Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

22 Ağustos 2019 Perşembe

Şimdi Şunu Şöyle Yapıyoruz...

Başlığı böyle attım ama ne diyeceğimi de bilmiyorum. Yani, tam...

Önce aklımda olan tek şeyle başlayayım: Şu "Saf su akü suyudur, bebeğinizin cildine akü suyu mu süreceksiniz?" denen reklam var ya (Ekşi'ye bakarsanız milletin bu reklamdan bıktığını görebilirsiniz), onun hakkında: Evet, saf su akü suyudur, o doğru. Ama deniz akvaryumu için saf suyu alırsın, içine uygun miktarda tuz ve diğer maddelerden katarsın, o şekilde kullanırsın. İnsanların -bebekler dahil- oldukça dayanıklı olduğu bazı su değerlerine balıklar o kadar da dayanıklı değildir, o yüzden ben de şunu diyorum: Saf su balığa zarar vermiyorsa insana da vermez; bahsedilen insan bebek bile olsa (ki bebekler bazı durumlarda yetişkinlerden çok daha dayanıklı oluyorlar, tabi her durumda değil...) Ha tabi bunu dedim diye gidip saf su içmeye kalkmayın (zaten elinizde suyu saflaştıracak makine yoksa anca akü suyu olarak alıp kafaya dikme imkanınız var), su içmenin yararlı olmasının sebebi içindeki minareller, saf su susuzluğunuzu bile geçirmez. İçme suyunun içinde o maddeler fantezi olsun diye veya sırf "şimdi suyu saflaştırıp masraf yapmayalım" diye yok, olması gerektiği için var. (Klora parantez açmak gerekirse klor mikrobiyolojik temizlik için suyun içinde, yine içme suyunun içindeki miktar insana -bebek dahil- zarar vermezken aynı miktar balığı öldürebilir. Bahsettiğim "saf su balığa zarar vermiyorsa insana hiçbir şey yapmaz" olayına geri döndük gördüğünüz gibi)

Aklıma başka bir şey de gelmiyor, bir şeyler gelip üstüne yazıp öyle yayınlarım bu yazıyı. Şimdilik gittim, aşağı yıldız koyuyorum ki nerenin önce-sonra olduğu anlaşılsın:

***

Aklıma hâlâ pek bir şey gelmiyor ama deneyeceğim.

Yemeksepeti beni biraz delirtti dün, tabi kazmalığın büyüğü bende ama olsun. Şimdi, Çanakkale'de bazı tatmak istediğim yöresel yemekler vardı; ondan dolayı da Yemeksepeti'nde bu yemekleri sunan restoranlar var mı bakayım dedim. Hah, belli bir mahalleyi seçmeden yemek arayamıyorum; halbuki bütün semtlerde yemek arayabilsem ne güzel olur... Yemeksepeti haricinde restoranların düzgün bir listesi ve kapsamlı menülerinin olduğu bir site (Menüburada mı ne diye bir site var ama restoranların %99'unun menüsü yok ne hikmetse) yok. Artık gidip göreceğiz, ha sinirlenip Çanakkale yemeklerini boş verip o kısmı sildim, o ayrı.

Aklıma inanılmaz iyi bir hikaye fikri geldi (Yani geldiğinde öyle olduğunu düşünmüştüm), ilk iki sayfayı (iki A4 sayfası) yazdım ama evreni tanıtım amaçlı (hayır, gayet bizim dünyamızda geçen bir öykü için iki sayfa evreni tanıtan diyalog yazmak da biraz şov bence. Resmen sırf diyalog ya) Karakterleri hafifçe (ama aşırı hafif) tanıtıyor, bir de başlangıçlar ve fikirler neyse de süreklilik ve son konusunda asla iyi olmadım. Şimdiye kadar sonunu yazdığım tek şey Sahte Kahramanlar, onu da daha bitirmeden yazdım ve şimdi o son tam bir eziyet haline geldi. Karakterler katiyen sona yaklaşmıyorlar. Bu yeni öyküye dönersek sadece evren ve temel karakterler var, ne olayı yapacağım ne halt yiyeceğim hiçbir fikrim yok. Aslında karaktere tamamen rastgele söylettiğim bir şeyden ve bu söz üzerine diyaloğun gittiği yerden dolayı ana konu belirlendi gibi ama o konuya damdan düşer gibi girmek istemiyorum. Bir de karakterlere başından saçma bir zorluk seviyesi ayarladığımdan... Bu fikir düşündüğüm kadar iyi değilmiş anlaşılan... "Bu fikri neden Sahte Kahramanlar mı ne haltsa ona gömmedin?" diye sorarsanız da iki sebebi var: Birincisi bu fikrin Sahte Kahramanlar'a uyarlanıp hikayeye yedirilmesi neredeyse imkansız, Sahte Kahramanlar evreninin kurallarına ters (Bizimkine değil mi? Orası da karışık); ikincisi ise aniden aklıma gelen ve çok iyi olduğunu düşündüğüm bir fikirdi. Şimdi bunun bir hata olduğunu düşünüyorum, tamamen aklımda sürdürdüğüm öykülerden biri olsa daha iyi olurdu.

Gittigidiyor'dan Morio kurdu söyledim 35 tane, un kurtları Fırat arkadaşımızı (bu hayvanın ismini tekrar değiştireceğim ben ya, Fırat diye leopar keler mi olur arkadaş? İguanasının adını "Paşa" koyan biriyle tanıştım, Paşa koysam daha iyiydi. Gerçi o zaman da kaybolur... Yok, bu Golden Retriever değil. Golden retriever'ın aslında av köpeği olduğunu biliyor muydunuz? Genel kültür olsun size.) doyurmadığı için hayvancağız elime saldırıp duruyordu, elime alıp sevemiyordum. Morio kurtları doyurdu da bütün elime saldırma olayı bitti nihayet. Peki bunu neden anlattım? Şu sebepten: Normalde un kurtlarını belli bir satıcıdan alıyorum (Gittigidiyor'daki belli bir satıcıdan) ama morio'ların satıcısına hiç bakmadan aldım. Ne menem bir satıcıdan aldıysam 35 kurda azıcık altlık koymuş, kurtların çoğu baygın ya da ölüydü (Hangisi olduğunu henüz bilmiyorum); bir de diğer satıcı uzun süre susuz-yemeksiz dayanabilen un kurtlarına yem (patates falan) koyup gönderiyordu, bu susuzluğa çok daha dayanıksız olan ve dolayısıyla transfer edeceği kutuya mutlaka yem koyulması gereken morio kurtlarını bomboş göndermiş. Bir daha satıcıya iyi bakacağım, un kurtlarını normalde aldığım yerden alacağım morio'ları da. Resmen rezalet aq.

O değil de yine Şikayetvar'a çevirdim güzelim blogu, nasıl her seferinde bunu başarıyorum? Bir şeyleri yoğururken de önünde sonunda (bunun eninde sonunda diye yazılmaması çok saçma değil mi ya?) çiğköfteciye dönüyorum, onu fark ettim. Sucuğun kıymasını yoğururken oldu, topik hamurunu yoğururken oldu... Bari kıyma alalım da çiğköfte yoğurayım, bu neymiş artık... Gerçi makarna hamuru falan yoğururken olmuyor ama onu parçalamadan yoğurmak gerekiyor, ondan.

Antrenmanlara (okçulukla hem alakalı hem alakasız olan, şu kimi zaman aralar versem ve bir haftadan önce en son sınavlar başlamadan önce yapmış olsam da ömrümün sonuna -ya da en azından bir yerlerim tutmamaya başlayana- kadar devam etmeyi düşündüğüm şu kılıç, şınav falan içeren antrenmanlardan bahsediyorum ki ben bunlara "talim" diyorum) yeniden başladım pazartesi, yeminle öyle iyi geldi ki. O yorgunluğu inanılmaz özlemişim, en nefret ettiğim kısmı olan şınavları bile özlemişim ya. Yayın hissini de acayip özlemişim bu arada, o sırt kasılması falan...

Buldum, gekocuğun adı Utpa olsun. Yer altı denizinin timsah ejderi, nasıl? Ejder demişken, Asya Hun devletinin bayrağının aslında Çin bayrağı olduğunu düşünenler var ama bu mümkün değil. Şu sebepten: Çin mitolojisindeki ejderler iyicil, sucul ve yılansıdır. Ayrıca alamet-i farikaları iki uzun sazan bıyığıdır. Hun bayrağındaki ateş püskürten timsahsı ejder figürüne Çin mitolojisinde kesinlikle rastlanmaz, hatta Türk-Moğol efsaneleri dışında hiçbir kültürde aynı ejder figürü yoktur. Koreli ve Japonların mitlerindeki ejderler temelde Çin ejderiyle aynıdır, bazı farklı (kötücül ya da ateş doğalı) ejder figürleri de vardır ama hiçbirinde Hun bayrağındaki ejder figürü görülmez. Çin mitolojisinin tek kötü ejderi güneş tutulmalarından sorumlu olandır ama o da yılansı ve ateşle falan ilgisi olmayan bir ejderhadır. Avrupa ejderleri kanatlı, kötücül ve ateş püskürten varlıklardır. Türk mitolojisindeyse elini sallasan ejdere çarpar; ateş püskürteni, suda yaşayanı, uçanı, uzunu, çok başlısı, büyüğü, küçüğü ile bir sürü birbirine zıt, birbiriyle alakasız ejder figürü vardır. Özetle, o bayraktaki ejder şüpheye yer bırakmayan şekilde Hun mitolojisinden bir ejder figürüdür; başka hiçbir kültürde aynı görünüşte ejder figürü bulunmaz.

Resimli bir karşılaştırma yapılması gerekirse şu Ker Utpa:
ker yutpa ile ilgili görsel sonucu
Şu Hun ejderi (ben buna direkt Hun ejderi demeyi tercih ediyorum çünkü başka bir adı yok):
asya hun bayrağı ile ilgili görsel sonucu
Şu da Çin ejderi:
chinese dragon ile ilgili görsel sonucu

Hadi ben gittim o zaman, işimiz gücümüz var kardeşim, Allah Allah...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder