Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

30 Aralık 2020 Çarşamba

Geçirmece

Hani "Türkçe öğrenmesi zor bir dil" deniyor ya, o tamamen öğrenmeye ve öğretmeye çalışanın iş bilmezliğinden kaynaklanıyor. Ulan ayrıca dünyayı Hint-Avrupa Dil Ailesi'nden ibaret görenin de vizyonuna sıçayım; Macar'a, Moğol'a sorsan İngilizceden daha kolay olduğunu söyler. Neyse, bu konuda daha önce defalarca kez etraflıca sövdüğümden iş bilmezlik konusuna dönüyoruz. O neden peki? Çünkü Türkçede kalıba, kipe, şuna buna ihtiyacın yok ki. Hayır, hayır, "Kelimeleri artarda sırala konuş, nasıl olsa anlarız hatta turist artı puanı toplarsın." olayını demiyorum. Dediğim şey şu: Türkçede toplam beş ifadeyle hayatını idame ettirebilirsin çünkü; bakın bu başka hiçbir dilde yoktur. En az on, yani bunun en az iki katı kelime ve en az bir cümle kalıbı gerekir başka dillerde. (Amerikan İngilizcesi bazı durumlarda belki istisna olabilir.) Türkçede nasıl peki? Olur öyle, aynen, evet, hayır ve kendiniz seçeceğiniz okkalı bir küfür (Acil durumlar için). Bu kadar, zaten karşınızdaki ana diliniz olmadığını anlayınca bağırarak, eliyle koluyla tarif ederek konuşacak; onun dışında bu beş kelime yeterli Türkçe olarak hayatını idame ettirmek için. Ha tabii "Ben Türkçe edebi eserleri ana dilinden okumak istiyorum", efendime söyleyeyim "Türkiye'de bir yere gittiğimde kolayca anlaşayım istiyorum." vs. gibi arzuları olanlar için Türkçe öğrenmek zor, doğru. Zira bu ikisini Türklerin bile çoğu yerel ağız sözlükleri, kullanımdan kalkmış kelime sözlükleri vs. kullanmadan yapamıyor (Zaten Türklerin çoğu Türkçe de bilmiyor ya, o ayrı bir konu).

Ben yıllardır şu "Oyunlar insanları manyaklaştırıyor, psikopatlaştırıyor." olayını anlamadım. Ulan bu ülkede GTA ile, Counter ile, Knight Online ile büyüyen nesiller var be! Kaçı manyak oldu bunların ve olanların kaçı bu oyunlar nedeniyle oldu? Hayır, bak; fazla etkilenenler olabilir, onu anlarım. Beni de dram temalı yapımlar çoğu kişiye kıyasla fazla etkiler mesela, üç gün falan kendime gelemem. Ama aq mallığın lüzumu yok, bir şey seni kötü etkiliyorsa bunu fark edersin ve ondan uzak durursun ulan! GTA oynadıkça gerçek hayatta da milleti kesesin geliyorsa oynama. Dramın beni kötü ve çoğu kişiye kıyasla fazla etkilediğini bildiğimden (çünkü eğer akli melekelerinde ciddi bir sorun yoksa neyin seni kötü etkilediğini bilirsin ve ondan uzak durursun, ha bağımlılık ya da ciddiye almamak falan ayrı şeyler ama ciddiye almayan insan zaten fazla etkilenmez.)  dramdan uzak duruyorum. Zaten hep Amerika'nın oyunları bunlar: GTA falan... Ha bak, aklıma geldi; ben size kötü etkilenebilecek olanları etkileme ihtimali olan ve oyunların aksine ulaşmak için çaba göstermediğiniz, aksine her yerde karşınıza siz istemeseniz de çıkabilecek şeyler söyleyeyim mi? Türk TV dizileri (Tecavüz, taciz, şiddet, cinayet, kapkaççılık, yalancılık, ihaleye fesat karıştırma, dolandırıcılık, mafyacılık, aldatma, daha neler neler...), Türkiye gündemi, Whatsapp'tan devamlı yalan haber atan tanıdık, gereksiz duyar kasanlar (Aha Türkçeyi katlettim, aşağıda o konuda da yazı var bak)... Bu liste uzar gider. Ulan ayrıca be amına ko'duklarım, Cem Yılmaz'ın da dediği gibi: Oyundan etkileniyorsa niye milleti doğruyor, gitsin oyun yapsın. Hazır bu konudan bahsetmişken Özer Aydoğan'ın şu karikatürünü de koymadan geçmek olmaz:

Bakın bu teyze kafası az buçuk çalışan her insan evladı gibi etkisinde kaldığının bilincinde, ondan dolayı insan gibi "İzlettirme bana böyle şeyler." diyor. Tabii hayırsız torundan gol yiyor, o ayrı bir konu.

