Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

29 Mart 2019 Cuma

Dün geceden beri biraz depresifim

Biraz düşündüm... Hayatımı, amaçlarımı, isteklerimi... Ne yapıyorum ki ben? İstediğim hayata ulaşmak için, üstelik ulaşıp ulaşmayacağım bile belli olmayan ve ulaşabilme ihtimalim daha az olan bir yaşam tarzı için, kendim olabilmek ve kafama göre yaşayabilmek için... Neden yıllarımı harcıyorum? Kafeyi aç, işleri çalışanlara yık, köye taşın... Bu böyle mi olacak? En az on yılımı harcamam gerekecek. On yıl sonra, otuz yaşında hâlâ aynı kişi olacak mıyım ki? Aynı şeylerden zevk alacak, aynı şeyleri isteyecek miyim? Ömrümü kafe içindeki koşuşturmacada geçirerek bedenimi yaşarken mi çürüteceğim yoksa? Sonunda hiçbir şeyden zevk almayan, ruhsuz biri haline mi geleceğim? Bugünkünden bile daha uçarı mı olacağım yoksa? Aniden her şeyden sıkılıp bambaşka bir şey yapmaya mı karar vereceğim? Aslında; zevk aldığım şeyler küçüklüğümden beri pek az değişti. Çizim yapmaktan hoşlanırdım; ayrıntısız, karakalem ve iki boyutlu çizimler; hayvan çizimleri... Şimdi, daha ziyade kılıçlar, çadırlar, ağaçlar çiziyorum defterlerimin kenarlarına. Ama yine de bundan zevk alıyorum, eskisi kadar olmasa da. Ya da akvaryumlar... Küçüklüğümden beri balıkları hep sevmişimdir, en eski anımın bile bir köşesinde bir akvaryum var. Bir Japonbalığı akvaryumu... Bugün kesinlikle karşı çıkacağım, küçücük ve içinde dört-beş Japonbalığı olan bir akvaryum. Ya da su kaplumbağası, bugün yine kesinlikle karşı çıkacağım, "o iş öyle olmaz" diyeceğim, şu dandik plastik kaplumbağa fanuslarındaki su kaplumbağaları. Bugün bir su kaplumbağası beslemeye karar verirsem büyük bir aquaterrarium kurarım, UV lambasıyla birlikte. Ve sürüngenler... Yılanları da eskiden beri sevmişimdir, gerçekten güzel hayvanlar. Renkleri, görünüşleri, kayıp gitmeleri inanılmaz.

Mesela, kafe istediğim şekle ulaşacak mı ki? Batırırsam veya daha da kötüsü, geriye dönüp baktığımda yaptığım tek şey çalışmak olursa? Eğer gelecek ve ekonomi kaygım olmasaydı; yapmak isteyeceğim şeyler var. Bir yazar olmak isterdim mesela, kendini ormanın içindeki bir eve kapatmış, tavuklarından yolduğu kuş tüyü ve sedir ağacından yaptığı katran mürekkebiyle yazan. Kimse okumasa da önemli değil... Ya da bir gezgin olmak isterdim mesela; hiçbir bağlılığı, hiçbir sınırı olmadan dünyayı gezen; kâh Avrupa'da bir hostelde kâh Orta Asya'da bir yurt çadırda kâh Japonya'da bir Ryoukan'da kâh Kuzey Amerika'da bir otelde kâh Ortadoğu'da geleneksel taş evlerde kâh Amazon ormanlarında bir çadırda kâh neresi bile olduğunu bilmediği bir yerde bir bankta uyanan, bir sonraki rotasını zerre düşünmeden uyuşuk uyuşuk sırt çantasını hazırlayan bir gezgin. Kimse bilmese de önemli değil, başkalarına göstermek için yaşamıyorum. Aslında, bazı kaygılarım olmasaydı, başkalarına göstermek için yaşamazdım. Şu an mı? Şu an yaptığım neredeyse her şey çevreme gösteriş yapmak veya kendimi ispatlamak için. En basit örnek olan, okulu bile çevreme göstermek için okuyorum. Gittiğim yerlere, kendimi ispatlamak, kendi başıma bir şeyler halledebileceğimi kanıtlamak için gidiyorum.

Ne olacak? Mesela, daha hiçbir planımı gerçekleştiremeden yirmi beş yaşında bilinmez bir hastalıktan veya bir trafik kazasından veya sadece ecelimle ölürsem, kendi kendime ne hesap vereceğim? Mutlu oldun mu, diyeceğim; işte, elimde hiçbir şey kalmadı ve sırf elimde bir şeyler kalması uğruna istemediğim bir hayatı yaşadım.

Antikacı dükkanı ile müze karışımı bir evde, değerli koleksiyonuyla yaşayan biri olmak isterdim mesela. Kesinlikle o koleksiyonun en vazgeçilmez parçalarını Asya eserleri ile kılıçlar tutardı.

Ya da eğer daha fazla yeteneğim olsaydı veya belki de olan yeteneğimi dura dura köreltmeseydim -çünkü inanın yeteneğim hep mi azdı yoksa sonradan mı köreldi ben de bilmiyorum- evini kendi çizdiği tablolarla dolduran bir ressam olmak isterdim. Kimse tablo almasa da kimse ne yaptığımı bilmese de önemli değil.

Veya eğer insan çizebilseydim, çünkü en başından beri insan çizemiyordum ki yakın zamanda hiçbir insana dikkatlice bakmadığımı fark ettim, oysa balıklar, sürüngenler ve bonsai ağaçları için oldukça ayrıntıcıyımdır, bir çizgi romancı olmak isterdim. Kimse okumasa da, hatta herhangi bir yerde yayınlanmasa da önemli değil.

Eğer bunun için öncelikle çok çalışmam gerekmeseydi bir ziyafet aşçısı olmak isterdim mesela. Belli bir menü, sipariş olmadan kafasından geçenleri, üstelik de oldukça deneysel şeyleri yapabileceğim ve yılda sadece birkaç gün çalışmamın yeterli olacağı bir meslek.

Yapmak istediğim onca şeyi, eğer yapma fırsatım olursa, yapabilecek kadar zamanım ve gücüm olursa... Hâlâ yapmak isteyecek miyim? İstesem bile eskisi kadar, yani bugünkü kadar tutkulu olabilecek miyim? Bilmiyorum ve bu bilinmezlikten inanılmaz derecede korkuyorum. Eğer, en sonunda geriye dönüp baktığımda bir zamanlar istediğim şeyleri hiç de istemediğim bir hale geldiğimde... Ne yapacağım? Aynı bir zamanlar ekonomik kaygılarımın var olmayışı gibi o zamanlar da bambaşka kaygılar icat edip bütün hayatımı vazgeçilen bir hayaller silsilesi halinde mi geçireceğim? Bilemediğim, emin olamadığım her şeyden korkuyorum... Ama en çok da gelecekten ve onun getireceklerinden korkuyorum. İyi mi olacak yoksa kötü mü? Peki, bugün önüme çıkan şeye kötü diyecekken o zaman aynı şeye iyi veya en azından idare eder diyebilecek miyim?

Eğer, kaygılarım olmasaydı, bugün planladığım gibi fast-food ağırlıklı bir kafe açmazdım; illa bir kafe veya restoran açacaksam. Şu an emin değilim ama bölüme girmeye karar verdiğimde, yapmak istediğimin bu olduğuna emindim. Aslında, o dönem boşlukta salınan bir yapraktım ve rüzgar bitince konduğum yer, beni o şekilde amaçsız ve ruhsuz dolaşmaktan kurtaran yer de bu istekti ki temelinde hâlâ favori mangam olan Shokugeki no Souma vardı. İlla bir restoran veya kafe açacaksam ya deneysel, ya moleküler gastronomi üzerine, ya "değişik etler" yani günlük hayatta tüketmediğimiz böcekler, kirpi, gelincik gibi hayvanların -tabii ki çiftlik üretimi olan- etleriyle ilişkili bir restoran açardım. Aslında amacım, bölüme henüz girerken bir Uzakdoğu restoranı açmaktı. Ama sonra kaygılar geldi. Türkiye'de tutmaz, zaten yeterince Uzakdoğu restoranı var ve onların bile kemikleşmiş bir kitlesi ve bazı meraklılar haricinde müşterisi yok. Üstelik, benim istediğim şey bir "Sushi-ya" değil. Türkiye'deki bütün Japon restoranları, buna adını ramen bağımlısı bir ana karaktere sahip Naruto'da olayların geçtiği yerden alan Konoha Restoran da dahil, tamamı "Sushi-ya". Üstelik, orijinal Sushi-ya konseptinden de tamamen farklılar. Ben, eğer bir Uzakdoğu restoranı açsaydım bir ramen-ya açardım. Ama orijinal konsepte bağlı kalırdım. Sushi-ya olmayan Uzakdoğu restoranlarına gelince... Onlar zaten Uzakdoğu restoranı değil, Uzakdoğu içinde tek bir yere odaklanmış Çin, Kore, Moğol, Hint restoranları. Ki Moğol restoranlarında da gerçek Moğol yemeği olarak sadece Moğol barbeküsü var, geri kalanı Moğolistan'da yetişen az miktarda sebze ve Moğol mutfağında önemli bir yer tutan et kullanarak oranın kurucuları veya şefleri tarafından icat edilmiş yemekler. Ben bir Moğol restoranı açsaydım, ki hiç böyle bir isteğim olmadı, menüye mutlaka Khuushuur (Okunuşu: Hûşûr; benzer bir şekilde Hûlagû/Hülagü de Khuulaguu diye yazılıyor), buuz (Okunuşu: Bûz/Büz), Suu te tsai (Okunuşu: Sü te çay) ve boodog (Bunun okunuşu aynı) koyardım.

Ama konumuz o değil. Aslında, bir konumuz var mı ki? Kaptırıp gittim yine, üstelik yazarken sıkıntımı atmak yerine sıkıntım daha da arttı. Belki de iki gündür havanın kapalı ve rüzgarlı olmasıyla ilgilidir bu depresif halim, bilmiyorum. Ama sonuç olarak, geriye dönüp baktığımda ne yaşanmamış veya daha da kötüsü yarım yaşanmış bir hayat ne de sırf başkaları için, sırf gösteriş olsun diye yaşanmış -ona da yaşamak denir ya! Hayatta kalmaktır o olsa olsa- bir hayatla karşılaşmak istemiyorum. Gitmediğim yerlere, yaşamadığım zamanlara özlem duymaktan bıktım artık. Sırf bu depresiflik, beni daha sıkı çalışmaya itiyor aslında. Okul bitmeden bir işe yarayacakmış gibi...

O zaman, kendini uçurumdan atılmış gibi hisseden ruhuma inat, bedenimde burada kalacağım ve bir gün gerçek anlamda mutlu olursam, bunu size söylemek yerine kendi kendime yaşamakla meşgul olacağım.

27 Mart 2019 Çarşamba

*_*

Özgürlüğümü kısıtladığını düşündüğüm her şeyden nefret ediyorum. Çoğu normdan, bazı kıyafetlerden (düğmeli gömlekler, kot pantolonlar, kravat, bağcıklı ayakkabılar...), okuldan, işten, çoğu yasaktan...

Bir de bir "Dünyanın en çok tatilini biz yapıyoruz" muhabbeti var. Ulan yıl içinde tatil günleri fazla olabilir ama gün içinde okul (zorunlu eğitimden bahsediyorum, ilkokul-ortaokulu-lise) ve işte geçirilen süre bütün dünyadan katbekat fazla, onu ne yapacağız?

Ulan dünyanın birçok ülkesinde öğle vakti uyku tatili var be! (Siesta geleneğinin olmadığı birçok ülkelerde de var, kültürle ilgili değil yani) Hele eğitim sistemi dünyanın en iyisi kabul edilen Finlandiya, en kısa ders saatlerine, en uzun teneffüslere sahip.

Ha bir de Japonya'daki iş saatleri bile bizimkinden kısa. (Japonya'da gün içindeki boş vakit OECD'e göre 14,85 saatken bizde yine OECD'e göre 12,59 saat. Basit matematikle 2,25 saat daha fazla işte/okulda zaman geçiriyoruz demektir. Ki onun da çoğu uyumakla geçiyor, haliyle) -Ki Japonya eğitim ve iş sistemi konusunda çok katı, iğrenç bir sisteme sahip bir ülkedir. Dünyanın en kötü iş ve eğitim sistemi konusunda zirveye oynar. Çok çalışmaktan ölen Japonlar var, hatta o tür ölümün adı bile var: Karoshi. Ne var? Japon kültürüne ilgi duymam gerçekleri değiştirmez, beni de söylemekten alıkoymaz. Hatta NEET akımı da esasında bu olaya bir tepki olarak doğmuştur diyebiliriz, ahan da dedim-

Ulan bir de iş yerinde, okulda bütün gün duruyorsun da ne oluyor? Randıman alamadıktan sonra... Orada millet üç saat çalışıp haftalık işi bitiriyor, biz sekiz saatte bir halt yapmayıp sonra "Bizde çok tatil var yea" diyoruz. Sekiz saat boş boş oturacağına bir saat çalış, verimli çalış. Ama biz bu millete bunu bir türlü anlatamadık arkadaş. Öğretmeni anlatıp geçer, çiftçisi et biraz pahalılandı diye elindeki bütün hayvanları kesip sonra dımdızlak kalınca "Çiftçiye destek çıkmıyorlar" edebiyatı yapar (Ulan az birazını elinde tutup üretsene? Devlet ne yapsın, gökten zembille hayvan mı indirsin sana?), memuru -benim anne babam da memur bu arada- boş boş oturmaktan Solitaire'e sarar (O da haklı tabii, iki saatte hallolacak işi dört saate yayması istenince, o dört saat de ona imzalat buna gönder ile sekiz saate kadar çıkınca o ne yapsın?)

Ha istisnaları, işini hakkıyla yapanları yok mu, tabii ki var. Var da işte sıkıntı "normal" olmaları gerekirken "anormal" olmaları. Normal kelimesinden de nefret ederim bu arada ve bunu kaç yüzüncü söyleyişim onu da merak ediyorum.

Ulan birçok ülke haftasonu tatilini üç güne çıkarmak için çalışmalar yapıyor, bizimkiler utanmasa pazarı da -pazarı seçmemin sebebi Türkiye haricindeki bazı ülkelerde cumartesi çalışma varken pazar günün dünyanın neredeyse her yerinde tatil olması, bazı Müslüman ülkelerde pazar yerine Cuma ve bir gün daha tatil, İsrail'de de doğal olarak cumartesi (sebebini kısa bir araştırmayla bulabilirsiniz, konumuz o değil şimdi) ve ayrıca cuma tatil- çalışma/okul içine dahil edecek.

Bu arada geçen Halka'yı (dizi olan) izlediğimi yazdım da onu da bir izliyor bir izlemiyorum. Çoğunlukla bilgisayarla -ekseriyetle Youtube'la- meşgul olduğumdan boş veriyorum. Yani şu şekilde oluyor: Bir hafta izliyor, üç hafta izlemiyor, bir hafta yarım yamalak izliyor, iki hafta izlemiyor... tarzında.

Şu Oynakazan'da -referans olanarak erdemçelik yazın la indirirseniz- heceleme soruları oluyor, ekseriyetle de birleşik kelimelerden oluşuyor. Mantıklarını anladım. Mesela "ilkokul"u il-ko-kul diye heceye ayırıyorlar, onu doğru kabul ediyorlar ama bence o sorular yanlış. Birleşik kelimelerin kelime kelime hecelerine ayrılması lazım bence. Yani il-ko-kul değil de ilk-o-kul şeklinde ya da de-ni-zal-tı diye değil de de-niz-al-tı diye.

Televizyonum da bozuk bu arada, TRT'ler (TRT 1, TRT Türk, TRT Belgesel, TRT Şeş, TRT ebesininki vs.) dışında herhangi bir kanalı çekmiyor. Televizyon izlediğim vakitlerde genelde TRT Belgesel'i açıyorum, bana da iyi geliyor; diziyle miziyle sinirimi bozmak yerine az biraz ilginç şeyler, doğal ortamlar falan görüyorum. Her haltı elli bin kez tekrar yayınlamasalar daha iyi olur gerçi de neyse.

Şimdi, Onedio'da "İnternetsiz ne kadar hayatta kalabilirsin?" diye test var. (Bu arada ayda bir bu testi ilk defa yapmışlar gibi yayınlıyorlar, ona da sinir oluyorum) İnternetim iğrenç olduğu şu günlerde anladım ki pek de uzun değil. Gerçi hâlâ bunun gün içinde boş vaktimin çok olup internetten başka yapacak pek bir şeyim olmamasıyla ilgisi olduğunu düşünüyorum. İddia ediyorum ki sabah hayvanlara (tavuk, tavşan, ördek, kedi, köpek, balık...) yem verip bahçedeki bitkilere bakıp talimi/antrenmanı hiçbir kısmını atlamadan yapıp ormanlık bir alandaki bir gölün kenarında takılırsam internete ihtiyaç duymam. -Zaten günün yarıdan fazlasını yemiş oldum böylece dikkat ettiyseniz; uzun süre de uyuma var, bunun kediyle köpekle oynama, akvaryumları seyretme olayları var daha... Gün bitiyor zaten.-

Onedio'da denk geldiğim bir içerik de "Bedeninizin değil ruhunuzun yorgun olduğunu gösteren bilmem kaç işaret" (Bu sayı şeylerini hep unutuyorum, daha sabah gördüm oysaki içeriği) Şimdi şöyle bir sıkıntı var, yirmi bir yaşında biri olarak yaklaşık altı yedi yıldır o listedeki çoğu şey kronikleşmiş durumda bende. Olması gerekenin o olduğunu sanıyordum hatta ben. Sonra çevremdekilere yorgunum deyince "Ne yaptın da yoruldun", "Bu yaşta yaşlandırdınız beni" deyince "saçmalama" cevabını alıyorum. Saçımda beyaz var lan benim, ne saçmalaması? Neyse...

Son olarak bir video, görsel bir şey koymak istedim ama pek bir şey bulamadım.

24 Mart 2019 Pazar

Birkaç Şey

Şu Magnum Yakut'u -hani ruby çikolatalı yeni Magnum- alıp denedim. Güzelmiş; çikolatasının tadı sütlü çikolata ve beyaz çikolata benzeri mayhoş bir tattı. Bu arada ruby çikolatayı da araştırdım: İçinde ahududu, böğürtlen vs. yokmuş; kakao çekirdeklerinin rengindenmiş. (Ulan bitter ve sütlü de kakao çekirdeğinden yapılıyor? Nasıl bir işlemden geçiriyorlarsa artık kakao çekirdeğini o renge ve tada gelmiş) Zaten çilekli, portakallı, Antepfıstıklı vs. çikolatalar hep içine aroma/malzeme katılan beyaz çikolatalar. Ha bir de aklıma kakao yağı olayı geldi; çikolatanın katı halde bulunmasının sebeplerinden biri kakao yağı... Da bu yağın oda sıcaklığında sıvı olması gerekmiyor mu? Bitkisel yağ hani... Baktım da oda sıcaklığında da katıymış, neden ki? Hindistancevizi yağı da oda sıcaklığında katı bu arada. Demek ki "Tropik meyve yağları" diye üçüncü bir sınıflandırmaya ihtiyaç var. Ya da margarine ne yapıyorlarsa kakao ve Hindistancevizi yağlarına da aynısını yapıyorlar. Artık içine agar agar mı koyuyorlar ne yapıyorlar bilmiyorum... Yalnız dondurma kısmı da vanilyalı olmak yerine ruby çikolatalı olsa daha iyi olurdu bence.

Dizilerde filan enteresan bir zenginlik olayı var. Gerçekte nasıldır bilmiyorum ama dizilerdeki -sadece Türk dizileri değil ki zaten sinirimi bozmamak için uzun süredir çok az Türk dizisi izliyorum, onlar da ya komedi ya da ilginç konulu farklı diziler; bu dönem Halka var mesela, şöyle bir düşündüm de bu sezon izlediğim başka Türk dizisi yok galiba- zengin ailelerin ortak özelliklerinden biri çok kasmaları. Şunu yapamazsın aile adımız lekelenir, bu bu kural var... Gerçi İngiliz kraliyetinin kurallarına baktığımızda bu durum muhtemelen gerçekte de böyle. İşte ben tam bu noktada bunu anlayamıyorum. İstediğimi yapabilecek güce sahipken neden kendimi envai çeşit kuralla kısıtlayayım ki? Yani neden bütün gün evde oturabilirken ya da dünyayı gezebilirken -benim de hiç ortam yoktur bu arada, şekil 1-A- kendimi magazincilere yem edeyim, şirkette -pardon, holding- boş boş durayım. İlla boş boş duracaksam evde dururum neticede. Ya da çalışmak istiyorsam holdingde boş boş durmak yerine gerçekten çalışırım mesela? Yani neden dünya şeyime minare g... yaşayabilecekken o kadar kasayım? Manyak mıyım?

Bu arada zenginlik demişken, zengin olsaydım net bir şekilde NEET olup öyle yaşardım. NEET'in ne olduğunu da siz araştırın bir zahmet. Ama kısaca okulu da işi de sosyal hayatı da -yok, bu sonuncu Hikikomori'ye dahil; Neet'de sosyal hayat var yine az da olsa- bir kenara bırakıp boş boş durmak.

Neyse, bu konuyu geçip şuradan sağ yaptıktan sonra... Tamam tamam, konu bulamadım başka. Ha dizi demişken, benim ortam olmadığı gibi dizilerin de ortası yok. Ya çok fakirler ya da çok zengin ki ekseriyetle ikisi birden aynı dizi içerisinde bulunuyor. Bununla ilgili toplum mühendisliği filan konusunda bir teori mi desem düşünce mi desem -siz isterseniz komplo teorisi de diyebilirsiniz, tutan yok- öyle bir şey vardı. Aha buldum: https://onedio.com/haber/turk-dizilerinin-sadece-gecekondu-veya-yalida-gecmesinin-altinda-yatan-sebepler-sizi-cok-sasirtacak-838393

Hadi gittim ben.

23 Mart 2019 Cumartesi

Ohooo

Birkaç şeyden bahsedeceğim ve bolca saçmalayacağım.

Öncelikle, Ekşi'de Türklerin İngilizcesi en kötü millet olması, diye başlık gördüm de aklıma birkaç şey geldi. Bunlardan ilki, gramerden mi, yani yazılı sınavdan mı bahsediyoruz yoksa konuşmadan, telaffuzdan mı? Yazılı sınavda en kötü olmamız mümkün ama telaffuzda kesinlikle cennet gibi bir ülkeyiz. Telaffuzda iyi olmamızın temel sebebi de Türkçe'nin birçok farklı sesletime izin veren ve hatta içeren yapısından kaynaklanıyor. Şöyle ki, en basit örnek olarak Japonca'da L, V, Ü ve Ö sesleri olmadığı için birçok kelimenin telaffuzunda zorluk yaşıyorlar. Ama Türkçe'de eksik olan sesler hırıltılı H -ki İngilizce'de yok, Arapça'da var-, W -ki aslında var ama V ile iyice iç içe geçtiğinden fark etmiyoruz-, Q. Bunlar da, haliyle çok da göze batmıyor ikamelerini kullanmamıza rağmen.

Neyse, ama bahsetmek istediğim, İngilizce hakkında bahsetmek istediğim başka bir şey. Sizce İngilizce, neden dünya dili? Kesinlikle kolay olduğundan değil. Aslında, "kolay" olması temel sebebi değil. İki bin yıl önce dünya dili Latince'ydi mesela. İngilizcenin kolaylığı konusunda da değişik şeyler var. Kime göre kolay? Hint-Avrupa dillerini konuşanlara göre; çünkü birçok kelime, yapı ve sesletim benzerliği var, çünkü bu diller aynı kökten çıktı. Ama İngilizce, Türkler ve Ural-Altay dillerini konuşan diğer kişiler için öğrenmesi en zor dillerden biridir. Temel sebebi de dilbilgisi mantığının taban tabana zıt olmasıdır. Şöyle ki: Ural-Altay dillerinde, daimi olarak özne+nesne+yüklem şeklinde cümle kurulur, bütün düzen buna göre belirlenmiştir ve yüklem, cümlenin en sonunda olduğu için önemli olan da odur. Ayrıca, Ural-Altay dillerinin birçoğunda "gizli özne" kavramı vardır ve ya eklerden ya da cümlenin gelişinden öznenin ne olduğu, söylenilmeden anlaşılabilir. Bir başka zorlaştırıcı unsur, İngilizcenin ortadan kırmalı bir dil olmasıdır. İngilizcede o "kurala uymuyor, ek almıyor" dediğimiz bütün kelimeler aslında kurallara uyan kelimelerdir, ek alanlar kurallara uymayan kelimelerdir. Tek bir kelimeye bir sürü ek ekleyip konuşulan dillerin doğal konuşucuları (Native speaker'ı nasıl çevireceğimi bilemedim) elbette en basit cümle için bile en az üç kelime ve bir yardımcı fiil harcaman gereken İngilizcenin mantığını kavrayamadan kolayca öğrenemezler ve okulda da bu mantık öğretilmiyor zaten. Yani, İngilizcenin kolay bir dil olmadığı konusunda bir anlaşalım önce. İngilizce, biz Türkçe konuşanlar için zorluğu Fransızca, Arapça ya da Farsçadan az olmayan bir dildir. Ki Arapça ve Farsça hakkında aman şöyle zor, aman böyle zor, denilip durulur bizim ülkede. Ayrıca, akrabalık ettiği çok az dil olduğu için ve kendi içindeki lehçeleri bile birbirini anlamada zorluk çektiği için dünyanın en zor dili diye nam salmış Çince, biz Ural-Altay dillerinin konuşucuları için İngilizceden daha kolay öğrenilen bir dildir. Sebebi de cümle yapısı ve ses değerlerinin çoğunlukla denk düşmesidir. Tabii Çincenin zorluğu daha ziyade her ek için kelimenin okunuşunun ve yazılışının değişmesinden kaynaklanıyor ama olsun.

İngilizcenin dünya dili olmasının sebebi, iki bin yıl önce Latince, iki yüz yıl önce de Fransızcanın dünya dili olmasıyla aynı (Evet, Fransızca'nın dünya dili olduğu bir dönem vardı. Osmanlı döneminde yabancı dil eğitiminin İngilizce değil Fransızca verilmesinin sebebi de bir zamanlar dünya dilinin Fransızca olmasıydı zaten, tabii İngilizce dünya dili haline geldikten sonra bile Osmanlı'da yabancı dil eğitimi Fransızca olmaya devam etti, o ayrı bir konu). Ayrıca, Çincenin yüzlerce yıl Uzakdoğu ve Orta Asya'nın ortak dili olma sebebiyle de aynı. Çünkü İngiltere, Avrupa'daki en güçlü ülke haline geldi ki bunun temel sebebi sanayi devrimidir, ikinci olarak ve günümüzde İngilizcenin hâlâ dünya dili olarak kalmasını sağlayan sebepse Amerika'nın yaygın dili olmasıdır. Eğer sanayi devrimi Uzakdoğu'da olsaydı, şimdi kimse "zor" ya da "kolay" demeden, bütün dünyada ortak dil Çince'ydi. Neden Japonca, Tayca ya da Korece vs. olmadığına gelirsek de, çünkü yakın zamanlara (Japonya'da Meiji restorasyonu mesela) kadar Uzakdoğu'da yabancı dil hâlâ Çince'ydi. Daha geriye gidersek de, Divan-ı Lügatit Türk'te her Çinlinin yabancı dil olarak Türkçe, her Türk'ün yabancı dil olarak Çince bildiği yazmakta. Kore zaten yıllarca Çin ve Moğol işgali altında kaldı, Japonların da dünya küreselleşene kadar iletişim kurduğu milletler şunlardan ibaret: Koreliler, Çinliler, Moğollar, belki Türkler. Bunların hepsiyle hangi dilde iletişim kurabilirsin? Tabii ki Uzakdoğu ve Orta Asya'nın ortak diliyle: Çince. Bu arada Ruslar ile Japonların iletişimi de dünya küreselleşene kadar yoktu; zira Japonya ve Rusya'nın komşuluk etmesine yarayan Kamçatka, SSCB'den önce bağımsız, devletsiz bir topraktı ve Ruslar da doğuya ancak SSCB döneminde geldiler. Önceden oralarda Cengiz Han döneminde yerleşen Türk ve Moğollar yaşıyordu -ki hâlâ Rusya'nın birçok bölgesinde Rusların oranı azdır; Rusya'daki özerk bölgeleri araştırarak ne demek istediğimi görebilirsiniz-

Senaryoyu değiştirirsek ve Sanayi Devrimi'ni ve coğrafi keşifleri (Amerika'nın keşfini, kuruluşunu, tarihini -sömürge dönemleri ve resmi olarak İngiltere/Britanya/Birleşik Krallık toprağı olduğu dönemler yani- ve halkını) Arabistan civarlarına çekersek (Yani şöyle: Amerika'yı İspanyol Kristof Colomb değil de Arap Kûlî -bu ismi salladım- ailesinden İsa olsa, oraya yerleşenler Avrupa değil de Ortadoğu'dan gitse, resmi olarak Suud Krallığı'na bağlı olduğu bir dönem olsa vs. -Arabistan yarımadasının az bir kısmına Osmanlı hükmediyordu, geri kalan kısmında Suud Krallığı, tartışmalı topraklar, hiçbir devletin sahiplenmediği yerler, çeşitli yerel emirlikler vs. vardı), çok ironik bir tabloyla karşılaşırız: Türkiye'deki yaygın batı hayranları, Arap hayranları haline gelirdi -çünkü sanayi devrimi ve Amerikan rüyası Arabistan civarında gerçekleşseydi Avrupalıların imrenilecek pek bir şeyi olmazdı-; cumhuriyet dönemindeki devrimler, batı dünyasına göre değil Arap dünyasına göre yapılırdı, bütün dünyada yabancı dil olarak İngilizce yerine Arapça okutulurdu.

Senaryoyu bir kez daha değiştirelim. Bu kez, sanayi devriminin ve Amerikan kültürünün merkezine Moskova'yı koyuyorum. Sonuç belli: Dünya dili Rusça, dünyanın en güçlü ülkesi Rusya. Ayrıca günümüzde hâlâ birçok Orta Asya ülkesinin ikinci resmi dilinin veya ikinci yabancı dilinin Rusça olması da bu iddiamın kanıtlarından. SSCB'den kalma bir olay bu dediğim.

Ya da sanayi devrimi ve coğrafi keşiflerin merkezine İstanbul'u veya Ankara'yı koyalım. O zaman da dünya dili Türkiye Türkçesi olurdu; Kazaklar, Özbekler, Kırgızlar ve en önemlisi Azerbaycanlılar yabancı dili en iyi halklar haline gelirdi; kulak kanatan Uzakdoğu İngilizcesi yerine en azından anlaşılabilir bir Uzakdoğu Türkçesine maruz kalırdık -çünkü Korece ve Japoncanın ses değerleri Türkçe'yle aynıdır, sadece bazı sesler çıkmış ya da eklenmiştir; oysa İngilizce ve bu iki dilin sesletim değerleri zerre uyuşmaz; Çince zaten İngilizcedeki sesler dışında neredeyse her sesi içeren bir dil, sadece R harfi çok farklı ki R harfi Türkçe, Çince, Korece ve İngilizce'de birbirinden tamamen alakasız, saçma sapan, farklı ses değerlerine sahip bir harftir. Mesela Türkçe'de Z'ye hatta Ş'ye kayan bir R vardır ki Türkçe kelimelerin tarihine ve farklı lehçelere (özellikle Avrupa Huncası, Çuvaşça gibi Ogur grubundan; yani Türk-i Kadim'den daha eski bir dönemde ayrışmış lehçelere) bakarsanız inanılmaz derecede R-Z değişimi görürsünüz.- Buna ek olarak Türkiye, hâlâ büyük ve güçlü bir devlet olarak kalırdı.

Neyse, bayağı gevezelik ettim ve içimdeki zehri döktüm de rahatladım. Ama bahsetmek istediğim başka şeyler de var.

Oyna Kazan oynuyorum, daha beş kuruş yok... Bir soru geç elenseydim ne olurdu ama neyse... Telefondan izlenip yarışılan çevrimiçi bir bilgi yarışması bu, Onedio'yla da bir ilgisi var ama tam ne düzeyde bir ilişki bilmiyorum. Oynayacaksanız referans şeysine "erdemçelik" yazın. Bir bunu yapmadığım kalmıştı, neyse. Şeysi demişken Puzzle fansub'un manga okuma mobil uygulamasının adı Manga Okuma Şeysi lan, jasdnsjksaö. Bu da ne iğrenç bir rastgele gülüş oldu. (Şu random'a düzgün bir karşılık bulsun biri Allah rızası için, rastgele gülüş ne lan?)

Neyse, yukarıda bayağı konuştuğum için bahsedeceğim diğer şeyleri unutmuştum ki hatırladım. Bir saattir de bu cümleyi toparlamaya çalışıyorum zaten. Kırgızistan'da yapılacak şeylere falan bakıyordum da, adamlar istisnasız, bak istisnasız diyorum, her şeyin içine atla gezintiyi koymuşlar ya. Dağ, bayır, buzul, göl kenarı, şehir meydanı fark etmiyor; bir şey varsa atla gezintisi de vardır, demiş adamlar. İnternetin 34 numaralı kuralı aklıma geldi, internetten araştırın, uğraştırmayın beni.

Bir de festivallerin, çeşitli yerlerin ziyarete uygun zamanları pek uyuşmuyor. Hepsine katılmak, hepsini görmek istersen ya bütün yıl orada kalman ya da beş-altı kez uygun zamanlarda gidip sonra dönmek gerekiyor. Bu Kırgızistan sevdası nereden esti peki, derseniz şu şekil: Fırsatım olursa gideceğim yerleri not alıyordum da, bazıları için "Tamam, ben bunu buraya yazdım. Hatta ne yer ne içerler onu da yazdım. Ama burada nereler görülür, ne yapılır?" diye sıradan tarıyordum. Oradan esti yani.
salburun ile ilgili görsel sonucu
Salburun festivalinden
Yalnız bu gezme olaylarım pek iç açısı görünmüyor, ömür yetmez lan ona. Daha kafeyi açıp evi yaptıracağım, ohooo... Ben yavaştan yavaştan ya Yunanistan ya da Azerbaycan'dan başlayıp yanlaya yanlaya mı gitsem acaba... Evet, espri iğrençti ama tutamadım kendimi.

Ketçapta soğan varmış lan. Sarımsağı biliyordum da soğanı ilk kez bugün duydum.
ketçap ile ilgili görsel sonucu
Şu anternman/talim işleri devam ediyor, bir sıkıntı yok, aslında bu konuda canımın çıkacağını düşünüyordum ama pek de öyle olmadı. Muhtemelen çoğunu malzemem yok bahanesiyle es geçtiğimden dolayı öyle oldu.

Bu arada o gezi olayı olursa burası birkaç ay -geziye bağlı olarak birkaç yıl- boyunca gezi bloguna dönebilir, haberiniz olsun şimdiden. Ad ya da konsept değişmeyecek tabii -sanki bir konsept var da değişecek aq, bu arada Blogger neden konsept kelimesini tanımıyor lan?- sadece içerikten bahsediyorum.

Ben de İngilizceden amma nefret ediyormuşum lan, bir A4'e sığar o yazı. Hayır aslında İngilizceyle çok büyük sorunum yok; öğrenmeye de erinmiyorum ama kolay, dünya dili, aksan şeysi diye sözlere sinir oluyorum, ondan öyle oluyor. Bu arada ortamlarda fütursuzca İngilizcem olmadığını iddia ederim ama terimsiz yazıları az çok anlayabiliyorum. Bende daha çok isteksizlik ve mesafe var. İngilizceyle mesafeliyiz birbirimize karşı. Dil bana karşı nasıl mesafeli oluyorsa artık... Neyse.

Bir de evde tıkınacak şey sıkıntısı çekiyorum; hafiften acıkır gibi olduğumda bir şeyler arıyorum, süklüm püklüm geri dönüp oturuyorum oturduğum yere. E, alsana? Alayım da markete gitmeye üşeniyorum, sorunun temeli o zaten.

Mesela soğuk çayım bitti ve resmen soğuk çay bağımlısı bir insanım, yine de gidip almıyorum. Çünkü markete kadar kim gidecek? Uzak market. Tamam, küçük ve büyük yerdeki uzak kavramları farklı olabiliyor. Bunu hayatının ilk on bir yılını İstanbul'da, sonraki yıllarını Balıkesir'de ve son iki yılını da Gökçeada'da geçiren ve akraba ziyaretleri için düzenli olarak İstanbul'a giden biri olarak gayet iyi biliyorum. Uzak dediğim mesafe yürüyerek en fazla, o da taş çatlasın yarım saat sürer; ki bunun içine mola, durup su içme, trafikte -olmayan ama hesaplarken olduğunu varsaydığım trafikte- bekleme gibi durumları da katarsam anca o kadar sürer. Öyle bir uzaklık yani, öyle böyle değil... Anlayamazsınız. Hatırlayan var mı bu "anlayamazsınız" şeyini? Dalganın çıkardığı köpük filan... Yok mu hatırlayan?
anlayamazsınız ile ilgili görsel sonucu
Çok fazla gereksiz şeyi bildiğimi fark ettim. Hayır, işin acayibi nereden bildiğimi de bilmiyorum. Ama bazı temel şeyler hakkında da bir fikrim yok. Mesela ayakkabı ya da kravat bağlamayı hâlâ bilmiyorum -bağcıklı ayakkabılardan ve kravatlardan nefret ettiğim için olabilir bu tabii-.

Bir de neye göre, kime göre gereksiz arkadaşım? Yarın bir gün bir bilgi yarışmasında neyin çıksa pat diye yapıştırırım cevabı işte, daha ne? Kendi tespitine sinirlenen ilk insan olabilirim, maruz görün, dışlamayın beni, ühü... Amma abarttım lan, neyse...

Bu arada "lan", "ulan"ın ilk harfi düşmüş hali aslında. Bu da size bilgi olarak dursun. Aha, nereden bildiğimi bilmediğim gereksiz bilgiler derken bu ve bunun gibi şeylerden bahsediyordum işte. Ama neredeyse her alanda var bunlardan. Acayip acayip şeyler...

Bir film izleme listesi yaptım ama izleyemiyorum. İnternet iğrenç çünkü. Odnoklasniki ya da Youtube harici herhangi bir şey izleyemiyorum. Allah'tan animelerin çoğunda Odnok seçeneği var. Ama film milm izleyemiyorum şu an, Youtube'da kesin ne varsa telif yemiştir zaten... Öyle yani. Supernatural'a iki kez başladım, ikisi de dördüncü sezonda noktalandı. İlkinde izlediğim site kapandı, kaldığım yeri bulamadım; ikincisinde de internet yüzünden seyredemiyorum.

Algida yeni, değişik değişik dondurmalar çıkarmış bu arada. Bir tane kavunlu-limonlu Cornetto'yla yakut (Ruby) çikolatalı -pembe, değişik bir çikolata; dördüncü tür çikolata olarak geçiyor: Bitter, sütlü, beyaz, ruby- bir magnum; bir de birkaç şey daha. Disk şeklinde sandviç dondurma da vardı üç tane, adlarını bilmiyorum. Yeni bir max çeşidi de çıkmış. Cornetto demişken, cornetto, kornet'in İtalyancası. Kornet de o altındaki külahın malzemesinin adı.
algida ruby magnum ile ilgili görsel sonucu
Vignette mi, Violetta mı ne, öyle bir dondurma var, Algida'nın galiba. Vienetta'ymış ve evet, Algida'nınmış. O benim sevdiğim bir dondurma ama tanıdığım kimse sevmiyor. Kremayı, krem şantiyi de seviyorum gerçi, ondan dolayı o kremamsı dondurmayı da sevmekteyim.
vienetta dondurma ile ilgili görsel sonucu
Lipton karpuzlu soğuk çay çıkarmış, bunu da daha önce hiç düşünülmemiş gibi reklam yapmış. "Biz, nasılsa Lipton ice tea şeftali seviliyor demedik, yepyeni karpuzlu çıkardık." diyorlar reklamda. Bu reklamı ilk gördüğümde tepkim şu oldu: Ulan Fuse tea piyasaya ilk çıktığından beri karpuzlu soğuk çay üretiyor zaten? Düşünmemişsiniz ki, rakibinizden ürün çalmışsınız? Fuse tea yöneticileri de benim gibi düşünmüş olacak ki Fuse tea'nin "Karpuz aromalı Fuse tea 2012'den beri var" temalı, "Hişt, Lipton koçum, sen hayırdır? Biz yıllardır karpuzlusunu üretiyoruz bunun, ne oluyor öyle fikri kendiniz bulmuş gibi reklamlar falan?" alt metinli bir reklamı da çıkmış. Tabii insan soğuk çay bağımlısı olunca piyasaya da az çok hakim oluyor. Ha bir de Lipton da karpuzlu soğuk çayı ilk kez üretmiyor, bir yaz çıkardıkları Akdeniz güneşi, Karadeniz rüzgarı gibi Türkiye'nin her coğrafi bölgesi için ayrı soğuk çaylar çıkarıldığında Doğu Anadolu -ya da Güneydoğu Anadolu, muhtemelen ikisi birden- için de karpuzlu ve başka bir şeyli -iki aroma aynı soğuk çayın içinde, yanlış olmasın; iki ayrı ürün yok ortada- soğuk çay çıkarmışlardı zaten. Bu arada ben o seriden en çok Akdeniz güneşini, en az da Karadeniz rüzgarını sevmiştim. Bu arada o Doğu Anadolu'ya ait olanın adı Doğu Harmanı, aroması da karpuz-nane imiş. Serinin dördüncü ve son üyesi ise Ege Sefası. Marmara için yok, kim takar Yalova kaymakamını sonuçta...
lipton akdeniz güneşi ile ilgili görsel sonucu
O kadar, hadi... Artık... Bir birkaç ay yazı gelmez herhalde. Belki birkaç hafta, belki birkaç gün... Ne bileyim lan planlayıp yazmıyorum ki bunları, müneccim miyim ne zaman yazı geleceğini bileyim? Allah Allah, kızdırıyorsunuz insanı ya...

15 Mart 2019 Cuma

Öyle de Böyle de

Şu "Biraz Saçmalamayı Deneyeceğim" yazısına şöyle bir baktım da aklıma yazacak bir şey gelmiyor diye başlayıp Manas Destanı'ndan bir kuple sunmuşum yine. Kuple, Fransızca Couplet'ten geliyormuş bu arada, blogger kuple kelimesini tanımayınca baktım. İngilizce'deki Couple ile aynı kökten geldiği açık.

Şu sıcak ottaki havuç otu olayına baktım da, rezene olabilir o. Arapsaçı da denen bitki... Benziyor. Zaten havuçla akraba bir bitkiymiş. Anne tarafından mı baba tarafından mı bilmiyorum... -Iyyy, kendimden tiksindim.-

Yabani havucu kontrol ettim şimdi, yapraklarının hiçbir alakası yok yabani havuçla. Zaten yabani havuç da havucun yabanisi değilmiş, aynı cins bile değiller.

Cem Yılmaz'ın şu an aklımda düzgün kalan tek yeri "Bergamotu verin, biiip" şeklinde bir esprisi var. Sansürü de son kısım tam aklıma gelmediğinden koydum.

Videosunu buldum:
2.30'dan -evet, Türkçe'de saatler arasına nokta konur- itibaren. Daha öncesinde de meşhur "Are you cola?" esprisi var, aynı video içinde. Hah, bergamot diyordum. İşte "Şu bergamotu verin, .iktirtmeyin dalağınızı lan" şeyi katiyen şaka değil. Yani şaka da espri için uydurulmuş bir durum değil. Gerçekten yaşanıyor öyle şeyler. Hem de sadece bergamot gibi şeyler için değil; tuz, yağ gibi her mutfakta -dünya mutfakları anlamında- olan şeyler için bile oluyor o olay. Çünkü bir şeyi alan kişi yerine koymak yerine önünde bir yere bırakıyor, sen de arıyorsun "Bergamot nerede aq?" diye. Bergamot nerede, bergamot nerede, sorularına cevap alamayınca -zira hiç tahmin edemeyeceğiniz bir gürültü oluyor orada, haliyle her şeyin duyulması mümkün olmuyor- en sonunda "Bergamotu verin, .iktirtmeyin ebenizi" kıvamına geliyorsun haliyle.

Bu arada daha önce bahsettiğim barmenlerin bardak silme şeysinde referans yaptığım espri de aynı videonun sonlarında. Hani şu aydınlanmayla ilgili olan.

Hadi, ben gittim.

13 Mart 2019 Çarşamba

Biraz Saçmalamayı Deneyeceğim

Aklıma yazacak hiçbir şey gelmiyor lan. Hayır bir sorunum filan da yok ki onunla başınızı ağrıtayım, gayet mutluyum şu sıralar. Allah bozmasın. Bu arada Allah bozmasın dedim de, Dede Korkut destanının Türkiye Türkçesi çevirisinde Tanrı Teala diye bir söz var. Allah Tengri imiş onun orijinali, olduğu gibi bırakılsaydı daha iyiymiş bence ama çevirmeye kalksam ben de benzer bir biçimde çevirirdim.

Havalar bayağı soğudu, bu hafta Berdül'acüz soğukları haftasıymış, kocakarı soğukları da deniyormuş. Kar bile yağabilir 17'sine kadar, 11-17 arası Berdülacüz, ondan birkaç gün sonrası da baharın ilk günü zaten -evet, bu saydığım zamana kadar aslında teknik olarak bahar gelmemiş, hâlâ kış sürmekte oluyor-: İlkbahar Ekinoksu, Nevruz, Sayagan...

Sonra nihayet bahar gelecek ama. Adada neredeyse hiçbir ağaç yapraklarını çıkarmadı, başka yerlerde nasıl bilmiyorum. Ama kirazlar açmış, çok sevdiğim bir bitkidir ağacıyla, çiçeğiyle, meyvesiyle... Kiraz demişken; köyde, baba tarafından dedemin bahçesinde bir yabani kiraz ağacı var. Kültür kirazının tadı daha yoğun, daha güzel. Bir de Bursa'nın bir ilçesinde dağ çileği (Fregaria vesca) satıyorlarmış, ben bizzat yetiştiği yerden toplama deneyimim olduğu için hep merak ediyordum bu kadar mükemmel, üstelik tarla çileğine bin basan bir lezzeti olan bir çilek nasıl satılmaz, diye. Yabani bitki olduğu için ve meyveleri bahçe çileğinden çok daha kısa ömürlü. Ama süs bitkisi olarak yetiştirilebiliyormuş ki bir bahçede mutlaka olması gereken bir bitki bence. Hem görünüşü inanılmaz sevimli hem de meyve zamanına denk gelince götürürsün. Yer de kaplamaz, küçücük bir şey. Ama gölgeyi seven bir bitki, eğreltilerin gölgelerinde yetişiyordu benim topladığım yerlerde. Topladığım yerler yine köye yakın bu arada, Küçükelmalı köyü. Köy demişken, annem de babam da o köyden, köy de bin sekiz yüzlü yılların sonunda ferman zoruyla yerleşik hayata geçen -ki bu geçiş sürecinde devleti bayağı kızdırmışlar ki etrafları köylerle sarıldıktan sonra yerleşik hayata tam anlamıyla geçmişler- bir Yörük köyü ama onlar İstanbul'a gitmeden önce birbirlerini tanımıyorlarmış. Ne acayip la...

Neyse, konumuz bu değil. Aslında konumuz da yok, kaptırıp gittim. Buradan Onedio'ya seslenmek istiyorum: Lan güzel, doğru düzgün testler yayınlayın eskisi gibi, şimdi hem çok az test yayınlıyorsunuz hem de yayınladıklarınızın çoğu gereksiz, saçma sapan, pek bir eğlencesi olmayan şeyler. Adamı hasta etmeyin ulan! Vardır ya böyle... Ağır abi tripleri, bu arada nedense kabadayı figürünü günümüz dünyasının kıyafetleri ve eşyalarıyla hayal edemiyorum. Kabadayı figürü hep başında fes, belinde altıpatlar, üstünde ceket olan bir şekilde canlanıyor gözümde. Neden olduğu hakkında da bir fikrim yok. Hayır, bir de neden fes ve neden altıpatlar? Neden piştov değil mesela?

Altıpatlar demişken, altıpatlar da güzel bir silah he. Çok havalı duruyor bence. Yazı, yazı... Yazının başında aklımdaydı, bir alfabe olayı. Aynı geçen bahsettiğim takvim olayı gibi, farklı yazı tipi/alfabe oluşturma konusunda da birçok çalışmam oldu. Tamamen kendi bir tarafımdan uydurduğum alfabeler yaptığım gibi, Göktürk alfabesini günümüz Türkiye Türkçesi'ne uyarlama ve Osmanlı alfabesini standardize etmeye dair çalışmalarım da oldu ama onlar da öylece projeler olarak kaldı. Lisede, Kaan ve Artun ile Türk Latin Alfabesi üzerinde bir çalışmamız oldu, daha sonra ben sınavlar gibi şeyler haricinde o alfabeyle yazmaya devam ettim. Zamanla, bazı harfler kendisi değişirken bazılarını ise bilinçli olarak değiştirdim ve eklemeler yaptım. Şu an o alfabeyi kullanıyorum, hatta bloga entegre etmeye çalıştım ama yazı fontunu oluşturma ayrı, bloga ekleme ayrı dertti. Yapabilsem yapardım ama, hatta buradan Türk Latin Alfabesi=Semender Latin Alfabesi (Bu adı verdim) karşılaştırmalı tablosu koyardım. Bu arada, bu alfabe kendine ait bir imla kuralları silsilesi de oluşturdu, zira bazı birleşik harfler vardı. Kurallar basit: Kelimenin kendisinden ise birleştirilir, yapım eki, çekim eki, birleşik kelime vs. şeyleri ise birleştirilmez. Tabii özel isimler eğer Türkçe ise bu imla kurallarına tabii, yabancıysa değil. Bu arada tek harf olarak gözüken birleşimleri diyorum, bir de sadece görünüş olarak sonraki harfle birleşen bir harf var, o her zaman birleşiyor, çünkü ayrıca harf değil onun birleşimleri.

Hatta bu alfabenin bir Orhun, bir Osmanlı, bir Kiril hattını/versiyonunu yapma çalışmalarım da oldu ama onları yarım bıraktım, kendi alfabemi bulunca eskisi kadar zevk vermiyor yeni alfabe yapmak. Aklıma gelmişken, Hangeul'ı -okunuşu Hangıl- Türkçeye uyarlama çalışmam oldu ve epey de başarılı bir çalışmaydı o. Ki o yazıyı bir dönem kullandım da.

Şu Semender Latin Alfabesi filan, Semender olayı ne, diye sorabilirsiniz. Semender bir şehir, aynı zamanda kertenkele benzeri bir su hayvanının da adı. Semender çok sevdiğim bir hayvan olduğundan, Kaan ile sözlü edebiyat oluşturma aşamalarında üstüme kalan bir lakap oldu. -Evet, sözlü edebiyattan başladık, bu işin yazılı edebiyat kısmı da var. Bayağı bildiğin Türk edebiyatı aşamaları gibi Sözlü Edebiyat, Divan Edebiyatı, Hikayeciliğin gelişmesi gibi şeyler yaşadık lisede, çok acayipti; halk şiiri edebiyatı kısmı olmadı ama, benim liseden sonra bir iki çalışmam oldu ama onlar da öylece kaldı- Ben de bu lakabı benimseyip kullanmaya başladım, hatta kemankeş olarak adımı bile Erdem Semender Han olarak seçtim. Kendi kendimi bey ilan ettim, hatta buna dair ferman da evimde bulunmakta. Kemankeş Ekipmanlarımı tamamlayınca onları listelediğim yazının başında buna dair şeyler var. O sondaki "Han" kendi kendimi bey ilan ettiğim için yani. Semender de lakap işte. Neden Semender Erdem Bey değil de Erdem Semender Han, derseniz, çünkü ikinci kulağa daha güzel geliyor. Başka bir sebebi yok.

Yazacak bir şeyim yok diye başlayıp ne biçim konuşmuşum gene, piii. Hadi ben gidiyorum artık.

Aklıma geldi, hatta gönderiyi taslağa döndürüp bunu yazıyorum.

Şu antrenman programında düz kılıç şeyi vardı ya, hah işte, o uzunkılıç, düz namlulu şemşir vs. olabilir. Bana kalsa kendim için burmalı kılıç şeyi yapardım ama burmalı kılıç bulmak çok da mümkün değil. Bulsam bile kesin hayvan gibi pahalıdır, ona o kadar para vermem. -Şu an vermem. Kendi kazandığım ve artan param olsa acımadan veririm de şu an anasından babasından harçlık alan bir insan evladıyım neticede-

Neyse, sırf bunu yazmak için de neden taslağa döndürdüysem. Hadi ben kaçtım, bu kez gerçekten.

11 Mart 2019 Pazartesi

Keçe talim kuklası

Kemankeş ekipmanlarımı yavaştan tamamlamaya çalışıyorum. Aslında bir iki şey kaldı, pek bir şey yok.

Keçe talim kuklası yapmak istedim kılıç-kalkan için ama sonra gerek yok diye vazgeçtim. Keçe talim kuklası hakkında, önce bir temsili resim ve bol bol konuşma:
sword training dummy ile ilgili görsel sonucu
Bunu sword training dummy diye arayarak bulabilirsiniz ama illaki bir yerlerde görmüşsünüzdür. Bu, Avrupa'da saman ve kumaştan; Osmanlı'da ise keçeden yapılırdı. Ancak bunun iki versiyonu var: Birisi klasik, tam bir insan gibi görünen versiyon; diğeri ise daha basit, sadece boynundan sıkılmış (baş ve gövde ayrımı belli olsun diye) bir versiyon. "Keçeye kılıç çalmak"taki keçe de bu işte. Bu kukla hakkında şöyle bir sorun var ama: Osmanlı'dan önce bu tür kuklalar kullanılıp kullanılmadığı bilinmiyor ve Osmanlı'da da hangi versiyonunun kullanıldığı bilinmiyor. Ben, daha basit olan versiyonunun kullanıldığını düşünüyorum. Osmanlı'dan önce kılıç talimleri genelde nasıl oluyordu peki, derseniz de urungu denen ahşap kılıçlar ile birbirlerine karşı dövüşülerek. Avrupa'da çelikten, kör talim kılıçları vardı ama Asya'da -büyük ihtimalle Asya kılıçlarının düz kılıçlara göre daha zor yapılması sebebiyle- böyle kılıçlar kullanılmadı. Bir tek Çin'de jian ve tai-chi kılıçlarının -ki ikisi de zaten düz kılıçtır- kör talimlikleri ile düz namlulu İran kılıçlarının (İranlıların aslankuyruğu şemşir denen, Türk kılıçları temel alınarak yapılmış ve genellikle Soğdlar -ki yaşam tarzı olarak Türklerle inanılmaz bir benzerlik gösterirler- tarafından kullanılmış bir eğri kılıcı ile Türkçe'de düz namlulu şemşir denen ve İran'da daha eskiye kadar uzanan bir kılıcı vardır) kör halleri vardı ama eğri kılıçların hiçbirinin (Avrupa'nın saber'ları da dahil) kör, talimlik versiyonu yoktu. Sebep? Çünkü eğri kılıcı yapmak düz kılıca göre daha zordur ve daha pahalıdır, haliyle kör bırakılıp ziyan edilemez. Bu yüzden Türkler ve Moğollar urungu, Japonlar bokken ve shinai kullandılar. Asya'daki diğer halkların hemen hepsinin hem eğri hem düz kılıçları vardı (Mesela Kuzey Hindistan'da -ki Afganistan ve Pakistan'ı da içine alan bir tanımdır- pulwar, talwar, Babürlü zülfikarı -Mughal zulfiqar- denen eğri kılıçlar ile Firangi ve Khanda denen düz kılıçlar kullanılmıştır; Arap palası da düz bir kılıçtır, sahabe kılıçlarını ve Hz. Muhammed'in kılıçlarını araştırarak neye benzediğini görebilirsiniz; ama bunun yanında Arabistan coğrafyasında koş kılıç -Zülfikar-, şemşir ve üstü düz, altı eğimli palalar da kullanılmıştır. Bu arada pala hakkında -şu üstü düz, altı eğimli olanlar hakkında- bir bilgi vereyim: Kendisinin çıkış yeri Türkistan, İran, Arap yarımadası vs. değildir. Roma'da ortaya çıkmıştır, Yunanlar aracılığıyla İran ve Araplara, Araplar ve Persler aracılığıyla Türklere, Türkler aracılığıyla da Çinlilere tanıtılmıştır. Arapça Munacilî, Çince Wan Dao -ki dao denen de Türk-Moğol kılıcı temel alınarak ve Dadao denen pala temel alınarak yapılmış bir Çin kılıcı vardır-, Farsça Qdara, Latince pala, Yunanca Machaíra deniyor kendisine)

Bahsettiğim daha basit versiyon da bu:
sword training dummy ile ilgili görsel sonucu

Arap palası:
hz. muhammed'in kılıcı ile ilgili görsel sonucu
Burmalı kılıç, yılankavi kılıç ya da yıldırım kılıcı denen, Arap palasının çeşitlerinden biri:
burmalı kılıç ile ilgili görsel sonucu
Ucu çatallı bir Arap palası:
çatallı düz kılıç ile ilgili görsel sonucu
Bu arada Hz. Ali'nin kılıcı Zülfikar'ı bir koş kılıç olarak görüyoruz genelde ama ben yukarıdaki gibi bir kılıç olduğunu düşünüyorum. Hatta Osmanlı'da da Zülfikar'ın çizimleri daima bir düz kılıç olarak yapılmıştır, asla eğri olarak tasvir edilmemiştir.

Barbaros Hayreddin Paşa'nın Zülfikarlı sancağı:
barbaros hayreddin paşa sancağı ile ilgili görsel sonucu
Yeniçeri sancağı -iki yöne eğri gibi gerçi, öyle bir koş kılıçlı heykel vardı-:
yeniçeri sancağı ile ilgili görsel sonucu
Yavuz Sultan Selim'in şahsi sancağı:
yavuz sultan selim sancağı ile ilgili görsel sonucu
Tımarlı sipahi sancağı -buradaki biraz eğri gibi-:
yeniçeri sancağı ile ilgili görsel sonucu

Bu arada, Gökçeada'da kaldığım evde bir "Kemankeş köşesi" oluşturdum. Şöyle, güzel bir köşe:
Pantolonun konuyla bir alakası yok. Annem geldi, onun pantolonu o.

10 Mart 2019 Pazar

Bağzı şeyler

Bugün, 10 Mart... Dün doğum günümdü ama doğum günümü pek umursamadığımı zaten daha önce söylemiştim, doğum gününün bana tek artısı -tıpkı yılbaşı gibi- pasta yeme bahanesi oluyor. Yılbaşında daha fazla şeye bahane bulabiliyorum. Küçüklüğümden beri kendime ait bir takvimim, bir takvim düzenim olsun istedim ve birçok çalışmam da oldu bu konuda. (Hatta bir çalışma da yazarlarımızdan Kaan ve Artun ile birlikte yapıldı ama tıpkı diğerleri gibi o da uzun ömürlü olmadı) Ben de o zaman, "Bayramları temel aldığım bir takvim yapayım" dedim. Sonuç olarak, on tane bayram belirledim: Kurban bayramı, Ramazan bayramı, Kosagan, nam-ı diğer Nevruz, Hıdırellez, Paktıgan, Samhain, nam-ı diğer Cadılar Bayramı, Paynagan, nam-ı diğer Nardugan, nam-ı diğer Noel, Yılsonu yani günlük hayatta "Yılbaşı" dediğimiz 31 Aralık ve Sayagan. Bunlardan Ramazan ve Kurban zaten İslam bayramı. Kosagan, Hıdırellez, Paktıgan, Samhain, Paynagan ve Sayagan ise mevsimlerle belirlenmiş antik bayramlar. Bunlardan Kosagan, Paktıgan, Paynagan ve Sayagan eski Türklerden kalma bayramlar. Hıdırellez zaten bahar bayramı, Samhain ise hasat festivali ve sonbahar bayramı. Bunlardan yabancı kökenli olan sadece Keltlerin Samhain bayramı ile Yılsonu. Neyse, buna göre bir takvim belirledim. Nevruz, Kosagan'ın daha Batı'da, İran ve Ortadoğu'da olan versiyonu. Kosagan, eski Türklere yılın başlangıcını haber verirken, Nevruz'un kelime anlamı bile "Yeni yıl". Farsça bir kelime bu arada, Nev, çoğu zaman dalga geçilir ama Farsça gerçekten "yeni" anlamına gelir ki Nevşehir de gerçekten "Yeni şehir" anlamında. Rûz ise yıl demek, tahmin etmenizin zor olmadığı gibi. Nardugan bir Sümer bayramı, kış dönümü festivali. Noel de Avrupalıların kış dönümü festivali, Hristiyanlıktan çok daha eski ve Noel Baba figürü de aslında bir kişilik, aziz vesaireden ziyade bir Pagan tanrısı. Hatta Avrupa kültürlerinde artık unutulmuş olsa da Noel Baba'nın karşıtı ikinci bir Noel ruhu daha vardır, kötü ve acımasız olan. Mesela Paynagan da da benzer bir durum var, Paynagan'ın koruyucu ruhu Bayanay, yani çam ağacı ruhu, orman iyeleri yani ormanın koruyucu ruhlarının kraliçesi. Bir diğer koruyucusu da soğuğun ve kışın hükümdarı olan ve hem görünüm hem diğer özellikler olarak Noel Baba ile inanılmaz benzer özellikler gösteren Ayaz Ata'dır. Hatta sadece iki farkı vardır: Kırmızı değil mavi giyer ama yine külahlı, kürklüdür ve geyikler tarafından çekilen bir kızak kullanmak yerine direkt ata biner gibi geyiğe biner. Ama Ayaz Ata, Noel'in ikinci koruyucu ruhunun aksine kötücül bir figür olarak görülmez. Zamanla Aziz Nikolaos ile birleştirilmiş Noel Baba figürü. Özeti şu: Yılbaşı ve Noel farklı şeylerdir, Noel de Hristiyan bayramı değildir, Avrupalıların en eski ortak kültür ögelerinden biridir. Hatta Slavlarda da yine Noel Baba'nın neredeyse birebir karşılığı olan Ded Maroz, kilise tarafından Pagan kültüre ait olduğu için yasaklanıp şeytanlaştırılan bir karakter. Noel, Nardugan ve Paynagan'a ait tören ve gelenekler neredeyse tamamen aynı bu arada. Çam ağacı süsleme ortak mesela, ya da Noel Baba/Ayaz Ata kılığına girmek de ortak. Samhain'e gelince, Kelt bayramıdır kendisi dediğim gibi ve esasında kötü ruhlardan korunma amacıyla yapılan bir bayramdır -bizim İslam öncesi kültürde bu işi şamanlar yürüttüğü için biz ayrıca bir korunma bayramına ihtiyaç duymamışız-. Amma konuştum ulan, halbuki anlatacağım şeyler daha fazla.

Bir antrenman düzeni kurduğumu söyledim ama yayınlanan bir yazıda mı yoksa hâlâ tamamlanmadığı için bekleyen bir yazıda mı onu bilmiyorum, o yüzden şimdi yeniden söylüyorum. Geçen ok atmak için ormanlık bir araziye gittim, okları aşağı yukarı istediğim yere gönderebiliyorum. Ama elim öldü, ne kadar sertmiş o yay, bir de yumuşak olduğunu düşünüp daha sert bir yaya geçiş yapmayı planlıyordum. Ulan çeneme kadar bile çekemedim çileyi. (Çile=kiriş=yayın ipi) Gerçi çile çektim bayağı, o iyi oldu. Bak, bu da kelime esprisi.

Bu sene dersler iyi geçiyor. Yemek Stilistliği ve Fotoğrafçılık diye bir dersimiz var mesela, zorunlu ders. İyi ki zorunla ha, seçmeli olsa seçmezdim ve birçok şeyi kaçırmış olurdum. Mesela Gökçeada yemekleri yapan bir yere gittik ders için -ki ders için daha kasap, balıkçı, arıcı vs. bir sürü opsiyon sunuldu ilerleyen günler için, hadi bakalım, yerinde görüp yerinde öğrendiğimiz- sıcak ot diye bir yemek yapıp yedik. İşe, otları ayıklamaktan başladık, çünkü otu ayıklamadan nasıl yapacaksın? İçinde soğan, az sonra sayacağım yerel Gökçeada otları ve yoğurt olan sıcak bir yemek. (Adı "sıcak ot" zaten) Neyse, otlara gelince: Şevketibostan, radika... Radika nedir? Ege bölgesinde karahindibaya verilen isim. Geçelim... Turp otu, labada, havuç otu... Havuç otu diye aradım ama pek bir şey bulamadım. Yaprakları gerçekten havuç yapraklarıyla neredeyse aynıydı. Aslında, yabani havucun bitki kısmı olabileceğini düşünüyorum; zira yabani havuç Ege coğrafyasında (Doğu Yunanistan, Batı Anadolu, güney Trakya, Girit ve bilumum Ege adaları) yetişen bir bitki, o yüzden yabani havucun yaprakları olabilir diye düşünüyorum. Bir de gelincik otu. Bu, kırmızı çiçeği olan hassas bitki mi değil mi ondan emin değilim. O çiçeğe benzemiyor, bildiğin ot bu. Ama Latince adını filan bulamadım. Neyse...

Hadi, benden bu kadar. O değil de başta o kadar bayramlardan bahsetmişim, yuh, halbuki üstünkörü bahsedip geçecektim.

Bu arada, bir kılıç sanatı icat etme çalışmalarım sürüyor. Aslında her şeyi hazır, tek ihtiyacım olan birkaç öğrenci ve biraz destek. Destek atın diye demiyorum tabii, ben kendim çalıp kendim de oynarım, o sorun değil; az sonra vereceğim "antrenman rehberi"ni o kılıç sanatının en üst aşaması olarak belirlediğim unvana göre oluşturdum. O yüzden söyledim bunu. Bu arada adını ve ayrıntılarını vermeyeceğim, hâlâ yemek blogunda kendi icat ettiğim Kımzutmak'ın tarifini vermenin pişmanlığını yaşıyorum. Neden? Bir yer o tarifi kullansa telif davası açamam çünkü, o yüzden. Neyse, orası önemli değil.

O zaman, hadi antrenman listesi:

1) Sakinlik. Önce bir durup nefesimi düzenliyorum vs.

2) Isınma. Isınma önemli arkadaş. Isınmasız çıkmam abi. Böyle bir şey vardı, neysiz çıkmam abi'ydi o? Neyse...

3) Dambıl. Bu arada para verip dambıl almadım, alırsam bir köşeye atacağımı iyi biliyordum, o yüzden de pet şişelere kum doldurdum. On kez kaldırıp indiriyorum.

4) Şınav, 5 taneyle başladım, her hafta +1 ekleyip 10'da bırakacağım. Bu arada beni bütün bu listede en zorlayan şınav.

5) Mekik, bu da beş tane.

6) Bunlar hepsi bir arada, kendi içlerinde belli bir sıraları yok, o yüzden "altı"da topladım, hangi sırayla istiyorsam öyle yapıyorum:

Kepaze veya atış. Şimdilik cumartesileri ormanlık alana gidip atış talimi yapıyorum ama yazın her gün olacak o atış talimi olayı. Kolumun yeniden güçlenmesi lazım, resmen ölmüş. Halbuki ben o yayı kolayca gerebilen bir insandım. Bu arada beşle başladım, her hafta beş ekleyip yirmide tamamlayacağım.
Katana, on kez, bu kılıç sanatı şeysiyle ilgili bu, bokken'im ya da katanam olmadığı için bunu bazen yapıyor bazen yapmıyorum. Yaptığımda ne kullanıyorum? Sapı katana sapı gibi olan şemsiyelerden. On hareket yapıyorum. Hareketlerin ayrıntılarını söylemeyeceğim.
Türk kılıcı ve kalkan, güzel bir kılıcım ve kalkanım olduğundan bunu sürekli yapıyorum. On hareket yapıyorum.
Yakın mesafe hançer, bunda da on hareket. Balıkesir'de kör, süs eşyası olan bir hançer var -ki kardeşimin aslında- ama burada ne kör ne gerçek bir hançer yok, o yüzden bunu şimdilik yapmıyorum.
Hançer fırlatma, hem üstteki maddeden hem de hançere uygun hedefim olmadığından -ağaca filan fırlatılır gerçi, o o kadar sorun değil- şimdilik yapmıyorum. On kez.
Balta ve kalkan, ne savaş baltam ne normal baltam olmadığından yapmıyorum. On hareket.
Balta fırlatma, hem yukarıdaki maddeden hem de baltaya uygun hedefim olmadığından -baltayı da ağaca fırlatamam artık, onun için aşağı resmini koyduğum gibi bir hedef gerek- yapmıyorum. Beş kez.
cossack axe target ile ilgili görsel sonucu
Gürz ve kalkan, on hareket. Bunu da gürzüm olmadığından yapmıyorum. Bu arada, bu "yapmıyorum"lar, belli olduğu gibi "ileride alıp yapacağım" anlamında. On hareket.
Savaş kırbacı, on hareket. Ne savaş kırbacım ne normal kırbacım -aklınıza kötü kötü şeyler getimeyin lan- ne de at kamçım olmadığı için yapmıyorum.
Mızrak ve kalkan, on hareket. Bırak mızrağı, sopam bile olmadığından yapmıyorum. Bu arada bir atasözümüz aklıma geldi de neyse, orayı karıştırmayalım şimdi.
Mızrak fırlatma, beş kez. Mızrağa uygun hedefim yok ve üstteki maddeden dolayı yapmıyorum.
Çıplak elle dövüşme (buna ayak da dahil), on hareket.
Düz kılıç ve kalkan, on hareket.

7) At binme. Şu an ne atım ne de binecek alanım var, haliyle yapmıyorum.

Bu arada bu düzende haftanın bir günü bilek ağırlıklarıyla çalışılıyor, bir gün tatil, bir gün yay haricinde ters elle talim yapılıyor, bir gün de her hareket -maksimum şeyi geçmeyecek biçimde- iki katı yapılıyor. Üç gün ve daha fazla molalarda sayılar sıfırlanıyor. Ayrıca uygun ortam olduğunda da turu fark etmeksizin koşu. Okulun arkasında ormanlık gibi bir yer var, okul olan günler orada koşuyorum.

İyice delirdim burada, neyse. Hadi görüşürüz.

4 Mart 2019 Pazartesi

Kendim hakkında birkaç şey (Birkaç dediğim de üç ha)

Başladığım çoğu işi yarım bırakırım ve bu maymun iştahlılık, tembellik gibi şekillerde adlandırılır. Tamam, maymun iştahlı olduğumu -bu "maymun iştahlı" sözünün çıkış noktası ne acaba?- ve biraz da tembel, üstüne vurdumduymaz olduğumu inkar etmeyeceğim. Ama aslında başladığım çoğu işi yarım bırakmamın sebebi biraz mükemmelliyetçi olmam. Yani şöyle: Bir şey yapacaksam tam ve usulüne uygun yapmalıyım, "Şurası da şimdilik şöyle oluversin" diye bir şeyim yok... Sonuç: Malzeme yahut alet eksikliği sebebiyle rafa kaldırılan bir ton proje. Hayır bir de işi savsaklamayı da seven bir insan olduğum için ikisi bir araya gelince... O zaman, kimden olduğunu bilmediğim ama şimdi bakacağım, baktım ve buldum, Hande Yener ve Serdar Ortaç'tan -valla mı lan? Emin miyiz?- geliyor: "İki deli bir araya gelmemeliydik..."

Bir de sinekler var... Sineğin her türlüsüne gıcık oluyorum. Bu arada, sivrisineklerin henüz bir faydasını görememiş olsam da karasineklerin, hiçbir yerde okuyup duyamayacağınız bir faydasını bizzatihi tecrübe ettim: İltihaplanmış yarayı yiyip temizleyen bir hayvan kendisi. Ama bu, başımın dibinde vızıldamasını haklı çıkarmaz elbette. Sırf sineklerden kurtulmak için ileride kendi evim olunca Venüs sinekkapanı -buradaki Venüs muhtemelen gezegen olan değil de Yunan Mitolojisindeki, zira kendisi dünyalı bir bitki- almayı düşünüyorum. Her köşeye koyacağım bir tane, şerefsiz sinekler ya... Hele sivrisinekler şerefsizliği, o... çocukluğuna boyut atlatmış varlıklar olduğundan ona hiç girmiyorum.

Onedio Yemek Youtube sayfasını takip ediyorum bir süredir, "Yer misin yemez misin?" video serisi var, bayıldığım bir seri. Aslında düşündüm de genel olarak katılımcıların acı çektiği -fiziksel acı değil elbette- video serilerine bayılıyorum. Tepkikolik'i de "Gençler yemekte" ve "Kutuda ne var" için takip etmeye başlamıştım, her ikisinin ortak noktası: Katılımcıların acı çekmesi. Öyle yani... İsveç'te bir iğrenç yemekler müzesi (evet, müzesi) varmış bu arada, İsveç'e gidersem -ki planlarım arasında var- kesinlikle uğrayacağım bir yer. İsveç miydi ki, İsviçre de olabilir... İngilizce adını, Disgu-bilmem-ne food museum diye arayınca ("iğrenç" kelimesini translate'ten çevirirsiniz artık veya Redhouse sözlükten filan bakarsınız... Redhouse sözlük demişken Umut Sarıkaya'nın efsane bir karikatürü vardır Redhouse sözlüğe Türk halkının verdiği tepkiler üzerine) çıkıyor nerede olduğu, kaç yılında açıldığı falan... Peki, neden oraya gidiyorsun lan, manyak mısın, derseniz, cevabım kısa ve net olur: "Evet". Ne? Açıklama mı kasacağım arkadaşım?

2 Mart 2019 Cumartesi

Yalnız yaşamanın öğrettikleri

Yalnız yaşamanın bana öğrettiği birkaç şey var. Bunlardan ilki, bulaşık makinesinin muazzam bir icat olduğu. İcat eden her kimse -birazdan bakarım- yeminle cennetlik. Elde bulaşık yıkaya yıkaya ciğerim soldu lan. Hani Amerikan filmlerinde barın arkasında devamlı bardak silen bir adam vardır ya, hah işte, o adam artık kafayı tırlattığı için onu yapmaya devam ediyor. Delirmiş herif artık bulaşık yıkaya yıkaya, anladın mı? Hatta Cem Yılmaz'ın da bununla ilgili "aydınlandım ben" şeklinde bir esprisi vardır. Elde bulaşık yıkamak iğrenç bir şey, ulan bugün yıkıyorsun, yarısı yarına kalıyor. Her gün bulaşık da yıkanmaz ki -hele de benim gibi elleri çatlayan biriyseniz haftada bir bile bazen fazla gelebilir- Josephine Cochrane diye biri icat etmiş bulaşık makinesini bu arada -gerçi "ilk pratik bulaşık makinesi" diyor, daha öncesinde pratik olmayan bulaşık makinesi vardı da bu pratiğini mi icat etti onu anlamadım.- Yani öyle bir durum.

İkincisi, yalnız yaşasanız bile en az yedi tava ve yedi tencereye ihtiyacınız var. Çünkü kap olmadan yemek yapılamıyor, yemek yapılamayınca ya dışarıdan yiyorsunuz -ki adada o imkanım çok da yok, yemeksepeti vs. yok burada, eve servis de akşam beşten sonra yok. E, her gün her gün de dışarı çıkamayacağıma göre...- ya da dondurulmuş, hazır vs. gıdalara talim ediyorsunuz.

Üçüncüsü ev yemeğinin ne kadar muazzam, ne kadar kutsal, ne kadar cennetten çıkma bir şey olduğu. Bir önceki maddeyle bağlantılı bu madde, dondurulmuş gıda tükete tükete kendim dondurulmuş gıdaya döndüm. Bir de bu dondurulmuş gıdaların %90'ının tavuk olması durumu var ki ona hiç girmiyorum. Derseniz ki makarna yapsana, ben de size "Kap olmadan nasıl yapayım lan, boşa mı konuşuyoruz burada iki saattir?" derim.

Dördüncüsü büyük kaselere ihtiyaç duyulduğu. Evde büyük kasem olmadığı için mısır gevreği yiyemiyorum bak, o kadar düştüm, artık ona bile razıyım.

Beşincisi, "Eğer yemek yapacak kabınız yoksa gastronomi okumak ev yemekleri konusunda fayda sağlamaz." Bunun hakkında daha fazla konuşmayacağım. Tavam, tencerem yok lan, olan da kirli, yıkanmayı bekliyor, tava tencere olmadan ben nasıl portakallı pekin ördeğidir, Běijīng tāng (ki okunuşu şöyle: Bəyciñ tâañ. ə, kapalı, yumuşak ama hızlı geçilen bir e şeklinde okunuyor. Ñ'i defalarca anlattım zaten.)dır, gulyás'tır -ki bunun okunuşu da gulâş, evet, şu meşhur "gulaş" Macarca böyle yazılıyor-, boeuf bourguignon'dur -ki bunun okunuşu da Bîyf burginyon-, Kaeng khiao wan kai'dır filan yapayım, sorarım size. Nasıl? O kadar uçma lan, derseniz de kap olmadan yayla çorbasıdır, efendime söyleyeyim tarhanadır, kavun dolmasıdır, un helvasıdır filan da yapılamayacağını hatırlatırım. Hatırlatırım ve dönüp arkama bakmam bile, anlıyor musunuz? Ben, ben Yaşar Usta... Tamam, bu konuyu geçip altıya geçiyoruz.

Altıncısı, Bim ve A101'in muazzam marketler olduğu. Gerçi Bim'i yalnız yaşamaya başlamadan önce de sık sık kullanırdım ama A101'in bu kadar harika bir market olduğunu hiç bilmezdim.

Yedincisi, sadece öğrenciyseniz geçerli: Okul yemekhanesi, ev yemekleri özleminizi dindirmez. Evet, sulu yemek ve çorba yemenizi sağlar ama üçüncü madde yine de geçerlidir.

Öyle yani, güneylilerin yedi tanrısı varsa benim de yedi öğretim var, budur. Asoiaf kitaplarını yeni bitirdiğimden bir süre buna dair göndermelerle yüzleşebilirsiniz, hazırlıklı olun. Ya da olmayın, bana ne? Hadi ben gittim, Domestic na Kanojo'nun -bu da ne saçma isim lan, "evdeki sevgili" gibi bir anlamı var- son çıkan bölümünü bitirip Youtube'a düşeceğim daha.