Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

31 Ağustos 2019 Cumartesi

Ne yazsam ne yazsam, acaba bugün ne yazsam...

Şu sıralar inanılmaz blog yazısı yazasım var, birkaç günde bir yazı geldiğinden de anlayabileceğiniz gibi. Ama şu an yazacak pek bir şey düşünemiyorum (düşünsem de böyle başlayacağım bundan sonra yazılara, ne zaman bunu desem aklıma bir ton şey geliyor).

Son zamanlarda kendimden çok bahsettim, bu hoş bir durum değil. İçimde hiçbir bencillik olmadığını iddia etmeyeceğim -muhtemelen sıradan insanlardan biraz daha fazla bencillik vardır- ama bu beni olduğumdan çok daha bencil biri gibi gösteriyor.

Kendim hakkında tek bir şey daha söyleyip bu yazıda başka şeylerden bahsedeceğim, neyden bahsedeceğim hakkında herhangi bir fikrim olmasa da... Kendim hakkında ne diyecektim lan ben? Neyse unuttum, salla. Bir dakika ya, kişisel blog kardeşim burası! (Yani en azından artık o hale geldi) İster kendimden bahsederim ister kuşlardan bahsederim. Yok, kuşlardan bahsedecek kadar yetkin biri değilim, kuşlar hakkında pek bir şey bilmiyorum ama anafikri anladınız işte.

Aklıma şu an başka bir şey gelmediği için bunun altına ekleme yapıp öyle yayınlarım, şimdilik bir yerlere gidiyorum.

Hah, kendim hakkında neyden bahsedeceğimi hatırladım. Son model takıntısı olan biri değilim. Ucuz, basit bir akıllı telefon işimi gayet görür (zaten öyle bir telefon kullanıyorum şu an), bazı şeyleri (birkaç oyun) kaldırabilecek bir bilgisayar da yeterli. Son model bir spor araba yerine bir camper van çok daha fazla ilgimi çekiyor (Şu camper van'a Türkçe karşılık bulun lan, kampçı minibüsü mü diyelim, kampçı karavan mı diyelim, ne diyelim istiyorsunuz?). Kullandığım eşyalar gösterişten ziyade amaca yönelik olursa daha iyi benim düşünceme göre (Örneğin campervanı kenara çekip içinde uyuyabilirim). Evde mobilyadan pek hoşlanmam ama süslemeyi severim. Üçlü koltuk takımı almaktansa üç biblo alırım daha iyi diye düşünüyorum, baktıkça içim açılır en azından, ben yerde de otururum. Misafir falan gelirse de oturacak bir yer bulur artık, beni çok da ilgilendirmiyor.

Evet, yazının geri kalanında bahsedecek bir konu bulursam ekleme yaparım.

Korktuğum bazı şeyleri yazmayı unutmuşum, onları yazacaktım ama yine unuttum.

Ah, keşke "s...erim lan işini okulunu" deyip bankadaki bütün paramı çektikten sonra istediğim gibi aylaklık edip gezecek cesaretim olsaydı... Ama bunu yapabilmek için, süklüm püklüm okula dönmeyeceğim ve iş aramayacağım bir güvencemin olması gerek... Belki biraz gurur ama çokça korkaklık içeren bir başka bahane daha. Eğer sosyal yönüm kuvvetli olsaydı gittiğim yerlerde geçici işlerde çalışırdım -alırlardı da sanki, hayal kurmaktan zarar gelmez ama-, bir kampçı arabasıyla (campervan. Buna en azından kendimin kullanacağı bir karşılık bulacağım, biraz zamana ihtiyacım var) gezmek... Denizaşırı yerlere de gitmeyiveririz canım (Japonya'ya Güney Kore'den vapur varmış, orayı kaçırmam). Ama sosyal yönden çok kötü durumdayım, tanımadığım kişilerin karşısında ve hepsini tanısam bile kalabalık içinde rahat olamam, ben daha ziyade az insanla çok iletişim tarafında duruyorum (ve bu bence pek de iyi bir durum değil)... Aslında, bu da bahane; gerçekten isteseydim ne sosyal becerimin zerre olmamasını ne de başka şeyleri takmazdım... Tümüyle bahanelerden oluşmuş bir yumak gibi hissediyorum kendimi. O zaman, ihtiyacım için o güvence için bütün gücümle, bütün hırsımla çalışacağım ve onu elde ettiğimde, gelsin kampvan ile (ne? kampvan mis gibi kelime işte? Şimdi icat ettim?) dünya turu... Şey, hayır, okul bitmeden bunu yapamam ama en azından kendimi gaza getirdim, bu iyi oldu, bu gazı 2+ yıl boyunca daha koruyabilirsem çok iyi olacak. Sonrası da Allah kerim artık.

Diş fırçalama alışkanlığı edinmeye başladım, emin adımlarla ilerliyorum bu yolda.

Buradaki halim çok sorunlu görünebilir ama mutlu olduğumda gelip buraya yazmıyorum, bir yerlerde de paylaşmayı tercih etmiyorum. O anı yaşamak çok önemli... Sorunlar içinse, işte bir nevi ağlama duvarı olarak burayı kullanıyorum. Aslında, mutlu olduğum anlar mutsuz olduğum anlardan daha çok ama o zaman da yazmıyorum. "Bakın, çok mutluyum ben" paylaşımları bence oldukça saçma, insan neden mutluluğunun tadını çıkarmak yerine paylaşma ihtiyacı hisseder ki? Gerçi ben eskiden beri her şeyi kendi içimde yaşamaya alıştığım ve Facebook haricinde sosyal medyam olmadığı, Facebook'u da sırf grupları takip etmek için kullandığım için de anlayamıyor olabilirim. Bir şeylere zararı olmadıkça insanların ne yaptığını pek de umursamıyorum zaten.

Aklıma hâlâ yazacak pek bir şey gelmiyor, bakalım, bir şey daha gelsin yazayım da yayınlarım bu yazıyı.

Evet, aklıma yarın da bir şey gelmezse böylece yayınlayacağım bu yazıyı. Bu arada yukarıdaki, iki gün önce kendi kendime verdiğim gazı hâlâ tutuyorum (Tek sorun ne yapmam gerektiği, ne yapmak istediğim ve ne yapabildiğim konusunda bazı sorunlar olması. Klasik "okul bitince ne halt yiyeceğim lan ben?" durumu işte. Gerçi iki, hadi bilemedin 1 yılı kesin boş geçireceğim de...), en azından okulu bitirecek kadar gaza geldim.

25 Ağustos 2019 Pazar

Kısıtlamalardan Kurtulmak, Korku ve Müzik Zevki (Evet, yine konu konu üstüne)

Çok yazasım var şu aralar ama yazacak pek bir şeyim yok.

Üstteki giriş cümlesinden iki gün sonra, aslında bir süredir aklımda olan şeyi yazıyorum. Benim üniversiteden sonra en az iki yıl boş boş gezmem gerekiyor, devam zorunluluğu, saç-sakal kestirme zorunluluğu derken üniversitedeymiş gibi hissetmiyorum hiç. Sanki hâlâ lisedeymişim gibi hissediyorum, bari şu devam zorunluluğu olmasaydı. Yani o yüzden benim üni bittikten sonra en az iki yıl saçıma sakalıma hiç dokunmadığım, orada burada aylak aylak takıldığım ve bir anda karar vererek başka bir şehre gittiğim (bunu şimdi de yapabilirim gerçi) bir "o neydi lan öyle" sürecinden geçmem gerekiyor.

İstediğim şey çok net: Beni kısıtlayan her şeyden (iş, okul, para, yavaş internet vs. Aslında bunların çoğunu anında ardımda bırakıp aylakça yaşamaya başlayabilirim ama ben o kadar cesur bir insan değilim, bunu yapabilmek için bir güvenceye ihtiyacım var. Kendimle olan sorunlarımdan biri de bu, bahaneler ve korkaklıklar... Ha dedim mi bunları ardımda bırakacak kadar cesur olsam gelip burada sızlanmazdım zaten) kurtulup sadece canımın istediği şeyleri yapmak. O da işte bir yerleri (bilmediğim bir şehir, ormanın içinde bir nehir kenarı, dilini bilmediğim bir ülke -maksat kendime eziyet olsun- falan) gezmek, koleksiyonlarımı geliştirmek*, evde oturup film, dizi, anime, animasyon bir şeyler izlemek (her haftaya bir film projem vardı ama internetin yavaşlığına kurban oldu, bu sene inşallah), manga, kitap, ranobe/web novel, korku hikayeleri ve çizgi roman (Türkçe çevirileri yok, bende de İngilizce yok. Aslında İngilizcem var ama bu yaz öldüğü gerçeği yüzüme inanılmaz bir şekilde çarptı; bazı popüler serilerin Türkçe çevirisi vardır belki, onu bilmiyorum. Benim acilen İngilizcemi düzgün bir seviyeye çekmem gerekiyor, bu konu üzerindeki engel bizzat kendi mallığım.) okumak, kendime çeşitli süsler yapmak, bir şeyler yazmak (bunun için beni kısıtlayan tek şey kendimim gerçi, bunu zaten şimdi de yapıyorum lan? Buradaki başka maddeleri de şimdi de yapıyorum gerçi; mesela kendime çeşitli süsler yapmak maddesi bunlardan), bağ bahçeyle uğraşmak (bunun için önce bir bahçem olması gerekiyor haliyle, başkasının bahçesinde kalıcı olmadığını bildiğim şeyler yapmak hiç zevk vermiyor. Köydeki evin bahçesine havuz yapayım dedim belediye kapattı, ben nasıl o bahçeyle uğraşayım bu şartlarda? Belediye derken evin sahibi olan dedemden bahsediyorum bu arada, gerçek belediyeden değil), hayvanlarla ilgilenmek (sabit dursam akvaryum kurarım, kendi evim olsa akvaryum kurmaya ekstra olarak kedi beslerim, o ev bahçeli olursa ona ekstra olarak köpek beslerim. Şu aşamada okul nedeniyle sabit duramıyorum ve ailemin evinde kedi beslemem katiyen mümkün değil. Gerçi leopar gekom var ama bir sürüngenle olan ilişki ne evcil hayvan-sahip ilişkisi ne de akvaryum-akvarist ilişkisi; garip bir durum. Aslında yağmur ormanı teraryumu olsa akvaryum-akvarist ilişkisi, iguana ya da burma pitonu olsa evcil hayvan-sahip ilişkisi olurdu da bizimki minik, gececil çöl canlısı olunca haliyle. Gül cemalini bile anca yem verirken görebiliyoruz arkadaşın), güneş yüzüme vururken uyanmak, ok atıp kılıç savurmak, bir şeyler çiziktirmek falan. Dahası da vardır da aklıma gelmiyor şimdi.

*Bunlar için beni kısıtlayan pek bir şey yok Allah'tan. Denizkabuğunu denizden bulup topluyorum (Türkiye'deki bütün denizkabuğu türlerine dair örneğim vardır muhtemelen, yine de parayla denizkabuğu almayı düşünmüyorum, anca Nautilius kabuğuna para veririm ya da aşırı güzel görünüşlü nadir bir denizkabuğuna; onun dışında yurtdışına çıkıp Türkiye kıyılarında olmayanları kendim toplarım, o sorun değil, deniz kabuğuna para vermektense yurtdışı görmüş olurum. Normalde bulmanın çok da mümkün olmadığı sülükayaklı -İng. Barnacle, Latince Cirriped; çoğulu Cirripedia- kabuğuna bile sahibim), deniz taşlarını da, balıklar da doğada bulduğum ölü balıklar veya akvaryumda beslediklerimin ölülerinden oluşuyor. (Gerçi ölü balıkların çoğu güvelendi ve mahvoldu, iyi bir yöntem buldum ama sonraya artık), bir tek ok ve geleneksel silah (kılıç vs.) koleksiyonu için para harcamam gerekir ki o da o kadar önemli değil, geliştirmem o koleksiyonu.

Şimdilik aklıma gelen pek bir şey yok, aklıma gelenleri alta ekleyip yayınlarım bu yazıyı. Aha aklıma geldi:

Doğada başıma gelenlere, şehirde gelenlerden daha toleranslıyım. Şehirde olsa söylenip duracağım, sinirden bir yerleri tekmeleyeceğim bir yaralanma ormanda başıma gelince gıkımı çıkarmadan yola devam ettim. Uzun zaman önceydi bu, neden bunu yazmak istedim onu da bilmiyorum. Modern hayata ve teknolojiye karşı kesinlikle dayanıksızım... Araba tutuyor ama gemi, uzun yolda, fırtınalı havada gitmiyor ve ben de bir şeyler okumaya falan çalışmıyorsam tutmuyor (Araba her koşulda tutuyor, belediye otobüsüyle toplu taşımaya gitsem midem bulanıyor). Uçak tutmadı gerçi ama şimdiye kadar bindiğim tek uçağın uçuşu en fazla yarım saat sürdüğü için bu konuda kesin konuşamam. Uçak konusu açılmışken söyleyeyim, inanılmaz yükseklik korkusuna sahip biri olarak uçak beni pek korkutmadı. Gemiden farkı yoktu benim için, ikisi de teknik olarak boşlukta ilerliyor. Açık denizde kıyafetlerle yüzmek de pek kolay bir iş değil, yani gemi batarsa tutunacak bir şeyiniz yoksa ya da kıyıya yakın değilseniz hayatta kalmanız çok mümkün değil. Yüzme bilmek o tür bir durumda kesinlikle kurtulmanıza yetmez.

Korku demişken, biraz korkularımdan bahsedeyim. Yükseklik korkum var, özellikle "Tutmasaydım düşüyordun" şakası (!) hakkında çok nahoş düşüncelere sahibim bu korku nedeniyle. Bazı örümceklerden korkuyor, bazılarından korkmuyorum. Şöyle: Mesela tarantulalardan korkmuyorum (çünkü sadece Avustralya'da iki zehirli tarantula var, onun dışında tarantula zehri insana eğer alerjik değilse zarar vermez), uzun bacaklı örümceklerden de (onlar da zehirsiz -gerçi zehirsiz örümcek, zehirsiz akrep olmaz, zehirsiz yılanın gerçekten var olduğunun aksine; sadece zehri insana etki etmeyecek kadar az ya da zayıf olan örümcek, akrep olur; ona da zehirsiz demekte sakınca yok ama bu konuyu bilelim, yine zehirsiz demeye devam edelim. Zaten örümceği, akrebi araştırırken asla "zehirsiz" yazmaz, "insan sağlığı açısından önemli olmayan miktarda zehirli", "tıbbi açıdan önemsiz zehre sahip" vs. yazar-) korkmuyorum ama küçük, kahverengi örümceklerden (en zehirli örümcekler daima küçük olanlardır. Mesela karadul, pek de büyük olmayan bir örümcektir) ve kurt örümceklerinden (zehri öldürücü olmasa da tehlikeli) korkuyorum. Örümcekten korkup korkmamamı zehirli olma ihtimalinin yüksekliği belirliyor yani. Akreplerden korkmadığımı öğrendim, bir tanesiyle karşılaşana kadar akreplerden korkmadığımı bilmiyordum (Öncesinde o yörenin akreplerinin tıbbi açıdan önemsiz zehre sahip olduğu konusunda bilgilendirilmem bu konuda etkili olmuş olabilir belki). Yılanlar ve farelerden de korkmuyorum (karşıma kobra ya da anakonda çıkarsa belki korkarım ama zehirli yılanlar çok küçük bir küme, dünyada var olan yılanların büyük çoğunluğu zehirsiz. Türkiye için zehirli olan sadece engerekler ve Mısır kobrası var. İnsanı av olarak görüp boğmaya kalkacak yılanlar zehirli yılanlardan da küçük bir küme.), öte yandan hamamböceklerinden korkuyorum, ayrıca keneler ve bazı köpeklerden de korkuyorum. Köpek korkusu hayatımı bunlar arasında en kötü etkileyen olduğu için bundan kurtulmaya çalışıyorum bu arada. Bazı köpeklerden korkuyorum dedim; tanıdığım, bildiğim köpeklerden korkmuyorum ama huyunu suyunu bilmediğim köpeklerden korkuyorum (Aslında eskisi gibi "korku" kalmadı pek, şimdilerde sadece tanımadığım köpeklere karşı tedirginlik ve dikkatli olma şeklinde tezahür ediyor). Bu arada ne zaman köpek korkumdan kurtulduğumu düşünsem ya biri durduk yere havlıyor ya da bir şekilde kovalanıyorum, resmen bütün dünya köpek korkumdan kurtulamamam için çabalıyor. Ölümü bir son değil, hayatın doğal bir parçası olarak gördüğüm için "böyle boş boş, ot gibi yaşayıp ölecek miyiz" krizleri (ve yükseklik korkum, köpek korkum gibi şeylerin devreye girdiği durumlar) haricinde ölümden de korkmuyorum (o krizler sırasındaysa ölümü bir çeşit engel olarak görüyorum daha çok, hep orada ve toslamayı bekliyorum). Ama bu konudan daha önce de bahsettim, gerçek anlamda ölümle burun buruna gelsem muhtemelen ölümden korkmaya başlarım (yükseklik korkum devreye girince ölümden de korkmaya başlamam bunun bir kanıtı gibi sanki). Ölüm demişken, nasıl ölmek isterdiniz? Ben elimde kılıçla, iyi bir mücadele sırasında ölmek isterdim ama günümüz şartlarında bu çok da mümkün değil.

Bazı şeyleri "eski usul" yapmayı seviyorum, bazı şeyleri yemek mesela. Misafirlik ya da restoranda falan bunu yapmıyorum ama çorba kasesini kafaya dikmek, tavuk kanadını elle yemek gibi şeylerden kaşık-çatal kullanmaktan daha çok zevk alıyorum. Bulgur pilavı için tahta kaşık kullanmak da bu "eski usul"e giriyor (ama pilavları daha ziyade çatalla yemeyi tercih ettiğim için tahta kaşık nadiren aklıma geliyor). Silahlar konusunda da böyle, altıpatlardan yüksek silah teknolojisine hiç ilgim yok. Giyinmek konusunda da geleneksel giysiler giymeyi seviyorum ama onlarla dolaşmak çok mümkün olmuyor, bir de pijamamı değiştirmeye üşendiğim için ev içinde genelde pijamayla oluyorum, ev dışında da geleneksel giysileri bir festivale katılmadığım sürece giyemiyorum; yani bu pek de mümkün olmuyor. Bir gün üşengeçliğimden kurtulabilirsem belki ev içinde geleneksel giysi giyerim (Evde bir talimhanemin olduğu bir durumda, talimlere gitmek için geleneksel giysiyi illa giyeceğim ama apartmanın bodrumundaki talimhaneye inerken geleneksel giysi giymek saçma olurdu, dışarı çıkmakla aynı şey gibi). Eski usul olmayan da işte bilgisayar, telefon, oyun, TV teknolojisi falan. Elimle kağıda yazmayı da seviyorum ama sonra birleştirmek, hataları düzeltmek, bazı yerleri silip yeniden yazmak zor olduğu için sadece bilgisayar yakınımda değilse elle yazıyorum.

Mount & Blade: Bannerlord Mart 2020'de erken erişime açılıyormuş. Warband sever bir insan olarak illaki alıp oynayacağım, yalnız Bannerlord'u sevip sevmeyeceğimden çok emin değilim. Benim Warband için "olsa ne güzel olurdu" diye düşündüğüm bir mod fikri vardı, Diplomacy mod'un daha gelişmişi gibi bir şeydi, onda olmasını istediğim bazı şeyler Bannerlord'da eklenecek ama oyunu zorlaştıracağını düşündüğüm bazı şeyler de eklenecek, duygularım karışık. Sırf oyunu zorlaştırıyor diye A World of Ice and Fire modunu oynamamış insanım sonuçta. Gerçi o ayarların kapatılıp kapatılmadığına bakacağım (Crusade Against Jihad modunda da aynı ayarlar vardı ama kapatılabiliyordu), kapatılabiliyorsa süper. (Eğer çevirmeyi başarırsam süper, resmen modu kendim çevirip öyle kullanacağım. Son versiyonu hayrına çeviren kimse olmamış, şaka gibi aq. Hayvani diyalog ve yazı içeriyor ya, ühü ühü)

"Müzik zevki" diye bir şeye sahip değilim, özellikle sevdiğim bir müzik türü yok. Rap ve rock çok tercih etmiyorum ama bu tür müzikleri dinlemeyeceğim anlamına gelmiyor. Ama müzik kitaplığımın çoğunluğunu Vocaloid, anime opening-endingleri (çoğunluğu J-pop tarzı ama farklı tarzda olanlar da var) ve türküler (sadece Türkiye türküleri yok bu arada Orta Asya türküleri de var) oluşturuyor. Biraz Türkçe pop, birkaç tane de İngilizce şarkı var. Herhangi bir türü olmayan eğlence şarkıları da var birkaç tane (Youtuber'ların yorumlardan yaptığı şarkılar benzeri şeyler, onları ne diye isimlendirebiliriz ki?). Ben daha çok kulağıma hoş gelen, sözleri hoşuma giden her şarkıyı dinleme eğilimindeyim (İngilizce şarkılar o yüzden o kadar az zaten, onları altyazılı bulamıyorum ama vocaloid şarkılarının, anime opening-endinglerinin ve Orta Asya türkülerinin altyazılı hallerini kolayca bulabiliyorum; Türkiye Türkçesi olanlar da zaten Türkçe, yani İngilizce şarkıların neden bahsettiği hakkında bir fikrim yok -kelimeleri bile zar zor seçebiliyorum, kelimeleri seçebilsem belki neden bahsettiği hakkında az çok bir fikrim olacak- ama diğerlerinin, en azından sık dinlediklerimin, anlamlarını biliyorum).

Şu sağlıklı beslenme olayını falan pek takmıyorum, benim için önemli olan tek şey tat; tadı güzel olduğu sürece yediğim şeyin sağlıklı ya da sağlıksız olmasını takmıyorum. Sadece dişlerim kolayca ağrıdığından dolayı asitli içecek içmemeye çalışıyorum (dişlerim sağlam olsa içerim ama; özellikle gazoz seviyorum) o kadar. Bunun belki yaşam süremi artırmaya hiç mi hiç ilgim olmamasıyla da ilgisi vardır, ben sadece iyi yaşamak ve bir yerlerim hâlâ tutarken ölmek istiyorum. Yediğim şeyler hakkındaki felsefem "Sağlıklı da beslensem sağlıksız da beslensem er geç öleceğim, o zaman neden kendime eziyet edeyim ki?" Pek hastalanmam, hastalığı da genelde çabuk atlatırım; sebze ve meyve sıkça yiyorum (sağlıklı oldukları için değil tadını sevdiğim için yiyorum haliyle). Bunu böyle yazıyorum da bir hastalıktan falan bu dediklerimi yemek zorunda kalmam inşallah, doktorun "bunu yeme" dediği şeyi yemeye devam etmek intihar sayılır mı? Sayılmazsa yaparım çünkü, affetmem.

Uzun süredir çatışmadan kaçınmaya çalışıyorum ama bu konuda pek başarılı olduğum söylenemez. Hayatla savaşmayı ya da insanlarla dalaşmayı istemiyorum, istediğim şeyi yukarıda belirttim.

Şu Türkçe ve İngilizcede aynı denecek kadar benzer kelimelerde unuttuğum önemli bir şey var: Birader kelimesi, İngilizce Brother ile neredeyse aynı ama kendisi çok sonradan Farsçadan geçmiş. Ünlü uyumuna uymayıp İngilizce'dekine çok benzer kelimeler Soğdcadan değil direkt Farsçadan geçmiş kelimeler. Bir de Çinceden geçen çok eski kelimeler de var, yılan bunlardan biri mesela. Esas hali Lañ şeklinde geçmiş, Türkçe'de L ile söz başlamadığı için Ilan (Ñ her zaman ng/nk'ye dönüşmez, n'ye, m'ye hatta ğ'ye dönüştüğü durumlar bile vardır. Ğ için örnek Tuğrul kelimesi, asıl hali Toñrul) haline gelmiş, sonra da Türkiye Türkçesinde Y eklenmiş (Baştaki boşluk iminden daha önce bahsettim. Oğuz dillerinde Y ile tamamlanır, Kazakça ve Kırgızcada J ile, Çuvaşçada S ile. Eski Türkçede bu im böyle boşluk şeklindedir ama Altaycada -Altay Türkçesi değil, Türkçe ve Moğolcanın kök dili olan Altayca- J-Y arası bir ses şeklindedir.)

O zaman benden gerçekten bu kadar, hadi gidiyorum ben.

22 Ağustos 2019 Perşembe

Yine Konudaaaaaan Konuya

Wattpad'e karşı inadım sarsılıyor son zamanlarda, inadımı kırıp bir-iki şey yayınlarım belki. Ta lisedeyken ranobe tarzında olması gereken ama garip bir şeye dönüşmüş -o dönemde ranobe okumuyordum tabi, şimdi de sadece Re:Zero'yu okuyorum ama olsun. Yok lan, Slime datta ken ve Goblin Slayer'ın bir kısmını (ben okurken çevrilmesi biten kısmı ki bu Goblin Slayer için sadece ilk bölüm) da okumuştum- bir şey yazmıştım, onu koyabilirim belki. Şu yeni hikaye (adı yok, ad da bulamadım; isim vermekte asla iyi olmadığımı gekomun ismini üç kez değiştirmemden anlamanız gerek; gerçi yayımın, kılıcımın falan ismini seviyorum, onlar güzel.) için yarım sayfa daha yazdım, yine diyalog. Hep diyalog tam diyalog, bunu tiyatroya mı çevirsem acaba? Tiyatro derken oynanması için değil okunması için olan bir tiyatro. O zaman da aklıma güzel tasvirler gelecek, mal gibi kalacağım.