Dil nedir bilmeden "Dili katletmeyin" diyen var. Onedio çok yapıyor bunu bak, altta "First Date'te ne giymelisin?" diye test yapıyor, üstte "Türkçeyi katletmeyin, duyar kasma diye ifade yok." (Ya, şimdi kurdunuz mu yukarıyla paralelliği?) içeriği yapıyor. Lan mal, dil dediğin canlı bir varlıktır; değişir ve gelişir. Sütlaca sütlü aş diyelim o zaman. Diller zaman içinde eski kelimelerini öldürürler ya da değiştirirler ve yenilerini türetirler, aynıları ifadeler ve kalıplar için de geçerlidir. Yüz yıl önce belki "Duyar kasmak" diye bir kalıp/ifade yoktu ama artık var; çünkü insanlar onu söyledi ve söylenmeye devam etti. Dışarıdan aldıkları kelimeleri de kendilerine özgü forma sokarlar! Flört mesela gayet Türkçe kurallarına uygun hale gelip dile yerleşmiş. Şu an ne bizim konuştuğumuz Türkçe Selçuklu dönemiyle aynı*1 ne İngiliz'in konuştuğu İngilizce, Roma döneminde konuşulanla aynı (İngilizce için Türkçede olduğundan daha geri gittim bak misal, yıldız parantezini okuduysanız nedenini anlamışsınızdır.) ne de şu an Arap'ın konuştuğu Arapça, Hz. Muhammed dönemindekiyle aynı. Dilin değişimine set çekmek onu korumak değildir, aksine onu zehirlemek ve ölüme mahkum etmektir. Dili korumak nasıl olur peki? Türkçesi olan sözlerin yabancılarını kullanmayarak ve olmayan, olmadığı için de yabancı muadilleri dile girip yerleşmişleri Türkçeye uygun hale getirerek (Drone'u "Dron" diye yazmak mesela). Türkçe bilmeden "Türkçeyi katlediyorsunuz." demek de ne bileyim... Bak mesela şu an sadece belli bir/birkaç kesim tarafından kullanılsa da "Bilal'e anlatır gibi" diye bir deyim var (Ulan inşallah dava açmazlar bunu yazdım diye), yirmi yıl önce böyle bir deyim yoktu. Ama artık var ve birkaç yüzyıl sonra muhtemelen deyimler sözlüklerinde kendine yer bulacak. Dilin değişiminin önüne set çekmeye çalışmak anlamsız bir çabadır, tarih boyunca da karşılığı o setin yıkılıp dilin çığırından çıkması olmuştur! Eğer dilin organik gelişimi ve değişiminin önüne set çekmeye kalkarsanız kısa süre sonra elinizde saçma sapan bir yumak haline gelmiş, "Dil" demeye bin şahit isteyen bir şey kalır ve dil devrimleri yapmak durumunda kalırsınız. Bugün İngilizce de Çince de Türkçe de Rusça da dil devrimi yaşamış dillerdir çünkü geçmişte organik gelişimlerinin önüne set çekilmeye çalışılmış ama dili asıl katleden yabancı sözcükleri sanki yemeğe baharat katar gibi dile serpiştirenlere dokunulmamış, aksine onlar göklere çıkarılmıştır. Mesela bizim dilimizden örnek vermek gerekirse Türkçenin en temel özelliklerinden olan hece yapısının (Evet, Türkçe sondan eklemeli olmanın yanında bir hece dilidir; o yüzden sessizler pek yan yana gelmez zaten.) en mükemmel kullanım örneği olan "Hece Ölçüsü" parmak hesabı denilerek aşağılanmış ama tutturmak için Arapça, Farsça eklemeler yapılmadan Türkçede kullanımı çok mümkün olmayan aruz ölçüsü göklere çıkarılmıştır. Sonuç da "Örneğin" gibi garabetlerin de bulunduğu dil devrimi olmuştur! Evet bak, "Örneğin" kelimesi Türkçeyi katledip sadece dilin organik gelişimine ayak uyduran başkalarını bu konuda suçlayanlara göre Türkçenin en büyük katillerindendir! Ben dil nedir, ne değildir, dilin doğal değişiminin önüne set çekersek ne olur bildiğimden dolayı "Örneğin" kelimesini Türkçe bir söz olarak bağrıma bastım. Örneğin kelimesi, dil devrimi sırasında "Örnek" kelimesine Eski Türkçe -gin eki getirilerek yapılmıştır. Buna bir örnek: "Belgin" sözcüğü Göktürkçe "Belirgin" demektir, kökeni de "İz, belirti" anlamına gelen "Bel"dir (Bel'in Göktürkçede üç farklı anlamı daha var ama diğerleri pek alakalı değil). Yine "Bil-mek" kökünden Bilgin, "Bez-mek" kökünden Bezgin ta Göktürk döneminde var olan sözlerdir (Okuyun şu yıldız parantezini). Yine bugün "Evcimen" diye ifade ettiğimiz sözcük Göktürk döneminde "Evgin" diye söylenirdi. Evgin sözünün aceleci, telaşlı anlamı da var ama o ev-gin diye değil evgi-in diye köken alıyor; ivedi, acele anlamında "Evgi" sözünden. Türkçede -in eki de vardır kelime oluşturmada ama "Örneğin" sözüne baktığımızda daha çok -gin ekinin görevini görüyor son kısmı; gerçi tekrar baktığımda emin olamadım. Bilgin Bil-mek kökünden "Bilen" demekken -in ekiyle oluşturulmuş ve yine ta Göktürkçede bile bulunan "Ekin" sözü Ek-mek'ten "Ekilmiş" anlamında. Yani bunu "Örnekleyen, örnek gösteren" anlamında mı yoksa "Örneklenmiş, örnek gösterilmiş" anlamında buldular ona bakmak lazım; ikisi de günlük kullanımımıza uyuyor sözcüğün. Tekrar düşündüm, evet, -gin eki olması gerek; örneğini "örnekleyen" anlamında kullanıyoruz çünkü; "örneklenmiş" anlamında kullanmıyoruz. Gerçi her halükârda "Örneğin" sözünün özü "Örnek-in" de olsa "Örnek-gin" de olsa durum değişmiyor; -in de -gin de Türkçedeki en eski kelime oluşturma eklerinden. "Sondan eklemeli dil" dedikleri aha bu işte, sonuna ek atabildiğin kadar at, nereye kadar giderse. Eeee, neden Türkçeyi katletmesi gerekiyor o zaman bu sözün? Çünkü "örnek" kelimesine -gin (ya da -in) eki getirilemez aslında. O niye? Türkçe kökenli değildir; unutmayın ki dil devriminde yerleşmiş olan sözler dilde bırakıldı ama bunlardan türetilme yapılmadı, bunun gibi Öztürkçe olduğu varsayılan istisnalar hariç. Ermenice "Orinag" kelimesinden ilk sözlüklere Ornak/Urnak diye girmiştir ki muhtemelen Türkçedeki en eski Ermenice kökenli sözlerdendir zira Türkçede Ermenice kökenli sözler Anadolu'ya geldikten sonra başlar ama Urnak kelimesi ta Orta Asya döneminde kullanılıyordu. Yani hani "Stalkçı" diye bir kelime bulsak "Dili katletme lan" der ya bunlar? Aynısı yapılmıştır işte, ha fark olarak "Ama 'Örnek' çoktan Türkçeleşmişti" diyebilirsiniz, ben de size ülkede herkesin anlamını bildiği ve çoğu kişinin yazıldığı gibi telaffuz ettiği "Stalk" kelimesinin Türkçeleşmediği kanısına nereden vardığınızı, tam olarak ne olursa Türkçeleşmiş kabul edeceğinizi sorarım. TDK diyeni döverim bu arada, gördük kelimelere nasıl karşılıklar bulduklarını. Stalk Türkçeleşmemişse internet de Türkçeleşmemiştir. Hazır internet demişken bir de şöyle bir şey var: İnternet denen nane ülkeye girdiğinden beri oluşan ve yavaş yavaş kurallı hale gelip doğal bir dile dönmeye başlayan "İnternet Türkçesi" diye bir şey var. Yazı diliyle konuşma dili arasında bir şey, bu sadece Türkçede de yok bu arada. Bugün İnternet İngilizcesi de İnternet Korecesi de var olan şeylerdir. Günümüzün dünyasında "Yazı dili" ve "Konuşma dili"nin yanına "İnternet dili" de girdi; tabii internet denen şeyin hem şahı hem şahbazı Amerika olduğundan evvelden beri İngilizceye gıcık olan Fransızlar gibi istisnalar dışında "İnternet dili" hangi dilin internet dili olursa olsun İngilizceden etkilenmek mecburiyetinde kaldı. Keşke şu amına koyduğum batı hayranlığımız olmasaydı da biz de Fransızlar gibi İngilizceye gıcık olabilseydik.

*1: Bak çok geriye gitmedim dikkat edersen, arada bir tek Osmanlı var. Altı yüzyıl falan ama tek sonuçta, illa dönem diyorsanız üç dönemi var Osmanlı Türkçesinin; yine çok değil. Göktürk dönemindeki Türkçe ve günümüz Türkiye Türkçesi arasındaki fark 16. yüzyıl İngilizcesi ile günümüz İngiliz İngilizcesi arasındaki farktan daha az, illa kıyas isterseniz.

Burada böyle yazarken sanki korona salgını yokmuş, hayat olağan seyrinde devam ediyormuş gibi yazıyorum; onu fark ettim. Onun iki sebebi var: Birincisi "Aman korona var, salgın var." diye her yazıya iliştirsem ne olacak? Neye faydası olacak, ben öyle dedim diye salgın bitecek mi? İkincisi: Ulan gerçekten hayatımda neredeyse hiçbir şey değişmedi, benim için bir iki ufak ayrıntı dışında her zamanki olağan hayatım bu. Ben öyle "Ben zaten karantinaymışım lan." deyip bir hafta sonra "Bir yerlere gitmek istiyorum laaaan" diye yırtınanlardan değilim. Neden? Öncelikli sebep tabii Twitter kullanmayıp Face'i sadece gruplarda takılmak için kullanmam da dediğim gibi benim için hayat olağan seyrinde devam ediyor. Ne değişti?

-Eskiden kırk yılda bir dışarı çıkardım ki o da aslında zevk değil alışveriş, yemek vs. için olurdu; şimdi ona da çıkmıyorum, bir markete gidiyorum.

-Ha bak bu önemli bir değişiklik: Eskiden maske takmazdık, şimdi takıyoruz. Gerçi ben üşüyen bir insan evladı olduğumdan atkıdır, montun kapüşonunun düğmesidir kış aylarında zaten maskeliden hallice dolaşıyordum etrafta.

-Bir de artık okula gitmiyorum, çevrimiçi eğitim denen sik çıktı başımıza; bizim ülke henüz buna hazır değilmiş, bunu gördük. Bir yüz yıl kadar sonra tekrar denemek lazım veya önce yüz yüze eğitim sistemini oturtmak.

Hayatımda başka da zerrece bir değişiklik yok. Ekmek yapmadım, neden? Öncelikli sebep İnstagram kullanmıyorum, diğer sebep ben zaten eskiden de hayatımın çoğunu evde geçirdiğim için "Lan ne yapacağız evde?" gibisinden mallaşmadım. Evde ne yapılacağını biliyorum; ama o "Ben zaten karantinaymışım." şeklinde tweet atanlar hafta sonu evde durmayı tecrübe sandıkları için oldu. Lan o değil evde durma tecrübesiyle birilerine laf atma imkanım olacağı kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Hey yüce rabbim, nelere kadirsin. "Ulan hiç mi değişiklik yok gerçekten bunlar dışında?" deyip sunacağınız örnekler: "Kapı kolunu yıkadık." Zaten yıkaman gerekiyor, özellikle tuvalet kapısının koluna millet elini yıkayıp mı dokunuyor yıkamadan mı dokunuyor bir taraflarını mı sürtüyor ne bok yapıyor belli değil... Ben önceden de yıkıyordum, evet. "Yere düşen şeyleri dezenfekte etmeden alamaz olduk." E zaten öyle yapman gerekiyordu, özellikle kaldırımlar, okul zeminleri gibi yerlerde koronaya gelene kadar elli farklı patojen var; ben eskiden beri yere düşeni ıslak mendille silmeden, suyla sabunla yıkamadan vs. almazdım. O an durumum yoksa ve benim için önemli, almam gereken bir şeyse ayağımla kaybolmasını engelleyip zamanını beklerdim. 3 saniye kuralının, 5 saniye kuralının ebesini tersten gördünüz de' mi lan? "Market kapılarını ayağımızla, omzumuzla ittirir olduk." Tekrar, tekrar, tekrar: Zaten öyle yapman gerekiyordu, tuvalet kapısının koluyla aynı olay. "Sarılamaz, öpüşemez olduk." Oldum olası gereksiz teması, kemikleri kıracak gibi sarılanları, tarla sular gibi şap şup öpenleri sevmezdim zaten; sarılacaksan hafifçe sarıl ulan. "Toplaşamıyoruz bir yerde ya." Zaten sosyal anksiyetesi olan, kalabalıktan oldum olası hoşlanmayan biriydim. "Hepimiz depresif olduk be burada." Dünya iğrenç bir yer zaten, korona yokken de öyleydi. Kim neden sevsin, umutla baksın ki dünyaya? Kafası azıcık çalışan insanın zaten koronadan önce de depresif olması gerekiyor. Sadece gözünüz açıldı o kadar. Sonuç? Evet, yukarıdaki üçlü dışında hayatımda hiçbir değişiklik olmadı. Ha yok, şöyle bir değişiklik oldu: Bu sene bazı planlarım vardı, onları yapamadım. Ama zaten bahtsız bedeviden hallice bir insan evladı olduğumdan virüs çıkmasa başka bir şey çıkacak, yine yapamayacaktım muhtemelen. Hayatım boyunca herhangi bir şeyi istediğim zamanda yapabilmişim vaki değildir, illa üç ay geçecek.

Bu arada üstteki konuyla ilgili olarak bir de şu var: "Normal" kavramından nefret eden bir insan evladı olarak kimseye "Eskiden niye öyle yapmıyordunuz ulan?" veya "Korona bitince de yapın." gibi şeyler diyecek halim yok. Başkasına bulaşmadıkça ne yaparsanız yapın, bana ne? Doğa kanunlarından ya da fiziksel bir şeylerden bahsediyorsak "Normal" vardır bak: Böceklerin trake solunumu yapması normaldir mesela ya da yağışlı mevsimde (adından da belli olduğu gibi) yağmur yağması normaldir. Ama konu kavramlar ve hayat olunca insanlar normları kendi kafalarına göre eğip büküyor, sonra da sanki bin yıldır o öyleymiş gibi davranmakta, zerrece sorgulamamakta beis görmüyor. "Şehir" mesela hiç de normal bir şey değil, tamamen insanın kendi beceriksizliği ile hayatta kalmaya çalışırken icat ettiği bir şey. Zaten onu da buğdayın kölesi olarak icat etti, tarım keşfedilmeseydi/icat edilmeseydi bütün insanlık göçebe kalırdı muhtemelen. Ha öyle olunca hayatında gördüğü ormana en yakın şey şehir parkı olan ama "Et yemek insan doğasına aykırı." diye salak salak fikirleri bilimsel gerçekler gibi beyan eden veganlarla uğraşmazdık çünkü avlanmadan/hayvan bakmadan hayatta kalabilecek kadar bitkisel besin sadece Çinhindi ve Güney Amerika gibi birkaç istisnai coğrafyada var. Hele "Medeniyet" denen kavramın doğduğu Mezopotamya, Orta Çin gibi yerlerde*1 tarım olmadan sike sike avlanmak zorundasın, zira buralar genel olarak hayatta kalabilecek bitkisel besinin az olduğu yerler.*2 Yabani buğdayla bir sik yapamazsın bu arada; buğday kültüre alınmış, geliştirilmişken değerlidir, yoksa bir şeye yaramaz. Her gün yanından geçip gittiğiniz yabani buğdaygilleri bir kez olsun "Ot işte"den değerli gördünüz, "Aaaa acaba bunları kültüre alsak ne olur?" diye düşündünüz mü? Batı Anadolu'da yaşayan benden başka kaç kişi son iki yıldır Batı Anadolu'daki yabani buğdayların tamamen kuruyup sarardığını ama önceki yıllarda kurusalar bile saplarına kadar kurumadıklarını fark etti mesela?

Birkaç yabani buğdaygil çeşidi. Tanıdık geldiler mi?

Pirince gelirsek: Pirinç Hindistan, Güneydoğu Çin ve zaten oraya komşu olan Çinhindi'de var, Orta*3, Kuzeydoğu ve Batı Çin'de bu adamlar köpeği, böceği, yarasayı yemeye zevkten başlamadılar; ha şu an hâlâ yemeyi zevkten sürdürüyorlar* orası ayrı. Bunlar bu arada "Hepçil" (Latince: Omnivor) diye bir kavram yokmuş, her canlı (bitkileri canlıdan saymıyorlar malum, türcülük ve ayrımcılık değil mi bu şimdi?) sadece "etçil" veya "otçul" olabilirmiş gibi davranırlar ilginç bir şekilde. Bunların en büyük dezenformasyonlarından biri de primatların hepsinin otçul olduğudur. Allah Allah? Bize öyle bir bilgi gelmedi? Şempanzeler meyve kadar böcek de yerler, bazen kertenkele, fare gibi küçük omurgalıları da yerler hatta gereken durumlarda yamyamlık bile yaparlar. Hani hepsi otçuldu bunların, orada millet birbirini yiyor? Bu arada "Hominid" denen, Darwin'e göre insanlara yakın olan maymunların tamamı da hepçildir, hiçbiri otçul değildir; ne goriller ne de şempanzeler. Tabii "Hepçil" kavramının kabulü "İnsan otoburdur." iddiasına ket vuracağı için öyle bir şey yokmuş, canlılar sadece etobur ve otobur olabilirmiş gibi davranıyorlar. Halbuki diğer hayvansal besinleri tüketmeyen/nadiren tüketen, asıl besini böcekler olan insektivorlar (örnek: Çoğu kertenkele türü), asıl besini kendiliğinden ölmüş hayvanlar olan leşçiller (Örnek: Sırtlan, akbaba), esasen etobur olsalar da büyük oranda bitkisel besin tüketen mezokarnivorlar (Örnek: Tilki, gelincik) gibi çeşit çeşit grup var. Konuya dönüp hepçillere birkaç örnek vermek gerekirse: İnsan, karga, ayı (Veganlara sorsan ayı etçildir mesela), fare, domuz (hem yabandomuzu hem evcil domuz ama evcil domuz daha otobura yakın bir hepçil), porsuk, sincap (Otçul sanıyordunuz d'i' mi bunları? Böcek yiyorlar, yamyamlık bile yapıyorlar. Hayvanlar aleminde "gerekli durumlarda yamyamlık" çoğu kişinin ilk başta tahmin edemeyeceği kadar fazladır). İşin felsefi ya da siyasi yönüyle ilgilenen veganlar/vejetaryenler zaten böyle abuk subuk fikirler öne sürmüyorlar, dolayısıyla ben de onlara saygı duyuyorum. "Ne siyasi yönü?" derken şu yön: Şu anki hayvansal üretim sistemimiz endüstriyel hayvancılık üzerine kurulu; ilk başta fazlaca ve verimli üretimi sağlıyor gibi görünse de sürdürülemez bir sistem, aslında bu sistemin yaptığı et kalitesinin ve miktarının düşüp fiyatının artmasına neden oluyor; doğaya da çeşit çeşit zararları var ki en basiti aynı türden hayvanların kapalı ortamda fazlaca tutulmasının oluşturduğu "Doğanın işini yapmasına müsaade etmeme". Onun da küresel ısınma gibi çeşit çeşit soruna azımsanamayacak katkıları oluyor. "Organik ürün" üreticileri bile bu endüstriyel hayvancılık sisteminin köpeği genelde ki günümüzün "para" denen ve tamamen insanlığın gereksiz, sikik buluşlarından olan saçma sapan şey olmadan adam yerine koyulmadığınız dünyasında gerek birey gerek işletme olarak hayatta kalabilmek için başka bir şansları da pek yok.

*1: Günümüzde "medeniyet" deyince akla Avrupa geliyor ama Batı Medeniyeti dediğin şey en fazla dört yüz yıldır var olan bir şey; Yunan medeniyetini saymazsak elbet.

*2: İşin ilginç kısmı, tarım hiç öğrenilmeyip tamamen avcı/hayvancı, büyük oranda göçebe bir medeniyet sistemi kurulsaydı Mezopotamya veya Orta Çin'de doğmazdı medeniyet, buralar yakın civarda tarıma (buğday tarımına) en uygun yerler olduğundan öyle bir sonuç ortaya çıktı; Avrupa medeniyetinin Batı/Kuzey Avrupa değil de Avrupa'nın en doğusu olan Balkanlar, Yunanistan civarından doğma sebebi de tarım açısından en elverişli olan coğrafyanın o taraflar olması.

*3: Ki Çin kültürü dediğimiz şey de Uzakdoğu Medeniyeti de Batı, Kuzey ve Orta Çin'den çıkmadır ama Kuzey Çin Moğol, Batı Çin Türk etkisinde fazlaca kalmıştır, dolayısıyla Çinlilerin has kültürü Orta ve biraz da Doğu Çin'e aittir.

*"Sığır, tavuk yemekle köpek, yarasa yemek arasında ne fark var? Dünyanın geri kalanı da sığırı, tavuğu yemeği zevkten sürdürmüyor mu?" sorusunun cevabı şudur: Kısmen evet, sığırları ve tavukları yemeye büyük oranda zevkten devam ediyoruz ama bütün canlıların "Bu lezzetli, yenilebilir." diye yaklaştığı ve "Aman bulaşmayayım." diye yaklaştığı şeyler vardır. Aynı mantıkla "Havuç yemekle ağaç kökü yemek arasında ne fark var?" diye de sorabiliriz, cevabınız "Tat" ise yarasa ve köpeklerin yediği şeylerden dolayı tadının sığır ve tavuktan farklı olduğunu varsayabiliriz ama o zaman da. İnsanlar köpekleri emirlerine uyan evcil hayvanlar, yarasaları da pis, korkunç varlıklar olarak tanımlamıştır kolektif bilinçaltında. Yarasanın "Pis, korkunç varlık" diye tanımlanmasının sebebi de görünüş açısından kanatları olan bir sıçana benzemesi ve biyolojik açıdan da zaten pek de farklı bir şey olmaması nedeniyledir. İnsanlar sıçanların yaydığı hastalıkları ve kilerlerini, tarlalarını mahvetmelerini hâlâ hatırlıyorlar, zaten o yüzden dünyada kemirgen korkusu oldukça yaygın. Dolayısıyla bir de kanat eklenince insan algısı onu çarpık ve şeytani bir varlık olarak algılıyor, dolayısıyla zamanında ataları açlıktan ölmemek için yarasa yiyen ve "Artistlik yapacağım." mottosuyla yaşayan Çinliler gibi istisnalar dışında kimse "Bir yarasa çorbası olsa da içsek." diye yaklaşmıyor yarasalara. Köpekleri yememe sebebimiz yamyamlığı iğrenç bulma sebebimizle aynıdır: Köpekler emir kullarıdır, dolayısıyla bizdendirler. Sığırlar ve tavuklar ise en basitinden görünüş açısından insanlardan oldukça uzaktırlar. Tavukların tüyleri, kanatları ve gagaları vardır; sığırların boynuzları ve başının iki yanında olan gözleri. Köpekler ve kedilerde insanlarda olmayan eklentiler sadece fazlaca tüy ve kuyruktur, gözleri tıpkı insanlar gibi başlarının önündedir; zaten evcilleştirilme amaçları etlerini yemek değil de iş yaptırmak, koruma olarak kullanmak vs. Olduğundan onlara "Bizden bu." biçiminde yaklaşırız bilinçaltımızda. Sığırların evcilleştirilme sebebi çift sürmek, tavukların ise horoz dövüşüdür. Askerle köle arasındaki fark var yani kedi-köpek ve sığır-tavuk arasında; ek bir özellik de tavukların ve sığırların doğada av konumunda olduğundan avcı konumundaki kedi köpeklere göre daha kolay ve hızlı üremesidir. Bu arada hepçiller doğada etoburlara bulaşmazlar pek, çoğunlukla risk almazlar; inekleri yiyip köpekleri yememe sebebimiz bu kadar basit bir içgüdü de olabilir. Ayılar kurtları avlamazlar, alabalıkları avlarlar. Gelincikler tavukları avlar, kedilere bulaşmazlar.

Can sıkıntısının kölesiyim, onu fark ettim. Aslında sadece ben değil insanların çoğu öyle ama ben bunu fark edebilecek kadar deliyim sadece. Deli demişken, sosyal anksiyetem oldukça ilginç çalışıyor: Sokakta "Mahallenin delisi" tabir edilen yazın ortasında montla, bereyle gezen amcalarla hiçbir kaygım olmadan konuşabiliyorum. Muhtemelen yargılamayacaklarını bildiğim için. Neyse, can sıkıntısı diyorduk. İnsanlığın en temel yanlış anlamalarından biri de can sıkıntısının yapacak hiçbir şey yokken hissedildiğini sanmaları. Oysa tam tersi, can sıkıntısı yapabilecek bir şeylerin olduğu ama insan hiçbirini yapmak istemiyorken hissedilir; tersi olsaydı bugün "sanat, bilim" dediğimiz şeylerin yarısından fazlası var olmazdı. Zira onların çoğu gerçekten yapacak hiçbir şey yokken kendine iş icat etmek suretiyle ortaya çıkmıştır. Gerçekten yapacak bir şeyi olmayan insan, yapacak bir şey icat eder; yapacak şeyler olmasına rağmen hiçbirini yapmak istemeyen insanınsa canı sıkılır! "Yapacak hiçbir şey yok." aslında "Hiçbir seçenek bana cazip gelmiyor." demektir; derste canı sıkılan öğrencinin durumu da aynıdır: Yapılacak gayet basit bir "Dersi dinleme" işi vardır ama kendisine cazip gelmemektedir, haliyle canı sıkılır. İşte, günlük hayatımızda gerçekten yapacak bir şeyimiz olmadığı zamanlar iş icat ettiğimiz için pek fark edilmiyor can sıkıntısının kölesi olduğumuz; halbuki bütün o uğraşlar can sıkıntısı hissetmemek içindir. İster Murphy Kanunları'na, ister Tanrı'nın espri anlayışına, ister entropiye, ister başka bir şeye bağlayın en vurucu sonucu da seçeneklerinizi artırıp sonraki can sıkıntılarınızı şiddetlendirmesidir! Yapılabilecek ama yapılmak istenmeyen şeylerin sayısı arttıkça can sıkıntısı da daha beter hale gelir.

Markalara aidiyet hissedip namusu gibi, sanki kendi icat etmiş gibi savunanlar var. Aslında onları biraz kıskanıyorum çünkü ben o kadar kolay aidiyet hissedemiyorum. Ailemin evinde ya da kirada, o eve aidiyet hissetmiyorum; tamamen kendi evim olursa aidiyet hisseder miyim meçhul. Ne yıllarca yaşadığım, sokaklarında kaybolduğum, bazı bilinmezlerini bildiğim şehre ne de dört yıldır okuduğum okuluma, bölümüme aidiyet hissediyorum. Öte yandan rahata düşkün bir insanım ki kendi içimdeki beni karanlık dehlizlerde bırakan çatışma da buradan çıkıyor: Rahat olduğum yerden gitmek insan doğasına aykırı, öte yandan oraya ait hissetmediğin bir yerde durmak da rahatsız edici. Topluluklar, gruplar... Tabii tamamen "Bağlanma problemim var." şeklinde değil ama "ben" ve "içinde bulunduğum topluluk" arasındaki seçimim daima "Ben" olur, ikinci kez düşünmem bile ve sonuçlarını da eğer bu sonuçlar beni etkilemiyorsa zerrece umursamam. Bir dakika ya, neden aidiyet hissedecekmişim ki zaten? Bana "Uyumsuz" diyenler, "Yabani" diyenler onlar değil mi? Bu canavarı kendileri yarattılar. Bütün hayatımı aforoz bir şekilde geçirdim, genel olarak tanıyanlar beni sever ama sadece ayak uyduruyorum, uyumlu olmak için rol yapıyorum; gerçek beni tanıyan kimsenin beni sevmesi mümkün değil; sonra da gelip bana "Toplum yararına çalış." diyorsunuz. Sikeyim toplum yararını, bana ne faydaları oldu bugüne kadar? Devamlı uyumlu rolü yapıp öz düşüncelerimi içime atıp öylece kafa sallayarak durdum yerimde, şimdi elimde kendime ettiğim bir milyar küfür ve beladan başka bir şey yok. Her şey karşılıklı, canlılar eğer avantajları varsa grubun içinde durur ve gruba avantaj sağlarlar. Beni dahil etmediğiniz, dahil olmam için değil kendimden kısmak tamamen parodi bir kişilikmiş gibi davranmak zorunda kaldığım o grubun avantajına çalışmamı nasıl beklersiniz? Öldükten sonra yüklü bir tazminat isteyeceğim, bu sokuk dünyaya katlandığım için. Kendi icat ettiğimiz sanal prangalarla çevriliyiz, kilidi kırmayı başarana ya deli ya suçlu diyoruz ve göz önünde durmasın diye kapalı bir yerlere koyuyoruz! Ben de suçluyum elbet, prangaları görebildiğim halde kilidi açmak için hiçbir şey yapmadığım, hatta kısmen alışkanlıktan kısmen de öylesi daha kolay ve daha güvenli olduğu için prangaları sağlamlaştırmaya yardım ettiğim için. Nedir o prangalar? Birisi para en basitinden, ikincisi "uydurulmuş ahlak." Ahlak kavramı bir toplumun varlığına devam etmesi için şarttır, Güney Afrika'da çıplak gezen kabilelerin bile ahlak kavramları ve anlayışları vardı; toplumun devamlılığına hiçbir fayda sağlamayan, aksine gelişime engel olan ve "Ahlak" kavramının ne olduğunu bir an için düşünürsek katiyen "ahlak" adı altında sınıflandıramayacağımız şeyleri kastediyorum "uydurulmuş ahlak" ile. Üçüncüsü "sanal yasalar". Yok, hayır; sansür veya interneti düzenleyen kuralları falan demiyorum, sözlü gelenekle aktarılan toplumun kendi içindeki yasası olan "töre"yi de demiyorum. Kastettiğim iki şey var: Birincisi aslında var olmayan toplumsal kabuller hakkında varmış gibi davranılması ve kimsenin "Öyle bir şey yok lan?" tepkisinde olmaması; ikincisi ve daha önemlisiyse (Çünkü birinciye tepki verdiğinde peşinden gelecek, hayatını NPC'den daha kayda değer yaşamak isteyenler çıkıyor) günümüz internet ortamında en ufak saçmalıktan linç yiyebileceğiniz, ayrıca bunu gerçek hayata taşımaya hevesli bir yığın beyinsiz olması. Ulan cinsiyetini belirtsen cinsiyetçi, yönelimini belirtsen homofobik demek için hazırda bekleyen büyük bir güruh var; bu güruhun ağa babalarının da zamanında dünyanın ebesini belleyen, milleti birbirine kırdırmaktan arta kalan zamanlarında kriket ve beyzbol oynayan, hâlâ daha her sikte kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen Anglosakson kökenli tipitipler olması da ayrı bir konu tabii. Bir de kendine SJW diyen bu güruh karşıt tepki olarak bilhassa kendilerine karşı her an saldırmaya hazır başka bir güruhun oluşmasına yol açtığının, her sike "Irkçı" diye atlamalarının gerçek ırkçıların elini kuvvetlendirip böyle yaparak onlara altın tepside bahaneler sunduklarının da farkında değiller; zaten farkında olsalar önce kendi geçmişlerinden özür dilerlerdi, bunlar anca milleti suçluyor. Mesela bizim ülkede de bunların tongasına düşenler var: Osmanlı barbardı, katliamcıydı, şuydu, buydu... İddia ediyorum: Osmanlı zamanında ters düştüğü her milleti kılıçtan geçirseydi bugün böyle diyen tek bir insan evladı olmazdı. Bugün Britanya'ya, İngiltere'ye söven Hintli görüyor musunuz? Halbuki zamanında bu adamları sırf zevkten kurşuna dizdiler? Amerikalılar ile Japonlar 2. Dünya Savaşı'nda birbirlerine "katliam" demenin olayı hafifletmek, basitleştirmek olacağı şeyler yaptılar, bugün Amerika'da bir ton "weeb", Japonya'da bir ton Amerikan hayranı var? Ulan amına koyduğumun yerinde bir bizim tarihimizde mi bugünün penceresinden bakınca kötü olarak algılanan şeyler var? Medeniyet timsali Fransızlar Kuzey Afrika'da bir sürü yerel dili kullanıcılarıyla beraber tarihten sildiler; o katliamcı, işgalci, her şeye karışan Osmanlı'nın hakim olduğu Balkanlarda, Kafkasya'da, Levant'ta bütün yerel diller, kültürler hâlâ yerli yerinde duruyor, ne iş? Mantıken tam tersi olması gerekmiyor muydu? Ha pardon unutmuşum, batı Cennet'ten çıkmadır, hata yapmaz; eğer illa kötü bir şey olduysa ya yapılması gerekiyordur ya da tek bir kişinin (örn. Hitler) gaza gelmesi yüzündendir! Ne alakası var diğerleriyle canım? Sonuçta bunlar ellerine geçen Musevi'yi "Kafir", Müslüman'ı "Satanist putperest" addederek kazıkta yakmadılar ya? İspanyolların Endülüs Emevilerini kovduktan sonra onlardan kalma bütün eserleri yıkması veya Güney Amerika'daki Portekiz kolonilerinin Afrikalı kölelerden elde edilen parayla beslenmesi gibi şeyler de hiç yaşanmadı sonuçta. Hani bugün binlerce insanın ana diliyle birlikte İngilizce, Fransızca, Rusça da bilmesinin tek nedeni bu dillerin bir zamanlar o coğrafyalarda dünya dili olması zaten? Ulan ayrıca Avrupalının "Türk" adına alerjisi Osmanlı ile başlamadı ki; ta Attila döneminde başladı. "Ama Hunlar kendilerine Türk demiyordu." hatta "Hunların Türk olduğu kesin değil." mi diyorsunuz? Romalılar, 10. yüzyılda Türk adı altında Macarlardan bahseden eserler yazdılar; bu adamlar Selçuklu'ya bakıp "Bunlar kendilerine Türk diyor, bu Hun artıkları (Avrupa dillerinin çoğunda Macaristan'ın adının hâlâ "Hun Ülkesi" anlamına geldiğini unutmayın! Kendi kendilerine "Macar" diyen ve Hunlarla birlikte Avrupa'ya göçmüş Ural halkına aynı şekilde seslenen bir biz varız.) da böyle, böyle; o zaman onlara Türk diyelim." diye bir mantık güdüp uydurmadılar herhalde, önceden Türk adını duymuşlardı ve Macarların da bu adla ilişkili olduğunu biliyorlardı demek ki. Hatta bugün Aziz István (Okunuşu: İştvağn) olarak anılan, ilk Hristiyan Macar kralına gönderilen bir ikonada "Türklerin Kralı Géza'ya" (Muhtemelen Hristiyan olmadan önceki adı Géza'ydı diye düşünmüştüm ama babasının adıymış, kendisinin doğum adı Vajk imiş; bu arada Géza'nın okunuşu Gehza, Vajk'ın okunuşu Va'yk.) ibaresi yer alıyor. Yani bu ne demek? Avrupalılar Hunları Türk olarak tanıyorlardı, demek ki Hunlar kendilerine Türk diyorlardı (Romalılar götlerinden uydurup Hunlara Türk diyemeyeceğine göre? Macarlara bile "Macar" değil hâlâ "Hunlu" gibi çevrilebilecek saçma isimlerle hitap ediyorlar). Ta Attila'dan kalma nefreti kaç yüzyıl ileri atma çabası ne lan? Neyse, sinirlendiğim için konu dağıldı; konuya dönelim: Dördüncüsü ne peki? Normlar! "Normal" kavramından tiksindiğimi zaten ezberlediğiniz için fazla bir şey söylemeye gerek duymuyorum ama bir konuda SJW ve "Doğamıza aykırı" veganlarının hakkını vermem lazım: Normlara karşı gelebiliyorlar en azından. Haklarını verdiğime göre esas kısma geçiyorum: İyi de bunlar normlara karşı değil ki; yeni normlar oluşturmaya çalışıyorlar ve sadece bu yeni normlarla çakıştığı için o eski normlara karşı geliyorlar. Yoksa hiçbirinin "Normal" kavramıyla da normlarla da sorunu yok, olsa zaten sikik sikik şeylerle uğraşmazlardı. SJW'ler internetten millete laf atmak yerine insanları bilinçlendirmeye çalışır (Kendi bilinçleri var mı o da meçhul gerçi, tek merkezden yönetiliyor gibi bunlar.), "doğamıza aykırı veganları" da bütün bilimsel birikimi yerle yeksan eden çarpıtılmış şeylerle, sadece "Eti sindiremiyoruz" gibi yalanlarla (Ya selülözü sindirebiliyor muyuz? Bunu bir düşün sen.) insanlara "Bak aslında insan vegandır." demez, onun yerine işin felsefik ya da daha iyisi siyasi yönünü ortaya koyar, kendilerine diş bileyen değil destekleyen kitleler var ederlerdi! Hatta günümüz veganlarının çoğu "doğamıza aykırı" diye saçmalayanlar yerine işin siyasi/felsefi boyutunu gösterenler olsa endüstriyel hayvancılık şimdiden darbe almış, daha sürdürebilir ve bütün dünya açısından daha adil, acımasızlığı oldukça azalmış bir sisteme geçiş için toplu harekat başlamış olurdu! Aksini iddia eden ispatlasın lan, benim dediğim halihazırda yaşanıyor. "Sen yanlışsın." diyen, "Hayır, öyle olsaydı da insanlar veganlara sinir olur, endüstriyel sistem de olduğu gibi devam ederdi." diyen simülasyon mu kuruyor nasıl yapıyorsa bir şekilde iddiasını kanıtlasın. Belki saçmalıyor olabilirim, olmayabilirim de ama en azından ben çarpık düşünceleri olan delinin teki olduğumu inkar etmiyorum en azından, bunu fark edecek kadar kafam çalışıyor; hani o "Biz burada delilikten yatıyoruz, aptallıktan değil." fıkrasında olduğu gibi. Çarpık düşüncelerim de günlük hayatta normları birbirine bağlayanlardan çok daha mantıklı şekilde birbirine bağlanıyor, bunu da biraz düşünün. Bunlar şimdilik aklıma gelenler. Ha tabii bir de o çok mükemmel, efsane, en iyisi olan, hiçbir canlının erişemeyeceği yüce sistemimiz, düzenimiz var en basit sanal pranga olarak; hani tek bir salgında çöküp dönüştürülmesinin mecbur olduğu konusunda kendi dilinden itiraflarda bulunan, var oluşundan beri aklı azıcık çalışan her insan evladının "Bu ne lan?" tepkisiyle yaklaştığı ama milletin hâlâ "normale dönmek" adı altında dönmek istediği, eskiden de "Bu ne lan?" diye yaklaşanların taşlandığı efsanevi düzenimizi diyorum? Karşılaştırma açısından: Günümüzde (haklı olarak) hor görülen Ortaçağ Avrupa'sının düzeni bugün "kara ölüm" denen hıyarcıklı veba salgınında neredeyse hiç darbe almamış, varlığını neredeyse olduğu gibi sürdürmeye devam etmişti. Hele Cengiz Han'ın kurduğu sistem bırak darbe almayı, salgını avantajına kullanıp Moğol Hanlığı'nı hem siyasi açıdan hem de yüzölçümü açısından büyütmüştü. Elbette bir de bilincin hükümdarı olan üst-insanlar değil de içgüdüleri olan ve bunun farkında olsak da olmasak da çoğunlukla dürtü temelli hareket eden varlıklar olmamızdan kaynaklanan doğal prangalar var: İşte cinsellik, kendini koruma hissi falan. Onlara yapacak bir şey zaten yok, yapmaya çalışırsan geri teptiği de herkesçe malum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder