunanlar var. Aslında onları biraz kıskanıyorum çünkü ben o kadar kolay aidiyet hissedemiyorum. Ailemin evinde ya da kirada, o eve aidiyet hissetmiyorum; tamamen kendi evim olursa aidiyet hisseder miyim meçhul. Ne yıllarca yaşadığım, sokaklarında kaybolduğum, bazı bilinmezlerini bildiğim şehre ne de dört yıldır okuduğum okuluma, bölümüme aidiyet hissediyorum. Öte yandan rahata düşkün bir insanım ki kendi içimdeki beni karanlık dehlizlerde bırakan çatışma da buradan çıkıyor: Rahat olduğum yerden gitmek insan doğasına aykırı, öte yandan oraya ait hissetmediğin bir yerde durmak da rahatsız edici. Topluluklar, gruplar... Tabii tamamen "Bağlanma problemim var." şeklinde değil ama "ben" ve "içinde bulunduğum topluluk" arasındaki seçimim daima "Ben" olur, ikinci kez düşünmem bile ve sonuçlarını da eğer bu sonuçlar beni etkilemiyorsa zerrece umursamam. Bir dakika ya, neden aidiyet hissedecekmişim ki zaten? Bana "Uyumsuz" diyenler, "Yabani" diyenler onlar değil mi? Bu canavarı kendileri yarattılar. Bütün hayatımı aforoz bir şekilde geçirdim, genel olarak tanıyanlar beni sever ama sadece ayak uyduruyorum, uyumlu olmak için rol yapıyorum; gerçek beni tanıyan kimsenin beni sevmesi mümkün değil; sonra da gelip bana "Toplum yararına çalış." diyorsunuz. Sikeyim toplum yararını, bana ne faydaları oldu bugüne kadar? Devamlı uyumlu rolü yapıp öz düşüncelerimi içime atıp öylece kafa sallayarak durdum yerimde, şimdi elimde kendime ettiğim bir milyar küfür ve beladan başka bir şey yok. Her şey karşılıklı, canlılar eğer avantajları varsa grubun içinde durur ve gruba avantaj sağlarlar. Beni dahil etmediğiniz, dahil olmam için değil kendimden kısmak tamamen parodi bir kişilikmiş gibi davranmak zorunda kaldığım o grubun avantajına çalışmamı nasıl beklersiniz? Öldükten sonra yüklü bir tazminat isteyeceğim, bu sokuk dünyaya katlandığım için. Kendi icat ettiğimiz sanal prangalarla çevriliyiz, kilidi kırmayı başarana ya deli ya suçlu diyoruz ve göz önünde durmasın diye kapalı bir yerlere koyuyoruz! Ben de suçluyum elbet, prangaları görebildiğim halde kilidi açmak için hiçbir şey yapmadığım, hatta kısmen alışkanlıktan kısmen de öylesi daha kolay ve daha güvenli olduğu için prangaları sağlamlaştırmaya yardım ettiğim için. Nedir o prangalar? Birisi para en basitinden, ikincisi "uydurulmuş ahlak." Ahlak kavramı bir toplumun varlığına devam etmesi için şarttır, Güney Afrika'da çıplak gezen kabilelerin bile ahlak kavramları ve anlayışları vardı; toplumun devamlılığına hiçbir fayda sağlamayan, aksine gelişime engel olan ve "Ahlak" kavramının ne olduğunu bir an için düşünürsek katiyen "ahlak" adı altında sınıflandıramayacağımız şeyleri kastediyorum "uydurulmuş ahlak" ile. Üçüncüsü "sanal yasalar". Yok, hayır; sansür veya interneti düzenleyen kuralları falan demiyorum, sözlü gelenekle aktarılan toplumun kendi içindeki yasası olan "töre"yi de demiyorum. Kastettiğim iki şey var: Birincisi aslında var olmayan toplumsal kabuller hakkında varmış gibi davranılması ve kimsenin "Öyle bir şey yok lan?" tepkisinde olmaması; ikincisi ve daha önemlisiyse (Çünkü birinciye tepki verdiğinde peşinden gelecek, hayatını NPC'den daha kayda değer yaşamak isteyenler çıkıyor) günümüz internet ortamında en ufak saçmalıktan linç yiyebileceğiniz, ayrıca bunu gerçek hayata taşımaya hevesli bir yığın beyinsiz olması. Ulan cinsiyetini belirtsen cinsiyetçi, yönelimini belirtsen homofobik demek için hazırda bekleyen büyük bir güruh var; bu güruhun ağa babalarının da zamanında dünyanın ebesini belleyen, milleti birbirine kırdırmaktan arta kalan zamanlarında kriket ve beyzbol oynayan, hâlâ daha her sikte kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen Anglosakson kökenli tipitipler olması da ayrı bir konu tabii. Bir de kendine SJW diyen bu güruh karşıt tepki olarak bilhassa kendilerine karşı her an saldırmaya hazır başka bir güruhun oluşmasına yol açtığının, her sike "Irkçı" diye atlamalarının gerçek ırkçıların elini kuvvetlendirip böyle yaparak onlara altın tepside bahaneler sunduklarının da farkında değiller; zaten farkında olsalar önce kendi geçmişlerinden özür dilerlerdi, bunlar anca milleti suçluyor. Mesela bizim ülkede de bunların tongasına düşenler var: Osmanlı barbardı, katliamcıydı, şuydu, buydu... İddia ediyorum: Osmanlı zamanında ters düştüğü her milleti kılıçtan geçirseydi bugün böyle diyen tek bir insan evladı olmazdı. Bugün Britanya'ya, İngiltere'ye söven Hintli görüyor musunuz? Halbuki zamanında bu adamları sırf zevkten kurşuna dizdiler? Amerikalılar ile Japonlar 2. Dünya Savaşı'nda birbirlerine "katliam" demenin olayı hafifletmek, basitleştirmek olacağı şeyler yaptılar, bugün Amerika'da bir ton "weeb", Japonya'da bir ton Amerikan hayranı var? Ulan amına koyduğumun yerinde bir bizim tarihimizde mi bugünün penceresinden bakınca kötü olarak algılanan şeyler var? Medeniyet timsali Fransızlar Kuzey Afrika'da bir sürü yerel dili kullanıcılarıyla beraber tarihten sildiler; o katliamcı, işgalci, her şeye karışan Osmanlı'nın hakim olduğu Balkanlarda, Kafkasya'da, Levant'ta bütün yerel diller, kültürler hâlâ yerli yerinde duruyor, ne iş? Mantıken tam tersi olması gerekmiyor muydu? Ha pardon unutmuşum, batı Cennet'ten çıkmadır, hata yapmaz; eğer illa kötü bir şey olduysa ya yapılması gerekiyordur ya da tek bir kişinin (örn. Hitler) gaza gelmesi yüzündendir! Ne alakası var diğerleriyle canım? Sonuçta bunlar ellerine geçen Musevi'yi "Kafir", Müslüman'ı "Satanist putperest" addederek kazıkta yakmadılar ya? İspanyolların Endülüs Emevilerini kovduktan sonra onlardan kalma bütün eserleri yıkması veya Güney Amerika'daki Portekiz kolonilerinin Afrikalı kölelerden elde edilen parayla beslenmesi gibi şeyler de hiç yaşanmadı sonuçta. Hani bugün binlerce insanın ana diliyle birlikte İngilizce, Fransızca, Rusça da bilmesinin tek nedeni bu dillerin bir zamanlar o coğrafyalarda dünya dili olması zaten? Ulan ayrıca Avrupalının "Türk" adına alerjisi Osmanlı ile başlamadı ki; ta Attila döneminde başladı. "Ama Hunlar kendilerine Türk demiyordu." hatta "Hunların Türk olduğu kesin değil." mi diyorsunuz? Romalılar, 10. yüzyılda Türk adı altında Macarlardan bahseden eserler yazdılar; bu adamlar Selçuklu'ya bakıp "Bunlar kendilerine Türk diyor, bu Hun artıkları (Avrupa dillerinin çoğunda Macaristan'ın adının hâlâ "Hun Ülkesi" anlamına geldiğini unutmayın! Kendi kendilerine "Macar" diyen ve Hunlarla birlikte Avrupa'ya göçmüş Ural halkına aynı şekilde seslenen bir biz varız.) da böyle, böyle; o zaman onlara Türk diyelim." diye bir mantık güdüp uydurmadılar herhalde, önceden Türk adını duymuşlardı ve Macarların da bu adla ilişkili olduğunu biliyorlardı demek ki. Hatta bugün Aziz István (Okunuşu: İştvağn) olarak anılan, ilk Hristiyan Macar kralına gönderilen bir ikonada "Türklerin Kralı Géza'ya" (Muhtemelen Hristiyan olmadan önceki adı Géza'ydı diye düşünmüştüm ama babasının adıymış, kendisinin doğum adı Vajk imiş; bu arada Géza'nın okunuşu Gehza, Vajk'ın okunuşu Va'yk.) ibaresi yer alıyor. Yani bu ne demek? Avrupalılar Hunları Türk olarak tanıyorlardı, demek ki Hunlar kendilerine Türk diyorlardı (Romalılar götlerinden uydurup Hunlara Türk diyemeyeceğine göre? Macarlara bile "Macar" değil hâlâ "Hunlu" gibi çevrilebilecek saçma isimlerle hitap ediyorlar). Ta Attila'dan kalma nefreti kaç yüzyıl ileri atma çabası ne lan? Neyse, sinirlendiğim için konu dağıldı; konuya dönelim: Dördüncüsü ne peki? Normlar! "Normal" kavramından tiksindiğimi zaten ezberlediğiniz için fazla bir şey söylemeye gerek duymuyorum ama bir konuda SJW ve "Doğamıza aykırı" veganlarının hakkını vermem lazım: Normlara karşı gelebiliyorlar en azından. Haklarını verdiğime göre esas kısma geçiyorum: İyi de bunlar normlara karşı değil ki; yeni normlar oluşturmaya çalışıyorlar ve sadece bu yeni normlarla çakıştığı için o eski normlara karşı geliyorlar. Yoksa hiçbirinin "Normal" kavramıyla da normlarla da sorunu yok, olsa zaten sikik sikik şeylerle uğraşmazlardı. SJW'ler internetten millete laf atmak yerine insanları bilinçlendirmeye çalışır (Kendi bilinçleri var mı o da meçhul gerçi, tek merkezden yönetiliyor gibi bunlar.), "doğamıza aykırı veganları" da bütün bilimsel birikimi yerle yeksan eden çarpıtılmış şeylerle, sadece "Eti sindiremiyoruz" gibi yalanlarla (Ya selülözü sindirebiliyor muyuz? Bunu bir düşün sen.) insanlara "Bak aslında insan vegandır." demez, onun yerine işin felsefik ya da daha iyisi siyasi yönünü ortaya koyar, kendilerine diş bileyen değil destekleyen kitleler var ederlerdi! Hatta günümüz veganlarının çoğu "doğamıza aykırı" diye saçmalayanlar yerine işin siyasi/felsefi boyutunu gösterenler olsa endüstriyel hayvancılık şimdiden darbe almış, daha sürdürebilir ve bütün dünya açısından daha adil, acımasızlığı oldukça azalmış bir sisteme geçiş için toplu harekat başlamış olurdu! Aksini iddia eden ispatlasın lan, benim dediğim halihazırda yaşanıyor. "Sen yanlışsın." diyen, "Hayır, öyle olsaydı da insanlar veganlara sinir olur, endüstriyel sistem de olduğu gibi devam ederdi." diyen simülasyon mu kuruyor nasıl yapıyorsa bir şekilde iddiasını kanıtlasın. Belki saçmalıyor olabilirim, olmayabilirim de ama en azından ben çarpık düşünceleri olan delinin teki olduğumu inkar etmiyorum en azından, bunu fark edecek kadar kafam çalışıyor; hani o "Biz burada delilikten yatıyoruz, aptallıktan değil." fıkrasında olduğu gibi. Çarpık düşüncelerim de günlük hayatta normları birbirine bağlayanlardan çok daha mantıklı şekilde birbirine bağlanıyor, bunu da biraz düşünün. Bunlar şimdilik aklıma gelenler. Ha tabii bir de o çok mükemmel, efsane, en iyisi olan, hiçbir canlının erişemeyeceği yüce sistemimiz, düzenimiz var en basit sanal pranga olarak; hani tek bir salgında çöküp dönüştürülmesinin mecbur olduğu konusunda kendi dilinden itiraflarda bulunan, var oluşundan beri aklı azıcık çalışan her insan evladının "Bu ne lan?" tepkisiyle yaklaştığı ama milletin hâlâ "normale dönmek" adı altında dönmek istediği, eskiden de "Bu ne lan?" diye yaklaşanların taşlandığı efsanevi düzenimizi diyorum? Karşılaştırma açısından: Günümüzde (haklı olarak) hor görülen Ortaçağ Avrupa'sının düzeni bugün "kara ölüm" denen hıyarcıklı veba salgınında neredeyse hiç darbe almamış, varlığını neredeyse olduğu gibi sürdürmeye devam etmişti. Hele Cengiz Han'ın kurduğu sistem bırak darbe almayı, salgını avantajına kullanıp Moğol Hanlığı'nı hem siyasi açıdan hem de yüzölçümü açısından büyütmüştü. Elbette bir de bilincin hükümdarı olan üst-insanlar değil de içgüdüleri olan ve bunun farkında olsak da olmasak da çoğunlukla dürtü temelli hareket eden varlıklar olmamızdan kaynaklanan doğal prangalar var: İşte cinsellik, kendini koruma hissi falan. Onlara yapacak bir şey zaten yok, yapmaya çalışırsan geri teptiği de herkesçe malum.

21 Aralık 2020 Pazartesi

Ejderha ve Mühür ~ 27. Bölüm: Aden

Diğer Bölümler İçin

Aslında izin günüm olmasına rağmen sabah sabah ormanda bir yerlerdeyim. Neden mi? Çünkü Ezail çağırdı. Aslında gelmeyecektim ama beni sorgusuz sualsiz, hemen şimdi Cehennem'e yollamakla tehdit etmesi konunun -onun için- epey ciddi olduğunu gösteriyor. Kyouka işte değil de evde olsaydı siksen bu saatte Ezail'le buluşmaya gelmezdim, tabii tehdit ettiği kişi ben olmasaydım durum değişebilirdi.

Ezail: "Gelmeyeceğini sanıyordum."

"Niye çağırdın o zaman? Kyouka evde olsaydı katiyen gelmezdim."

Ezail: "Kafesin kapağı açıldı, 'Son' yakın. Şimdi, Kam Utpa; bir seçim yapmalısın: Dünyayı kurtaracak mısın yoksa bir alev denizine dönüşmesini mi seyredeceksin?"

Kahkaha krizine girdim.

"Bu dünyadan hep nefret ettim. Bu dünya üzerinde sevdiğim birkaç şey, sevgili eşim mesela, var ve onları koruduğum müddetçe geri kalanı umurumda bile değil. Hepsini yok et gitsin, bana ne faydaları oldu ki?"

Ezail: "Sen insanlardan nefret ediyorsun Kam Utpa, dünyadan değil. Dağları, denizleri, ormanları, nehirleri, ağaçları, hayvanları... Sen bunları ve bunların olduğu hoş görünüşlü dünyayı seviyorsun, sadece kendi türünden ve kendi türünün inşa ettiği bu çarpık sistemden nefret ediyorsun. Hatta kendi türünün eski zamanlarda inşa ettiği o binaları da seviyorsun, kültürünü çöpe atamaman bunun göstergesi."

"Ve o çarpık sistemi korumamı istiyorsun."

Ezail: "Kahraman olmanı istiyorum. Ben de istemiyorum zaten, Gökyüzü ve Cennet bunu istiyor. Hep kahraman olarak ölmek istemedin mi?"

"Kahramanca yaralanıp sevdiğim kızın dizlerinde onu sevdiğimi haykırarak son nefesimi vermek, evet. Bunu istemiştim ama şimdi Kyouka ve Gece var. O ikisinin kahramanı olabildiğim sürece kahramanca bir ölümüm olmasa da olur."

Ezail: "Tamam, işbirliği yaparsan Cennet müjdesi vereceğim. Sadece sana değil, eşine de."

"İhtiyacım olan tek cennet Kyouka'nın yanı."

Ezail: "Bu kadar günahla Cehennem'den kurtulmak için tek şansın bu."

"Dünya zaten cehennem gibi ve kurtarılma şansım zaten yok. Şimdiye kadarkileri affediyoruz, deseniz bile sonrasında tekrar boğazıma dek günaha batmam gayet olası bir ihtimal."

Ezail: "Peki, seni günahları yakan kutsal ateşle korkutamayacağım belli ki. Cennet tasvirlerini iyice hatırladığından emin misin? Tanah'ı, Yeni Ahit'i ve Kuran'ı okudun; tasvirleri yeterince hatırlıyor musun? Ve şunu söyleyeyim: O tasvirler işin çok küçük bir kısmı olup aynı zamanda kişinin algısına, isteklerine bağlılar. Muhammed'in devrinde, onun halkı için o tasvir gerekiyordu."

"İnsanların inançlarına müdahale etmemen gerekmiyor muydu?"

Ezail: "Karşımdakine bağlı olarak söyleyebileceğim ve söyleyemeyeceğim şeyler var. Sen Müslüman olduğun için Muhammed'in peygamberliğini onaylayabilirim ama ne sözlerini ne de kitabının belli başlı birkaç kısmı dışındaki kısımlarını onaylayamam ya da yalanlayamam. Hristiyan olsaydın İsa'yı onaylayabilir, Muhammed'i onaylayamazdım; Musevi olsan Musa'yı onaylayabilir, İsa'yı onaylayamazdım. Tasvirleri hatırlamıyorsun yani, böyle alakasız sorular sorduğuna göre?"

"Tasvirleri hatırlıyorum, senin anlamadığın şey ihtiyacım olmaması. İhtiyacım olan tek selam Kyouka'nın sesi, ihtiyacım olan tek şarap Kyouka'nın dudakları, ihtiyacım olan tek köşk Kyouka'nın koynu, ihtiyacım olan tek çeşme Kyouka'nın saçı, ihtiyacım olan tek meyve Kyouka'nın kokusu, ihtiyacım olan tek ipek Kyouka'nın teni, ihtiyacım olan tek taht Kyouka'nın kalbi, ihtiyacım olan tek gölgelik Kyouka'nın sarılışı, ihtiyacım olan tek inci Kyouka'nın gözleri, ihtiyacım olan tek huri Kyouka'nın ta kendisi. Ciddiyim, Kyouka benim bildiğim huri tanımına epey uyuyor: Çok iyi biri, güzel gözleri var, benden başkasına bakmayacağını biliyorum ki bana nasıl baktığını hâlâ merak etmemin konuyla alakası yok, yakın yaştayız..."

Ezail: "Atladığın bir kısım yok mu?"

"Söyletecek misin illa? Evlendiğimizde bakireydi. Tamam mı, memnun oldun mu?"

Ezail: "Olmadım. Sonsuza kadar ikinizin Cennet'te, birlikte olmasını ayarlayabilirim."

"Hah! Kaminin hizmetkârının Adn Cennetleri'ne girmesine izin vereceğinize inanmamı mı bekliyorsun?"

Ezail: "Eşin kaminin hizmetkârı ama ona tapmıyor."

"Ay ışığım Ehl-i Kitap'tan veya tek tanrılı bir inanç üzerine olsa, hatta Budist falan olsa, Deist, Omnist ya da Agnostik bile olsa; hatta ve hatta Satanist dahi olsa dediğine inanabilirdim belki. Kyouka neye inandığını kendisi bile bilmezken sen Kishuphel, iki kez kovulmuş melek, ona ve bana birlikte kalacağımız bir köşk mü vadediyorsun?"

Ezail: "Bana Kishuphel deme. Rabb'in sözü kesindir, melaike emre itiraz edemez."

"Senin gibiler ne olacak? Doğası tam anlamıyla melek olmayanlar hani? Samael gibi doğası cine yakın olanlar, senin gibi doğası insana yakın olanlar... Onlar da mı itiraz etmeyecek?"

Ezail: "Onların çoğu senden nefret ediyor zaten, ellerinden gelse ruhunu yakarlar."

"Bak, bu iyi bir fikir: Öldükten sonra benim ve Kyouka'nın ruhunu yak, böylece konu kapansın."

Ezail: "Kızın ne olacak?"

"Onu ikimizin ruhunun korumasına ihtiyaç kalmayacak kadar güçlü yetiştireceğim."

Ezail: "Ne istiyorsun?"

"İstediğimi yapacak mısın yani? Hayattan alacağımı ver o zaman. Evet, tamam, buldum: Kendi dünyamı istiyorum. Yegane kral ve kraliçe olarak Kyouka ile yaşayacağımız, en ince ayrıntısına kadar tasarlayacağım bir yer."

Ezail: "Bunu yapamam. Kam Erlik de aynısını istemişti."

"Neden olmasın? Mormonlar bunun Cennet'in doğası olduğuna inanıyorlar ve hiçbir kutsal metinde bu inanca itiraz edilmiyor. Farklı tasvirler, bilgiler var elbette ama bu görüşe dair bir itiraz ya da tasvirlerde bununla çelişen bir şey yok."

Ezail: "Ben kabul etsem bile diğerleri etmeyebilir. Düşün ve karar ver. Gökyüzü kahraman olarak seni görmek istiyor, Kam Utpa."

"Başkasını seçseler iyi olur."

Gün içinde pek önemli bir şey olmadı. Akşam uyudum ve bir rüyanın içinde uyandım. Çığlık atıyor gibi gözüken kızıl bir günbatımı, kana bulanmış gibi duran köpüklü bir nehir, çökmüş güneş ve yanmış gibi duran arazi. Tam karşımda bir kadın var. Esmer, iri gözlü ve siyah, kıvırcık saçlı. Beyaz bir elbise giyiyor.

"Burası neresi?"

Kadın: "Evim, bir zamanlar Aden denen yer."

"Aden Cenneti mi?"

Kadın: "Aden bahçesi. Burası hiçbir zaman Cennet'in parçası değildi."

"Peki... Siz kimsiniz?"

Kadın nazik duruyor, aurası tamamen lanetli ama aynı zamanda nazik.

Kadın: "Canavarların anası, Lilith."

"Kırgın ya da kızgın gibi durmuyorsun."

Karşımdaki gerçekten Lilith ise kafamı tutup yere sürtse şaşırmazdım, ayrıca Tanrı'ya da kırgın gibi durmuyor. Bence garip, sadece isim benzerliği mi?

Lilith: "Tanrı'ya mı? Hayır, Adem'e sözler öğretildiği gibi onunla aynı hamurdan yapılan bana da görevim öğretildi. Üstelik Kayra Han tarafından, Tanrı'nın tarif edildiği gibi yapılan Adem'in aksine ben tamamen Tanrı'nın Eli'nin ürünüyüm. Başından beri şeytanların ve canavarların annesi olmak için var oldum ben. Yine de Adem'e ve onun soyu olan sizlere kızgınım, yine de bu kızgınlık hakkında pek bir şey yapamıyorum. Bir görevim var, anlarsın ya."

"O neden?"

Lilith: "Adem beni olması gerekenden erken terk etti. Karnımda bir çocuk vardı, onunki. Her neyse, Azazil de ben de sadece görevimizi yapıyorduk. Azazil, Tanrı'yı bütün meleklerden fazla seven, ona bütün meleklerden daha sadık olan cini, İblis'i ve doğası insana, cine veya başka bir şeye yakın olan melekleri kışkırttı; ben de işimi yaptım. Kovulmuş meleklerin ilki, cinlerden olan ilk şeytan ve insanlardan olan ilk şeytan; biz üçümüz böylece göreve getirildik. Beelzebub da emir doğrultusunda dördüncümüz oldu, şeytanlaşmış kutsal ruh. Sonucunda da benim soyum oluştu: Adem'in çocukları olan insansı yaratıklar. Bilirsin, vampirler falan. İblis'in çocukları şeytanlar ve maridler, birini tanıyorsun. Beelzebub'un çocukları olan canavarlar: Kara köpek hayaletleri, deniz canavarları..."

"Ya Azazil?"

Lilith: "Ruhlar. Youkai, lanetli ruh, put iblisi ve her türlü kötücül ruh. Aslında, özür dilememe izin ver."

"?"

Lilith: "Tinleri kışkırtıp tanrılık iddia etmelerine neden olan bendim. Yanlış anlama, Tanrı'ya kızgın değilim. En başından ben de evren de bunun için yaratıldık. Havva'ya da kızgın değilim, dediğim gibi ne olacağı bana öğretilmişti. Plan başından beri buydu, Azazil de ben de sadece bize verilen görevi yaptık. Ama İblis gerçekten kızgın, planı öğrendikten sonra daha da kızgın. Benim kızgın olduğum tek kişi Adem, o yüzden sizleri kendilerine tapmak ve kurban vermek için kullanmaları gerektiğini, sizlerden üstün olduklarını söyledim tinlere. Hemen gaza geldiler. Yalnız seninkiler nedense bunu pek kabul etmediler birkaç istisna dışında, Kayra Han'ın konumundan olsa gerek. Bir süre sonra da kendi türünüzden kurbanlar vermenizi de istemeye başladılar... Aslında başlangıçta Tanrı da bunu istiyordu, Habil ve Kabil'in döneminde değil tabii; sayınız arttıktan sonra."

"Hz. İbrahim döneminde yasaklandı, evet; hikayeyi biliyorum."

Lilith: "Çok vakit kaybettim, bu da görevimin parçası ama ataların ya da Ezail müdahale etmeden önce seni Rüyalar Alemi'nin karanlık kollarına bırakmam gerek. Açıkçası, eşinde beni bile öldürebilecek bir kıskançlık potansiyeli var; o yüzden hadi eyvallah."

"Kyouka'nın yandere olduğunu sanmıyorum."

Lilith: "Seni öpersem eşin ne yapar?"

"Seni öldürür, daha önce öldürülememiş olman umurunda bile olmaz. Succubus'ın tekini bulup öldürmüşlüğü var."

Lilith: "Ah, succubus'lar demek. En sevdiğim kızlarım, ayrıca bana Kabala'daki 'Tohum Hırsızı' lakabımı kazandıranlar. Succubus ve incubus'lar diğer şeytanlardan farklı çünkü onlar İblis, Samael veya onlar gibilerin ya da ilk şeytanların çocukları veya torunları değiller; sizlerin, Ademoğullarının çocukları onlar. Bu arada daha önce öldürülmeye çalışıldığımı bilen birini ilk kez görüyorum."

"Erlikli kaynaklarında var, olmasa bile Kilise'ye bağlı şeytan kovucuların peşinde olmadığını düşünmek saçma olurdu."

Lilith: "Avvv, çok vakit kaybettim. Asıl söylemem gerekeni unuttum... Kam Utpa, bir seçim yapman gerek. Daima nefret ettiğin dünyayı yakmaya yardım mı edeceksin yoksa bu çürümüş düzenin devamlılığı için mi savaşacaksın?"

"Dünyayı yakmaya yardım edersem kaybeden tarafta olacağım, değil mi?"

Lilith: "Bunu söyleme iznim yok, söylersem bizzat Tanrı ruhumu yakar. Şu an şeytan olduğum için bedenim olmadığını, sadece ruhtan oluştuğumu düşünürsen oldukça kötü bu durum."

"Kazansam bile kötü adam olmak demek... Pek istediğim bir şey değil. Bir zamanlar yalnızdım, kahraman rolü de kötü adam rolü de aynı çekicilikteydi ama şimdi Kyouka ve Gece var. Dünyanın olmasa bile onların kahramanı olmak istiyorum, yani... Ezail de sen de kusura bakmayın ama sadece ailemin tarafında olacağım."

Lilith: "Ya, tabii; siz Adem'in torunları hep böylesiniz. Ailemin tarafında olacağım deyip sonra da genç bir kadın için ailenizi terk ediyorsunuz."

"Kyouka istemedikçe onu bırakmam. Genç kadın dediğin Hz. Havva mı oluyor?"

Lilith: "Evet, o oluyor."

"Hikayeler senin terk ettiğini söylüyor aslında."

Lilith: "Giden mi yoksa gitmeye zorlayan mı terk edendir sence?"

"Duruma göre değişir."

Lilith: "Neyse ne, söylemem gerekeni söyledim ama... Ben biraz başına buyruk bir tipim, fark etmişsindir."

"Eee, yani?"

Lilith: "O yüzden şunu soracağım: Musevi ve Hristiyan kaynaklarında adım geçerken İslam kaynaklarına neden alınmadığımı düşünüyorsun? İsrailiyat'ta bile yokum."

"Nedenmiş?"

Zerrece merak etmiyorum aslında ama karşımdaki de boru değil yani, ilk şeytanlardan.

Lilith: "Çünkü uzun, uzun yıllar boyunca, ölümsüz olan benim için bile uzun olan yıllar boyunca Adem'e, Havva'ya ve sizlere çok kızgındım. İsa'nın ve öncekilerin döneminde sizden intikam almakla, sizi ayartmaya çalışmakla ve öyle şeylerle çok meşguldüm; o yüzden bana verilen görevi pek yapmadım. Birazını yaptım elbette, sizi ayartmak da görevimin parçasıydı zaten ama asıl büyük hazırlığa ancak bin yıl önce ulaşabildim. İsa'dan sonra, Muhammed'den önce; artık düzgün bir şekilde görevimi yapmaya başladığım için de Muhammed'e ya da takipçilerine benim hakkımda bir şeyler denme gereği duyulmadı. Anlarsın ya, hikayede bir de benim varlığım gereksiz yere kafanızı karıştıracaktı."

"Peki... Benden ne istiyorsun?"

Lilith: "Seçim yapmanı. Dünyayı yakacak mısın yoksa kurtaracak mısın?"

"Ailemi kurtaracağım. Bu uğurda dünyayı yakmam gerekirse yakarım, kurtarmam gerekirse kurtarırım."

Lilith sıkıntıyla kafasını salladı.

Lilith: "Ağırbaşlı ol ama acele karar ver, Erlik Han'ın favorisi."

"Alınma ama aldığım kararlara karışmanı istemiyorum."

Lilith: "Acele işe şeytan karışır esprisi yapma bana! Ne zaman senin dilini konuşan biriyle konuşsam aynı şeyi duyuyorum, vallahi bıktım ya! İstifamı isteyeceğim artık, Tanrı'ya gidip beni şimdiden yakmasını isteyeceğim; bu neymiş ama! Nasıl olsa İsa'dan sonra hikayede gereksiz yer kaplamayayım diye hakkımda bir şey söylenmedi, yokluğum çok da fark etmez. Benim yerime başka bir şeytan yapar aynısını."

"Erlik Han'ın favorisi derken?"

Anca fark edebildim öyle dediğini.

Lilith: "Zamanım neredeyse doldu. Dokuzun üçü yaklaşıyor, Kam Utpa. Üçüncü ve yedinci en yıkıcılar olacak, dokuzuncu da hakiki olan olacak. Yaklaşıyor, unutma. İlk ikisi çoktan oldu ve senin görevin olan üçüncü de çok yakın. Evrenin ritmi değişiyor, kalp yavaşladı. Kapıları unutma, Kam Utpa. Eski Sarum, Brú na Bóinne, Bolshoy Zayatsky, Urušalim, Bekke, Callirrhoe, Bizantion ve Delhi'yi hatırla."

Lilith gittikten sonra Ezail'in Hikimmuvt dediği İhsan Derviş'in alıntı olmayan sözleriyle Lilith'inkiler arasındaki benzerliği fark etmeye kalmadan başka bir rüyanın içinde buldum kendimi; ama öylesine gerçekçiydi ki ancak dehşet içinde uyanıp sevgili eşimin yanımda kıvrılmış, her zamanki gibi aşırı sevimli bir yüz ifadesiyle uyuduğunu görünce rüya olduğunun ayırdına varabildim. Rüyamda Kyouka'ya sımsıkı sarıldığımı görmüştüm.

"Artık gitmem gerek, sevgili eşim. Bana hayatın bazen de olsa yaşamaya değer olabileceğini öğreten sendin. Beni sevdiğin ve bana katlandığın için sonsuz teşekkürler, Kyouka. Hiçbir dilin hiçbir kelamı sana minnetimi anlatmaya yetmez, zaten ne diyeceğimi de toparlayamıyorum. Eğer geri dönmezsem..."

Kyouka: "Geri dönmezsen kocacığım, o ruhun Cennet'te bile olsa bulup yakarım. Ve şimdi de senden bugüne kadar istediğim en bencilce şeyi isteyeceğim: Geri döneceğine söz ver, lütfen."

Ağlamaya başlamış ve Kyouka'dan hissini bu uyandığım zamanda bile iyice hatırladığım son derece müşfik bir öpücük aldıktan sonra her iki yanımda solumdakiler siyah, sağımdakiler beyaz dörder gölgeyle ardıma baka baka uzaklaşmıştım rüyamda. Kyouka'nın paçalarına yapışan ve onun ufak bir kopyası gibi gözüken kız çocuğu ağlıyor ama gitme sebebimi sorgulamıyor ya da karşı çıkmıyordu. Gözleri sanki dünyanın sırlarının ardındaki bilgeliği kavramış Şahmeran'ın etini yutmuşçasına anladığını belirten şekilde bakıyor ve yüz ifadesiyle gözlerindeki parlaklık, akan yaşlarıyla uyumsuz bir kompozisyon oluşturuyordu.

Diğer Bölümler İçin

20 Aralık 2020 Pazar

Ejderha ve Mühür ~ 26. Bölüm: Ek İş

Diğer Bölümler İçin

Bir Erlikli'den, Yılan neslinden Kılıç'tan bir bıçak siparişi almıştım; onu teslim ettim. Muhtemelen siparişi vermek için geldiği günden beri aklında olan şeyi söyledi sonunda.

Kılıç: "Aslında böyle aşırı sevimli bir melaikeyi evlenmek için kandırabilmenden ziyade anlaşabilmenize şaşırdım."

"O niye?"

Birinciye şaşırsaydı nedenini sorgulamazdım.

Kılıç: "Birinci olarak gıcık herifin tekisin. İkinci olarak annen, baban, ablan, Cengiz ve Kardelen'le bile aynı evde kalmaya uzun süre tahammül edemiyorsun."

"İstediğim zamanlar beni kendi halime bıraksalar kalırdım. Kardelen bile odamdan çıkmamda ısrarcı oldu, benim öyle bir kardeşim yok artık!"

Kılıç: "Zaten hiç olmadı, kuzenin o. Neyse, üçüncü olarak birilerini sözle, hatta bakışla dövmek konusunda fazla iyisin. Birkaç kez fiziksel anlamda vurduğunu da gördüm."

"Hak etmişlerdi ama."

Bir önceki seferde olduğu gibi Kılıç gerekçemi umursamadan devam etti.

Kılıç: "Dördüncü olarak insanlarla anlaşamıyorsun."

"Herkesin yakınlarından oluşan bir çemberi var. Bazılarınınki geniş, bazılarınınki katmanlı... Benim durumumda çemberde sadece iki katman var ve pek fazla kişi alamıyor. Kyouka'ya asla vurmam ayrıca."

Kılıç: "Eh, eşine vuracak biri olmadığını biliyorum zaten, kendine hakim olmak konusunda Kurt Nesli'nin çoğundan daha iyisin. Yine de herhangi bir insanla gerçekten anlaşabiliyor musun? Mümkün olmadığını sanıyordum."

Erliklilerde sinirlerine pek hakim olamamakla mimlenmiş birkaç nesil var, artık tesadüften mi yoksa Evrenin Bilinci'ne ait tuhaf bir espri anlayışından mı kaynaklanıyor bilmiyorum ama hepsinin adı da öfke veya saldırganlık çağrışımı yapıyor: Kurt, Ateş, Zehirli Bıçak falan...

"Eğer Kyouka'ya vurmaya kalkarsam onun bana iki kez vuracağını biliyorum. Zaten kendisini üzen herhangi bir kişinin kalbini sökeceğim birine neden vurayım ki? Biliyorsun ki ben gerçekten gerekli olmadıkça kimseye zarar vermem ve Kyouka'ya en ufak zarar verirsem bu kendimi öldürmek için haklı bir gerekçe olur. Dediğim gibi, onu üzmesi birini öldürmek için epey geçerli bir sebep; o dediğini o zaman yaparım işte. Gerektiğinde birilerinin kafasını koparabildiğimi en iyi sen biliyorsun, boş tehditler savurmayı kelime israfı olarak gördüğümü. Bir de böyle şeyler söylemeye devam edersen ay ışığımı üzeceksin ama ödeme yapabilmen için başının omuzlarının üstünde durması gerekiyor, en azından şimdilik. O yüzden..."

Kılıç beni bırakıp Kyouka'ya döndü.

Kılıç: "Bu herifi tamamen kölen yapmışsın, onun kimseye böyle bağlanmasını beklemiyordum. Gerektiğinde zehirli, gerektiğinde süslü sözler söyleyebildiği halde pek kullanmadığı dilini kullanmaya layık görüp seni tavladığını düşünüyordum ama belli ki kafeslenen oymuş. Gerçi, öyle olsa ilginç olurmuş aslında. Bu adamın sanki Erlik Han'dan miras almış gibi duran zehirli dilini kullanmaya layık gördüğü pek fazla kişi yoktur. O'na bile kullanmamıştın, değil mi?"

Bu kez bana döndü.

Kılıç: "Bu kız sana nasıl baktı lan?"

"Hiçbir fikrim yok. Bir de... Kastettiğin kişiyi Kyouka zaten biliyor."

Vay, yüzünde böyle bir şaşkınlık göreceğimi bilsem daha önce söylerdim.

"Hem beni iyi tanıdığından ne onda ne Kardelen'de ne de Kyouka'da kelimelerimi silah olarak kullanamam. Atlatmanın ve beni susturmanın yollarını biliyorlar, sizin gibi mal değiller."

Kılıç: "Aha, bana da öğretsene bu herifin zehirli kelimelerini atlatıp susturmayı."

"Karıma o kadar sokulmaya devam edersen ödemeyi falan umursamayıp derini yüzeceğim."

Kılıç: "Eh, her neyse. Aslında şanslı kızsın, bu herif her zaman vahşi bir kurttu. Şimdiyse bekçi köpeği gibi; kimse Utpa'yı evcilleştirememişti şimdiye dek."

Kyouka: "Bence sadece karşılık vermiyorlardı."

Kılıç: "?"

Kyouka: "Sadece benimleyken nasıl olduğunu biliyorum ama... Eğer sevgisine karşılık veren başka biri olsaydı ona da aynı şekilde davranırdı bence."

Gidip sevgili eşime sarıldım.

Kılıç: "Gidin evinizde yapın şöyle şeyleri."

"Zaten oradayız."

Kılıç: "Eh, iyi... Hadi o zaman, kaçtım ben."

"Yürrüüü, anca gidersin."

Kılıç: "'Kaçma, Allah'ın izniyle git' esprisi yapmadığın için şükür mü etsem yoksa şu bıçağı boynuna mı fırlatsam emin olamadım."

"Pek tavsiye etmiyorum şahsen. Bana zarar gelirse Kyouka derini yüzer, ona zarar gelirse ben ayağına taş bağlayıp seni nehre atarım."

Kılıç: "..."

Kılıç: "Nasıl bir aile oldunuz siz böyle ya? Sıradan bir Erlikli ailesi tanımından çok da farklı değil sanırım, neyse."

Kılıç gittikten sonra Kyouka'nın meraklı bakışlarına daha fazla dayanamayıp başımla onayladım. Basitçe "Sormaktan çekinme" anlamına geliyor bu yaptığım hareket.

Kyouka: "Ek işin mi var? Atölyeyi hobi amaçlı kullandığını sanıyordum."

"Daha çok Düzen Bürosu'ndaki işim ek iş gibi aslında; bu türden siparişleri liseden beri yapıyorum. Bir güvenceye ihtiyacım vardı, anlarsın ya; Erlikli payıyla bırak istediğin gibi yaşamayı hayatta kalmak bile epey zor. Ama haklısın, temelde bunu iş değil hobi olarak yapıyorum; o yüzden de sadece ilgimi çeken siparişleri kabul ediyorum."

Kyouka: "İlgini çekmeyen siparişleri ne yapıyorsun?"

"Benim yaptığım şeyi birincil ya da ek iş olarak yapan bir sürü Erlikli var, verilen siparişi en iyi yapabileceğini düşündüğüme yönlendiriyorum. Siparişi veren halihazırda bir Erlikli'yse -mesela az önceki gibi- ya da benimle bir süredir tanışıklığı olan biriyse zaten sipariş vermiyor, kabul edip etmediğimi soruyor ve ona göre aksiyon alıyor."

Kyouka: "Yaptığın her şeyi kendine saklamıyor musun ya? Koleksiyon odası ağzına kadar dolu."

"Orada senin şeylerin de var, unutma. Ama sorduğun soru hakkında öncelikle şuna cevap ver: Sence bir simyacıya emir verebilmenin en iyi yanı nedir?"

Kyouka: "Neymiş?"

"Birçok şeyin iyice incelenip analiz edilmeden orijinalinden ayırt edilemeyecek replikalarına sahip olabilmek. Muhtemelen asla hiçbir şeyi altına dönüştüremeyecek olabilir; ama görünüşü altından, gümüşten farksız şeyler üretebiliyor. Sahte altın, sahte gümüş gibi şeylerden bahsetmiyorum; bakılarak, hatta dokunularak ayırt edilmesi epey zor şeyler yapıyor; elbette analizleri kandıramıyor. Analizleri kandırabilse gerçekten altın ve gümüş üretmiş olurdu zaten."

Kyouka: "Ben de o kadar süslemeye para harcamana rağmen nasıl hâlâ aç kalmadığımızı merak ediyordum."

"Hehe, sebebi süslemelere çok az para harcamam. Görünüşü tamamen altın gibi ama aslında alüminyum ya da benzeri bir şey. Aslında çelik, ahşap ve bütün o hammaddeler süslemelerden fazla tutuyor."

Kyouka: "Yalnız... Böyle bir yeteneğin olmasına rağmen neden kılıcını satın aldın ki?"

"Günbiçen'i mi diyorsun? Şu an birden fazla kılıcım var, diğerleri koleksiyon ya da talim kılıcı olsa da."

Kyouka: "Diğerlerini kendin yaptığına göre evet, doğal olarak ondan bahsediyorum."

"O zamanlar bir atölyem yoktu, zaten kılıçla pek uğraşmamıştım; sadece bıçak ve birkaç tane kısa kılıç yapmıştım, yani ne atölyem ne de iyi bir şey çıkarabilecek tecrübem vardı."

Kyouka: "Kızımız da senin gibi yetenekli olur mu acaba?"

"Birinin bana benzemesi çok kötü bir şey, Gece'ye bunu yapamam."

Kyouka güldü, başını okşayıp saçlarını karıştırdım.

Kyouka: "Bunu yapmayı neden bu kadar çok seviyorsun?"

"Bilmem, yasal sınırların üstünde tatlı olduğundandır belki."

Kyouka: "Öyle bir sınır yok hayatım."

"Çünkü yasaları ve bütün o uluslararası sınırları belirleyenler seninle hiç karşılaşmadılar."

Kapı çaldı, Kyouka'yı bırakıp kapıya bakmak zorunda kaldım. Karşımda mavi saçlı bir kız duruyordu.

"Evet, ne var?"

Yosun: "Emrin altına giren birine fazla kabasın."

"Zamanımdan çalıyorsun, öyle zırt pırt gelebileceğiniz bir yer değil bura, benim evim."

Yosun: "Sence..."

Kelimelerini seçmekte zorlanıyor gibi.

Yosun: "Ben sevimli miyim?"

"Evliyim ben."

Yosun: "O anlamda demiyorum! Kim sana ilgi duyar ki!"

"Bana hakaret etmen neyse ama Kyouka'ya laf söyleyemezsin."

İçeri geçip koltuğa kuruldu. O koltuğu kapıdan bu kadar kolay ulaşılabilen bir yere koymasa mıydık acaba?

Yosun: "Sadece, şey... Hoşlandığım çocuğun... Sevimli kızlardan hoşlandığını duydum."

"Kimden?"

Yosun: "Kendisinden."

"..."

İki ihtimal var: Ya sordu ki öyle bir şey sorabiliyorsa sevimli olup olmadığını da sorabilirdi ya da...

"Gizlice dinliyor muydun?"

Yosun: "Dinlemiyordum!"

Kesinlikle dinliyordu.

"Peki bunun benimle ne alakası var?"

Yosun: "Ülgenterlerden birine soramam, herhangi bir arkadaşıma da soramam. Alınma ama siz erkekler biraz..."

"Eh, haksız değilsin aslında; böyle bir şeyi sorduğunda ona yazdığını düşünmeleri ihtimali çok yüksek. Yine de neden bana soruyorsun?"

Yosun: "Çok sevimli bir eşin olduğu için."

"Evet, öyledir. Sahi, kaç yaşındasın?"

Yosun: "Çocuk gibi göründüğüm için üzgünüm, tamam mı?"

"Celallenme hemen, öyle bir şey demedim. Olduğundan genç göründüğünü anlayabiliyorum çünkü çocukluğum boyunca etrafımdaki kadınların çoğu olduklarından genç görünüyordu, Kyouka da olduğundan genç görünüyor. Çocuk gibi de görünmüyorsun ayrıca, sadece genç gösteriyorsun."

Kyouka'nın nazik bakışını fark ettim.

"Burası kıskanmam gereken kısım."

Kyouka: "I-ıh. Değil. Kıza cevabını ver."

"Önce o bana cevap versin."

Yosun: "On yediyim."

"Beklediğimden gençsin aslında, en azından reşit olmanı bekliyordum. Neyse, ne sormuştun?"

Yosun: "Sevimli miyim diye sordum! Ülgenterleri Yeni Sekizlerden ayıracağım ama artık, yeter ya."

Kyouka'ya baktım, başıyla onayladı.

"Bekar olsam ve bu kadar yaş farkımız olmasa belki yanında bulunmak isteyebileceğim kadar sevimlisin."

Yosun: "Oh..."

"Hemen rahatlama, sadece görünüşün şirin. Söz konusu çocuğun kişiliğini bildiğini varsayıyorum? Kesinlikle seni istemeyecektir, şansını yirmilerinin ortalarına geldiğinde eğer onun hiç sevgilisi olmamışsa tekrar dene."

Yosun: "..."

Kyouka'ya döndü.

Yosun: "Tavsiye mi veriyor yoksa karanlık geçmişinin molozlarını üstüme mi döküyor?"

Kyouka: "İkincisi. Neyse, sevimli kızlardan hoşlanan birinin hoşlanabileceği kadar sevimli olduğunun onayını aldın en azından."

Yosun: "Yalnız... Yemek yemedim ben."

"Yeseydin."

Kyouka: "Neden ilk gördüğün andan beri bu kıza bu kadar tepkilisin?"

"Aura çatışması."

Kyouka: "Öyle her şeyi auraya bağlayıp geçemezsin."

"Öyle ama! Yeni tanıştığın biriyle ilk andan beri anlaşamaman aura uyumsuzluğu nedeniyledir. Duruma bağlı olarak bu çatışma bitebilir ya da bitmeyebilir; aslında auraların kendini koruma mekanizması bu. Yerlerini alabilecek bir aura gördüklerinde saldırıyorlar."

Kyouka: "Sanki konunun bir yerinden sonra adını hiç duymadığım bir vahşi hayvandan bahsetmeye başlamışsın gibi geldi."

Yosun: "Bana da öyle geldi, sıkıntı bu adamda."

"Hayır, yani... Auran eğer benzer bir aura görürse saldırıya geçer, her tarafın tulpalarla dolmasını engellemek için gerekli bu."

Diğer Bölümler İçin

17 Aralık 2020 Perşembe

"Bak Şimdi"

Bak şimdi, Britanya kısa tüylüsü ile İskoç kırıkkulağı diye kedi cinsleri var (Bu çevirileri birebir çeviriyle kıçımdan uydurmadım bu arada, gerçekten öyle çevriliyor British shorthair ve Scottish fold); ben bunların ismine takıldım yalnız. Neden? Çünkü bu iki kedi ırkı (Bütün kedilerin cinsi Felis'tir, evcil kedilerin hepsinin türü Felis catus'tur; günlük hayatta mevzu kedi-köpek olunca "cins"i ırk anlamında kullanıyoruz ama yanlış) teknik olarak aynı kedi ırkı. Dalga geçmiyorum, "Yok denecek kadar az farkı var" demiyorum bak; aynı kedi ırkının varyeteleri bu ikisi. Birinin kulakları düz, öbürününkiler kıvrık; onun dışında genetik olarak vs. de bu fark dışında aynılar. Hatta İskoç kırıkkulakları birbirleriyle çiftleştirildiğinde doğan yavrular çekinik genlerin üst üste binmesinden dolayı kronik sorunlarla doğduğundan (akraba evliliğinde de aynı olay vardır misal) Britanya kısa tüylüleri ile çiftleştirilmesi gerekir. Üreticiler öyle mi yapıyor? Tabii ki yapmıyor çünkü yavruların çoğunun/yarısının değil hepsinin kıvrık kulaklı olmasını istiyorlar, o neden? Dinleri imanları para olduğundan. Hah neyse, yalnız dediğim gibi isimlere takıldım ben: Düz kulaklı olan Britanyalı, genel de kıvrıklar neden İskoçlara itelenmiş? "British fold" denemez miydi mesela? Muhtemelen İskoç kırıkkulaklarının atası olan ilk kıvrık kulak mutasyonuyla doğan (Bu bir mutasyon, evet; "Mutasyon" deyince hemen Hulk gelmesin aklınıza. Mavi ve yeşil insan gözü de teknik olarak mutasyon mesela*, hatta kanser hücreleri bile teknik olarak "Mutant".) Britanya kısa tüylüleri İskoçya'da doğdu, oradan yayıldı ama isimlere bakınca Britanya'nın sahibi olan İngilizler (Bayağı adamların tapulu malı lan koskoca ülke, öyle alışılagelmekten, tarih derslerinde Türklerin Anadolu'ya gelişi kısmındaki gibi "Artık kalıcılar" olayından bahsetmiyorum; bildiğin, dümdüz İngiliz kraliyet ailesinin arazisi bütün ülke) "Düz kulaklı olanlar bizim olsun, kıvrıkları da size verdik hadi." demiş gibi duruyor.

*"Mavi göz şu ortamda şurada çıktı, o yüzden mavi gözlü herkesin kökeni oraya dayanıyor." diye bir bilgi dolanır internet aleminde. Mavi göz asli olarak gözde renk pigmenti olmamasından çıkar, yani teknik olarak kahverengi göz renkli, mavi ve kırmızı (albino insanlarda kırmızı göz olabiliyor ama hayvanların aksine insanlarda mavi göz daha yaygın albinizm içinde) ise renksiz gözdür. Ulan yine konu dağıldı, ne diyordum ben? Hah, evet; mavi göz üstte de dediğim gibi teknik olarak mutasyon olduğundan bu doğru olabilir ama mutasyon, genetik bilgiden biraz farklıdır. Genetik bilgi hatalı şekilde bozulduğu/değiştiği için ortaya çıkar, bu da tamamen alakasız zamanlarda ve ortamlarda aynı/benzer genetik mutasyonun görülebileceği anlamına gelir. Şimdi "Mavi göz olumsuz özellik mi?" diye sorabilirsiniz, dediğim gibi gözdeki pigment eksikliği bu renge sebep olur o nedenle biyolojik olarak olumsuz, hatta hata kapsamında bir özelliktir. Yani sonuç olarak mavi gözün ilk olarak Karadeniz'de görülmüş olması, eğer mavi göz mutasyon değil kodlanmış bir genetik özellik olsaydı (yani bu değişim hatalı bir değişim değil de normal, olması gereken bir değişim olsaydı; onun ayırdı da mavi gözün günlük hayatta mavi gözün az görüldüğü Ortadoğu, Uzakdoğu gibi coğrafyalarda genel olarak çekici bulunması haricinde herhangi bir avantajı olmaması, bir avantajı olsa normal bir değişim olurdu.) tüm mavi gözlüleri Karadeniz'e yamayabileceğimiz anlamına gelirdi; ama mutasyon dediğin şey farklı zamanlarda, farklı koşullarda, farklı canlılarda aynı/benzer biçimde görülebilen bir şeydir, zaten o yüzden "Genetik farklılaşma", "Moleküler evrim" vs. değil "Mutasyon" denir. Örneğin albinizm ve melanizm de mutasyondur, bütün canlılarda herhangi bir zamanda ve herhangi bir yerde görülebilir; "Bütün kara panterler (yani melanistik leoparlar) şuradan gelmiştir." demek mümkün değildir, o nedenle "Bütün mavi gözlüler aynı yerden gelmiştir." de denemez. Öyle olsa kanser genetik hastalık olurdu zaten, oysa herhangi bir kişide herhangi bir şekilde ortaya çıkabiliyor. Mutasyon genetik olarak çekinik gen biçiminde aktarılır bu arada, mesela evcil hayvan olarak en çok tercih edilen kırmızı gözlü, beyaz tüylü tavşanlar albino tavşanlardır ve albino tavşanların çiftleştirilmesiyle üretilirler. Neden? Albino tavşan ve albino olmayan tavşanı çiftleştirirsen albino elde edebilirsin de edemeyebilirsin de. Şu anki süslü Japonbalıklarının ilk örnekleri de pigment bozulması nedeniyle kırmızımsı (günümüzdekiler gibi tamamen turuncu değil de daha çok bakır rengi gibi) hale gelen ve Çinlilerin yemek için havuzlarda beslediği yarı-yabani japonbalıklarıydı (Ki bu arkadaşların yaşadığı her yerde zaman zaman aynı mutasyona sahip bireylere rastlayabilirsiniz). Bu arada yabani japonbalıkları Japonların kullandığı ilk suşi malzemesiydi, tabii günümüzde "Ben suşi çok severim" diye gezen ortalama bir Türk'e, Avrupalıya ya da Amerikalıya versek "Bu ne lan?" diyeceği bir formdaydı o zamanlar: Narezushi/Funazushi, Japonya'da hâlâ bulmak mümkünmüş. Hah, mutasyon çekinik gen olduğu için evet; çıktığı ortamda genetik olarak aktarılır ve iki çekinik birbirini bulunca ortaya çıkar ama aynı zamanda mutasyon dediğin şey alakasız zamanlarda, yerlerde vs. ortaya çıkabilir; zaten öyle olmasa kanser dediğin şey genetik hastalık olurdu ama herhangi bir kişide herhangi bir zamanda ortaya çıkabiliyor. Hatta (mavi göz konu, oradan devam edelim) mavi gözlü biriyle hiç mavi göz karışmamış birinin çocuğu da benzer bir mutasyon sebebiyle mavi gözlü olabilir (Açın Mendel genetiği okuyun, bana açıklama yaptırtmayın. Genetik dediğin şey Mendel'den sonra çok ilerledi, herifin muhtemelen tahmin bile edemeyeceği yerlere gitti ama neyse; bu dediğimi açıklamak için en basit ve doğru yol hâlâ Mendel'inki.)

Normalde yalnızlığıma taktığım dönemlerde tükettiğim romantik komedi yapımları (Bunlar bir zamanlar sanattı ama günümüzde sanatın kendi bile tüketim malzemesi, haliyle) beni sinir eder, daha da karamsarlığa iter (Doğal halim zaten karamsar olduğundan "karamsarlığa iter" diyemiyorum elbet); bu da temelde ot gibi yaşadığımı ve çok büyük bir sürpriz falan olmaz da her şey beklediğim gibi giderse ot gibi yaşamaya devam edeceğimi anımsatması hasebiyledir. Yalnız şimdilerde bir anime izliyor, bir de manga okuyorum romantik komedi türünde; birincisi Tonikaku Kawai, ikincisi Mobu'lu bir şey, "Mobu manga" diye girince çıkar muhtemelen. Heh, bu ikisi üstümde hiç o "Millet ne kadar mutlu aq ya, ühü ühü" etkisini yapmıyor; tam aksine beni böyle yumuş yumuş ediyor, öyle bir etkileri var. Hatta Tonikaku Kawai'nin Japonya'daki evlilik oranlarını artırma (Malum bu hikikomoriler, otakular falan böyle giderse birkaç yüzyıl sonra Japon diye bir millet kalmayacak.) projesi olduğuna dair bir komplo teorim de var (Şimdi buldum). Tonikaku Kawai neyse de Mobu'ya Serimanga'da ismine rastgele tıklayarak başladım, hayranı oldum manganın. Türkçeye çevrilmiş son bölüm olan 42. bölümde de birebir öyle bir yorum var 2 beğenili; biri benim. Yani ben hariç en az 2 kişi var aynı durumda olan. Buradan her türlü romantik komedi işiyle uğraşan her Japon'a hatta her Uzakdoğuluya sesleniyorum*1: Romantik komedi dediğin böyle olur lan, milleti kanser etmeyin. Kimi ni Todoke'nin o 2. sezonu neydi öyle Allah aşkına ya? Hayır Mobu neyse de (Onda ana karakterin, pardon ana karakter dedim*2, durumu nedeniyle olumlu etki yapıyor da olabilir çünkü) Tonikaku Kawai'nin her şeyden çok yalnızlığımı yüzüme çarpması gerekirdi ama konuyu iyi işleyince, kanser ögeleri atınca veya en azından azaltınca falan olumlu -yani olması gereken gibi- etki yapıyor demek ki. SoL animeler ve yalnızlık ile ilgili bir yazıresim bulunmaktaydı ama şimdi onu arayıp bulamam, bulsam koyardım. Bak Tonikaku'nun hissi erkek ana karakterimiz Nasa efendinin gerizekalılığı romantik değil başka türden bir gerizekalılık olduğundan da olabilir*4; herif tam yin-yang yav*. Bazı konularda zeka fışkırıyor, bazı konularda tam gerizekalı, bir de üst düzey sapık ama o sapıklığı genellikle gördüğümüz gerizekalı türden değil de daha çok elemanın tuhaf tasvir şeklinden kaynaklanıyor. Herif el ele tutuşarak uyumayı öyle bir tasvir ediyor ki cinsellik hakkında bildiğin her şeyi unutuyorsun lan, adam fantezilerini (onlar da el ele tutuşarak uyumak, etrafta pek insan olmayan bir yerde sarılmak, birbirine lokma yedirme hareketi falan ha; fantezi dedim diye illa aklınız oraya kaymasın) anlattıktan sonra "Ejakülasyon sonrası sendromu"na (Açın Cem Yılmaz izleyin ya da Ekşi'ye bakın) giriyorsun. Ha bazen sapıklığının daha üst seviyeye çıktığı kısımlar da oluyor. Ulan tam "Hangimizin olmuyor ki?" diye bitirmelik cümle oldu be; ama öyle bitirsem de cümlemden razı olmayacaktım.

*1: Çinli ve Koreliler de bu işte pek başarılı değiller gibi zira; gerçi bunun temel sebebi Batı ve Doğu arasındaki sevgi algısıyla ve sevgiyi göstermeyle ilgili kültür farkı, bizim ülke bu konuda da çoğu konuda olduğu gibi doğu ve batı arasına sıkışmış olduğundan sevgi algımızın ve kültürel gösterme biçimlerimizin yarısı doğudan yarısı batıdan geliyor; o yüzden bütün ülke manyak gibi, sosyopat gibi dolanıyor ortalıkta.

*2: Buradaki espriyi anlamak istiyorsanız gidin okuyun mangayı, tam adı Kubo-san wa Boku (Mobu) wo Yurusanai. Yani "Kubo-san (Bu "san" aslında Bay/Bayan, Bey/Hanım diye çevrilir de burada öyle çevrilmeye pek uygun değil) beni (Mob'u*3) rahat bırakmıyor" anlamında. Hatta tam olarak mangayı anlatan "Kubo-san beni (Mob'u) bir salmıyor" diye de çevirebiliriz, en uygun böyle oldu; evet. Ben de Shakespeare çeviren Can Yücel'e döndüm iyice bunu böyle yaparak, hatta şöyle çevireyim tam olsun: "Kubo, Kızım Bir Sal Beni (Figüranı) Allah Aşkına Yav" (O Kubo-san en iyi "Kubo, kızım" veya "Kubo, abla be" diye çevriliyor ağa, ben ne yapayım? Ama aynı yaştalar, o yüzden ablalı çeviriyi yapamıyorum). Takagi-san'dan (Bak buradaki "San" da yine o şekil, çevrilince sakil duran bir "san") sonra çıkan (veya popülerleşen, tek tek hangi manga ne zaman çıkmış bakamayacağım ona ama ilk Takagi-san'ın animesi çıktı, sonra Uzaki'nin, sonra da Nagatoro'nunki onaylandı; yani manga açısından değilse de anime açısından ilki Takagi-san) alay ustaları (Teasing Master) mangalarından bu da.

*3: Mob derken Minecraft'taki mob gibi düşünün. Figüran, önemsiz yancı karakter, NPC falan anlamında.

*4: Kanser etse de etmese de romantik komedide en az bir gerizekalı bulundurmak mecburiyeti var herhal', çoğu yapımda erkek ana karakter oluyor Tonikaku'da ve Mobu'da da olduğu gibi ama Horimiya gibi onu yan veya ikincil, üçüncül karakterlerle ikame eden yapımlar da var.

*Bu arada bizim ülkede genelde Ying-Yang diye biliniyor bu ama öyle değil; birinci sert, kesin ve keskin bir N hatta Japoncada da olan kelime sonlarındaki gibi süreksiz, uzatılmaması gereken ɴ ile biterken ikinci Ŋ'den bozma bir Ng ile bitiyor.

Bak şimdi, şöyle bir hareket vardır: Masaya, sehpaya veya başka bir ahşap eşyaya eliyle kapı tıklatır gibi tıklatır herif (Herif diyorum çünkü bunu ekseriyetle erkekler yapar) sonra da "Ceviz bu." der. Başka bir ağaç da olabilir ama genelde "ceviz" denir bak, ikinci en popüler cevap da (Yüz kişiye sorduk on popüler cevap aldık) "masif"tir. Şimdi, amacın nedir birader? Abanoz demedik ki; umursuyorsak biz de biliyoruz onun ceviz olduğunu, hangi ahşaptan yapıldığı umurumuzda değilse daha da anlamsız bir hareket oluyor. Ha ama zevkli, eğlenceli bir hareket bak; orası doğru. Ara ara yaparım ben de evde.

Bak şimdi, belli bir temayı içeren hikayelerde bir karakter kalıbı vardır. Bu hikaye ister dizi olsun, ister film, ister çizgi roman, ister anime, ister kitap... Karakterlerden biri -ki genelde ya başkarakter ya da ikincil karakter olur, olmasa da mutlaka ana kadrodan ve önemli bir karakter olur- yeni yetmedir, pek bir şey bilmez, hatta hikayenin başında ilgisi bile yoktur olaya, rastgele bulaşmıştır çoğunlukla. Galiba Tsurune'de yoktu öyle bir karakter bak, şimdi aklıma geldi. Hah, neyse; bu karakterin amacı nedir peki? (Hikayedeki amacını değil hikayeci açısından amacını soruyorum.) Şudur: Çünkü o hikayenin konuyu bilmeyenlerin de zevk aldığı bir hikaye olması gerekir ve bir kişi konuyu bilse bile tüm ayrıntılarına hakim olmayabilir, dolayısıyla olayın anlatılacağı biri gerekir. Fantastik, bilimkurgu vs. eserlerin başkarakterlerinin başlangıçta önemsiz, köyünden çıkmamış karakterler olması da bu sebeptendir. Böylece "Ona anlatıyoruz" ayağına seyirciye/okuyucuya anlatılır olay da evren de diğer şeyler de. Hatta konu bile buna anlatılarak anlatılır seyirciye. Bu karakterin olmaması da anlatıcı açısından sıkıntıdır çünkü seyirciyi/okuyucuyu direkt "uzman" kapsamına koyar ve hedef kitlesini daraltır. Ve hiç kimse, ister para için ister zevk için ister anlatmak istediği bir derdi olduğu ("Sanat toplum içindir" diyenler de bunlar misal.) için yapsın, yaptığı işin hedef kitlesini küçültmek ve potansiyel müşteriyi kaçırmak istemez.

"Netflix (Ben niye taktım lan bunlara?) Orijinal Serisi" diye bir yazı var... Var da bunların "Orijinal seri" kavramıyla benimki bir değil. Ulan uyarlamalara da basıyorlar bu "Orijinal Seri" şeysini, gerçekten orijinal olanlara da. Uyarlama, adı üstünde uyarlama lan; nasıl sizin orijinaliniz olabiliyor? Neyse, sakinim.

Bizim dizi sektörü "Tarihsel kurgu" ile "Tarihi dizi" farkını bilmiyor. Farkı şudur: Tarihi dizi, aşağı yukarı gerçek tarihi yansıtan dizidir. Tabii bakış açısına göre olayları yorumlayabilir ya da heyecanı diri tutmak için bir şeyler ekleyebilirsin, bazı kısımlar için ek karakter ekleyebilirsin vesaire ama unvanı isim yapmak, coğrafya bilimini katletmek gibi şeyler yapamazsın arkadaşım. Tarihsel kurgudaysa belli bir dönem ya da kişiler üzerinden bir kurgu oluşturursun, o zaman da ister işin içine fantastiklik katarsın, ister Kral Arthur'u siyahi yaparsın, istersen de Cengiz Han'ın eline tüfek verirsin. Aslında bu sonuncu o kadar da garip olmazdı bu arada; tüfeklerin ilk prototipleri Çinlilerden Moğollara, Moğollardan Türklere (Önce Tatar ve Özbekler, onlar üzerinden Osmanlı), Türklerden Avrupa'ya geçmiştir aslında. Avrupa'da ateşli silah kullanan ilk ordu Osmanlı'nın yeniçerileridir misal. (Hazır yeri gelmişken: Dünyanın ilk profesyonel ordusu da yeniçeri ocağıdır aslında.) Tabii sonra Avrupalılar modern tüfekleri ya da en azından modern tüfeklerin ilk örneklerini geliştirip dünyanın ebesine atladılar; biz de Avrupa'nın ateşli silah kullanan ilk ordusunun "Biz bunu istemeyiz, keçeye kılıç çalmak isteriz" deyip kazan kaldırıp durmalarıyla uğraştık o ayrı bu konu. (Öyle bir yetkisi/gücü olsa ateşli silahları neredeyse yok olacak raddede kısıtlatıp bütün orduları yayla mızrakla savaşmaya mecbur bırakacak adamın ettiği lafa bak lan.)

Vikipedi'deki Barnabas İncili maddesine takıldım biraz. "Bu İncil uydurmadır; çünkü şöyle, şöyle..." deniyor. E, tamam; Barnabas İncili sonradan yazılmış olabilir, olmayabilir de. Ama "Barnabas İncili'nde şöyle deniyor halbuki Kitab-ı Mukaddes'e göre böyle." diye savunma olmaz lan. Arkadaşım, bunu yazan, sana diyorum: İslam'ın söylediği zaten şudur: "Hristiyanlar İncil'i kafalarına göre değiştirdi, Allah'ın yazdığını bozdular." E, Barnabas İncili de bu Kuran'da bahsedilen "Değiştirilmeden önceki, Allah kelamı olan İncil" ya da en azından ona en yakın olan İncil olarak görülür genel olarak. Peki arkadaşım, o zaman "Barnabas İncili'nde böyle diyor ama Kitab-ı Mukaddes'te böyle, o zaman bu uydurmadır." ne çeşit bir kanıt lan? Zaten onu diyorlar, Kitab-ı Mukaddes'in tahrif edilmiş olduğunu söyleyen bir inancın takipçilerinin "Orijinal ya da en azından ona en yakın İncil bu" söylemine karşı Yeni Ahit'ten kısımları kanıt göstermek ne türden bir paradoks lan? Adam da onu diyor zaten, "Siz böyle diyorsunuz ama aslında böyle." diyor adam da zaten! Niye bu kadar gaza geldiysem ben de. Yalnız bir de "Bu şehir nehir kenarında ama yazar Akdeniz'de olduğunu sanıyor, kıyı diyor." savunması var ki iyi güldüm. Nehrin kıyısı yok mu lan? Neyin peşindesin? Karbon testlerinden, dilin tarihi farklarından bahsederken gayet iyi gidiyordun halbuki; sonra ne oldu? Bu arada "Barnabas İncili orijinal veya ona en yakın İncil'dir." gibi bir iddiam yok benim, itikadım İslam olduğundan Kuran'daki İncil'in değiştirildiği söylemini inkar etmem mümkün değil elbette. Gerçi benim inanç yapım ve anlayışım da bayağı karmaşık, arada acayip fikirler de gelebiliyor aklıma; o yüzden Yeni Ahit hakkında "Aslı bu ulan!" gibi bir iddiam yok pek. Bu arada "Burada Muhammed'den bahsediliyor, o yüzden bu İncil sahte." diye de argüman varmış lan, şimdi baktığımda gördüm. E, iyi de birader; zaten İslam'a göre Hz. İsa, son peygamber Hz. Muhammed'i müjdelemiştir ve zaten İslam'a göre bütün inançlar başlangıçta aynıyken sonra bozulmuştur, nasıl argüman lan bu? Sen İslam'ın bir söylemini alıp bir diğer söyleminin içine yerleştirdikten sonra "Böyle diyor, o yüzden bu İncil sahte." diyorsun; kafan mı güzeldi bunu yazarken, hayırdır? O da onu diyor lan zaten! Neyse, sakinim. Bu arada beni inanç konusundaki farklar vs. bu kadar germez, zaten kendilerine uymayan herkesi tekfir eden Selefilerdense herkesi doğru kabul eden Bahailere daha yakınım bu konuda; beni bu kadar geren tek şey salaklık. Aynı inancın argümanını taşıyan ve o inanç mensuplarınca uydurulmuş olduğunu söylediğin kitap hakkında o argümanı kullanarak hata aramak neyin kafası lan? Bak bu konu şu aşağıdaki diyalogla birebir aynı geri zekalılık seviyesinde:

Beyazcı: Bu masa beyaz. Hem bendeki etikette beyaz diyor hem de gözümle görüyorum.

Siyahçı: Masanın siyah olduğu bendeki etikette açıkça belirtilmiş ama sen beyaz diyorsun.

Bu ya bu, siyahçının söylediğinin kulağa ne kadar malca geldiğinin farkında mısınız? Farkındaysanız diyalogdaki masanın rengini belirtmedim çünkü tarafsız bir diyalog olması gerekiyordu. Beyazcı masanın beyaz olduğunu söyledi ama o kendi bakış açısı, onun demesiyle masa beyaz olmuyor. Beyaz da siyah da hatta kırmızı bile olabilir masa; renginin bir önemi yok. Sadece argümanın ne kadar düşünülmeden ortaya konduğunun önemi var. X=X ya da 1=1 bulunan çözüm hataları gibi argüman yazmış lan herif! Tek derdim bu, Barnabas İncili gerçektir gibi bir iddiam da yok, tekrarlıyorum bak bunu.

Geçen bir alıntı okudum, kimden olduğunu hatırlamıyorum şimdi (Ulan keşke not alsaydım, neyse.): "Ben şair olmak istemiyordum, şiir olmak istiyordum." Ve sonuç olarak... Yaptığım şeylerin çoğunun motivasyonunu buldum nihayet; daha önce de yazdım bunu "Figüran olmak değil kahraman ya da kötü adam olmak istiyorum." şeklinde bir yanılgı halinde. Artık daha iyi anlıyorum ama; ben kahraman ya da kötü adam falan olmak istemiyorum... Hikaye olmak istiyorum, hikayenin kendisi. Yazma sebebim hikaye olmak istediğim için, gelecek planlarım, isteklerim, hatta hobilerim... Hepsi, hepsi ama hepsi bunun için: Hikaye olmak için. Başarı bir hikayedir, başarısızlık öyledir, kahramanlık, kötülük, gizem, hatta gezi... Hepsi bir hikayedir. Ve ben okunur bir hikaye olmak istiyorum. Figüranların hikayesini kimse umursamaz. Onların geçmişi yoktur, hayatı yoktur... Sadece orada olmaları gerektiği için oradadırlar, tek görevleri sahnedeki boşlukları doldurmaktır. Küçüklüğümden beri memurluk yapmak istememe sebeplerimden biri de bu demek ki; memurların hikayesini kim neden umursasın ki? Aksiyon almam gerek, duyulmak istenen bir hikaye. Öte yandan, ne önemi var ki? İyi bir şey olmadı, olmayacak da. Ne kadar çabalarsam çabalayayım, anlatmaya ve duyulmaya değer bir hikaye olsam dahi unutulup gideceğim. Hiç var olmamış bir zamanın ot gibi yaşayan hayaletinin hatıralarını kimse umursamayacak, bir de üstüne o hayalet bu günahkarlık seviyesiyse sonraki hayatını cehennem odunu olarak geçirecek muhtemelen. Deniz taşlarını ve deniz kabuklarını topluyorum; onların bir hikayesi var. Üstü delikli deniz kabuklarının avcı salyangozlarca bitirilen, anlatmaya değer hikayeleri var. Ortasında beyaz bir şerit olan deniz taşlarının gerçek anlamda evliliğe benzer bir hikayesi var, bir zamanlar iki ayrı hikayesi olan iki ayrı taştı onlar. Balıklar, işte onların çok ilginç hikayeleri var. Gizemli deniz yaratıklarıyla, insanların umursamadığı şeylerle, balıklardan ve insanlardan avcılarla, zehirli böceklerle, kirlilikle ve onlar gibi şeylerle veya akvaryumlarla, su düzenleyicilerle, kepçelerle, filtrelerle dolu oldukça ilginç hikayeler. Belki o yüzden küçüklüğümden beri balık çiziyorumdur. Bak bu da ilginç bir konu, geçen "Neleri çizemiyorum lan ben?" şeklinde bir liste yaptım, sonuç şu: Yapraklar, balıklar, kılıçlar/bıçaklar ve böcekler dışında pek bir şey çizemiyorum. Ben sadece insanlarla sıkıntım olduğunu düşünüyordum ama bu üç şey dışında hemen hemen hiçbir şey çizemiyormuşum. Eh, neyse; ona zamanla bakarız ya da bakmayız. Hikayenin değerli olup olmadığı hemen karar verilebilecek bir şey değil. Evet, kimi kandırıyorum ki? Şu sıralar sevilmekten başka bir şey istemiyorum. Ailevi bir sevgi değil, arkadaşça da değil; genel olarak insanların beni sevip sevmediği pek umurumda değil. Uyum sağlayıp rol yaptığım zamanlarda seviliyorum ama uyum sağlamaya çalışmasam ve rol yapmasam... Aslında düşündüm de hayatımda uyum sağlamak için kendimi zorlamadığım ve çok daha az, herkes kadar rol yaptığım yer ve zamanlar da vardı; oralarda sevilmiyor değildim genel olarak. Eh, her neyse; tek bir kişinin (öyle belirli bir kişi yok şu an, olunca da kendi kendimin ağzına sıçmasından başka bir şeye yaramıyor zaten.) sevgisine ihtiyacım var, romantik açıdan bir sevgi. Peki, sadece kabul edilebilir bulunsam bile yeter aslında; her neyse. Ne anlatıyorum ben? Kafam dağınık, neden? Bu kısmın cevabını verdiğini düşünüyorum. Daha ne kadar dünyada oyalanmam gerekiyor ki benim? Yapacak işleri olanlar onları tamamlayamadan göçüp gidiyor, ben sadece boş vaktimi kullanmak için bir şeyler yapmak istiyorum ama işe bakın ki onu da yapamıyorum. Ekonomi, zaman, bilmem ne... Bir sürü sebep var bunun için; muhtemelen bin yıl yaşasam yine de onları -en azından istediğim seviyede- yapamayacağım. Ne arıyorum ki o zaman burada? Dünyanın kaynaklarını boş yere tüketmeye hakkım yokken neden hâlâ nefes alıyorum? İyi bir şeyler olmayacaksa -ki olmayacak- yaşamanın ne anlamı var ki? Son zamanlarda neye elimi atmaya kalksam hemen elimi çekiyorum, değil yarım bırakmayı başlayamıyorum bile. Çünkü "Yapsam ne olacak sanki?" Ne gereği var ki? İstediğim seviyede olmayacak zaten, kendim de dahil kimseye bir faydası olmayacak zaten. Ya da sadece her şeyi abarttığım o klasik zamanlardan birindeyim ve bir süre sonra daha az karamsar hale geleceğim. Doğduğumdan beri asla iyimser biri olmadım. Neden olayım ki lan? Zaten iyi bir şey olmayacak, dünya sik gibi bir yer zaten. Neden olsun? Neyse, daha az karamsar hale geleceğim ve gülmek yeniden ruhumu çok kısa süreliğine de olsa yalancı ve geçici de olsa yatıştırabilecek. Neyse ne, bu blogun (bu kısmını) içimi dökmek için kullanıyorum zaten. Aslında bu blogu açma amacım da buydu, içimi dökecek bir yere ihtiyacım vardı. Eteğimdeki taşları artık taşıyamayınca siz de böyle yazılar okumak zorunda kalıyorsunuz. Ben, öylece gidip konuşamam. Boş yaparım, güzel boş yapıp devamlı konuşabilirim ama böyle gerçek şeyler konusunda ketumumdur. Neden olmayayım ki zaten? İnsanlar bencil varlıklardır, ben de öyleyim; kimse kimseyi gereğinden fazla umursamaz. "Ben" ve "Diğerleri" arasında "Diğerleri" seçimini yapanları "Kahraman" olarak anıp saygı duyuyoruz ama bunun sebebi bizim onu yapamayacak aciz varlıklar olmamız. "Ben" seçimini açıkça yapanlara da sövüyoruz çünkü hatırlamak istemediğimiz kendi iğrenç benliğimizi hatırlatıyorlar. Neyse; içimi dökecek yer... Çok da yeni değil, küçüklüğümden beri artık eteğimdeki taşları saçmam gerektiğinde yazardım; ilk yazılarım böyleydi zaten. Neyse ne, zaten istesem de istemesem de hayatın getirdiklerini izleyeceğim.

Şu sıralar tekrar DDLC oynuyorum, ikinci oynayışım olduğundan daha istediğim tarzda seçimleri yapabiliyorum tabii. Daha önce fark etmediğim şeyleri de fark edebiliyorum. Mesela Madoka Magica ile inanılmaz benziyor, ikisi de klasik sevimli, rahat günlük hayat (SoL'da fantastiklik olamaz diye bir kural yok, bir ton fantastik evrende geçen SoL var. Hatta isekai SoL bile var ki net en sevdiğim animeler onlar; millet isekai'de milletin ağzını burnunu kıran karakter görmek istiyor, ben balçıklarla çamaşırhane açan, ayı kostümüyle pizza yapan karakterlerden memnunum.) Tadında başlayıp sonra psikolojik korkuya, drama bağlıyor. (Ne sposu lan? Bu ikisinin psikolojikliğini bilmeyen mi kaldı allasen?) Ha gerçi ilk oynayışımda Madoka'yı izlemiş olsam benzerliği fark ederdim muhtemelen. Bir de şöyle bir şey fark ettim: Sayori bildiğin benim kız halim lan. Aksiyon alışları da kendine yönelttiği suçlamalar da benle birebir aynı. Lan o değil kendi kendimi inkar olacağından "Yok, öyle değil." falan da diyemiyorum. Kurgu karakterle konuşuyorum ben böyle, evet; günde yaklaşık on, on beş kere en az bir kurgu karaktere evlenme teklif ediyorum. Çok yalnızım lan, kurtarın beni. Neyse, konuya dönersek; ben her ne kadar psikolojik korku da olsa galge'den bozma bir oyunun karakterinden bile daha korkak olduğumdan sonumuz benzemeyecek muhtemelen. Hayır o değil ne cins sokuk bir herifsem bütün karakterleri anlayabiliyorum, olumsuz (kendilerince olumsuz) kısımlarını yani. Bu arada buradan şunu söylemek istiyorum: Monika, şerefsizsin kızım. Öyle böyle değil, ağır şerefsizsin. İlk oynayışımla şimdiki arasındaki aynı olan tek görüşüm bu, ha bir de karakterlerin ne kadar şirin olduğu. Gerçi birincide fark var denebilir çünkü ilk oynayışta Monika'dan nefret etmiştim ama şimdi sevdim bu karakteri de. Şerefsiz olup sevilen bir sürü karakter var bu arada, "E hani şerefsizdi?" demeyin. Şerefsiz olması karakteri sevemeyeceğim anlamına gelmiyor.

15 Aralık 2020 Salı

Ejderha ve Mühür ~ 25. Bölüm: Misafirler

Diğer Bölümler İçin

Aralık'ın 25'inde gerekli alışverişi yapmış döndüğüm evimin kapısında biri yeşil, diğeri mavi giysiler içinde; her ikisi de kürklü elbiseler ve kürklü külahlar giymiş, ak sakallı iki ihtiyarla karşılaştım.

"Geleceğinizden haberim yoktu. Kaçak olduğunuzun farkında mısınız?"

Mavili: "Düzen Bürosu'na belgeleri verdik, sadece sana sürpriz olması için not düştük."

Kapıyı açıp girdim.

Kyouka: "Hoş geldin, canım."

"Evet; ama... Keşke boş gelseydim. Ay ışığım, iki tane tanrı misafirimiz var. Gerçek anlamda tanrı misafiri; iki kişilik daha yemek yapmam gerekiyor, of ya."

Mavili: "Ben bir sülün alayım."

Yeşilli: "Ben de beçtavuğu."

"Lokanta değil burası, ikiniz de tavuk yiyeceksiniz; o da Kyouka, Gece ve benden artacak kadar kalırsa."

Kyouka: "Eee... Bunlar kim?"

Muhtemelen auralarını fark ettiğinden çekingen konuşuyor.

"Çekinme, pek öyle 'Asarım, keserim' tadında tipler değiller. Mavili olan Ayaz Ata, Türk-Moğol panteonundan kış ve soğuk ruhu. Öbürü de bugünle tam olarak ilgili biri: Noel Baba, nam-ı diğer Aziz Klaus."

Kyouka: "..."

Kyouka: "Noel Baba gerçek miymiş ya? Aziz Nikolaos hikayesine ne oldu?"

Klaus: "Sizin şu anda bildiğiniz anlamda bir Noel Baba asla gerçek olmadı. Aziz Nikolaos ise benimle savaşıp yendi ve beni İsa'ya tabi hale getirdi. Ben yaratılan ilk doğa ruhlarındandım, insanların prototipi olan ilklerden. Tanrı'yla birebir görüşüp ondan emir alanlardandım, dolayısıyla beni bağlaması çok da zor olmadı aslında."

Kyouka: "Kırmızı giyinmen ve iyi çocuklara hediyeler vermen gerekmiyor mu senin?"

Klaus: "Ben hediye veren biri değilim, kış ve soğuk ruhuyum. Geyiklerin çektiği bir kızağa değil doğrudan geyiğe biniyorum, adı Hrodulf. Doğa ruhu olduğumdan yeşil giyiniyorum, ilk tasvirlerim de genelde yeşildi zaten; kırmızıyla sonradan özdeşleştirildim. Bu arada... Elflerin tamamı, ister ışık alfleri olsunlar ister toprak elfleri, ister su perileri... Hepsi benden nefret ediyor."

Tekrar kapı çaldı.

"Bugün ne oluyor böyle ya?"

Kapıyı açtığımda karşımda duran figürü görür görmez kaşlarım çatıldı. Baştan ayağı mor dantellerle süslü siyah bir pelerin giyip yüzünü Kıpçak tarzında maskeli bir miğferle kapatıyor; pelerinin başlığının kenarları, etekleri ve kol yenleriyse sıra sıra kırmızı püsküllerle süslü.

"Hanım, kılıcımı getir."

Misafir: "Sakin ol, Kam Utpa. Beni Karanlık göndermedi."

Sesi tamamen kimliği, hatta cinsiyeti bile anlaşılamayacak şekilde çıkıyor; maskenin ardında buna yarayan bir tılsım var. Ben bir şey demeye kalmadan pelerinli tuhaf tip içeri girdi, Kyouka'yı aşıp yemek masasına oturdu ve maskesini çıkarıp kenara koydu: İşte o zaman tanıdık bir yüzle karşılaştım.

"Artık Kara Bölük'e önüne geleni alıyorlar mı?"

Misafir: "Kabasın, Utpa abi. Böyle güzel biriyle evlenmeyi nasıl başardın?"

Kyouka: "Eee... N'oluyor? Ve bunu daha önce de sormuştum: Neden etrafında bu kadar çok kız var?"

"Bu... Aysu, Kardelen'in kardeşi; onun aksine bana asla yakın davranmadı. Eee, Kara Bölük'ün üniformasıyla olduğun halde neden geldin?"

Aysu: "Karanlık'tan aldığım bazı işler olsa da hazır buraya kadar gelmişken selam vereyim ve eşinin gerçekten ablamın bahsettiği kadar güzel olup olmadığını göreyim dedim. Bu kadını hak etmiyorsun bu arada."

"Bence de ama o öyle düşünmüyor."

Kyouka: "Tamam, Kara Bölük ne tam olarak?"

Aysu etrafa bir bakış attı.

Aysu: "Üç Erlikli, iki tin. Anlatmakta sıkıntı yok."

"Erlikliler için bile ağır, pis, karanlık işleri yürüten bir teşkilat; aile içi suikastçısı, kraliyet hazinesi hırsızı, bilmem ne... Ha, bu konudan bahsederken; Hasan Sabbah'ın zamanında Kara Bölük'te çalışmış ve günümüzde çoğu kişinin hem haksız hem de mantıksız bulduğu bir nedenle aforoz edilmiş bir Erlikli olduğunu biliyor muydun? Haşhaşiler teşkilatlanması Kara Bölük'ten esinlenildi. Aslında Kara Bölük son zamanlarda neredeyse hiç kullanılmadı, bir zamanlarsa savaşan iki Erlikli neslinden birinin yanında açıkça kendilerini gösterebilecek kadar güçlü ve kalabalıklardı."

Aysu: "Kara Bölük'ün tepesinde bugünlerde Karanlık Prens demeyi tercih ettiğimiz Kara Tigin vardır, Kara Tigin ise Yasa'ya, Söz'e ve Kitap'a uygun olduğu sürece her şeyi yapabilir; ama Mühürdar ya da Başkam ona emir verebilir ve bu üçünden birine uygun olmayabilecek işlerden önce ikisinin birden onayını almak zorundadır. Aslında Kara Bölük'te Mühürdar, Başkam'dan üstündür yani bu herif ve babası bana birini yapsam diğerini yapamayacağım iki emir verirse Utpa Abi'ninkini uygulamam gerekiyor."

Kyouka: "Yasa dediği Erlikli yasası, diğerleri ne?"

"Söz, sözel olarak aktarılan gelenek ve kurallardır; özellikle Kara Bölük'ün tabi olduğu Ölümlü Söz, Erliklilerin geri kalanına kıyasla daha ayrıntılı ve daha kısıtlayıcıdır. Kitap ise Kara Bölük'ün kurucuları tarafından yazılıp sonrasında Kara Tigin'ler, bazen de Mühürdarlar tarafından emsal kararlar, 'Bu işi Kara Bölük yapmadı, şu yaptı' şeklinde notlar gibi şeylerle devam ettirilen Erlikli Grimoire'ı ya da Kara Bölük ortaya çıktığı zamanlardaki adıyla Karabölük Yazıtı'dır. Gerçekten Grimoire usulü kullanılıyor bu arada: Koyun kanından yapılma kırmızı bir mürekkeple insan derisinden yapılma sayfalara yazılıyor ve siyah ciltlerle kaplanıyor."

Tekrar kapı çaldı. Bugün amma çok kapı çalıyor ya. Gelen... İki -aslında üç- Erlikli ve bir Umaylı. Samur neslinden Gece'yle yaşıt bir çocukları olan bir çift ve Ulgan Hoca.

Kyouka: "Amma çok misafir geliyor böyle. Çocuklu çift Erlikli, değil mi?"

"Nereden anladın ki?"

Ulgan: "İstediğin raporu hazırladım ama... Tam olarak niyetin ne?"

"Doğru. Bak burada biri batılı, biri Orta Asyalı iki tin, bir Umaylı, birkaç sıradan Erlikli, kadim bir Şinto miko soyundan gelen biri ve bir de Kara Bölük'ten Erlikli olduğuna göre konuşmak için çok iyi bir zaman."

Ulgan'ın beti benzi attı.

Ulgan: "Kara Bölük'ün... Yok edildiğini sanıyordum."

Aysu gelip Ulgan'a baktı.

Aysu: "Merhaba, Umaylı temsilcisi."

"Umaylıları biliyor musun?"

Aysu: "Kara Bölük'te biliriz, çoğumuz ismen bilmeyiz gerçi ama ben biraz özel bir konumdayım, anlarsın ya."

Ve nihayet Yeni Sekizler planını anlattım, herkesi birbiriyle de tanıştırdım tabii.

Ulgan: "Raporlar bunun için demek? Tarih, inanç, kültür, yayılım... Peki yaygın fenotip raporuna ne gerek vardı?"

"Eski tarzda bir anlatı yazmayı düşünüyorum, Yeni Sekizler için."

Ulgan: "Ha... Ama Mizu-no-Miko soyunu araştırmadım."

"Nedense Kyouka yapılanmaya dahil olmalarını istemiyor."

Kyouka: "İstememekle ilgisi yok, Kam Erlik ile benim ailemin hiçbir bağı yok. Dahil etmeye çalışmak hem siz hem de onlar açısından sorunlu olurdu."

Bir kez daha kapı çaldı. Cidden bugün niye herkes bizim evde toplanıyor? Ve karşımdaki... Kesinlikle en son beklediğim kişi bile değildi, içeri davet ettim. Ulgan gidip elini öptü.

Ulgan: "Baba, ne arıyorsun burada?"

Bu arada Ulgan Hoca'nın babası değil, oradaki "Baba" saygı anlamında.

"Eeee, evet... Ulgan Hoca tanıyor görünüşe göre. Aysu, senin de tanıdığını varsayıyorum?"

Başıyla onayladı.

"Şimdi... Bu kişi Akyıldız'ın Bekçisi, Demirkazık'ın Şahı. Öldü ve gömüldü, sonrasında mezarından çıkıp hayatına devam etti. Yemek yiyor, su içiyor, tuvalete gidiyor... Zombi falan değil yani, aslında ölmediğini varsaysak bile kalbi durdu, nefesi durdu ve gömülene kadar bir gün geçmişti zaten. Yıkanmıştı da. Neyse, geri döndüğünden beri sadece alıntılar, semboller ve sayılarla konuşuyor. Alıntılar genelde kutsal metinlerden -özellikle de Kuran'dan- ve büyük filozofların ettiği laflardan müteşekkil. Tanıştırayım: Kam Erlik soyundan, Yılan neslinden Turgut oğlu İhsan Derviş. Ölümün ötesi yüzünden aklı kararan yolcu."

İhsan, Klaus ve Ayaz Ata'ya bakıp iç geçirdi.

İhsan: "Gördünüz değil mi Lat, Uzza ve üçüncü olan Menat'ı? Allah onlara öyle bir yetki ve güç vermemiştir."

Ayaz Ata: "Ben put ruhu ya da put iblisi değilim, alo? Asla tanrılık iddiasında bulunmadım."

Klaus: "Beni zaten aziz bellediler, bana bakma."

İhsan: "Göklerde nice melekler vardır ki, Allah'ın dileyip razı olduğuna izin vermeden önce şefaatleri hiçbir işe yaramaz."

Shiro: "Bu ihtiyar nedense sinirimi bozuyor."

Bir de sen salça olma, dur durduğun yerde.

İhsan: "Kıyamet günü Allah herkesi huzurunda toplayacak, sonra da meleklere: 'Şunlar size mi tapıyordu?' diye soracak. Melekler ise: 'Seni noksan sıfatlardan ve herhangi bir ortağının bulunmasından pak ve uzak tutarız. Bizim dostumuz, sahibimiz ve koruyucumuz ancak sensin! Bizim onlarla bu manada hiçbir münasebetimiz olmamıştır, olamaz da! Hayır, onlar, bize değil cinlere tapıyordu ve çoğu onlara inanıyordu.' diye cevap verecekler."

"Bu laf sanaydı, Shiro."

Shiro: "Cine ya da meleğe benzer bir halim mi var?"

Hazır melek demişken, Ezail de gelsin tam olsun bari.

Klaus: "Bana kimse hiçbir zaman tapmadı, sonra da Aziz Nikalaos tarafından elim kolum bağlandı zaten. Buna ne diyorsun?"

İhsan: "Allah’ı bırakıp da din âlimlerini, rahiplerini, özellikle Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa tek bir Tanrı’ya kulluk etmekle emrolunmuşlardı."

Klaus: "Aslında bu hoşuma gitmeye başladı."

"Uzak da olsa ve içinde hâlâ bir ruh olup olmadığını bilmesem de akrabamı eğlence malzemesi olarak kullanma."

Ulgan: "Doğru ya, bir misafir daha gelecek. Yani en azından benim bildiğim bir kişi daha var."

Bunu der demez de kapı çaldı.

"Hepimize yetecek kadar yemek yok ki."

Kapıyı açar açmaz geri kapattım.

Kyouka: "Kimmiş?"

"Yanlış numara."

Ulgan: "Sırf eşin kıskanmasın diye kızı dışarıda bırakma."

"Peki, kimsiniz acaba?"

Karşımda yosun yeşili gözleri ve sol elinde Yunan, sağ elinde Orhun harfleri olan bir kız duruyordu. Siyahmış gibi duran saçı aslında maviydi. Sol elinde sağdan sola Zita, Pi, Alfa ve İta harfleri; sağ elinde sağdan sola yuvarlak ince (Ö ve Ü okunan) tamga, yuvarlak kalın (O ve U okunan) tamga, "Er" tamgası ve "Ak" tamgası bulunmaktaydı.

Kız: "Kam İlay soyundan Mühürdar Yosun. Ulgan dayı geleceğimi söylemiş olmalıydı, ağabey soyunun mühürdarı."

"Kyouka?"

Kyouka: "İçeri al."

Yosun: "Kam Erlik'in, o küstah herifin ruhunun mühürdar olarak seçtiği kişinin tasmasını hanımına vereceğini hiç beklemezdim."

"Sadece iyi bir kocayım. Kam Erlik de Ozan Gökçen'e itiraz edemiyor gibiydi, ikisini gördüm. Böyle bir koca istemez miydin?"

Yosun: "İstemezdim. Bana mı yürüyorsun?"

"Kyouka varken kimseye yürümem. Parmaklarındaki dövmeler ne? Güç için tamam, onu biliyorum: El ve eklemler güç içerir, o dövmelerin olduğu yer de en çok ruhani gücü barındırır başparmağa yakın oldukları için. Ama neyin tamgaları onlar?"

Yosun: "Dört batı -daha doğrusu Roma-Yunan- ve dört doğu -daha doğrusu Türk-Moğol- tininin baş harfleri. Onların gücünü kısa süreliğine ödünç alabiliyorum. Buraya Yeni Sekizler hakkında bir şeyler duyup heyecanlandığım için gelmiştim ama fos çıktın."

"Hayır, Yeni Sekizler kurulacak. Ülgenterler de buna illaki dahil olmalı."

Yosun: "Destekçin olabilirim ama beyleri tutmak zor olur, yine de bir test yapacağım: Parmaklarımdaki harfler kimlerin baş harfi? Bilirsen Ülgenterler ve Yeni Sekizler konusunda ben Suyun Mühürdarı, Başkam varisi Yosun sana yardımcı olacağım."

"Bizim hatıralarımız Kam İlay'ın kibirli olmadığını söyler, sen niye böylesin?"

Yosun: "Annem bir Umaylı, babaannem ise bir Erlikli. Yok, hayır; bir Meşalesiz. Yani daha doğrusu Meşalesiz soyundan gelen biri. Pek Ülgenter havasında değilim ben anlayacağın. Yosun adını da su mührüne sahip olduğumu görünce bulmuşlar, dalga geçme."

"Ulgan Hoca söylemiştir muhtemelen ama adım Utpa'yken kimsenin adıyla dalga geçecek durumda değilim."

Yosun: "Erlik Han'ın muhafızının adı demek... Neyse, parmaklarım?"

"Batı tinleri Jüpiter, Neptün, Plüton ve Vulcan. Yunan harflerine bakarsak Yunanca isimlerini baz alıyorsun. Yani Dias veya Antik Yunanca ve bizim aşina olduğumuz adıyla Zeus, Poseidon, Hades ve Hephaistos. Doğu tinleriyse Bay Ülgen, Umay Ece, Erlik Han ve Kayra Han. Kayra Han'ı niye sona attın?"

Yosun: "Bunlar bana halüsinasyonlarda bahşedildi, o sırayı takip ettim. Evde bir çocuk var demek?"

"Çoktan kırkı çıktı, Kara Umay gücü işe yaramaz."

Yosun: "Beni kötü biri olarak mı görüyorsun?"

"Sadece tanımadığım ve ne yapacağı hakkında en ufak fikrim olmayan biri olarak."

Yosun: "Peki, neyse. Yemekte ne var?"

"..."

"Bu hale nasıl düştüm ben? Gri Hacı'nın teki kapıma 'Hırsız iyi bir iş, bolca macera ve makul bir ödül arıyor' işareti mi koydu? Bir bitmiyorsunuz ve kendimize kadar aldığım yemeği istiyorsunuz."

İhsan: "Evrenin kalbi yavaşladı. Ritmi duymuyor musun, Mühürdar Utpa?"

Kaşlarımı çattım ve istemsizce sesli düşündüm.

"Bu alıntı değildi."

İhsan: "Zaman yaklaşıyor, insanlık üçüncü sınavıyla karşı karşıya. İlk ikisini kaybettiniz bile, dokuza kadar çok zaman var ve yedincinin yıkıcılığı hepinizin üstünde olacak. O zaman geldiğinde sizi ne rüzgar ne de güneş kurtaracak."

Ve tekrar kapı çaldı, bu kez gelen üstü başı perişan haldeki Ezail'di. İçeri bakıp İhsan Derviş'i tuttuğu gibi götürdü ya da daha doğrusu öyle yapmaya çalışırken benim sözümle durduruldu.

"Ateş almaya mı geldin, hayırdır? Zaten bir sürü kişi burada."

Ezail: "Bu adamı senden derhal uzaklaştırmam konusunda emir aldım."

İhsan Derviş, Ezail'in kafasına elini koydu.

İhsan: "Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar."

Ezail'in yere yapışmasını görmeyi hiç beklemiyordum.

Ezail: "Ne yaptın sen?"

İhsan: "1, 30, 40. Kapıları aç, Kishuphel. Artık senin de zamanın kalmadı. Çevresi mübarek kılınan yerde kanatların yakılmadan önce diğerlerini boş vermelisin. Sınavın bu, Kishuphel! Tekrar Çolpan'ın alevinde kavrulmak mı istiyorsun? Zemherir'i unutma, Kishupel!"

Ezail'in korkuyla titrediğini gördüm, İhsan Derviş boş gözler ve asla sahip olmadığı gür bir sesle, bağırarak konuşuyor. Konuşan gerçekten o mu ki her şeyden önce?

Ezail: "Aldığım emir bu. Zorluk çıkarma, Hikimmuvt!"

Hikimmuvt? İbraniceden "Bilge Ölüm" diye çevrilebilir.

"Mevt'ül-Hikmet'i unutma, Kam Utpa."

Bu da Arapçadan "Bilgeliğin Ölümü" diye çevrilebilir. İhsan Derviş bunu dedikten sonra çıkıp ortadan kayboldu, Ezail de rapor vermek üzere gitti. Bir yandan yemek yerken bir yandan da kararlaştırılması gereken şeyleri konuştuk, tabii önce az önce yaşadığımız "O neydi lan öyle?" hissini atlatmamız gerekti.

Yosun: "Yeni Sekizlere dahil etmek istediğin bütün ailelerin soyu aile dışında iki yönden de devam ediyor. Bunlar arasındaki evliliklerde ne olacak?"

"Mühürdar ve Başkam aile içinde kalmalı ama diğerleri için bu çözülmesi gereken bir mesele."

Yosun: "Başkam varisiyle başkam varisinin ya da mühürdarla mühürdarın evliliği nasıl olacak peki?"

"Çözülmesi gereken amma sorun var. Daha yapılanma yok ama bir yığın evrak işi var şimdiden."

Aysu: "Kendin kaşındın ama; ne demeye ölü bir yapıyı yenilemeye çalışıyorsun ki?"

"Ben sadece görevimi yapıyorum. Eski ilterişler bunu istiyor."

Aysu: "Niye Mühürdar'ımız bu kadar eski kafalı biri?"

"Bir gün benim yaşıma geldiğinde hayatın ne kadar boş olduğunu fark edeceksin, şimdi eğlenmene bak."

Yosun: "Bu adam evde içini karartmıyor mu? Ayrıca neden olduğundan iki kat yaşlıymış gibi konuşuyor?"

Kyouka'ya dönüp sordu.

Kyouka: "Arada böyle halleri var ama genel olarak hayır."

Aysu bir an için bana baktı, sonra güldü.

Aysu: "Biz burada olduğumuzdan eşine sırnaşamıyorsun, değil mi? Ahahahha! Tamam, bu hafta burada kalıyorum. Bakalım ne zaman beni evden kovmaya kalkacaksın, Utpa Abi?"

Aslında tam da o sözü söyledikten sonra Kyouka'ya yapışık kalmak istemiştim gerçekten ama doğru olması daha çok sinirimi bozuyor.

"Ablanı arayıp Puklinya'da ceza aldığını söylerim. Yaparım bunu."

Aysu: "Tamam, tamam, sen de hiç şakadan anlamıyorsun ya."

Diğer Bölümler İçin