Mal demişken... Türkçede hakaret olarak kullanılan "mal", Moğolca büyükbaş hayvan demek; yani "mal" aslında "öküz"le aynı anlama geliyor. Anadolu'nun bazı yerlerinde büyükbaş hayvanlara "mal" dendiğini hâlâ duyabilirsiniz. Mal-mülk tanımalamasındaki "mal" ise Arapça'dan geliyor. Türkçe ve İngilizce'de çok benzer olan ama Türkçeye İngilizce'den girmediği kesin olan kelimelerin ortak bir özelliği var -şimdi aklıma öyle bir kelime gelmiyor ama birkaç tane örnek var-: Bunlar ekseriyetle Türkçedeki en eski yabancı kökenli sözcükler ve hepsi Soğdcadan (Farsçanın lehçesi olur kendisi) alınmış sözler. Aslında yabancı kökenli olan ve Türkçede çok eski olan sözlerin tümü Soğdcadan alınmış durumda: Cenk ilk aklıma gelen. Sonra "kent" varmış (ben kent sözünü öztürkçe sanıyordum mesela). Sonra borç, bayram, oruç, serçe, kadın/hatun (her iki kelimenin de asıl Türkçe hali "katun" ve Soğdca "Huatun"dan gelmiş, H'yi gırtlaktan söylüyorsunuz bu arada, Q'ya yakın bir H sesi, bu Azericede X diye gösterilir). Sonra "bahçe" (Türkçe'deki asıl hali Bağça) kelimesinin kökü olan ve bugün hâlâ kullanılan "bağ" (üzüm bağı gibi) sözü Soğdcadan girmiş. İngilizce ve Türkçe'deki çok benzer ama İngilizceden girmemiş ve Soğdca kökenli olan sözlerden aklıma bir tane geldi (bilinçaltımı... Gele gele bu geldi): "Sik" kelimesi, İngilizce "dick" ile benzeşiyor ve aynı anlama geliyor; doğal olarak Soğdcadan alınma bir kelime.

Bu kadar dil bilgisi yeter, şimdi biraz da... Başka bir şey zamanı işte. Kendime deri lamellar zırh yaptığım için deri lamel almıştım ama renkleri -tamamen benim kazmalığımdan kaynaklı şekilde- istediğim gibi değildi, o yüzden ben de deri boyası alıp boyadım. Eğlenceliymiş ama boyanın koyu kısmından kullanmak gerekiyormuş, ben "boya suyu" sürüp durdum derilere... Eldiven giydim ama yırtıldı, başparmaklarım biraz boyandı ama olsun, çıkar.

Ekipmanlarımı bir türlü tamamlayamadığım için "Kemankeş Ekipmanlarım" yazısını da tamamlayamadım. Aslında çok fazla rastgele, gereksiz bilgi var içinde; onları kaldırıp mı yayınlasam? Ya da bir "orijinal", bir "sadeleştirilmiş" versiyon mu yayınlasam ne yapsam?

Ha bu arada telefondaki fotoğraflar uygulaması artık Google Drive ile senkronize olmayacakmış, normalde güncellemeler ağzıma eder ama bu işime gelen bir güncelleme. Şu sebepten: Anime arşivimi drive'a atıp bloga linkini koyacaktım (sanki merak eden var aq, benim kadar gereksiz işlerle uğraşmak da... Neyse) ama telefonda saçma sapan resimler çıkıyordu (istemiyorum kardeşim arşivi telefonda taşımayı, Allah Allah). Sonuç olarak bu şimdilik işime gelen bir güncelleme.

Gökçeada'da internet kötü olduğu için (bu sene en azından çekilir olacak inşallah) izleyemediğim animeleri bitirmeyi başardım, sırada bir buçuk ay önce güncel olarak izlediğim ama yarım bıraktığım (haliyle, bir buçuk aydır meşguldüm sonuçta) animeleri tamamlamak var. (Bazıları hâlâ bitmemiş lan, oha. Kesin çeviriyi yarım bırakıp tekrar devam ettiler, yoksa bitmemesi mümkün değil onların. Gerçi hepsinin haftada bir yayınlandığı düşünülürse bir ayda en fazla dört bölüm yayınlanır ama ne bileyim...)

Bu arada kötü ruh halimden sıyrıldım gibi, talimlere yeniden başlamama yoruyorum bu durumu.

Gerçekten kemankeş ekipmanlarım kısmını.... Ya da bir dakika ya, "hal" açısından mı yapsam? Türkiye'de çeşitli sebeplerle gitmek istediğim bazı yerler var, onlarda gezilecek görülecek nereler varmış diye bakıyorum da... Bütün şehirlerde en az bir tane Ulu Camii var (bazılarında birden fazla var, evet), şu camilere başka ad bulamadınız mı? Dönemin en büyük camisi falan bu "ulu cami"ler muhtemelen ama yine de başka ad koyulabilirdi bence. Tabii isimleri yüzyıllar önce koyduklarından benim yapacağım herhangi bir şey yok, öyle uygun görmüşler o adı koymuşlar.

Ha bu arada bundan sonra gittiğim yerlerde en az bir fotoğraf çekeceğim, anı yaşamayı ve her şeyi hayran hayran izlemeyi tercih ediyorum ama bir tane fotodan zarar gelmez. Zaten bir yerlere gitme olayım olduğunda buranın gezi bloguna dönme olasılığı var, burası böyle bir blog... Amaçsız, her telden çalan falan. Aslında burayı bir nevi günlükle deneme tahtası arasında bir şey olarak kullanıyorum.

Gekonun ismine gelirsek (nereden?), Utpa ismini çok sevdim ama çöl canlısına deniz ejderi ismi koymak biraz garip gibi sanki.

Hadi bay o zaman.

Şimdi Şunu Şöyle Yapıyoruz...

Başlığı böyle attım ama ne diyeceğimi de bilmiyorum. Yani, tam...

Önce aklımda olan tek şeyle başlayayım: Şu "Saf su akü suyudur, bebeğinizin cildine akü suyu mu süreceksiniz?" denen reklam var ya (Ekşi'ye bakarsanız milletin bu reklamdan bıktığını görebilirsiniz), onun hakkında: Evet, saf su akü suyudur, o doğru. Ama deniz akvaryumu için saf suyu alırsın, içine uygun miktarda tuz ve diğer maddelerden katarsın, o şekilde kullanırsın. İnsanların -bebekler dahil- oldukça dayanıklı olduğu bazı su değerlerine balıklar o kadar da dayanıklı değildir, o yüzden ben de şunu diyorum: Saf su balığa zarar vermiyorsa insana da vermez; bahsedilen insan bebek bile olsa (ki bebekler bazı durumlarda yetişkinlerden çok daha dayanıklı oluyorlar, tabi her durumda değil...) Ha tabi bunu dedim diye gidip saf su içmeye kalkmayın (zaten elinizde suyu saflaştıracak makine yoksa anca akü suyu olarak alıp kafaya dikme imkanınız var), su içmenin yararlı olmasının sebebi içindeki minareller, saf su susuzluğunuzu bile geçirmez. İçme suyunun içinde o maddeler fantezi olsun diye veya sırf "şimdi suyu saflaştırıp masraf yapmayalım" diye yok, olması gerektiği için var. (Klora parantez açmak gerekirse klor mikrobiyolojik temizlik için suyun içinde, yine içme suyunun içindeki miktar insana -bebek dahil- zarar vermezken aynı miktar balığı öldürebilir. Bahsettiğim "saf su balığa zarar vermiyorsa insana hiçbir şey yapmaz" olayına geri döndük gördüğünüz gibi)

Aklıma başka bir şey de gelmiyor, bir şeyler gelip üstüne yazıp öyle yayınlarım bu yazıyı. Şimdilik gittim, aşağı yıldız koyuyorum ki nerenin önce-sonra olduğu anlaşılsın:

***

Aklıma hâlâ pek bir şey gelmiyor ama deneyeceğim.

Yemeksepeti beni biraz delirtti dün, tabi kazmalığın büyüğü bende ama olsun. Şimdi, Çanakkale'de bazı tatmak istediğim yöresel yemekler vardı; ondan dolayı da Yemeksepeti'nde bu yemekleri sunan restoranlar var mı bakayım dedim. Hah, belli bir mahalleyi seçmeden yemek arayamıyorum; halbuki bütün semtlerde yemek arayabilsem ne güzel olur... Yemeksepeti haricinde restoranların düzgün bir listesi ve kapsamlı menülerinin olduğu bir site (Menüburada mı ne diye bir site var ama restoranların %99'unun menüsü yok ne hikmetse) yok. Artık gidip göreceğiz, ha sinirlenip Çanakkale yemeklerini boş verip o kısmı sildim, o ayrı.

Aklıma inanılmaz iyi bir hikaye fikri geldi (Yani geldiğinde öyle olduğunu düşünmüştüm), ilk iki sayfayı (iki A4 sayfası) yazdım ama evreni tanıtım amaçlı (hayır, gayet bizim dünyamızda geçen bir öykü için iki sayfa evreni tanıtan diyalog yazmak da biraz şov bence. Resmen sırf diyalog ya) Karakterleri hafifçe (ama aşırı hafif) tanıtıyor, bir de başlangıçlar ve fikirler neyse de süreklilik ve son konusunda asla iyi olmadım. Şimdiye kadar sonunu yazdığım tek şey Sahte Kahramanlar, onu da daha bitirmeden yazdım ve şimdi o son tam bir eziyet haline geldi. Karakterler katiyen sona yaklaşmıyorlar. Bu yeni öyküye dönersek sadece evren ve temel karakterler var, ne olayı yapacağım ne halt yiyeceğim hiçbir fikrim yok. Aslında karaktere tamamen rastgele söylettiğim bir şeyden ve bu söz üzerine diyaloğun gittiği yerden dolayı ana konu belirlendi gibi ama o konuya damdan düşer gibi girmek istemiyorum. Bir de karakterlere başından saçma bir zorluk seviyesi ayarladığımdan... Bu fikir düşündüğüm kadar iyi değilmiş anlaşılan... "Bu fikri neden Sahte Kahramanlar mı ne haltsa ona gömmedin?" diye sorarsanız da iki sebebi var: Birincisi bu fikrin Sahte Kahramanlar'a uyarlanıp hikayeye yedirilmesi neredeyse imkansız, Sahte Kahramanlar evreninin kurallarına ters (Bizimkine değil mi? Orası da karışık); ikincisi ise aniden aklıma gelen ve çok iyi olduğunu düşündüğüm bir fikirdi. Şimdi bunun bir hata olduğunu düşünüyorum, tamamen aklımda sürdürdüğüm öykülerden biri olsa daha iyi olurdu.

Gittigidiyor'dan Morio kurdu söyledim 35 tane, un kurtları Fırat arkadaşımızı (bu hayvanın ismini tekrar değiştireceğim ben ya, Fırat diye leopar keler mi olur arkadaş? İguanasının adını "Paşa" koyan biriyle tanıştım, Paşa koysam daha iyiydi. Gerçi o zaman da kaybolur... Yok, bu Golden Retriever değil. Golden retriever'ın aslında av köpeği olduğunu biliyor muydunuz? Genel kültür olsun size.) doyurmadığı için hayvancağız elime saldırıp duruyordu, elime alıp sevemiyordum. Morio kurtları doyurdu da bütün elime saldırma olayı bitti nihayet. Peki bunu neden anlattım? Şu sebepten: Normalde un kurtlarını belli bir satıcıdan alıyorum (Gittigidiyor'daki belli bir satıcıdan) ama morio'ların satıcısına hiç bakmadan aldım. Ne menem bir satıcıdan aldıysam 35 kurda azıcık altlık koymuş, kurtların çoğu baygın ya da ölüydü (Hangisi olduğunu henüz bilmiyorum); bir de diğer satıcı uzun süre susuz-yemeksiz dayanabilen un kurtlarına yem (patates falan) koyup gönderiyordu, bu susuzluğa çok daha dayanıksız olan ve dolayısıyla transfer edeceği kutuya mutlaka yem koyulması gereken morio kurtlarını bomboş göndermiş. Bir daha satıcıya iyi bakacağım, un kurtlarını normalde aldığım yerden alacağım morio'ları da. Resmen rezalet aq.

O değil de yine Şikayetvar'a çevirdim güzelim blogu, nasıl her seferinde bunu başarıyorum? Bir şeyleri yoğururken de önünde sonunda (bunun eninde sonunda diye yazılmaması çok saçma değil mi ya?) çiğköfteciye dönüyorum, onu fark ettim. Sucuğun kıymasını yoğururken oldu, topik hamurunu yoğururken oldu... Bari kıyma alalım da çiğköfte yoğurayım, bu neymiş artık... Gerçi makarna hamuru falan yoğururken olmuyor ama onu parçalamadan yoğurmak gerekiyor, ondan.

Antrenmanlara (okçulukla hem alakalı hem alakasız olan, şu kimi zaman aralar versem ve bir haftadan önce en son sınavlar başlamadan önce yapmış olsam da ömrümün sonuna -ya da en azından bir yerlerim tutmamaya başlayana- kadar devam etmeyi düşündüğüm şu kılıç, şınav falan içeren antrenmanlardan bahsediyorum ki ben bunlara "talim" diyorum) yeniden başladım pazartesi, yeminle öyle iyi geldi ki. O yorgunluğu inanılmaz özlemişim, en nefret ettiğim kısmı olan şınavları bile özlemişim ya. Yayın hissini de acayip özlemişim bu arada, o sırt kasılması falan...

Buldum, gekocuğun adı Utpa olsun. Yer altı denizinin timsah ejderi, nasıl? Ejder demişken, Asya Hun devletinin bayrağının aslında Çin bayrağı olduğunu düşünenler var ama bu mümkün değil. Şu sebepten: Çin mitolojisindeki ejderler iyicil, sucul ve yılansıdır. Ayrıca alamet-i farikaları iki uzun sazan bıyığıdır. Hun bayrağındaki ateş püskürten timsahsı ejder figürüne Çin mitolojisinde kesinlikle rastlanmaz, hatta Türk-Moğol efsaneleri dışında hiçbir kültürde aynı ejder figürü yoktur. Koreli ve Japonların mitlerindeki ejderler temelde Çin ejderiyle aynıdır, bazı farklı (kötücül ya da ateş doğalı) ejder figürleri de vardır ama hiçbirinde Hun bayrağındaki ejder figürü görülmez. Çin mitolojisinin tek kötü ejderi güneş tutulmalarından sorumlu olandır ama o da yılansı ve ateşle falan ilgisi olmayan bir ejderhadır. Avrupa ejderleri kanatlı, kötücül ve ateş püskürten varlıklardır. Türk mitolojisindeyse elini sallasan ejdere çarpar; ateş püskürteni, suda yaşayanı, uçanı, uzunu, çok başlısı, büyüğü, küçüğü ile bir sürü birbirine zıt, birbiriyle alakasız ejder figürü vardır. Özetle, o bayraktaki ejder şüpheye yer bırakmayan şekilde Hun mitolojisinden bir ejder figürüdür; başka hiçbir kültürde aynı görünüşte ejder figürü bulunmaz.

Resimli bir karşılaştırma yapılması gerekirse şu Ker Utpa:
ker yutpa ile ilgili görsel sonucu
Şu Hun ejderi (ben buna direkt Hun ejderi demeyi tercih ediyorum çünkü başka bir adı yok):
asya hun bayrağı ile ilgili görsel sonucu
Şu da Çin ejderi:
chinese dragon ile ilgili görsel sonucu

Hadi ben gittim o zaman, işimiz gücümüz var kardeşim, Allah Allah...

19 Ağustos 2019 Pazartesi

Kendinle Kavgalı Olmak Üzerine (Yo, değil?)

Bazı şeyler yazmak istiyorum ama nasıl bağlayacağımı ve tam olarak ne yazacağımı bilmiyorum.

Aslında yayınlayıp sildiğim bir yazının parçalarından iki-üç tanesini kurtarmak niyetim.

Nefret ettiğim birçok şey var, bunların bir kısmını da yeri gelince yazdım; beton, iş ve okulu da kapsayan modern hayat zırvalığı, hamamböcekleri, betondan ibaret modern şehirler, pantolonlar, genel olarak insanlar, falan... Ama hayatın kendisinden de nefret ediyorum ve kendimden de.

Kendime ve hayata tahammül edebilmemi sağlayan birkaç şey var... Hayır, bu böyle olmuyor; aynı şeyi yeniden yazıyormuşum gibi hissediyorum.

Bu arada biraz tuhaf hissediyorum. Yolun sonuna gelmişim gibi ama muhtemelen erken, huzurlu bir ölüm bana çok görülecek; yanlış anlaşılmasın, gayet mutluyum aslında. Sadece hiçlik hissediyorum, anlamsız, boş bir his. Acı vermiyor, üzmüyor, mutlu olmama engel olmuyor ama rahatsız ediyor. Yakın zamana kadar istediğim çoğu şeyin gerçekleşmesini isterdim ama... Eh, artık sadece çok azı gerçekleşip öyle ölsem bile iyi bir hayat yaşamış olarak sayacağım kendimi.

Hayata ve daha ziyade kendime katlanabilmemi sağlayan şeyler... Öncelikle hayal kurmak var ama bu son zamanlarda pek işe yaramıyor, hayallerim biraz karamsar yönlere kaydı, şu gerizekalı his yüzünden olabilir. İkinci olarak yazmak ama Sahte Kahramanlar yüzünden güme gitti, bütün fikirleri oraya gömüyorum. Tercihen su kenarındaki doğa yürüyüşleri ama öyle yerlere gidebilmek için ya ormanda yaşaman -ki yasak, bize ormanda yaşamak yasak ama elin Kanadalısı Kaz Dağlarının içine istediği gibi edebiliyor- ya da ehliyetin ve araban olması gerek, otobüsle minibüsle uğraşılmaz ki bir de çantan olduğunu düşün. Ha bir de su bitkileri görünce toplayıp akvaryuma koymak istiyorum ama şu an akvaryumum yok. Akvaryum, evet... Bu benim en eski kaçışım, hatırladığım en eski anılarda bile akvaryum var; tabi daha çok şey öğrendikçe daha farklı akvaryumlar kurmaya başladım ama konu o değil. Akvaryumum olmadığı dönemler oldu ama önünde sonunda geri döndüm, üniversite yüzünden üç ay başka dokuz ay başka yerdeyim, o sebeple de şu an akvaryum kuramıyorum. Kursam bile üni bitince nasıl taşıyacağım? Aslında, bu yolun sonu hissi gibi şeyleri bir de yeniden akvaryum kurduktan sonra konuşmamız lazım, en büyük tahammül gücünü o veriyor. Başka, başka... Ok atma, diğerlerine göre çok yeni bir uğraş ama okun yaydan çıkarken çıkardığı ses (Köroğlu'nun deyişiyle "ok gıcırtısı"), bedenin kasılması gibi şeyler insanda sinir stres bırakmıyor. Tabi sinirim geçsin diye yayı kırma ihtimalin de oluyor ama o ayrı bir konu. Neyse, Gökçeada'da ok atamıyorum çünkü yerim yok; Balıkesir'de apartmanın bodrumunda talimhane sayılabilecek küçük bir yerim var. Öte yandan bir buçuk aydır Balıkesir'de de olmadığımdan ok da atamadım. Özet olarak, uzun süredir bunlardan hiçbirini yapamıyorum (Derdimi sikeyim, evet ama "daha beter olamadık, elimizden bu kadarı geldi." Hatırladınız mı bu tweet'i? Aha buyurun: https://twitter.com/picadambaattin/status/615104980089991168)  şu boşluk hissi biraz da ondan diye düşünüyorum. Hah bir de anime izlemek var, okçuluktan daha eski ama diğerlerinden yeni. Onda da dram izlediğimde ağzıma ediliyor, öte yandan komedi kendime katlanabilmemi en iyi sağlıyor. Tabii bir buçuk aydır internet olsa bilgisayar, bilgisayar olsa internet olmayan yerlerde bulunduğumdan tıpkı okçuluk gibi bir buçuk ay anime de izleyemedim.

Ama cidden, bir hafta boyunca şunların hepsini yapabildiğim bir haftada bu konuyu konuşsak nefret ettiğim şeyler üzerinde bu kadar durmam belki. Hatta belki nefret ettiğim şeyler arasında hayatı ve kendimi saymam. (Hayır, kendimle kavga etmeyi bırakacağımdan değil)

Hayatı pek sevdiğim söylenemez, kendisiyle kavgalı olan birinin hayatı da sevmesi çok mümkün değil bence... Bu arada o yazıda kendimden nefret etmemin bazı nedenleri (hepsi değil, ilk anda aklıma gelenler sadece) vardı ama onlarla başınızı şişirmeyeceğim; zaten onun için sildim o yazıyı. Öte yandan sevdiğim şeyler de var; kültür (sadece kendi ülke kültürümüzden bahsetmiyorum, genel olarak dünyadaki bütün kültürler), doğa (bu hayvanları da kapsıyor), gündüz (geceden nefret etmiyorum ama geceleri sevmiyorum da), ay, çeşitli uğraşlar (yukarıda bir kısmını saydığım) falan... Daha çok vardır sevdiğim şeyler, nefret ettiğim de yukarıda saydıklarımdan fazladır ama aklıma şimdilik bu kadarı geldi.

Şimdi... Bu yazıyı yayınlayıp yayınlamama konusunda da kararsızım aslında...

Biraz başka şeylerden bahsedelim, iç şişirmeyen şeylerden. Evde sucuk yapmayı denediniz mi hiç? Baharat ve sarımsak koymaktan korkmazsanız çok güzel oluyor, tabi bağırsağa sararsanız da. Ne anlatıyorum lan ben?

Şimdi... İç karartıcı şeyler söylemiş olabilirim, hayatla ve kendiyle kavgalı olmaya dair ama gayet mutluyum şu sıralar. Öyle yani, hadi ben kaçtım... Gitsem bile ne halt yiyeceğim bilmiyorum ya neyse.

15 Ağustos 2019 Perşembe

Öylesine Bir Yazı

Şimdi... Ne yazacağım hakkında herhangi bir fikrim yok, kafamda iki üç şey var ama... Neyse.

Dünyada nefret ettiğim bazı şeyler var, genel olarak insanı kısıtlayıcı şeyler. Pantolonlar mesela... Düğmesi, fermuarı, saçma saçma şeyler... İlk pantolonlar daha ziyade günümüzün eşofmanlarına benziyordu aslında, ne düğme ne pantolon yoktu. Buyurun 3000 yıllık pantolon:
first pants ile ilgili görsel sonucu

Bunlar da Ortaçağ Avrupa tarzı binici pantolonu (ilk pantolonlar zaten binici pantolonlarıydı):
medieval rider pants ile ilgili görsel sonucu
medieval rider pants ile ilgili görsel sonucu

Ama konu o değil şimdi, özetle bu tarz uğraştırmayan, eşofman benzeri pantolonları giymeyi dert etmezdim ama düğme ve fermuar insanın hareketlerini inanılmaz şekilde kısıtlıyor.

Bu arada geçmiş bayramınız kutlu olsun.

Başka ne diyecektim lan ben?

Hah, Wattpad diye bir şey var. (Hadi ya, yemin et?) Aslında şu hikayelerin bazılarını Wattpad'de yayınlayasım var ama prensip olarak Wattpad'e karşıyım. Okunmak için ucuz hikayeler gerek, vıcık vıcık aşk öyküleri (hayır, aşk öyküleriyle bir sorunum yok, gereksiz cıvıklıktan hoşlanmıyorum.) Bir de Wattpad'de bir şeyler okuyayım dediğimde eziyet oluyor, gereksiz paragraflarla falan... Ha güzel yazanlar da var, ifadeleri düzgün kullanan, güzel tanımlama yapanlar ama hem arada kaynayıp gidiyor hem de çok az okunuyor, Wattpad'in kendi oluşturduğu "Wattpad edebiyatı" diye bir olay var, onun içerisine girmeyenler okunmuyor Wattpad ahalisi tarafından. Onlar da işte seks hikayeleri, dünyanın en saçma fanfic'leri (bir sitede doğru düzgün tek bir hayran hikayesi olmaz mı lan? Oysa ki ne güzel, orijinal eserlerden daha güzel hayran hikayeleri var ama Wattpad'de bulunmuyorlar), gereksiz aşk öyküleri (aşk öyküsü dediğin Romeo ve Juliet'tir, her ne kadar orijinali günümüzdeki şeklinden epey farklı olsa da Leyla ile Mecnun'dur, hadi günümüze doğru gelirsek Beren ve Lúthien'dir. Aşk öyküsünde illa dram, trajedi olsun demiyorum ama Wattpad'deki garabetlere de aşk öyküsü demem mümkün değil), fantastik diye girip "Bu ne saçmalık lan!" diyerek çıktığınız hikayeler... Ha bir de neyin aşk öyküsü neyin seks hikayesi olduğu da çoğu zaman belli olmuyor.

Neyse, özetle Wattpad'de gayet güzel yazanlar da var ama onca saçmalığın arasında kaynayıp gidiyorlar ve doğru düzgün okunmuyorlar. Ben de zaten öyle de okunmayacağım böyle de okunmayacağım diye (gerçek bir yayınlama işi olsa o zaman da okunmayacağım muhtemelen) hikayeleri -zaten aralarında biten sadece bir tane var ki o da ranobe tarzı garip bir şey, Wattpad'de yayınlamaya uygun aslında, o belki okunabilir- bilgisayarımda tutuyorum. Gerekirse A4'e çıktı alırım, karışmayın bana.

Ha bu arada bir şeyler yazıyorum kendimce ama kendimi kandırmayacağım, asla iyi bir yazar olduğumu iddia etmedim. Birçok eksiğim var, "yazar" olarak tanımlanabileceğimi bile düşünmüyorum. Bu arada bu, kendimi kandırmadığım pek az şeyden biri; çoğunlukla bahanelerin ardına saklanan ve herkesten önce kendini kandıran biriyim. Zaten o yüzden her günüm kendimle tartışma içinde geçiyor, bahaneleri ortadan kaldırıp kendimi kandırmayı bırakmayı istiyorum ama "pat" deyince olmuyor öyle. Burada epey rahatım, günlük hayatta kasılan, hata yapmaktan ölesiye korkan, sosyal fobi sahibi, kendini koruma içgüdüsüyle kalbini pek kimseye açmayan bir tip olduğumdan burası en dürüst olduğum yer. Mesela burada kafayı yerken ve deli gibi yazarken birkaç dakika sonra yapılan bir espriye kahkaha atabilirim, yine de bu sorunu unuttuğum anlamına gelmez. En gerçek halim buradaki ama burada da en fazla yarımdan biraz fazlasını yansıtıyorumdur, bir kısmını bilerek yapıyorum; bazı şeylerin bende mühürlü kalması gerekiyor. Nihayete ermemiş, hatta başlamamış bazı şeylerin mesela. Ama bazılarını da bilmeden, içgüdüsel olarak veya yeri gelmediği için yansıtmıyorum.

Üzüm bitkisini hiç düşündünüz mü? Köyde bir tane yaprak asması vardı, sonra kurudu -neden kurudu hiç bilmiyorum, ne güzel yaprakları vardı oysa-, ona "meyve vermiyor" demişlerdi de dalga geçmiştim, "Nasıl ya üzüm değil mi bu, nasıl çoğalıyor?" diye ama yaprak asmaları gerçekten meyve vermiyormuş lan. Demek ki vejetatif ürüyor. Yani üzüm bayağı enteresan bir bitki, yemeklik üzüm asması ayrı, şaraplık üzüm asması ayrı, yaprak asması ayrı, koruk asması bile ayrıymış... İlginç yani. Peki ben bunu niye anlattım? Hiç, öylesine. Hadi ben kaçtım, kulaklık almaya gitmem gerek.

Edit: Otobüs saatleri değişmiş, dımdızlak kaldım öyle, "eeeh" deyip eve döndüm. (Şu deyip-diyip ve yeyip-yiyip kısmını hala tam çözemedim, defalarca TDK'ye baktım ama aklımda kalmıyor bir türlü) Eve dönünce de şerefsiz anahtar tutukluk yaptı, zaten açım, hiç yoktan sinir sahibi oldum. Neyse şimdi sakinleştim, o anahtar deliğinin onarılması gerek. Kapıda bırakıyordu beni... Eve acilen girmem lazımdı ama nedenini söylemeyeceğim ve aklınıza gelen ilk şey olmadığına da eminim. Muhtemelen çoğununuzun aklına gelmez bile ama söylemeyeceğim, o da bende kalması gereken şeylerden biri. Gerçi birebir tanıdığım kişilere söyleyebilirim yeri gelir, konusu geçerse ama buraya yazmayacağım. Bir de sizin bilmediğiniz ama beni birebir tanıyanların bildiği bazı şeyler de var tabii... Hadi neyse, kaçtım ben. Bin yıl sonra Gökçeada'nın iğrenç interneti yüzünden yarım kalan Yakusoku no Neverland'i bitirmem gerek.

3 Ağustos 2019 Cumartesi

Başlık Yok, Zaten Konu da Yok

Bir süre köydeydim, şimdi Balıkesir'e geldim. Bir takım işlerim var burada, internet falan üzerine de yanıyor lan burası. Köyde akşamları mont giyiyorduk. Neden? Çünkü dağ başına kurulu bir köy, o yüzden.

Gidip gelmelerim çok fazla şu sıralar. Bazen hayatta hiçbir amacıma ulaşamayacak, ot gibi yaşayıp gidecek gibi hissediyorum; bazı bazı da amaçlarımın hepsine -ve daha ilerisine- ulaşabilecek gibi hissediyorum. Hayırlısı, deyip geçiyoruz şimdilik.

Şu köye taşınma mevzusu da kafamı epey kurcalayan bir mevzu. Şöyle ki: Kargo gelip gelmeyeceğini bilmiyorum, geliyor dediler ama bilemiyorum artık... Bir de bana büyük arazi gerekiyor, onu buldum gibi, olur bence orası, neyse. Bir de çalışmayı bıraksam bile hayatta kalabileceğim, en azından ben işin başında olmasam bile para gelecek bir yola girmediğim sürece tam hayalimdeki gibi bir ev yaptırsam bile oraya taşınamayacağım -çünkü şehirde, işin başında durmam gerekecek-, o yüzden de o ev orada çürüyüp gidecek. Bir de benim akvaryum malzemeleri, akvaryum balığı falan getirtmem gerekiyor ya da gidip kendim alacağım, onun için de taşıma akvaryumlarına sahip bir karavan mı olur minibüs mü olur öyle bir şey gerekiyor. Özetle, dünyanın düzeni ve istediğim diğer şeyler köydeki evi adeta imkansızlaştırıyor. En son "eeeh eytera bea" deyip yürüyüp gidecek, arazilerden birinin üstüne çadır kurup orada yaşayacağım, o olacak. Ha bir de orada internete de ihtiyacım olacak. Ve bunu çok yaşlanmadan yapmam gerekiyor çünkü muhtemelen kırkımda belim tutmaz olur, elliye kadar yaşayabileceğimi bile sanmıyorum. Bir de şöyle bir şey var: Evlenirsem eşim benimle orada yaşamayı kabul edecek mi? Çocuğum olursa eğitimi ne olacak... Doğmamış çocuğa don biçmekle kalmayıp o donun da ölçülerine karar veremiyorum gördüğünüz gibi, yeter ama artık. Bana ne ya, uğraşamam, evi yaptırıp taşınabilirsem rahatıma bakarım artık. Zaten muhtemelen evde birkaç kedi, köpek, bir at, birkaç koleksiyon -ki şimdi bile fazlaca denizkabuğuna sahibim; evin planı düşünüldüğünde o koleksiyon artacak. Eh, kılıç koleksiyonu falan da işin içine dahil olacak-, bir sürü akvaryum ve serada beslediğim kuşlarla öleceğim, eğer her şey yolunda giderse. Bir yerlerde açlık veya susuzluktan ölmem, akrep, yılan sokması gibi şeylerden ölmem de sıradan bir insana göre muhtemelen daha fazla ihtimale sahip olacak.

Onu bırak şimdi... Onu bırak şimdi demişken, son zamanlarda kendi kendime konuşurken "o konunun başka bir boyutu" deyip başka konuya geçiyorum, kafayı yiyeceğim artık. Dün iyi bir kızdım "lan ne boyutu ne başkası, yeter" diye de muhtemelen pek etkili olmadı.

Ölüm hakkında hiç düşünmüş müydünüz? Kişinin inancı -ya da herhangi bir şeye inanıp inanmadığı- ölüme bakış açısını temelde oluşturuyor ama tamamen değil elbette. Ölümle oldukça saçma bir ilişki yumağı düşüncelerim var. Şöyle ki: Hayallerimin hiçbirine yaklaşamadan, ot gibi yaşayıp ölmekten korkuyorum ama bir yandan da "Keşke bir an önce ölsem de lanet olası gelecek yerine endişe edeceğim daha ciddi, daha gerçekçi dertlerim olsa" diyorum. Sonuçta kötü bir yere gidersem bütün bu endişeler devede kulak kalacak ve inşallah iyi bir yere gidersem de zaten her şey daima yolunda olacak.

Ölümü bir kenara bırakırsak, hikâye anlatıcılığı oldukça ilginç bir durum. Bir hikayeyi zihninde oluşturmak ve adeta yaşamak, bir hikayeyi sözlü olarak anlatmak ve bir hikayeyi yazılı olarak anlatmak. Üçü birbirinden çok farklı şeyler, özellikle yazılı olarak anlatmak aralarından en zoru. Sözlü anlatımda daha önceki kısımlara uymasan düzeltirler ama yazılıda kendin her şeyi hatırlamak zorundasın. Ayrıca sözlüde o an uydurup söyleyebilirsin ama yazılıda evreni kurmak, karakterlerini tanıtmak ve sevdirmek zorundasın. Yazılıda eğer hikaye bizim evrenimizde geçiyorsa işiniz kolay gibi görünüyor ama insanı çok kısıtlayan bir şey. Bu arada bizim evrenimizde geçen fantastik seri de olabilir, bütün halkların masalları, mitolojileri ve her halkın korku hikayelerinde çıkan çeşitli figürler vardır. Örneğin Türk korku hikayelerinde İslam'dan sonra eklenen cin, ifrit, gulyabani motifleri ve İslam'dan önceden kalma harkıt, mezarlık gelini (bu da hemen hemen her kültürde vardır mesela), kayışbaldır, karakuş, tepegöz, demirkıynak gibi birçok figür var. Bunları, cadıları, şamanları, cinci hocaları, istisnasız bütün kültürlerde yansımaları olan "ölmeyen" (undead) ve hayalet gibi ortak motifleri kullanarak bizim evrenimizde geçen fantastik seriler de yazabilirsiniz. Ama insanı çok kısıtlayan bir şey, hikayeniz doğaüstü bile olsa bizim evrenimizin kurallarına uymak zorundasınız. Öte yandan kendiniz bir evren kurduğunuzda onun bütün kurallarını okuyucuya tek tek anlatmak, okuyucunun zihninde bunu bir mantığa oturtmak ve kendi evreninizin bizzat kendi icat ettiğiniz kurallarına uymak zorundasınız. Ben neyden bahsediyordum ya, nereden geldik bu konuya? Heh, hikayeyi kafada oluşturmak konusunda hiçbir sıkıntım yok, üç sezonluk dizi bile çekerim kafamda, o sorun değil. Hikaye anlatıcılığı yapma fırsatım pek olmadı, o yüzden o konuda söyleyeceğim şeyi hayatın yüzüme vurması ihtimali var. Ama elindeki hikayeyi yazarak anlatmak, işte en zoru o. Bir ton yarım bırakılan ve bir sürü kafada hazır olduğu halde parmaklara geçip yazıya dökülmeyen hikaye... Sahte Kahramanlar'ı bir türlü tamamlayamıyorum mesela ve arada aklıma gelen iyi fikirleri de Sahte Kahramanlar'a ya adapte ediyorum ya da boş veriyorum. Hayır, sanki tamamlasam ne olacak, yayınlanabilecek mi? Ben o hikaye önüme gelse "tutmaz bu" derdim mesela, açıkça söylüyorum. Hikaye güzel ama herkese hitap edecek bir hikaye değil -öyle bir hikaye var mı ki? Jules Verne ya da Jack London belki?-, ayrıca yer yer karanlık, yer yer "acayip" (bunun hakkında ne kelime kullanacağımı bilemedim, okusanız neyi neden "acayip" diye tanımladığımı anlardınız ama ben de o hikayeyi blogda yayınlamam. Blogda yayınlanacak hikaye de yalan oldu zaten), oldukça uzun (A4 kağıdına 119 sayfa), geniş evrenli (bu da benim hatam. Karakterleri sona ulaştıracağıma boyuna evreni genişletiyorum, ne gerek var şimdi dünyanın öbür ucundan ülkenin kurucu imparatorunun peşine takılıp gelmiş bir lordun kurduğu hanedanın aile ilişkilerini irdeleyip tarihçesini anlatmaya?), bir de temel bir amacı yok. Şöyle ki: Tam olarak bir yolculuk hikayesi değil, epik bir kahramanlık hikayesi zaten değil, daha çok ilk zamanlarda masanın altına bir bomba bırakıp arayı karakterlerin günlük hayatlarıyla dolduran bir hikaye. Öyle ne idüğü belirsiz bir şey yani... Aslında birazcık olsun insan çizebilseydim ben bu hikayeyi manga/çizgi roman olarak anlatıp karakterlerin günlük hayatlarına ve aradaki esprilere daha çok yer verirdim... Ama o zamanda zırt pırt evreni açıklayan kısımlara ihtiyacım olurdu ya da karakterlere gereksiz açıklamalar söyletmek zorunda kalırdım. Şimdi de öyle açıklamalar yapıyorlar ama bilmeyene bilmediği açıklanıyor, çizimli bir hikaye o kadar yazıyı kaldırmaz.

O kadar işte, öyle bir şey. Aslında herkese hitap etmeme kısmını daha iyi açıklayan bir kısım yazmıştım sonra sildim, pek içime sinmedi o kısım.

İşte öyle böyle yaşıyoruz, bir şeylere çabalıyoruz vesaire vesaire... Hadi kaçtım ben, ne yapacağım o da belli değil. BNHA'nın 3. sezonunu tamamlayayım bari, zaten kalmış dört bölüm... Bir de Blood+'ı tamamlayayaım dedim lan kısa sanıyordum ben onu, 50 bölümmüş, oha. İkinci sezonu yoktu galiba, inşallah yoktur yani. 50 ne lan? Gerçi D. Gray-man de 70 bölüm mü neydi, bitti gitti. O zamanlar zamanım vardı ama; bir hafta sonra yine köydeyim. Ket vurulacak hep. Geriye ket vurma diye bir şey vardı, neydi o? Neyse... Shokugeki no Souma'nın mangası iğrenç ötesi bir final yaptı, ekstra bölümlerden üçüncüsü geleceği gösterecek diyorlar, hadi bakalım, bekliyorum... Hayır favori mangamın böyle geri zekalı bir son yapması... Son da değildi ki lan o, hiçbir şey nihayete ermedi, hiçbir şey belli olmadı. Hayır millet Ship'ler (relationship) konusunda birbirini yiyordu -çoğu kişi belli bir görüşteydi de az sayıda ana karakterin gelecek ilişkisi hakkında başka düşünen de vardı-, o da belli olmadı. Ne güzel Erina'ya "güzel olmuş" dedirtip bitirseydi o kadar sövülmezdi o finale, onun yerine elimize ne geçti? "İğrenç... En azından birazdan yapacağıma kıyasla." E, birinci bölümden beri hiçbir karakter bir zerre ilerlemedi mi yani? Erina'nın Tanrı Dili'nin kurtarılması ne oldu? Neyin peşindesin lan? Hah, bir hafta sonra yine köydeyim, o yüzden güncel serilerin hiçbirine başlayamadım. Halbuki konusunu okuyunca çok güzel gelenler var, ya da en azından güleceklerimiz vardı lan... Öte yandan Balıkesir deli gibi sıcakmış... Neyse, muhtemelen tamamlamaya ömrümün yetmeyeceği bir ton seri içeren "izlenecekler listesi"ne eklendiler kendileri, artık kaç yıl sonra izlerim Allah bilir... Bir de Türkanime'nin özelliğini ayarlamadım, öylece bıraktım, alfabetik sıralanıyor. BnHA bitince başka kısa seriyi araya alırım hallederiz, Gintama'yı da bitirmem lazım artık, günceli kaçırıyorum. O kadar, başka bir şey yok...

Ha var, var... Burger King yeni hamburger çıkarmış, "Mangalda ızgara tavuk." Hamburgerin adını Türkçe koyma demiyorum, aksine bu durumu destekliyorum... Ama "mangalda ızgara tavuk" deyince aklınızda hamburger mi canlanıyor? Cidden mi? Benim aklımda şu tavuklu yan ürünlerden biri canlanıyor da, o yüzden sordum. Ayrıca üç kelimelik adı olan hamburger mi olur? Ne bileyim, "Mangal tavukburger" falan gibi bir isim bulamadınız mı? Ben bunu iki saniyede buldum, siz bu hamburgerin ismi için kesin haftalarca düşünmüşsünüzdür, bula bula bunu mu buldunuz? Sipariş verdiğini düşünsene: "Bir mangalda ızgara tavuk burger menü, büyük seçim, içeceği kola zero, yanında da..." Siparişi verene kadar gün bitti gün. Hele bir de arkandaki de aynı şeyi istedi? "Aynısından" demediği sürece günü iki müşteriyle kapatırsınız. Dalgamı da geçtim çok şükür...

Neyse, ben gerçekten kaçtım artık. Hadi hoşçakalın.