Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

27 Nisan 2021 Salı

Gece İşte, Efkar ve Diğerleri (Kitap Adı Gibi Başlık)

Sweek'teki yazdıklarımı alıp bilgisayara geçirdim. Orada duruyorlar tabii hâlâ, https://sweek.com/tr/profile/1619532/74088 adresinde. Biraz fevri bir insanım, bu da fevri bir hareketti. Sebeplerden biri Sahte Kahramanlar ve Kara Cadı'dan darbe yemem. Hiçbiri okunmasa sıkıntı yoktu ama... Eh, "Kısa Kısa" okunurken SKvKC'nin okunmaması beni epey yaraladı. Yazmak zor iş. Başlangıçlar, bitişler, ilerletişler... Bir yere bağlanamayan sonlara, yarım bitişlere kızsam da çok büyük laf etmeme sebebim bu. Başlangıçlar zor, bitişler daha da zor. İlham bir kıvılcım, bir anlığına geliyor, sonra defolup gidiyor. Onu körüklemedikçe varlığı devam etmek için yeterli olmuyor, zaten eğer harlayıp bir yangına dönüştürürseniz kendinizi yakıyorsunuz, aleve dönüştürmeyi başaramazsanız da hemencecik sönüp gidiyor. Veya sadece, her zamanki gibi, kendi beceriksizliğimi olayın doğasına yüklüyorum. Henüz... Pes etmiş değilim. En azından SKvKC için zorlayacağım. Bu... Hayatımın bir döneminde, devam edebilmemi sağlayan şeydi. "Şu romanı doğru düzgün bitireyim de öleyim artık." diye düşünüyordum. Hayat hakkındaki motivasyonunuz eğer ilgi görmezse... Ölürsünüz. Gerçi ben zaten çoktandır yaşadığımı söyleyebilecek konuma değilim. Şimdi, çok sıkı sarılamadığım, o kadar da itimat edemediğim başka bir iple bağlıyım hayata. Ama SKvKC bir halattı, tıpkı Gordion düğümü gibi toplumun kılıcı tarafından kesildi. Şimdiki mi? İpek bir iplik. Görünürde zengin, özünde sağlam. Yine de koparmak için biraz yakınında el çırpmanın yeterli olduğu bir şey. Her zamanki gece karamsarlığı işte. Ölmeden önce tek bir isteğim var artık. Gerçi bir sürü var da onlardan umudu çoktan kestim ben. Şu hayata sağlam bir kazık atmadan ölürsem içimde kalır. Öte yandan, seri katil gibi bir şeye dönüşmeden ölmeyi arzuluyorum. Bunun gibi bir şeyden kurtuluş yolum sevgi ya da insanlarla muhatap olmamı gerektirmeyecek kadar para olabilirdi ama ikisi de çoktandır umudu kestiğim şeyler. Sevgi... Eh, haklılar tabii; kendimde sevilecek bir yan bulamazken başkası neden bulsun ki? Çirkin, kötü, beceriksiz, konuşmayı bile beceremez... Sahtekâr bir uyumlu; gittiği yerlerde yapboza uyduğu için sevildiği sanılan, gerçekten tanıyan kimsenin -ki zaten öyle biri yok- sevemeyeceği biri. Yine de sevgi konusunda tamamen gömemiyorum. O kahrolası çok hafif olan iyimser yanım, başka hiçbir şeyi onaylamazken bunun hakkında beni rahatlatmaya çalışıyor. Gerçi, tekrar düşününce, diğer insanlardan çok da farklı değilim. İnsanların tamamına yakını bencil pisliklerdir, ben de çoğunluğa dahilim işte. Başkalarını suçlayarak bir yere varamayacağım, kendimi suçlayarak da varamayacağım. Yine de var olan dört seçeneğim olan başkalarını suçla, kendini suçla, hayatı/dünyayı/Tanrı'yı suçla ve işleri düzelt arasında... Son seçeneği defalarca denedim, bir sik olduğu yok. Üçüncü seçenek... Tanrı'nın benden nefret ettiğini düşünmüyorum aslında. Daha çok fazla seviyor gibi. En sevdiği oyuncak, böyle bir şey. En sevdiğiniz oyuncağınız en haşin davrandığınız, en yıpranmış olandır neticede. Başkalarını suçlamayı ne zaman denesem ibre kendime dönüyor, haliyle elimde bir tek bu kaldı. Hiçbir şeyin anlamı yok. Benim yok, sizin yok... Saçma sapan bir yerde debelenip duruyoruz. İnsanların çoğu robotik halde uyum gösteriyor. Ben mi? Karanlıkta boğuluyorum ve çırpınışlarım "Daha kötü durumda olanlar da var." veya "Abartıyorsun." gibi duvarlara çarpıyor. Umut ufak bir kırıntı, Stockholm Sendromu var bende. Harbi bak: İşkencecibaşıma aşığım ben. İşkencecibaşı mı kim? Bir türlü öldüremediğim umudum tabii, kim olacak? Umudu öldür, sevgiyi göm. Acı çekmemenin tek yolu bu ama... Ben acıya da razıyım, tek istediğim ölmeden önce ona ulaşıp ulaşamayacağımı bilmek. Debelen, dur ve intihar edecek kadar cesaretin olmadığı için oturup ölümü bekle. Sahte kahkahalarla, komediyle, başka başka şeylerle, uğraşımsı şeylerle bastır, sonra daha kötü patlasın. Yani... Eh, önemi olan bu değil. Şu da değil. Neyin önemi var ki? Sevginin; ama ona sahip değilim. Kandan gelen aile sevgisini ve sırf uyumlu olduğumdan gösterdikleri, gerçek yüzümü azıcık açsam kaçışacak kişilerin sahip olduğu sahte sevgiyi saymazsak tabii. Gerçi... İki kişinin sevgisinin gerçek olduğunu düşünüyorum; ama... Eh, onlar da sevgilerini orantılayamadılar benimle. Ya da... İkincisi belki orantılamıştır, muhtemelen asla bilemeyeceğim. Bir yerlerde karşılaşıp karşılaşmayacağımızı merak ediyorum. Yine, onu muhtemel son görüşümde sarılmaktan fazlasını yapsaydım benim için, onun için, ikimiz için ne olurdu merak ediyorum. Yarın bir umuda tutunup gidebilir ya da nihayet cesaret bulup kendimi deşebilirim belki. Bir bok olmaz benden, böyle gelmişim, böyle giderim. Hayatta... Benim nadir pişmanlıklarım var. Evet, "Keşke yapmasaydım.", "Şimdiki aklım olsa yapmazdım." ve bunun gibi şeyler var heybemde: Ama pişmanlık? Pek değil. Onun yerine "Hak etmişti ama.", "Malsın zaten." ve "Şimdiki kişiliğime, fikriyatıma derin katkı sağladı." hissine müteakip bir minnettarlık var. İşte nadir pişmanlıklarımdan biri o ikinci hakkında: Keşke onu muhtemel son görüşümde hakkında nasıl hissettiğimi söyleseydim. Birinci hakkında bu türden bir pişmanlığım yok, birçok sebebi olsa da temelde taban tabana zıttık. Ben bariz Yin'im ve bir Yang'a ihtiyacım var; ama Yin ve Yang, birbirlerinde birbirlerinden birer parça taşır. Ama onunla öyle değildi. Ve asıl konumuz olan kişiye, ikinci deyip durmamak için İ. diyeceğim kişiye, dönersek: Aslında, o benim Yang'ımı tamamlayabilirdi. İşte bu yüzden o konuda pişmanlığım var, İ.'nin hakkımda ne düşündüğünü bilmiyorum ve şimdiye dek sevgimi orantılayamadığım kişiler arasında (çoğu kişiyi sevmez, çoğunu da çok az severim çünkü ben.) anlaşabilme ihtimalim olan tek kişiydi. Ve yarın, sevgimi orantılayamadığım bir başkasını bulabilirim. Beni kabullenecek kadar nazik, Yang'ım... Hayır, Yaruk'um olacak kadar benim Yin... Hayır, Kararıg halimle uyumlu olabilir. Bir kitap falı baktım, evde buna uygun bir tek Dede Korkut vardı. Eh, sonuç aslında... Artık kendisi de zar zor dayanan, bir kırıntı haline gelmiş umudumu körükleyen bir sonuç oldu. Yine de... Ben yine büyük bir mallık örneği göstererek son fırsatı elimden kaçırabilirim. Veya belki de çoktan kaçırdım, İ.'nin 3. olduğunu kabullenemediğimden bu kadar pişmanım belki. Yani, neticede, daha öncekilerin de asla haberi olmamıştı ama onlara dair pişmanlığım yok. Dahası, bu sonuç sadece komedi malzemesi olarak ortaya atılmış olabilir. Her halükârda yarından ve ölümden korkmuyorum, esas korkum dün. Dünün dünde kalmasından öte bir şeyleri orada bırakmış, unutmuş ve elimden kaçırmış olduğumdan korkuyorum. Bugünün... Bir önemi yok. Hayat defterinde sıradan bir gün işte.

24 Nisan 2021 Cumartesi

Durum Raporu Yazmaya Niyetlenmiştim ama Nasıl Dolduysam Kütle Uzunluğunda Paragraf Oldu. O Zaman Fuzulî'den Geliyor: Şikayetnâme

Bizim ülkede çok ilginç bir özellik var. Bir şeyin kötü olduğunu söyleyince anında "Eldeki bu ne yapalım", "Hiç olmayanlar da var", işte "Şükret, şükret..." şeyi devreye giriyor. Niye bizim millet hep alttakine bakıyor onu da çözemedim. Lan biraz üsttekine bakıp "Biz niye böyle yapamıyoruz?" desen sorun kendiliğinden çözülecek zaten, "Sorun var ama ne yapalım?" Lan düzelt! Sen kendi sorununu düzeltirsen o bakıp şükrettiklerin de daha üst kademeye çıkacak zaten. Ortadoğulu zaten ezelden beri "Vay şerefsizler, bunu bize nasıl yaparsınız?" kafasında, 9. yy.da Yemen'den çıkmayan adam kuraklık için Habeşli Yahudileri suçluyordu mesela. Türkler de gaza gelmeye müsait, bir kıvılcım tutuşturacak biri olunca takip eden, destek veren ama kendileri kılını kıpırdatmayan, "Ne yapalım?" kafasında bir millet ezelden beri. Göktürkler için o kıvılcımı yakan Kür Şad idi, Türkiye Türkleri için Atatürk, Özbekler için Timur... Eh, en eski zamanlardan beri cesaret gösterip mücadele ateşi tutuşturmuş bir avuç lideri izlemek dışında bir şey yapmayan, sinir de olsa, rahatsız da olsa, kanı kavrulsa, yüreği dağlansa da harekete geçmeyen bir milleti alıp yandaki köye "Sizin yüzünüzden tarlalarımız kurudu günahkâr ibneler." diye baskın yapan adamların arasına atarsan ne olur? Ölünün kûru olur, aha da bu olur. "Lan şöyle bir sorun var, düzeltelim." deyince "Sorun morun yok."tan "Allah öyle yaratmış."a varan bir skalada acayip acayip, hiç bir işe yaramayıp bir de sorunu fark eden, sorundan rahatsız olan kişinin (birinin bir sorundan rahatsız olmaması da acayip ya neyse.) sinirini oynatan cevaplar alırsınız. Arada mutlaka "Sen de şöyle yap o zaman." diye sözde çözüm (!) önerileri de gelir. Lan ben niye bir şey yapıyorum, sorunu düzeltseniz kimsenin ek bir şey yapmasına gerek kalmayacak zaten. Bana akıl vereceğinize soruna sebep olanlara akıl versenize? Sorun var, ben değilim sorun, alo. Batı'yı hiç sevmediğimi zaten biliyorsunuz; ama herhangi Avrupa ülkesinde "Çok gürültü var." diyene "Kulak tıkacı tak." diyen birini muhtemelen kazığa oturturlar. Zaten Vlad Tepeş ile cadı avlarından alışkınlar, malzemeler duruyordur depoda (Koskoca Avrupa'ya da emekli yazlığı muamelesi yapmazsın ya.). "İnternet yavaş, kesiliyor, var mı yok mu belli değil." El-cevap: "Hiç olmayanlar da var." Lan sorun bu mu sence? Ayrıca böyle yarım yamalak olmasındansa hiç olmasın daha iyi. "Niye süt bu kadar pahalı lan?" El-cevap: "Şükret, şükret. Onu bulamayanlar da var." Lan şükür böyle bir şey değil. "Her durumda şükredenlerden et bizi." Etme ulan! Ne geldiyse başımıza taş yese şükredenlerden geldi zaten. Lan Allah rızası için şu kitabı aç bir bak, nerede yazıyor ulan "Hiçbir sorundan bahsetmeyin, her halta şükredin, öyle odun gibi yaşayın." diye? Zenginlerin ayrı Kuran'ı var da orada mı yazıyor? Hadi Nihat Hatipoğlu'na falan sormak kolayına geliyor hükmü bir yerden ediniyorsun, lan hiç olmazsa birkaç peygamber kıssası dinle ya. Neredeyse isyan aşamasına gelen peygamber var ulan, sen kimsin? Şu siktiğimin sorunlarını düzeltsene şükredip durmak yerine? Kardeşim sen tespih böceği misin? Tilki misin? Tavuk musun ulan? Senin görevin her sike şükretmek değil, o yaptığın hayvan-insan ayrımı var ya? Hah işte, hayvanların görevi devamlı şükretmek. Senin görevin şu sorunları düzeltmek, düzeltemiyorsan belirtmek ulan. Adamı dinden imandan çıkarmayın. İki etti bak. Hazır "dinden imandan çıkarmak" demişken, bizim mahalledeki camide bir müezzin var. Ama herif ezan mı okuyor uzun hava mı atıyor belli değil. Hani "İnsanları nasıl ezandan, camiden, namazdan soğutup dinden imandan çıkarır, ezana, selaya küfretme aşamasına getiririz." diye düşünüp özellikle uğraşsan böyle okumazsın. Hoparlörü bilmem neyi son ses açıyor, saçma yerlerde kesintiler, garip garip aralar... Ezan bitti mi bitmedi mi anlayamıyorsun. Hele E'leri, A'ları bir uzatışı var, bazen ezan okumuyor da sadece (Allah affetsin) böğürüyormuş gibi geliyor. Zaten makam falan da Hakk getire (Çünkü bunun kendi kendine getireceği yok, belli.), arada başka makama tuhaf geçişler. Remiks mi yapıyorsun lan, neyin peşindesin? Oraya çıkıp her şeyi son ses açıp bağırılacaksa ben de yaparım, sana ne gerek var doğru düzgün okumayacaksan? Lan ezan dediğin şeyin insanı ibadete davet etmesi gerekiyor, bu herifin okuduğu ezan demeye değil bin şahidin, bizzat melaikenin tümünün şahitlik etmesi gereken şey insanı dinden imandan çıkarıyor. Üç etti. Ezana küfredeceğim bir gün dalgınlığıma gelecek, böyle müezzin mi olur lan? Hişşş, komplo teorisyenleri, alın size konu: Bu müezzin ne sizce? Yahudi? Ateist? Rotchild? İngiltere kraliyet casusu? Şeytanın elçisi? Bill Gates'in adamı? Çünkü dedim ya, "İnsanları nasıl ezandan, namazdan, camiden, İslam'dan nefret ettirebiliriz?" diye uğraşsan böyle okumazsın ya. Lan arkadaşım, ezan okunacak elbet. Bugün hâlâ Müslüman'ım, yarın bir gün Tengrici de olsam, Agnostik de olsam (Benden ateist olmaz.), kendi dinimi de kursam (E, yuh! İşte, nasıl bir manyakla muhatap olduğunuzu anlayın diye koydum bunu. Gerçi halihazırda var olan herhangi bir mezhebe değil de kendi kurduğu bir mezhebe bağlı birinin bunu yapması da çok tuhaf kaçmazmış. Zaten tam olarak Müslüman da değil Kurancı, Tengrici, Bahai, Omnist, Agnostik, Gnostik, Batınî, Hurufî, Taoist, Sufî, Yesevî karışımı gibi saçma sapan bir şeyim. Daha da vardır ha bu arada.) yine ezan okunmasını savunurum. Ama bu okuduğun şey ezan değil be birader. Lan şunun ses ayarını, makamını falan doğru düzgün ayarla. Saçma yerlerde kesip uzatma, neyin peşindesin? O "Huşû" denen şey var ya hani? Hah işte, onun olması için sesin beynime nüfuz etmemesi, kelimeleri az çok yakalayabilmem (Eaeaeae'dan başka bir şey demiyor bazı kısımlarda ya. Nerenin uzatması bu, hayırdır? Hangi lehçede, hangi makamda okuyorsunuz lan ezanı? Şeytan bu bahsettiğim müezzinin okuduğu ve ezan olduğunu iddia ettiği şeyi duysa "Hacı benim bir şey yapmama gerek yok, takılın siz." deyip istifasını verir yeminle.) ve okuyan kişinin böğürmemesi, tamlamada da belirtildiği gibi "okuması" ("kağıttan okumak" gibi değil, "türkü okumak" gibi.) gerekiyor. Caminin hoparlörünü evime mi yerleştirdin yahu? Hele cam pencere açıksa ezan başladığında yerimden sıçrıyorum. Olmaz olsun senin gibi müezzin ya, böyle okuyacaksan hiç okuma. Yok mu sizin eğitiminiz falan birader, ben sesiyle insanları intihara sürükleyebilen biri olarak daha güzel okurum şunu ya. İbadete mi davet ediyorsun kafamıza odunla mı vuruyorsun belli değil, Allah aşkına ama. Ezandan soğudum lan senin yüzünden, eskiden ezan sesinden etkilenip Müslüman olan Avrupalılar vardı, şimdi ezan sesi yüzünden dinden imandan çıkan Türkler var. Dört etti.

22 Nisan 2021 Perşembe

İşte, Durum Raporu... Hah, Bu Başlık Güzel Bak. Durum Raporu: İsekai Maou, Geçen Yazı Hakkında İki Şey ve Çocukluk Arkadaşı Serisi (Ben Öyle Serinin Yazarını...)

Isekai Maou to Shoukan Shoujo no Dorei Majutsu'nun 2. sezonu iğrenç. Ulan sanki farklı bir anime izliyormuşuz gibi. İlk sezonda ana hikayenin yarısını ve birkaç yan hikayenin (biri de ilk sezondaki yan hikayelerin en önemlisi) kalbini oluşturan Shera saçma sapan fanservis karakteri haline getirilmiş, ilk sezonun ana hikayesinin merkezi olan Rem (Rem Galleu, öbür Rem başka animede) animede var mı yok mu belli değil... "Bir yürüyün lan." diye sağa sola görülmedik büyüler ateşleyen Diablo her gördüğüne "Oha amma güçlü!" diye şaşırıyor, bir iç sesi aynı kalmış. İlk bölümdeki o dokunaç sahnesinden bahsetmek bile istemiyorum, anime ile hentai arasındaki sınır kalktı da bizim mi haberimiz yok? Ulan ilk seride de hafif ecchi, fanservis falan vardı ama bildiğin fanservis animesine döndürmüşler bu sezonda. Sanki ilk sezondaki fanservis sahneleri kesip kolaj yaptılar da yeni sezon diye yutturuyorlarmış gibi bir sezon... Hele bu sezonun ana hikayesinin kalbini oluşturacağı belli olan başrahibe (başrahibeye) hiç girmiyorum, sırf "Diablo adamsın, Tanrı'sın." diye dolaşacak gibi gözüküyor şimdilik. Tamam daha 2 bölüm oldu da bir ilk sezonun ilk 2 bölümüne bakalım bir bunun, resmen farklı bir anime izliyormuşuz da tesadüfen bazı karakterlerin isimleri ve tasarımları aynıymış gibi bir sezon oluyor. Bu ne lan?

Şu geçen dediğim yüklemdeki iyelik ekleri hakkında konuşacağım. İşin ilginç yanı bu yükleme eklenen iyelik ekleri Türkçe dışında hiçbir dilde yok, gerçi ön Türkçede bile yoktu. Yüklem sonrasına konan zamirin kısaltılıp birleştirilmesiyle oluştular: Yaptı men (ben)>Yaptım, Yaptı sen>Yaptın, Yaptı bizik (biziz)>Yaptık, Yaptı siz>Yaptınız, Yaptı onlar>Yaptılar.

Dünya dili İngilizceden bahsederken maddeleri karıştırmışım. Tam tersi olacak: Üçüncü ikincinin, ikinci de birincinin sebebi.

Ya, şu "çocukluk arkadaşının kaybetmediği anime" şeysinin yapımcıları... Senarist, yazar, mangaka, alayınız: Lan bir siktirin gidin ya. Ortaya çıkardıkları saçma sapan fotoğrafla "Hatırlamıyor ama bunla da çocukluk arkadaşı aslında o." kısmına gireceklerini belli ettiler. Ya bir yürüyün ya, bu anime benim için bitmiştir. 3. bölümde devam etmem için çok büyük bir sebep olmazsa salarım. Hay... Biliyordum ya, biliyordum böyle yapacağınızı. Sizin Allah belanızı versin. Hatta sadece Allah değil Buda, Amaterasu, efendime söyleyeyim Vaiśravaṇa falan da belanızı versin. Bir gidin be, yeter ya. Böyle yazar olmaz olsun ama ya... Zaten fotoğraf olayından girişi sonraya da bırakmadılar, hemen bu bölümde hallettiler. Harbiden ben ta... Siyahlı da gıcık bir karakter olmadığından çok laf da edemiyorum. 3. bölümde çok önemli, çok iyi bir şey olursa bırakacağım harbi. "Hatırlamıyor ama bunla da çocukluk arkadaşı o." saçmalığını izlemek istesem gider bunların ağa babası Nisekoi'ya tekrar başlar, yetmez mangasını okurum. Ya da yıkıklığıma yıkıklık katacak bir seri izlemek istesem adını unuttuğum, Kazuya malının başkarakter olduğu kiralık sevgili serisini izlerim. Ulan janrı içinde kaliteli ama insanı kanser eden seri izlemek istesem kargalı Haru'nun serisine (Onun da adını hatırlamıyorum, ne tesadüf.) yarım bıraktığım yerden devam ederim. Bu ne lan böyle? Bu arada kargalı Haru'nun serisinde diyaloglar ve karakterlerin çoğu kanserdi ama en azından konudur, arka plandır falan sağlamdı. Bu çocukluk arkadaşı serisinde de böyle aşağı yukarı, en azından bir romantik komedinin sahip olması gereken arka plan ve konuya çoğu romantik komediden daha fazla sahip. Yalnız harbiden, biliyordum ya, biliyordum böyle yapacaklarını. Zaten seriyi "Beyaz mı siyah mı, seç bakalım." (Karakterlerden birinin adı Shiro=Beyaz, öbürününki Kuro=Siyah içeriyor.) serisine çevirdiler... Lan arkadaşım, gider harem izlerdim böyle bir şey izlemek istesem. Şerefsiz yazar. Dur taktım ben bu adama, başka animeye veya mangaya çevrilmiş ve benim bildiğim, okuduğum (animede de altyazı okuyoruz sonuçta [Oha! Üstat hiç kasmasaydın, bu nasıl bahane?].) seriler yazmış mı, neleri yazmış ona bir bakayım. Yok, mangaya/animeye çevrilen tek serisi buymuş. Gerçi fotoğrafı falan yok, mahlas olabilir adı. Birden fazla mahlasla farklı şeyler yazıyor olabilir. Ben de yapabilecek tıynette bir insanım, oradan biliyorum. Yine George Orwell de bunu yapan bir insan evladıydı kendisi.

16 Nisan 2021 Cuma

Ben Artık Bıktım Bu Başlık Maşlık İşlerinden, Köye Yerleşip Patlıcan Yetiştireceğim...

Jahrein milletvekili adayı olacakmış lan skhds. Hiç de sevmem herifi, yalnız şu var ki: Mevcut siyasetçilerin tamamına yakınından çok daha makul, hatta makbul bir seçenek olur. Öyle de ilginç bir ayrıntı var.

Bu arada dünkü yazıya bir ekleme: Safevilerde zorunluluk gereği Farsçaya yakınsar yönetici dili.

Fumetsu no Anata e hakkında tek diyeceğim "İzlenir bu." Daha da yorum yapmaya gerek duymuyorum. Osananajimi ga Zettai ni Makenai Love Comedy diye anime çıktı, çevirisi şu: "Çocukluk Arkadaşının Kaybetmediği Romantik Komedi." Bu, evet, birebir bu. Ben de kaybedeceklerini bile çocukluk arkadaşlarını tutan iflah olmaz biri olarak tabii ki izleyeceğim. Bu arada OreGairu'da Yui'yi desteklerken de Yukino'yla biteceğine hemen hemen emindim. Sevmiyorum arkadaşım sarışın transfer öğrenci (Alice Cartelet ile Kujou Karen -Özellikle Karen- hariç), herkesin hayran olduğu aşırı havalı tipitip falan; zorla mı? Milletin taptığı Nakiri Erina'yı da hiç sevmem mesela (Daha doğrusu severim ama aynı animedeki diğer kadın karakterlere kıyasla çok az severim, öyle ki "Sevmiyorum" dersem sırıtmaz.). Ayı animeden Rindou-senpai (Kesip benden yemek yapsa gıkım çıkmaz, çıkarsa adiyim!), Megumi, Yuki (Avcı kız), Alice (Nakiri Alice) falan çok daha iyi seçenekler bence. Lan o değil bunun olmasından korkuyordum ama Osananajimi'li animede esas kızı (yani çocukluk arkadaşı olmayanı) sevdim. Hay... Gerçi çocukluk arkadaşını göremedik daha, bölümün yarısı oldu, o ayrı bir konu. Ulan neyse, çocukluk arkadaşına yüklediklerini sanmıştım o sevmediğim klasik "sonradan gelen esas kız" havasını (Açıklayamıyorum ama böyle bir şey var. Yeterince harem romantik komedi [nasıl oluyorsa artık] izleyenler neden bahsettiğimi anlayacaktır.) ekleştirdiklerini sanmıştım, ilk çıktığı sahnelerde de öyle gibiydi ama değilmiş Allahtan. Onu da sevdim. Bu arada çocukluk arkadaşı karakterler genelde sevecen, neşeli (içten içe hüzünlü olanları da boldur) ve saf (çoğunlukla da başına buyruk) olur -ki temelde onları tutma sebebim budur- ama buradakinde biraz şeytanlık var. Güzel bir hava katmış gerçi, bir de kızın haklı argümanı var, o sebeple o şeytani hava pek göze batmıyor. Gerçi ben de hiç ilişkisi olmamış malın teki olduğumdan ve bırak ilişkiyi doğru düzgün reddedilmiş bile olmadığımdan (lan en azından bu olaydı rahatlardım belki) hak veriyor olabilirim. Bu arada başkarakter, yani esas oğlan hakkında: Malsın oğlum, ağır malsın hem de. Ühühühü... Hay sikeyim, başkarakterle aynı mallık düzeyindeyim ya. Köprü altında yaşayan şarapçı hayat hakkında benden çok daha iyi kararlar vermiştir, bundan eminim. Yalnız tamamdır, Kuroha'cıyım arkadaş ben. Zaten esas kızın kazanacağını bile bile gidip çocukluk arkadaşlarını tutuyorum, bari bunda... Bu yazar (Ranobe kökenlidir kesin, o kadar eminim ki cümle şeklindeki başlıktan, konusundan falan... Kontrol bile etmiyorum hiç.) sonda siyahlıyı (çocukluk arkadaşı olmayan... Eeeeh, isimleri vermeden anlatmak ne zormuş ulan. İsim versem de önce kim olduğunu açıklamam gerekecek.) kazandırabilir ha. "Hatırlamıyor ama bunla da çocukluk arkadaşı o." falan diyebilir. "Nasıl ya?" demeyin, yapılmışı var (Sikmişim spoyu şimdi, bir durun zaten ortalık karışık): Nisekoi. Hayır animenin adının çevirisi de (benim gibi tembel çevirmen olmayın) "Çocukluk arkadaşının KAZANDIĞI" değil, "Çocukluk arkadaşının ASLA KAYBETMEDİĞİ" şeklinde (İlk çeviriyi aşağı yukarı doğru yaptığımı unutmuşum sinirden, kontrol ederken fark ettim.). Yani kaybetmiyor tamam ama kazandığı anlamına da gelmiyor. Hay sizin esas kız fetişinizi... Size diyorum size: Japon okuyucusu, izleyicisi ve dahi yazar takımı (Aynen, her hafta burayı okurlar zaten. Shounen Jump editörleri falan hep beni okuyup ona göre belirler. Tabii...); yeter ulan.

Bak bir süredir Youtube'da ÇGHB skeçlerine sardım (Eski, yeni fark etmeden izliyorum.) da bir şey dikkatimi çekti: Eski skeçlerin yani ilk ÇGHB'nin skeçleri ekseriyetle Turkweb.tv diye bir siteden alınma. Bayağı sağ üstte TURKWEB.TV yazısı gömülü. Lan bir de ÇGHB'nin resmi Youtube hesabı bunu yayınlayan, insan kendi programının eski bölümlerini internetten çeker mi? Yok mu oğlum eski bölümlerin kayıtları elinizde, imha mı ettiniz hjaakshasl. Bu arada "Kesin kapanmıştır bu site." diye Türkweb.tv'ye de baktım, evet, kapanmış.

Şimdi, şöyle bir şeye denk geldim. Ta 2017'den kalma şey hakkında niye yazıyorsam artık, neyse... Yalnız ben bu öğretmenin (!) söylediklerinden iki şeye takıldım: Birincisi, "Çocuğun adını babaanne koyar, başkası koyarsa cehennemliktir." kısmı. Hangi mezhebin, hangi tarikatın hükmü lan bu? En temel hükmü, hatta pratikte tek hükmü "Eskiler ne yaptıysa onu yap, 'Ya biz bunu yapıyoruz da nerede diyor böyle yapın diye?' deme, bir bildikleri vardır." olan Selefilikte ve Vahhabilikte bile böyle bir saçmalık yok. "Evde kedi köpek varsa namaz kabul olmaz." var bir de. Hadi köpek kısmı Sünni mezheplerde bu mezheplerin ortaya çıkışından beri söylenen bir şey, Kuran'da bir köpek bizzatihi sahiplerinin ona koyduğu adla (Kıtmir) övülmüş olmasına karşın hem de. Peki ya kediye ne diyeceğiz? Hem Sünni hem Şii mezheplerinin hadis kitapları kedileri öven kıssalarla, hadislerle dolu? Bütün Sünni mezheplerce kabul edilen "Kedi temizdir, içtiği sudan abdest alınır." hükmü var mesela. Nasıl oluyor o zaman? Ha babaanne konusunda, aha size birkaç ayet: "Kim Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalimdir?" Hûd, 18; "Hem o kıyamet günü görürsün ki, Allah'a karşı yalan söyleyenlerin yüzleri kararmıştır. Kibirlenenlerin yeri cehennem değil mi?" Zümer, 60; "Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışanlara gelince, işte onlar Hakk'ın huzuruna azab içinde getirileceklerdir." Sebe, 38; "O kimse Allah'ın kendisine okunan âyetlerini işitir de, sonra sanki kibrinden hiç işitmemiş gibi ısrar eder. İşte sen onu, can yakıcı bir azapla müjdele!" Casiye, 8; "Dinlerini bir oyun ve bir eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Ve hiçbir kimsenin kazandığı şey yüzünden kendisini helake atmamasını, kendisi için Allah'tan başka hiç bir dost ve hiçbir şefaatçi bulunmadığını Kur'ân ile hatırlat." Enam, 70; "Dillerinizin yalan vasfetmesi ile 'Şu helaldir, şu haramdır.' demeyin; aksi halde Allah'a iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah'a yalan uyduranlar asla kurtulamazlar." Nahl, 116; "Onlardan öyleleri vardır ki, dillerini Kitap’a doğru eğip bükerler, siz onu (bu okur göründüklerini) Kitap’tan sanasınız diye. Oysa o Kitap’tan değildir. 'Bu Allah Katındandır' derler. Oysa o, Allah Katından değildir. Kendileri de bildikleri halde Allah’a karşı (böyle) yalan söylerler." Al-i İmran, 78; "Size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz? Hiç mi öğüt alıp-düşünmüyorsunuz? Yoksa sizin apaçık olan bir deliliniz mi var? Eğer doğru söylüyorsanız, öyleyse getirin kitabınızı." Saffat 154-157; "...Hüküm yalnızca Allah'ındır..." Yusuf, 40. Aha bu da kedi köpek hakkında: "...Öyle hayvanlar vardır ki, -O’na iftira etmek suretiyle- üzerlerinde Allah’ın ismini anmazlar. Yalan yere iftira düzmekte olduklarından dolayı O, cezalarını verecektir..." Enam, 140. Bu arada bu ülkede ateistlerin de büyük çoğunluğunun mal olma sebebi aha böyle malların (ki hiç de az değiller. Aziz Nesin şu aptallık konusunda harbi haklıymış, her geçen gün daha da hak veriyorum adama. Lan eğitim düzeyi, inancı/inançsızlığı fark etmiyor ki bu toplumda, alayı mal. Ha benim de kendimce mallıklarım var da bu kadar da değilim.) insanı dinden imandan çıkarmasıdır. Bak deyimi gerçek anlamda kullandım, düştüğümüz hale bak.

Eveeet, hamamböceği ve uğur böceği "tweet"i ("tweet"leri) hakkında konuşacağım. Öncelikle, "hamamböceği ile uğur böceğini ayıran dış görünüşüdür." demek için sapla samanı ayırt edemeyen cahili cühelanın teki olmak gerekir. Hamamböceği üstünde bin çeşit mikrop, patojen taşıyan, insanın evini yurdunu istila eden şerefsiz bir haşeredir. Azot döngüsü ve çoğu böcekçilin beslenmesinde önem arz eder ama yine de insanların evlerinde istememesi kadar doğal bir şey yoktur. Uğur böceği ise yaprak bitlerini yiyen tarım dostu, çiftçi dostu bir böcektir. Ziraatta "Biyolojik mücadele" denen bir şey vardır, aha uğur böceği de bu konunun gözbebeğidir, bu konuda tacı takar. Üstüne uğur böceği bırak mikrop taşımayı parazitlere bile uygun olmayan bir böcektir.

Bak şimdi, Ekşi'de "1 milyon tl'm olsa çalışmam diyen insan" diye başlık var. Altına yazanların tamamına yakını da mal. Çoğu "O kadar parası olanlar herkesten çok çalışıyor.", bir o kadarı "Milli piyango talihlileri falan eritiyor hemen." deyip arkasından yapıştırıyor "Neden?"i. Ben söyleyeyim: Mal olduklarından. Daha doğrusu geçen yazıda bahsettiğim zengin vizyonsuzluğu hasebiyle. Bunlar sanıyor ki insan parası olunca illa altın kaplamalı pizza yemek zorunda. Bu cümleyi kuran insan bugün Bim sucuğu yiyorsa parası olunca normal sucuk yer, başkaca da bir değişiklik olmaz hayatında. Bir de "Boşluğa düşer insan yan gelip yatınca, üretmek lazım." diyenler var. Bunlar daha da büyük mal. Maaşlı işte, hele "9-6 çalışma", "esnek çalışma saatleri" (Nedense hep yukarı doğru esner bu da) gibi kavramların olduğu maaşlı işte çalışmak üretmek falan değildir. Onun adı köleliktir. Kölelik kaldırılmadı, ekonomide yaşıyor arkadaşlar. Üretmek nedir, biliyor musunuz? Tohumdan bir buğday yetiştirmektir, kayadan bir heykel yontmaktır, kalbinden iki dize şiir yazmaktır, tuvale resim çizmektir... Bunları yapanların alayı da -mevcut Türkiye şartlarında- sürünür. Hoş görsel sanatlar, hatta büyük oranda müzik de Rönesans'a dek dünyanın hemen hemen her yerinde zengin taifesinin uğraşıydı zaten ("Halk müziği" denen bir kavram da var, dolayısıyla müziğe "büyük oranda" dedim.) ama konu bu değil. Üretmek budur, sabahtan akşama dosya tasnifleyerek ne ürettiğinizi sanıyorsunuz? Sikik sistemin gönüllü kölelerinden başka bir şey değilsiniz. Günümüz Türkiye'sinde üreten ve yaşayabilecek ("Hayatta kalabilecek" demiyorum bak, dikkat edin.) kadar para kazanabilen yegane kişiler sanayide araba toplayan kaporta ustasıyla yabancı bağlantılı bir şirkete kapağı atmayı başarmış mühendistir. Türkiye'de en mantıklı şey 1 milyon tl'nin bir kısmıyla bir iki ev alıp kira geliriyle geçinmektir. Sonra da eğer oradakiler gibi vizyonsuz malın teki değilseniz hobiyle ilgilenirsiniz. Ulan 1 milyonunuz oldu diye illa zengin hobileri edinmek durumunda değilsiniz ki. Kendimden örnek verirsem: Gider deniz kenarında deniz kabuğu ve taş toplarım. Ha, ne olur? Arama alanım genişler, yurtdışı sahilleri vs. de dahil olabilir. Ya da bir iki deniz kabuğunu parayla alabilirim (Öyle kıyıda bulunamayanlar da var tabii.). Hele akvaryum, kamp gibi mevcut hobilerimle ve sırf param olmadığından güdük kalan koleksiyonerliğimle (Denizkabuğu ve taş gibi şeylerin yanı sıra bıçak, kılıç falan hastası olduğumu bildiğinizi varsayıyorum. Atölyem olsa kendim yapmaya da kasarım, zaten kullanım değil koleksiyon ürünü olacaklarından çelik yapısının sağlam ve sıkı olmasına o kadar da gerek yok.) yeterince üretirim ben, merak etmeyin. Maaşlı köleler hiçbir şey üretmezler, zaten üretmeye zamanları da yoktur. Alayınız da köle olmaya çok meraklı mallarsınız. Tarihi eleştirirken "Ama kölelik vardıııı" demeyi biliyorsunuz, bu arada Ortadoğu sistemindeki kölelere klasik anlayışlı yönetimin işçilerinden çok daha iyi bakılıyordu, bunu da belirteyim. Siz tabii maaş alıp üç kuruşluk kahveye beş lira gömmeyi çok âlâ bir şey, özgürlük, modernlik, batılılık (bunun övülmesi de saçmalık. Lan dünyaya soykırım, ırkçılık, savaş suçu gibi kavramları kazandıran tipler bunlar.) sandığınız için bu mallık düzeyinde olmanıza şaşırmıyorum. Ha bu arada "mal", Moğolca büyükbaş hayvan demektir; Türkçede de yöresel olarak sığırlara (ve mandalara) dendiğini duyabilirsiniz. O çobanların elindeki koyunu, keçiyi, öküzü güttükleri değneğe de "Mal değneği" denir ve öyle denmesinin sebebi budur. Yok, aklıma geldi sadece. Bir şey ima etmiyorum, yersen. Hoş siz köle olduğunun farkına varamayan kölelere "mal mülk" derken kullanılan Arapça kökeni kullansak daha mantıklı ya, neyse. Alayınız kapitalizmin malı olmuşsunuz be. Starbucks kaliteli bir firma değildir bu arada, kahveyi rezil eder hatta. Nescafe'nin 3'ü 1 Arada'sı kahveye çok daha saygılı bir yaklaşımdır. Kahve içmek istiyorsanız 3. dalga yerlere gidin, bir sürü var ülkede. Ha bu arada bir adet moka pot, bir adet "French press" ya da süt köpürtücü, espresso yapmaya uygun kahve çekirdeği (Migros'ta, Carrefour'da falan oluyor), süt (Soya sütü, badem sütü falan da Migroslarda falan satılıyor, Bim'e, A101'e bile geldiği oluyor) ve gerekli aromalarla (Aromalı şeyler içmiyorsanız gerek yok) Starbucks'ta yapılan kahvelerin bizzat orijinalini evde de yapabilirsiniz. Makineye falan gerek yok, bu kahveler ta 17. yüzyılda ortaya çıktı, o zamanlar makine mi vardı? Zaten İtalyan kahveleri için size gereken temel şey espresso: Espressoya su katarsan Americano, çırpılmış/köpürtülmüş süt katarsan Latte (Cafe Latte. Latte direkt "Süt" demek İtalyancada, "Cafe Latte" de "Sütlü kahve" oluyor), süt ve süt köpüğü katarsan Cappucino, latteye çikolata katarsan Mocha, latteye beyaz çikolata katarsan "White Chocalate Mocha", süt olmaksızın sadece süt köpüğü katarsan Macchiato, ona karamel eklersen de "Caramel Macchiato" (Çok ilginç değil mi? Şeytanın aklına gelmez.), köpüksüz, çırpılmamış sadece süt katarsan "Flat White" oluyor.

Bak şimdi, "Tarihi kazananlar yazar." diye bir söz var ve ziyadesiyle doğru. 2. Dünya Savaşı'nı ele alalım: Eğer Almanlar kazansaydı bugün "soykırımcı psikopat" diye tavır aldığımız Hitler'in belki kötü yönleri de anlatılacak ve öğretilecekti ama önüne gelenin söveceği bir durum olmayacaktı. Hatta büyük ihtimalle Modern Almanya'nın (İsminin Alman İmparatorluğu, Alman Führerliği falan olma ihtimali de hiç de azımsanacak gibi değil elbet.) kurucusu falan kabul edilecekti. Ayrıca savaşı Almanlar kazansaydı dünya dili İngilizceden Almancaya dönerdi. Daha önce de söyledim, "lingua franca" denen nanenin kolaylıkla, zorlukla ilgisi yoktur. En güçlü ve en çok üreten devletin dilidir. Zaten bir dil "kolay" ya da "zor" değildir, öğrenmeye çalışanın anadiline ve hangi dilleri bildiğine bağlıdır kolaylığı ve zorluğu. Türkçe konuşan birinin gidip her yerde "Zor" denen Japoncayı temel olarak öğrenme süresi İngilizceyi temel olarak öğrenme süresinden katbekat kısadır, bunun sebebi de üç dilin cümle mantığıdır: Türkçe ve Japonca sondan eklemeli, İngilizce bükmelidir. Türkçede Özne+Nesne+Yüklem, Japoncada Özne+Wa/Ga (Bir nevi yardımcı fiil)+Nesne+Yüklem, İngilizcede Özne+Yüklem+Nesne şeklindedir. Hatta Türkçede Özne+Nesne+Ek+Yüklem+Ek, Japoncada Özne+Wa/Ga+Nesne+Ek+Yüklem+Ek şeklindedir. Ayrıca her iki dilde de "gizli özne" mantığı vardır ama Türkçedeki yüklemin sonuna eklenen zamir eki (Yaptı"m", yaptı"n") Japoncada olmadığından cümlenin gelişinden anlamak zorunda kalırsınız kimden/neden bahsedildiğini. Bazıları da sanıyor ki BM karar almış "En kolayı bu." demiş de öyle dünya dili İngilizce olmuş. Şu an dünya dilinin İngilizce olmasının üç sebebi var: Birincisi ABD'nin dili olması, ikincisi dünyanın yarısını işgal edip sömüren Britanya İmparatorluğu'nun dili olması, üçüncüsü de Sanayi Devrimi'nin İngiltere'de başlaması. Zaten birinci madde ikincinin, ikinci de üçüncünün sebebi o ayrı. İngilizceden önce Fransızcaydı (Ki Lingua Franca ifadesi de zaten bu dönemden kalmadır, esasen kelime olarak Fransızca demektir.), Fransızcadan önce Avrupa'da Latinceydi. Fransızca olmasının sebebi askeri teknoloji (Misket tüfeği) ve siyasi liderlik (Fransız İhtilali), Latince olmasının sebebi Roma İmparatorluğu'ydu. Batı Asya'nın ortak dili yüzyıllar boyunca Farsça olarak kaldı (Bunun sebebi de Perslerin Asya kültürüne etkisi, anlattım bunu.), Göktürk Hakanları da Cengiz Han da uluslararası olarak Farsça anlaşıyordu (Çinlilerle Çince anlaşıyordu tabii.), yine ta Meiji Dönemi'ne -ki 19. Yy. oluyor- dek Uzakdoğu'da ortak dil Çinceydi. Eğer konu kolaylık-zorluk olsaydı, lehçeleri bile birbiriyle zar zor anlaşan ve hangisinin lehçe, hangisinin dil olduğu belirsiz bir diller yumağı ortak dil olur muydu sizce (Türkçede de hangisi dil, hangisi lehçe biraz sorun çıkarıyor ama en uzak iki Türk dili bile bazı temel kurallara göre birbirine kısaca dönüştürülebiliyor. Türkiye Türkçesinde baştaki Y'leri J yaparsanız Kazakça ve Kırgızcayı büyük oranda halletmiş olursunuz misal.)? Osmanlı'nın güçlü olduğu dönemlerde Avrupalılar Osmanlı'ya Arapça tercüman yolluyorlardı, bir yerden sonra Türkçe tercüman yollamaya bile başlamışlardı. Viyana'yı alıp ileri kadar gitse idi Osmanlı (ki öyle olsa muhtemelen ta Britanya'ya dek varılır, Hilafete ek olarak Papa da Osmanlı'nın himayesinde olurdu.) dünya dilinin Türkçe olması işten bile değildi (Resmi dili Farsçaya çeviren Selçuklu'nun aksine Osmanlı'da resmi dil kuruluşundan yıkılışına dek, işgal altındayken bile sadece Türkçe olmuştur.). 2. Dünya Savaşı'na geri dönelim: Almanya kazansaydı bugün Hitler'e sövdüğümüz gibi Amerikan ve Rus yetkililere, liderlere sövecektik. Gerçi Slav diye bir millet kalır mıydı o zaman meçhul, Yahudilerin kalıp kalmayacağını ise sorgulamaya bile gerek yok. Eğer savaşı Almanlar kazansaydı bugün SS'in, Wehrmacht'ın kirli çamaşırlarından değil teknolojik üstünlükleri ve dahiyane taktikleri gibi şeylerden bahsederdik. Ya da hadi günümüzden, Türkiye'den bir örnek verelim: Eğer Taht, Atatürk'ü ve destekçilerini yakalamayı başarabilse ve Saltanat -artık ne kadar daha devam ederdi bilinmez ama- devam etseydi Atatürk'ü sadece bir isyancı olarak okurduk tarih kitaplarında. Hatta taht talebi olduğu bile söylenirdi muhtemelen. Yine bugün kahraman addettiğimiz Kuvayi Milliye zararlı cemaatler arasına sokulabilirdi. -bilirdi diyorum çünkü Atatürk'ün başarılı olma (ya da en azından çok başarılı olma) sebeplerinden biri de işgalcilerden "Lan sultan bir şey demiyor mu bunlara?" şeklinde rahatsız olan yoğun halk kitlesinden ama içten ama dıştan destek görmesiydi. Devletin dönüşümü (Kurulan şey Cumhuriyet'tir, Devlet zaten vardı.) belki olmaz ya da daha farklı olurdu ama halkın büyük bölümü zaten peşinden gidecekleri, mücadele kıvılcımını tutuşturacak bir lider bekliyor veya arzuluyordu.

13 Nisan 2021 Salı

Bak Şu An Başlık Koydum, Gördün mü?

Koi to Yobu ni'li şeye on dakika falan katlanabildim. Nasıl komedi lan bu? Bölümün başından beri iç karartıcı müzik, kapalı hava, hiç komik bir şeyler de olmuyor... Dram olmadığına emin miyiz? Zaten başkarakter şerefsiz falan diyorlar, hiç bulaşmayacağım. Seven Nights Revolution da aynı King's Raid gibi daha önce elli bin kere işlenmiş bir konuyu işleyen ve en ufak beklenti olmadan izlenilmesi gereken bir anime olacak, belli. Muhtemelen izlerim, hayatsızım ben, izlenemeyecek kadar kötü olmayan her şeyi izlerim. Dragon, Ie wa Kau aslında güzel, yani en azından temel fikir güzel ama pek sarmadı. Birkaç bölüm bekleyeceğim bakalım, çoğu anime ilk 3 bölümde belli eder potansiyelini; 3. bölüme kadar komple kötüyse kötü olur ama 3. bölümden önce "iyi" ya da "kötü" demek çok da mümkün olmaz çoğu zaman. Ha bazen -örneğin King's Raid ve Seven Nights Revolution'da olduğu gibi- daha ilk bölümden belli eder ne olduğunu ama onlar istisnadır. Bir de: 3. bölümde batırılanlar, iyileşenlerden çok daha fazladır. Super Cub iyi gibi duruyor. Klasik SoL havasına göre daha ağır ama güzel yine de. Hele boğuculuktan sıyrılan renk geçişi... Ben "Benim" diyen Seinen'de böylesini görmedim. Durarara yanında halt etmiş, o derece. Bu arada bu Super Cub olsun, işte Yuru Camp, bir kaç tane daha var bu animeleri izledikçe araba ehliyetini, arabayı falan boş verip mobilete, mopede falan düşesim geliyor benim. Subarashi Kono Sekai the Animation'ın çizim tarzının fazla retro-Amerikan olması beni biraz gerdi başta ama konu falan güzel. "Bizim başkarakter kesin GM" dedim ama çok şükür o ihtimali -büyük oranda- kaldırdılar bölüm sonunda. Ama hâlâ oyunun (ne Sikkim [Sikkim: Hindistan'da bir eyalet] bir oyunsa bu artık) kurucusu falan olma ihtimali yüksek. Keşke olmasa ama büyük ihtimalle olacak. Blue Reflection Ray'in ilk bölümü kötü değildi ama iyi de değildi. Bir de Wonder Egg Priority'nin üstüne gelince "Hazır o soğumamışken aradan yürürüz." demişler gibi hissettiriyor (Gerçekten demiş olabilirler bu arada. İlginç bir şekilde anime yapımcılarıyla bizim Türk dizilerinin yapımcılarının kafası birçok konuda benzer çalışıyor. Bir isekai popüler mi oldu? Her taraf isekai dolar. Shoujo'nun teki çok tuttu, sonraki sezonki animelerin alayı shoujo olur.), 3. hatta 5. bölümden önce bu anime hakkında yorum yapmak çok da mümkün değil gibi. Alttan alttan bir gizem hissi ve boğucu havası var ama bir yandan da kof bir hismiş, altından pek bir şey çıkmayacakmış gibi geliyor insana. Shadow House bayağı iyi duruyor. Zaten korku-komedi efsaneliğini daha önce kanıtlamıştı (DoroHedoro), gerçi bu SoL-Doğaüstü ama olsun. O da kendini Natsume Yuujinchou ile kanıtladı gerçi, doğru. Gölgelerin altından bir şey çıkacak, belli ama genel anlamda eğlenceli gidecek gibi. Tsundere gölge safgdsha. Nagatoro-san hakkında "Anlatmaya gerek yok, görüyorsunuz." durumu var. Sikke sikke (Sikke: Metalik para) izleyeceğim Nagatoro'yu, yapacak bir şey yok. Senpai'in (Ulan adamın adı yok, ana karakter bir de bu.) sesi tam olması gerektiği gibi, Nagatoro'nun sesini sevip sevmediğimden emin değilim. O gıcık, sinir bozucu havayı çok iyi vermişler ama bu kadar gevşektense biraz daha sert bir ses olmalıydı diye düşünüyorum. Slime Taoshite 300-nen'i -biliyorsunuz ki- SoL isekai köpeği olduğumdan izleyeceğim ama pek de kayda değer bir anime değil. Ben bunları tamamen bu dünyanın ne kadar iğrenç ve sıkıcı olduğunu unutmak için izliyorum, zaten dünyada her şey yeterince (yani ölümcül sıkıcılıkta) ciddi değilmiş gibi ciddi anime arıyorsanız hiç bulaşmayın. Buradan da Rimuru kralımdan (En sevdiğim isekai başkarakterlerindendir, hatta sevdiğim nadir isekai başkarakterlerindendir; çoğu isekai başkarakterini sevmem ben. Rimuru hele torpilliler arasından sevdiğim tek isekai başkarakteri, geri kalan sevdiklerim torpilsiz olanlar. Gerçi Rimuru da çok torpilli sayılmaz, sadece aşırı şanslı ama olsun.) çok özür diliyorum ama yapacak bir şey yok. Odd Taxi'nin bölümün ilk yarısı Tiktokçu (Gerçi bu Twittercı ama) Genç vs. Taksici Dayı şeklinde geçti la gsaagjs. Bir de radyodan devamlı "Şu kayboldu, bu kayboldu" anonsu var; eh, gizem de animedeki tek tag. Nereye bağlanacak acaba? Hele başkarakter taksici morsun (Bayağı mors. Karakterler hayvan direkt.) "Neden taksici olmaya karar verdiniz?" sorusundan sonra giren "flashback"imsi sahne? Ulan bir de 2. yarının başlarında tam gizem şeyinde "Haunted House" isimli flaş oyunun (Bu da çocukluğumu yiyen oyunlardandır. O yüzden böyle manyak oldum ben. O değil de 9 yaşında korku filmi izliyordum, şimdi tırsağın tekiyim; arada ne oldu acaba?) müziğini basmışlar hjashsak. Çok güzeldi be. Hayır Flash Player da yok artık, flaş oyunları oynayamayacağız. Ah ulan be... Oyunlar 1, o Oyunlar 1 var ya... Lan çok güzel flaş oyunlar vardı ya. Yalnız Odd Taxi'nin ilk bölümünün sonlarına doğru: Muhtemelen karakterler hayvan değil de bizim taksici başkarakter psikolojik/nörolojik sorunlardan öyle görüyor. Bir iki bölüm şans verecektim ama tamam, izlerim bunu. Bishounen Tanteidan'ın ilk 3 dakikasından "reverse harem" olacağı belli. Eh, daha önce de "reverse harem" izlemişliğim var, konusu falan iyiyse izlerim. Yalnız "Güzel Oğlanlar Dedektiflik Kulübü"ne (Bishounen'i en iyi böyle çevirebilirlerdi gerçekten, buradan Arcadia çevirmenini kutluyor ve kendisine saygılarımı sunuyorum. Bishounen'i "yakışıklı" vs. diye çeviremezsiniz çünkü alakası yoktur.) girişin kuralları efsane hjasksa. Bence çok mantıklı. Yalnız ilk çıkan erkek karakter amma gıcık lan, gsajaskjds. Ha kızın gözleri gerçekten çok güzel, o ayrı bir konu. Yalnız... Herif kızı överken bile kendini övüyor la hwaaksa, var mı lan böyle bir şey? Komi-san'da Naruse-kun vardı gerçi, o da aynısını yapardı bak. Tamam, bunu izlerim. Komik olacak gibi duruyor. Neden boyna komedi izlediğimi tekrar anlatmaya lüzum görmüyorum.

Eveeeet, sayın seyirciler... Türkçe hakkında konuşmak istiyorum, öhöm, öhöm. Gerçi nasıl gireceğimi bulamadım konuya, konuyu nasıl bağlayacağımı da. Özetle: "Bindik bir alamete, gideyo'z gıyamete." Neyse. Türkçenin ilk versiyonu, aslında ses değerleri açısından epey kısır bir dildi -günümüz Türkiye Türkçesinin ve yine günümüzdeki birçok Türkçe varyasyonunun aksine-. F yoktu, V, H, Ğ, C yoktu. J zaten... Gerçi J ön Türkçede bir ara ortaya çıkmış (Altaycadan kalma, daha doğrusu Altaycadan kalamamış P' sesini ikame amaçlı) sonra tekrar kaybolmuş, Kıpçak dillerinde de tekrar J kullanmışlar işte. Gerçi Ng, Ny gibi çeşitli birleşik sesler vardı. Çok da uzun olmayan bir zaman dilimi önce Azerbaycanca (o zamanlar Safevice) ve Türkiye Türkçesi (O zamanlar Osmanlı Halk Türkçesi ya da yine Türkiye Türkçesi. Hoş sadrazam da günlük hayatta divan şiiri gibi konuşmuyordu ama yine de sarayın dili halkın dilinden biraz farklıydı.) arasında bugün olduğu kadar bile fark yoktu. Kırım Tatarcasıysa bambaşka bir duruma sahiptir: Özünde bugün doğrudan Tatarca denen Kazan Tatarcasından hemen hemen hiç farkı olmayan, yoğun Moğolca etkili tam bir Kıpçak diliydi; zaman geçtikçe Oğuz dillerine, özellikle de Türkiye Türkçesine benzemeye başladı. Baştaki P' sesinin ikamesi olan J'ler ya Y'ye dönüştü ya da kayboldu örneğin. Onun sebebi de Kırım hanlarının (Orijinalde Giraylar hatta Geraylar, daha sonradan Han'a dönüştü onlar da.) bir yerden sonra Osmanlı sancaktarları haline gelmiş olmaları. Bu arada Kırım Hanlarının durumu Osmanlı için bugün bildiğimiz/anladığımız anlamda bir eyalet sistemiydi, Osmanlı düzeninde Adana'ya da eyalet deniyordu ama bugün "Eyalet" diyebileceğimiz yer Kırım Hanlarının hakimiyetindeki kısımdı. Bir nevi özerk sayılırlardı hatta Osmanlı'ya vergi bile ödemezlerdi, daha doğrusu ödemeyi para, ürün (öşür), ipek gibi şeylerle yapmazlardı; onun yerine Kırım ordusu, Osmanlı ordusunun parçası sayılırdı ki bu da Kırım hanlarını bir tür yüksek rütbeli ve yüksek yetkili tımarlı sipahi haline getirir; ama kimse tımarlı sipahinin tekine devleti emanet etmez. Giray Hanedanı, aynı zamanda Osmanoğulları Hanedanı'nın varisiydi. Hanedan yok olursa eğer yeni padişahlar onlar olacaktı. Memlükler de devletin kurucu Türk hanedanı bittiğinde yerlerini Çerkez kökenli bir hanedana devretmişti, aynı mantık. Kendi paraları vardı ki lise tarih derslerinden aklınızda kalmadıysa tekrar ediyorum: Türk devlet sisteminde kendi paranı bastırman bağımsız olduğun anlamına gelir. Bağımsızlığını ilan eden Türk-İslam devleti, daha doğrusu hükümdarı gidip hutbe okutur para bastırırdı. Ama öte yandan Kırım Hanı, Osmanlı Sultanı tarafından atanırdı (Tabii ki hanedandan atanıyor, sokaktan geçen adamı tutup tahta oturtmuyorlar.) ve Giray'ın ordusunun Sultan'ın davetine icabet etmesi gerekirdi (Şu dediğim vergiyi ordu gücüyle ödeme meselesi.). Bu arada Türk-İslam devletlerinde yönetici taifesinin "yüksek" dili her daim Arapçaya ve Farsçaya (Selçuklu'da ve öncesindeki bütün devletlerde Farsça, Anadolu Beylikleri ve özünde o beyliklerden biri olan Osmanlı'da Arapça; Memlüklerde zorunluluk gereği Arapça [Herifler Irak'ın doğusuna hiç gitmedi], Babürşahlarda zorunluluk gereği Urduca [Hintçe değil, evet].) yakınsar, yani Ramazan Bey'in adı "Iramazan" değildi.

Geçen Neurolink haberi vardı. Elon Musk'ın bu Neurolink işini nörolojik/psikolojik tedavi vs. için değil de Tam Dalış Teknolojisi için zorladığına yemin edebilirim ama kanıtlayamam. Ha öbürküler de tuzu biberi olacak elbet. Bir ara Twitter'da Edward Elric profil fotosuyla gezen bir insan sonuçta bu. Bu arada Eloncuğum, bizim bir internet işi vardı, Starlink? Hani tamam teknoloji, bilim bunlar aceleye gelmez, sonra bu Neurolink daha önemli falan biliyorum da bir ses seda edeydin, güncelleme paylaşaydın Dogecoin'in ırzına geçeceğine be anam?

"Para mutluluk getirmiyor." demek için bile öncesinde para istenen bir dünyada kimse bu cümleyi ciddiye almaz. Ha bu cümle kısmen doğrudur bak: Kişi, parası varken de mutsuz olabilir. Hele bir de nereye sokacağını bilemediği kadar parası olan vizyonsuzun tekiyse boşluğa düşme olasılığı epey yüksektir. Zengin vizyonsuzluğu çok fena bir şey: Acun mesela, gerçi bu vizyonsuzlukla o kadar parayı kazanabilmiş olmasını halkımızın genel vizyonsuzluğuna mı Acun'un halkı tanımasına mı yoksa başka şeylere mi yoracağınızı siz bilirsiniz. Ya da Jack Ma. Lan arkadaşım, sen Çinli değil misin? Erişte denen şeyin doğduğu topraklarda yaşıyorsun, Allah aşkına şu üç dakikada beş dakikada olan hazır erişteleri ("Instant noodle") sevmek ne lan? Git doğru düzgün erişte sev, bin tane çeşidi var lütfen ama ya. Hah, konuya dönerse: Kişi, parası varken de mutsuz olabilir; ama... İşte orada bir "ama" var. Faturalarını nasıl ödeyeceğini düşünen, sabahın beşinde, altısında, hadi yedisinde olsun zorunluluktan yatağından çıkıp söve söve işin yolunu tutan bir insan evladının mutlu olup olmadığını düşünmeye bile zamanı olmaz. Hele dünya nüfusunun %80'inin bilerek ve isteyerek tüketim toplumu haline getirildiği (Kalan %20 de servetlerine servet katmak için bu fikri bulanlar zaten. Bu 80/20 [Eğik çizgi, bölme işareti olarak kullanılmamıştır.] oranına "Pareto İlkesi" denir bu arada. Her daim olumlu, iyi şeyler ve refah %20 şeklindeki aşağı yukarı sabit bir küçük orandadır. Zaten durumu ters çevirirsen, yani %80'i zengin yaparsan ona "talep enflasyonu" denir ve elinizde %100 fakir kalır.) günümüz dünyasında bu cümleyi kuran kişiyi taşla, sopayla, sabanla kovalamadıklarına şükretmek gerekir. Her an evini kaybedebilecek, suyu kesilebilecek (Doğru düzgün sebil, çeşme de kalmadı) insanlara "Para mutluluk getirmiyor." derseniz ta Hz. Adem'e dek bütün soyunuzun, sopunuzun kulak ardına değin söverler. Nasıl, siz farklı mısınız? Tüketim toplumunu reddediyorsunuz? "Ferman padişahınsa dağlar bizimdir, gerekirse çimen yerim." (Çimen yenmez bu arada, böcek tavsiye ediyorum.) mi diyorsunuz? Diyojen gibi fıçıda yaşamaya kalksan da ceza keser, işgaliye vergisi alırlar! Sonuçta yine bir yerlerden para bulmak zorunda kalırsın. (Dağda, ormanda kalmanın kişiyi anında "kaçak" konumuna soktuğundan bahsetmiyorum bile.) Buna bir de Nasreddin Hoca'nın meşhur "Ye kürküm ye" fıkrasından anlaşılacağı gibi bu topraklarda epey bir zaman önce kronik hale gelmiş kişiye değil onun giyimine, parasına vs. bakma kültürü (Her ne kadar Türkiye'de Acun, Cem Yılmaz; dünyada Mark Zuckerberg [Böyle mi yazılıyordu lan bunun soyadı?] gibi yeni-nesil zenginlerden kelli bu algı önemli ölçüde çatlamış olsa da [1000 yıllık âdet öyle "ha" deyince kırılmıyor tabii.]) de eklenince işler iyice içinden çıkılmaz bir hale geliyor. Bu topraklarda takım elbise giyen bir eşek (gerçek eşek, hayvan olan.) tişörtle dolaşan bir âlimden evladır, cumhuriyetten, Tanzimat'tan önce de aynısı kavuklu eşekle sukarlaçlı keçe börk giyen [Bu börkleri Anadolu'da çoğunlukla dağda bayırda gezen, pek bir iş yapmayıp yağmayla, hayvancılıkla gezinen ve dağınık yapılanmaya sahip tam göçebe Yörükler giyerdi. Aha şöyle bir şey. Daha birleşik hareket eden, en azından oba halinde olan göçerler de vardı tabii.] âlim için geçerli. Sikerim böyle sistemi ama öyledir, yapacak bir şey yok. Aslında var ama kimse yanaşmıyor. Gerçi bizim insanımızda bir şeyleri götünden anlamak, düzgün anlamaktan daha geçer akçe. "Japonya'nın kesinlikle özenilmeyecek, özenilmemesi gereken 10 tarafı nedir?" (Azıcık düşünerek 20 tane bile bulurum.) diye sorsalar ilk sıraya hiç düşünmeden yazacağım eğitim sistemine özeniyorlar bu ülkede. Bilim? Teknoloji? Depreme dayanıklı binalar? Doğru düzgün bir elektrik ve internet sistemi? Sorumluluk sahibi yetkililer? Hiçbirini beğenmediyseniz anime/manga var, bari ondan verelim? Ha, yok. İlle de kadın üniversitesi, ille de eğitim sistemi diyorsunuz? "Güzel abime onu vermiyim." Aman be al, al da ne haliniz varsa görün. Sizinle mi uğraşacağım? Gerçi Amerika'dan "Baby Shower" denen ne idüğü belirsiz âdeti ki Amerika'da bile ne zaman ortaya çıktı da âdet oldu belli değil, Fransızlardan "kravat" denen ne sike derman olduğu belirsiz işkence aletini, İran'dan korku/baskı siyasetini alan bir halka müstahak. Alın, onu da alın lan. Dünyada ne kadar iğrenç, sahiplerinin bile kurtulmaya çalıştığı gereksiz şey varsa alıp toplayın ülkede. Tümden distopya olalım aq, en azından günler sıkıcı geçmez.

Şimdi, İngilizcede hanedanlar için "House" kelimesi kullanılabiliyor, "ev" demek. Hanedan, Farsça Hane kökenli ki o da "Ev" demek. Peki "Hanedan" kelimesinin İngilizcesi nedir? Bu mantıkla, "House" veya en azından "Home" (ki muhtemelen kökleri aynı: Ho'da bir şey var.) kökünden bir kelime olmalı, değil mi? Değil. Ne peki? "Dynasty." Neden lan neden? Hanedana eğer "Dynasty" diyorsanız nasıl oluyor da "House" diye kısaltabiliyorsunuz? Nerenin mantığı bu? Gerçi Richard'ı da Dick diye kısaltan tipler bunlar (Bence Richard'ı yemişler ama neyse.), çok da bir şey beklememek lazım. Bu arada "Bu kelimenin Türkçede tam karşılığı yok." şeklinde bir atasözümüz var. Yalnız şöyle bir şey var: Hiçbir kelimenin hiçbir dilde tam karşılığı yoktur, hatta bir dilin başka bir dilden aldığı sözcük bile o dildekiyle birebir aynı anlama gelmez. Çünkü iki kelimenin etimolojisi, dolayısıyla ortaya çıkış şartları, halkın kah etimolojisi kah inancı gereği kelimenin başlarında ya da sonralarında ona yüklediği anlam, o kelimeyi kullanış biçimi gibi şeyler bambaşkadır. Örneğin İngilizce "Universe" kökeninde "Tek, bir, benzersiz" gibi anlamları karşılayan Latince Uni-'yi içerirken (İngilizce "Unique" de aynı kökten gelir.) Türkçe "Evren" kökünde "Ebren" biçiminde "Ev" kelimesini taşır ("Ev" de başta "Eb" şeklindeydi zaten) ve bu sözcük, bugünkü anlamından çok önce evreni taşıyan/saran, evrenin kendisi olmuş bir çeşit ouroborosu, bir ejderhayı ifade etmekte kullanılırdı. İskandinav mitolojisiyle Türk mitolojisinin hiç beklenmedik ortak/benzer birkaç noktası var, onlardan biri de Evren ve Jörmüngandr (Ortak/benzer semboller/efsaneler çoğunlukla kurt ve ejder/yılan simgeleri, bu da başka bir ilginç ayrıntı.). Bu konuda İskandinav mitolojisinin, hatta komple Vikingler ve diğer İskandinavların Türk kökenli olduğuna dair bir teori var, Sven Lagerbring diye bir İsveçliye ait. Şu teoriyi bir Türk ima etse adı Türkiye olan ülkede linçe uğrar, ne ırkçılığı kalır ne faşistliği, akademik kariyeri biter; elin İsveçlisi "Benim atalarımın mitolojisi, hatta dili, hatta komple atalarım Türk kökenliydi, ulan ne kökenlisi direkt Türk'tü." diye kitap yazıyor (Kitabın Türkçe çevirideki adı "İsveççenin Türkçe ile Benzerlikleri: İsveçlilerin Türk Ataları"). Gerçi benim kendimi çok yakınsadığım bir teori değil, İskandinavları Cermen veya kendi kategorisinde saymayı tercih ederim ben ki hâlâ Korelilerle Japonları, hatta Sümerleri Turan'a dahil edecek denli Turancıyım. Gerçi iki ejderha arasında önemli bir fark var: Jörmüngandr bir suyılanıyken Ebren toprak ejderhasıdır. Hoş Türk mitolojisinde yer-sub (Sub>Suv>Suw/Suğ>Su) kavramı vardır, toprak ve su bütün ve tek kabul edilir; hani malum Çinlilerin, hatta Taoistlerin üzerine kalmış olsa da İran'ın berisindeki tüm kültürlerde bulunan yin-yang (Türkçede yaruk kararık [Biri kara kökünden, öbürü Türkçenin ses dönüşümlerine, etimolojik evrimine vs. aşina olmayan biri için "Nasıl yani?" dedirtse de "Işık" olarak yaşıyor.], Moğolcada "arga bilek" denir.) olayı işte ama konu bu değil şimdi. Daha önce de dediğim gibi Türk mitolojisinde elini sallasan ejderhaya çarpar: Ateş ejderi, su ejderi, toprak ejderi, iyisi, kötüsü, çift başlısı, yılansısı, yedi başlısı, insanımsısı... Alayı vardır. Hele bir de kurt-ejder diye bir sembol var, vücudu Çin ejderine benzeyen kurt kafalı bir ejderha, bu ayrıca bir ateş ejderhası ki Çin ejderi popüler kültür onları Batı'nın ateş ejderleriyle evlendirmiş, hatta melezleştirmiş olsa da aslında su ejderidir; dolayısıyla "Börü ebren"in ("Ebren" kapsayıcı olarak iyi/kutsal ejderhaları tanımlamakta da kullanılmıştır.) ateş kısmı kurttan gelir. Bilhassa İç Ege'de hâlâ "Ebren/Evren Yılanı" söylentisi epey yumuşamış, Tengrici/Şamanist referanslardan büyük oranda arınmış/arındırılmış şekilde yaşamaya devam etmektedir, "Toprağın altında yaşayıp sadece toprak yiyen, zararsız dev yılan." şeklinde. Yani İngilizler için, en azından o dönemin İngilizleri için "Universe" tek ve benzersizdir, insandan azadedir, bir açıdan da kendi kendini sürdürebilecek kudrettedir, insanlar ne yaparsa yapsındır ama Türkler için "Evren", "Ev"dir ve içinde yaşadığımız, parçası olduğumuz bu ejderhaya saygı duyulmalı, ona göre hareket edilmelidir.

Bir halta yaramayan, herhangi bir şey ifade etmeyen testlerde bugün: Bechdel testi. N'olduğunu, şartlarını vs. ayrıntılı açıklamayacağım, gidin araştırın. Ben beklerim. Şimdi size bunun neden bir anlamı olmadığını belgelerle kanıtlayacağım: Şimdi bu test, temelde kadınların hikayede kendi başlarına var olup olamadığını ölçmüyor mu? E, o zaman tek görevi başkarakterin damızlığı olmak olan kadın karakterlere sahip harem animelerinin (hikaye tek ve bütün kabul edildiğinde, yani bölüm bölüm ayrılmadığında) bu testten sıfırla bile değil eksiyle kalması gerekmiyor mu? Ama geçebiliyorlar. Bir iki tanesi de değil, tamamına yakını geçebiliyor. Eeee, nerede kaldı Bechdel Test o zaman? Bak mesela iyi yemek karşısında soyunan, kıyafetleri parçalanan karakterlere sahip (gerçi erkeklerin de kıyafetler gidiyor bu animede de o ayrı konu.) Shokugeki no Souma peki? O da geçebiliyor zira karakterler boyna yemek muhabbeti yapıyor. E, geçti bu testten... Ama iki saniye önce hiç gereği yokken, sırf abazan okuyucular/izleyiciler için durduk yere çıplak kadın koydular? Bu arada hikaye gerektiriyorsa çıplaklıktır, sevişme sahnesidir vs. koyulur, ona bir şey dediğim yok, gereksiz yere eklenene benim tepkim. Veya gelelim "ecchi" animelere. Nedir ecchi? Ergen ve/veya abazan erkeklere yönelik, "Biz durduk yere çıplak veya yarı-çıplak karakterleri koyamayız ekrana, anlamsız olur; dur hikayemsi bir şey yazalım arkaya." motivasyonuyla oluşturulmuş animeler. Bunlardan da ağır ecchi olarak sayılan DxD (ki aynı zamanda harem bu, karakterlerin tek görevi İssei denen hıyar oğlu hıyarın damızlığı olmak.) ve Öldür la Öldür (athfasyad. Kill la Kill'den bahsediyorum.) geçebiliyor. Çok ilginç... Halbuki bu animeler komple "Kadın bedenini metalaştırma" üzerine kurulu. Madem bu test kadınların kendi başlarına var olup olamamasını ölçüyor, bunlar nasıl geçebiliyor? Ya da Toaru Railgun'da bir fanservis bölümü vardı bak, sırf "Biz millete mayolu kız gösterelim." motivasyonuyla yapılan, hikayeye zerrece bir katkısı olmayan, hatta teknik olarak hikayenin içinde bile sayılmayacak bir bölüm; o da geçebiliyor. Ya arkadaşım koskoca bölümün hikayeye tek katkısı Kongou'nun yılan beslediğini öğrenmemiz olabilir mi (Misaka'nın mayo zevkini de -sanki çok gerekliymiş gibi- öğrendik ama o konuyu geçiyorum.), nerenin hikaye akışı bu? Gerçi fanservis bölüm dediğin budur zaten: Ecchi olmayan animenin tek bölümde ecchi'ye çevrilmesidir, o da -haliyle- bu testten kalmalıdır eğer "kadınların kendi başlarına var olup olmadıklarını ölçen" bir testse bu. Ama geçebiliyor. Her ne kadar harem serisi sayılsa da evreni, karakterleri (Touma, sen hariç. Sen bak şuradan siktir git.) falan çoğu animeye kıyasla epey sağlam ve orijinal olduğundan hikayenin geneline laf etmiyorum sırf yazara (Ranobe kökenli bu) saygımdan, yoksa ağır söveceğim. Hadi kaçtım ben.

7 Nisan 2021 Çarşamba

Hay Başlığına da Yazısına da... (Sert Girdi!)

Yeni dönem animeleri, yeni sezon animeleri... Jouran serisinin konusu ve karakterleri bayağı ilgi çekici, konu aynı zamanda batırılmaya epey müsait bir konu ama karakterleri derinleştirmek veya gizemleri açıklamak adına mahvetmezlerse karakterler taşır animeyi gayet (Genel olarak Japonlar "Karakter gelişimi" denen şeyden bihaber, mahvettikleri karakterleri "Gelişti bunlar." diye kakalıyorlar.). Shaman King zaten, orijinal yapım da güzeldi*; bu yeniden yapım da iyi olacaktır. Yalnız animelerde özelliklerin içinden geçiyorlar genelde, bir tane egzorsist (Bunu Türkçeye böyle geçiren kimse bir oturup konuşalım, bakalım derdi neymiş.) gibi egzorsist göremedim ama Shaman King, şaman tanımını doğru düzgün yapıp oturtturmuş durumda. Ha orijinal yapımda sonradan o tanımın içinden geçiyordu bizzat kendisi ama en azından "Şöyle, şöyle sanıyordun ama böyle, böyle..." olayına girmemeleri (en azından en baştan girmemeleri) güzel. Lan ben şeytan olmayan animede egzorsist gördüm, ne diyorsunuz siz? O değil de kendisi Ejderha ve Mühür'de "şaman" tanımının ecdadını bırakmamış biri olarak laf etme hakkını kendimde bulmam da ilginç. Neyse, orijinal yapımı sevdiğimden bunu da izleyeceğim. Wonder Egg Priority saçma sapan, "Ne oldu şimdi?" finali yaptı. Hiç de bir şey belli değil, heykeller diriliyor mu dirilmiyor mu onu anlayamadık daha. Frill'in durumu falan... Ta ebesinin nikahında bir "movie" (Her ne kadar bunu film diye çevirmek teknik olarak mümkün olacaksa da aslında anime filmini belirten bir terim bu, dolayısıyla böyle bırakıyorum.) ile gerçek sonu koyacaklarmış. E ama sen anan yani? Nasıl saçmalık lan bu? Bu aralar eski usul ("Oldschool." Al sana mis gibi karşılık, fonetik açıdan da uygun.) "shounen" animeleri popülerleşti, "isekai"ler pek o kadar revaçta değil. Ne varsa Salı güne (Daha doğrusu Pazartesi ama bölümler anca gece yarısı çevrilip yayınlanabildiğinden -e malum, bölüm çıkacak da internete düşecek de İngilizceye çevrilecek de... Ohooo, bir ton iş- ya gece ya Salı) tıkmışlar. Sayanora Watashi no Cramer var, spor ve dram. En sevmediğim iki janrın birleşimi. Ama muhtemelen izleyeceğim. Neden? Başkarakter (ve büyük ihtimalle önemli karakterlerin çoğu) kız çünkü. Aha, biri uzun süreli yalnızlıkla boğuşunca sonuç bu oluyor işte. Seviyorsanız gidin konuşun bence, valla bak (Oha! Bu şey değil mi ya? Dünyanın en yüzeysel tavsiyesi?). Şu kulunuzla iki gün flörtleşin, ne bileyim bir elini tutun bir şey yapın Allah rızası için, çok büyük sevaba girersiniz bak (Sevgi dilenmeyi duydum da böyle bir şey değildi sanki o? Şu düştüğümüz hallere bak.) Ya hayır, bir kez bir ilişkinin içinde bulunsam; iyi olsa ne ala, yok kötü olup ağzıma sıçılsa rahatlayıp hayatıma bakacağım (Olmayan şeye de nasıl bakacaksam artık, benimki de laf.). Hah, şu Sayanora'lı animede çizim stili biraz rahatsız edici, tahmin ettiğim gibi önemli/esas karakterler kız, efektler, geçişler falan iyi; duyguyu hissettiriyor yani ama ilk bölüm biraz karışıktı. Bir şimdi, bir geçmiş, zamanlama biraz karışık. Hani insana "Spor animesi mi izliyoruz yoksa Monogatari serisi mi?" dedirtiyor. Hige wo Soru beni çok korkutuyor. Neden? Çünkü romantizm-dram, bu tür seriler (özellikle de son iki bölümde) insanda ne ciğer ne dalak bırakıyor genelde. Aksi gibi güzel oluyorlar. Bu arada şunu da belirteyim, başlangıç hakkında: Yoshida sonuna kadar haklı. En baştan söylesene, ne diye boş yere umutlandırıyorsun adamı? İlk bölüm şu dediklerimi doğrulayan şekilde ilerledi, bir de Sayu kadar tatlı bir yüzün ve sesin birleşiminin tuzağına düşmeyecek pek fazla erkek tanımıyorum. Eh, biz basit varlıklarız. Yalnız başkarakterle (Yoshida ile) bu kadar derin empati kurabilmem biraz korkutucu. Yani tamam, çoğu kurgusal karakteri iyice anlayabiliyorum ama Yoshida ile bu kadar derin bağ kurabilmem beni korkutuyor. Daha bölüm başlar başlamaz reddedildiği için olabilir. Ha bir de Sayu haklı, hakikatten Yoshida'da Yoshida tipi var. Barusu'da hiç Subaru tipi yok mesela, ters bir örnek olarak (Kazuma'da Kazuma değil bildiğin direkt "kazma" tipi var, o yüzden o liste dışı.). Bu arada Sayu'nun yarak gibi bir aile ortamında büyüdüğü o kadar belli ki. Vivy ilk başta biraz baydı, "Eeeh" dedirtti. Sebep? Daha önce bin defa işlenmiş "yapay zekalar insanlara savaş açtı" teması üzerine kurulu çünkü. Ulan daha bırak yapay zekayı "bilimkurgu" diye bir kavram yokken işlenmeye başlandı bu temalar ya ("Bilimkurgu edebiyatı" denen şeyi ortaya çıkaran şey Isaac Asimov'un da bu temadan illallah edip "Bir siktirin lan." önsözü ile Vakıf serisini yazmaya başlamasıdır.). Filmi, animasyonu, kitabı, çizgi romanı... Bu temanın işlenmediği format kalmadı. Başkarakter yapay zeka olduğu için biraz tekdüze, başları -her ne kadar konu içine çekebilse de- sıkıyor ama ilk bölümün sonu iyi oldu, ilk bölümün sonunda "Sarar bu." dedirtti. Sentouin, Hakenshimasu'ın mangasını okuyordum, animesinin gelmesini hiç beklemiyordum ha. Bu arada KonoSuba seviyorsanız kaçırmayın gibisinden abartılacak bir seri değil, bir de ilk bölümde mangayla arasında küçük ayrıntılar açısından bayağı fark vardı; muhtemelen mangayı es geçip ranobeden uyarlamışlar, ondan öyle olmuş. "Explotion!" güzeldi ama aashkasdklsd. Sıradan bir isekai (İsekai denebilir mi buna? Çok emin değilim.) komedi işte ya, abartılmayacak, izlenip geçilecek bir seri. Yalnız kesinlikle KonoSuba seviyesinde değil, KonoSuba seviyesine yakın bile değil; çok daha düşük bir seviyede, hani KonoSuba'nın yazarı yazmış diye gaza gelirseniz üzülürsünüz. Bazı serilerin herhangi bir beklenti olmadan izlenmesi gerekiyor, en ufak beklentiniz olursa hayal kırıklığına uğrarsınız; aha bu da onlardan. Yalnız Vivy'nin senaryosunu da Tappei (Re:Zero'nun yazarı) yazıyormuş galiba; Tappei duygu karmaşalarını, tür farklılıklarını (İnsan-yapay zeka; Re:Zero'da da bin tane ırk var elf, canavar-insan bilmem ne...), kişisel hesaplaşmaları falan anlatmakta bayağı iyi. Ha elindeki şey görselken iç hesaplaşmaları anlatmakta ne kadar iyi olursan ol belli bir seviyenin üstüne geçmen çok mümkün değil, o ayrı bir konu. Çoğunlukla kitaptan uyarlama filmlerin kitaba kıyasla kötü olma sebebi budur: Kitap, iç hesaplaşmaların, iç çatışmaların üstünde yükselir ama görsel bir formatta kıçınızı da yırtsanız bunu yazıdaki kadar yoğun ve karmaşık ifade edemezsiniz. En fazla devamlı içinden konuşan saçma sapan bir karakteriniz olur (İlahi bakış açısında bile genellikle başkarakter veya o sahne/kısım için en önemli olan karakterin duygu ve düşüncelerine yoğunlaşılır, aksi durumda 100 sayfadan kısa bir şey yazabilmek pek de mümkün olmaz zaten.), eh, o zaman da kitabı okumayanları bile elde edemez, "Bir yürü git be." dedirtirsiniz kendinize (Kitabı okuyanlar da 1 sövecekse 10 söver. Kitabı okuyan uyarlamaya söver aga, onu engelleyemezsin. Sövmesinler diye değil mümkün mertebe az sövsünler diye uğraşman gerekir. Teknik olarak ikisi de görsel format olan, dolayısıyla yapabileceğiniz ve yapamayacağınız şeylerin sınırları -ekonomik olanlar gibi birkaç istisna hariç- aşağı yukarı aynı olan çizgi roman uyarlamalarına bile etraflıca sövülüyor sonuçta.). Ha devamlı (içinden ya da dışından) konuşan ama sevilen karakterler olabilir, istisnalar kaideyi bozmaz.

*Bu arada ben Türkiye'de yayınlanan versiyonu hiç izlemedim, animeye başlayınca gidip Türkanime'den izledim. Jetix çocuğu değilim ben; artık çekmiyor muydu, kanal mı uzaktı, yoksa sonradan mı çıkmıştı... O Jetix, Fox Kids falan hiç izlemedim ben. İşte erken dönemde Beyblade, Pokemon (Muhtemelen tekrarları), Kim Possible (TRT'de yayınlanıyordu lan bu. Şimdi tekrar yayınlansa LGBT'den İllüminati'ye, FETÖ'den koronaya her sike bağlarlar. Bir ara gecenin bir yarısı Disney'de yayınlanıyordu, TRT'de tekrar yayınlanmasından bahsediyorum ben.) falan... Daha ileride CN... Ah CN, vah CN. Misal şu videodaki her çizgi filmi epey iyi hatırlamamın yanı sıra Foster'ın Hayali Dostlar Evi (ki dönemine göre gerçekten çok sağlam kurgusu, hikaye devamlılığı, duygusal arka planı olan bir seriydi. Bir nevi şu an tapınılan Regular Show, Gumball gibi CN yapımlarının atası niteliğindeydi.), Camp Lazlo, Dexter'ın Laboratuvarı (Dexter deyince milletin aklına seri katil geliyor, bana ablasının zekasını da çalmış ama kendi de boydan kaybetmiş çocuk, hep bundan işte.)... İyiydi yani. Ha bu arada yeri gelmişken: Juniper Lee (Videoda bahsediliyor bundan), Türkiye'de "Genç Ejder" adıyla yayınlanan American Dragon'ın (bu da zannımca TRT'de yayınlanmıştı, o zamanlar Disney'in kanalı her yerde yoktu tabii ülkede. Bu arada 2. sezonun ince ejderini çoğu kişinin aksine birinciden daha çok seviyorum, 1. batı ejderiyle dinozorun gayrimeşru çocuğu gibi dururken 2. gerçek anlamda bir Çin ejderiydi zira.) çakmasıdır. Yapım yılı önceyse bile benim nezdimde öyledir ki ona da baktım, yayın tarihleri birebir aynı lan yıl bazında. İkisi de 2005'te başlayıp 2007'de bitmiş. Orijinal yayın tarihleri tabii bunlar, TC'de net Jack hıyarı daha önce yayınlandı. "Düşmanına aşık olma." temasıyla da geç 90-erken 2000 neslinin ilk kez karşılaştığı seri olsa gerek. Ha yine de güzeldi ama sırf o "Çakma lan bu." hissinden dolayı beni pek bağlayamamıştı. Ön ergenliğimi de Disney'in gençlik dizileri yedi zaten aq. İşte Waverly Büyücüleri, ıssız adalı bir şey (Ana karakter değiştirdikten sonra çok bozdu. Adı neydi ki bu dizinin? Bir Çift Kral imiş.), sarışın ikizler (Hah, hatırladım sizi: Zack ve Cody. Heriflerin iki dizisi, bir sürü ortak bölümü var aq; ben ne yapayım?), İyi Şanslar Charlie, Kickin' It, Hannah Montana falan.

Daha önce de dedim ama Facebook arkadaş listem hakikatten Nuh'un Gemisi'nden hallice. Eh, "normal" olmayı meziyet olarak görenler Twitter'a, İnstagram'a kayıp geriye 120 yaşındakileri ve manyakları bıraktılar, dolayısıyla bu durum ortaya çıkıyor. Ya benim hiç tanımadığım biriyle 120 ortak arkadaşım olabilir mi sence, aq? Şu sıralar grupların ve "shitpost" sayfalarının hegemonyası altında Facebook, eskisi gibi komedi sayfalarının değil. Ha "Shitpost" sayfaları da bir yerde mizah sayfası sayılabilir tabii. Neyse, arkadaş listemde olmayan manyak yok aq ya. "Aktif misin?" diye mesaj atan geyinden* NTR'ci "Shitpost" üstadına (Bu arada NTR, hatta özellikle de "Netorare" çizen kim varsa hepsini bir çuvala koyup Burj Khalifa'nın en yüksek katından atmak lazım. Böyle bir şerefsizlik olamaz ya. Ecchi, hentai, normal manga fark etmez bu arada. Bir Kuzu no Honkai'de iyiydi, o da zaten şerefsiz olduklarını, bok gibi kişilikleri olduğunu, orospu/pezevenk olduklarını kabul eden karakterlere sahip [Öyle olmayan tek karakter de gavat amk ya.] bok gibi bir animeydi, ulan animedeki en masum şey NTR idi be. Ha ben Hanabi'yi severim gerçi ama bu onun orospu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bak aklıma geldi, bir de Hanabi'nin kızıl arkadaşı vardı, tamam; aralarından sevilesi olan tek karakter, o da kendi çapında -ve birçok farklı animelerdeki karaktere kıyasla- şeytandan hallice olsa da geri kalanların yanında melek gibi kalıyordu.), adını Al Lah koyup durum güncellemesiyle ayet indirenden (Gerçekten var bu, diğerleri de var tabii ama inanmama ihtimaliniz yüksek diye özellikle belirttim.) birbirini "Evcil Hayvan" olarak ekleyene... Bunlar bir çırpıda aklıma gelenler. Ha ben de hayalet manyağın teki olarak dolaşıyorum, normal adam olsam ne işim var hâlâ Facebook'ta?

*Ulan mesajla yürüyen ibne mi olur? Oğlancı olsa "Neyse." deyip geçeceğim ama böylesi çok acayip. Bu arada Türkçede ibne pasif geyi, oğlancı aktif geyi ifade eder. Lezbiyen için çok geç ortaya çıkmış Zürefa ve bir de Zenannâme'den öğrendiğimizce "Sevici" diye bir tabir varmış, Enderunlu Fazıl bunu kendi uydurmuş da olabilir gerçi. Yalnız Zürefa'nın aslen "Zarafet", daha doğrusu "Zarif" kökünden geliyor olması ve köken anlamının "Zarif kimseler" olması da ilginç bir ayrıntı. Zürafa da aynı kökten gelir bu arada, hayvan olanı diyorum. Zarafet, teknik olarak "Zarif"in çoğulu, "Zariflikler" gibi bir anlamı var; bu söz Türkçe olarak ortaya çıksaydı Zarpız gibi bir şey olacaktı muhtemelen. Ön Türkçede artık var olmayan -Z diye bir çoğul eki vardır; ikiz, göz, diz, biz, siz hep bu çoğul ekiyle oluşturulmuş sözlerdir. P'ye gelirsek: Türkçede F çok geç ortaya çıkmış bir sestir, özünde üflerken çıkarılana benzer hafif bir F (aynı ses Japoncada da var ama başka bir dilde denk gelmedim) vardı sadece; günümüzde F içeren Öztürkçe sözlerin tamamına yakını P'den dönüşmüştür, V'lerin tamamına yakınının B'den, H'lerin tamamına yakınının K'den (Daha doğrusu Ⱪ'den), ne şimdi ne eskiden V'den ayırmaya gerek duyduğumuz ama İstanbul Türkçesinde bile hâlâ yaşayan W'lerin hemen hemen hepsinin Ğ'den dönüşmesi gibi. Zaten dudak ünsüzlerinin ve damak ünsüzlerinin (L, R hariç, aslen gırtlak ünsüzü sayılan H dahil) kendi aralarında dönüşümü Türkçenin temelidir. Bu arada "İstanbul Türkçesinde bile" diye özellikle belirtip durma sebebim şu: İstanbul Türkçesi, Saray'ın ve Divan'ın zarafet takıntısından nasibini fazlaca almış, Günümüz Türkiye Türkçesinin geri kalan ağızlarından çok daha farklı, yarı-yapay bir değişim geçirmiş bir ağız. Örneğin İstanbul Türkçesi, "Esas Türkçe" ilan edilene dek Türkiye Türkçesinin geri kalan bütün ağızlarında "Hayır"ın "Hayır yapmak"taki hayırdan başka anlamı yoktu. Onun karşılığı "Yok" (Hatta Yog, Yoq, Yoⱪ bazen Yoğ veya Yoģ) idi ki İstanbul Türkçesinde oldukça yumuşatılmış "Yo'" ve "Yoooo" şekillerinde yaşamaktadır. Yine diğerleri için "Hıyar" olan şeyin adı İstanbul ahalisi için "Salatalık" haline gelmişti. Diğer ağızlarda "İmdi" şeklinde söylenen söz "Şimdi" (Şu-imdi; "şu an" ile aynı mantık.) şekline bürünmüştür, Ege ağzında "Hindi" diye özüne daha yakın bir şekilde yaşamaktadır. Ha bu arada bu "Hindi"deki (Hayvan olan değil, Ege ağzındaki) H de ilginç zira Türkçede bazı sözlerin başında bir çeşit "sessizlik imi" vardır. Bu imler aslında Altaycada (Türk dili olan Altayca yani Altay Türkçesi değil, Altay dillerinin kökeni olan Altayca) ikincil bir P sesiydi (P' diye gösterilir, muhtemelen daha yumuşak bir P idi); Türkçede önce yok olmuşlar (Halaççada bir kısmı H'ye dönüşmüş; Halaçça H sesi içeren en eski Türk dili formudur.) sonra Oğuz dillerinde Y, Kıpçak dillerinde J (Nadiren C/Ç), Çuvaşçada ve Yakutçada S/Z biçiminde ikame edilmişlerdir (Hepsi değil, her zaman değil tabii o ayrı. Örneğin "At" da başında o sessiz imi içerse de herhangi bir dilde başına sessiz ikamesi konmamıştır.). Örneğin Türkiye Türkçesinde "Yel" olan söz Tatarcada "Jel", Çuvaşçada "Sil" biçimindedir. Ya da "Yılan Ata" denen kutsal ruhun adlarının bazı versiyonları Zılan, Ilan, Çılan vesairedir. Ha yeri gelmişken: Yılan aslında böyle bir im içermemesi gereken bir sözdür, Türkçe Yıl- (Yılmak) kökeni mantıklı olsa da genelde Çince "Long"dan (Ejderha demek) geldiği varsayılır. Eh, Türkçede L-R başta olmadığından (İstanbul ağzı ve Arapça ile Farsçanın yoğun etkileşimi olan yerlerdeki ağızlar dışında Ramazan, Recep diye kelimeler yoktu; Iramazan, İrecep/Erecep idi onlar.) başa I (Belli ki 'I) konmuş. Gelişimi Ilong->Iloŋ->Ilaŋ->Ilan... Şeklinde muhtemelen. Yıl- kökünden gelse de ŋ korunacaktı/konacaktı bu arada. Hah, ta çok eski bir ayrım döneminde ortaya çıkmış ifade dirilmiş yani bu "Hindi"de ve Oğuz dilleriyle alakasız bir şekilde yaşanmış.

Gidip Autodesk Sketchbook yükledim telefona, bir de ekran kalemi aldım çünkü telefon parmağım dışında hiçbir şeyi görmüyordu. Neyse, uygulamayı kullanmaya çalışırken birkaç zorluk çektim tabii; mesela ilk olarak insan çizmeye çalışıp battım. Yok, dijitale geçince büyülü bir şekilde insan çizebilmeye başlayacağım gibi bir fikre sahip değildim zaten ama kağıttakilerden daha beter oldu. Kağıtta iyi çizebildiğim şeyleri de kötü çizdim başta, eh; zamanla dijital çizime ama özellikle programa alıştıkça ve başlangıçta beni rahatsız eden şeylerin nasıl kullanılması gerektiğini öğrendikçe bayağı yol kat ettim. Yani, en azından insan olduğu belli insanlar çizebiliyorum artık; dijital çizimin tek tıkla renklendirme ve çizileni geri alma, bu programda -başta beni rahatsız eden- kağıt kağıt ayırıp öncekileri komple çöpe atabilme falan bana bayağı avantaj sağlıyor. Kağıt üzerinde insan çizmede tasarımın eski çizgileri falan bir ton sorun çıkarıyordu. Şunu bir doğru düzgün halledeyim, "Karakter tasarımı yapılır." tabelasıyla dolaşacağım gsajmhgsm.

Paypal hâlâ yok. "Paypal'da işin var mı?" derseniz şimdilik yok ama olma ihtimali yüksek. Tamam, alternatifler var da dünyayla iş yapacağımızda "Hacı bizim ülkede Paypal yok, sen şimdi şuradan hesap aç..." falan şeklinde mi şey yapacağız? Açıkçası ben ülkesinde Paypal olan biri olsam "Senle mi uğraşacağım aq?" deyip başkasını arardım böyle bir durumda.

Türkçede niye beceriksiz kişilere "Kazma" dendiğini çözemedim. Hayır, kazma çok yönlü bir alettir çünkü: Toprak kazarsın, taş kırarsın, icabında odun kırıp ot bile biçebilirsin. Ne kürek gibi "Bu toprak sert, kazamam." diye nazlanır (Sert toprağı kazabilen alet "bel"dir, kürek küt uçlu olur.) ne de balta gibi "Beni bileyle, bakımımı yap; yoksa seni rezil rüsva ederim elaleme (Elalem=Ağaçlar) alimallah." diye eşya-kullanıcı konseptinin ve sınırlarının içinden geçer (Aynısını evcil hayvan-sahip bazında yapan için: Bkz. Kedi. Gerçi kediler bir şekilde kendilerini sevdirmeyi başarıyorlar, baltaların da anca sapları değerli bulunuyor [Bir baltaya sap olmak] bakım istemediği için.). Tamam hoyrattır, kazdığı/kırdığı şeyin değerine, hassasiyetine özen göstermez ama elinden iyi kötü her iş gelir; çiftlik/köy ortamında kurtarıcıdır lan.

1 Nisan 2021 Perşembe

Yaaaani, Genel İşte Be... Başlık Maşlık Yormayın Beni (İyice de Saldı Bu Ha, Tabii Sev... Yok, Yok, Bu Sefer Oraya Bağlamayacağım)

Lan bahar döneminin animelerine baktım da acayip izlenebilir gibi duran seri var. Hele örümcek isekai ile Rimuru baharda devam ediyor. Kesin çoğu tek bir gün çıkacak, hep öyle olur: Bir gün neredeyse hiç çıkmaz, bir gün neredeyse hepsi çıkar. Bu iyi oluyor ama haftayı planlamak açısından.

Bak şu daha önce (Kısa süre önce, azıcık geriye gidin bulursunuz.) bahsettiğim Balkanlı kemangerlerin yay yapımında kullandığı elma ağacı karaağaç olabilir. Neden? Bir: Karaağaç Türk yaylarının yapısına uygun, kullanılabilir bir ağaç (Zaten Avrupa Hunlarının ve yaylarının yapısı tıpkı Moğollar gibi -ve aşağı yukarı aynı sebeplerden- Türklerle hemen hemen aynı olan Macarların kullandığı da biliniyor.). İki: Bazı Avrupa dillerinde bu ağaca Türkçeye "elma" diye geçebilecek isimler veriliyor. Her ne kadar İngilizceden geçme ihtimali düşük olsa da İngilizcede Elm deniyor örneğin (Elm Sokağı'nın "elm"i). Almancada "Ulmen", Fransızcada "Orme" (Fransızcadan geçme ihtimali hem "elma" formuna en yakın olan bu olduğundan hem de başka tarihi sebeplerden yüksek gibi duruyor.), İspanyolca, Latince, Boşnakça (Boşnakça köken ihtimali de yüksek, Balkanlı kemangerlerden bahsediyoruz sonuçta; illaki aralarında Boşnaklar ve/veya Boşnak yaycılığından/okçuluğundan etkilenenler/etkilenecekler vardır. [Amma çok ) ve İtalyanca "Ulmus", (Türkçeye kelime alınırken bazı kısımlar atılırdı eskiden. Mesela El-Cebr Türkçeye "Cebir," İngilizceye "Algebra" olarak geçmiştir. El kısmı atılmış. Yine Hristiyanos'un Os'u atılıp Türkçeye Hristiyan biçiminde geçmiş. Yani sonraki -us'un atılarak Boşnakçadan "olm" şeklinde alınıp zamanla elmaya dönüşmesi olası. Elma ise direkt alma'dan dönüşmüş ki kökeninde "kutlu kırmızı renk" yani "al" içeren bir kelimedir.), Romanca "Ulm" (Buradan gelme ihtimali de var.), İsveççe "Almsläktet" (Släktet, cins demekmiş. Gruplama anlamı var yani kelimede, aslolan "Alm" kısmı), İzlandaca "Álmur" (Translate "Alüminyum" diye çeviriyor, Vikipedi'de kenarına parantez içinde Translate'in "cins" diye çevirdiği "ættkvísl" kelimesini yazmışlar.). Yani muhtemelen karaağaçtı o veya direkt elma kullandılar, bana mı soracaklardı ne kullanacaklarını?

Bak şimdi, Türkçede "Bundan iyisi Şam'da kayısı." diye bir deyim var, Suriye Arapçasında* da doğrudan çevirisi "Kayısılar çiçek açtığında" gibi bir şey olan, aşağı yukarı "Balık kavağa çıkınca" diye çevirebileceğimiz bir deyim var. Buradan benim anladığım şu: Şam'da kayısı ağacı yetişiyor ama kah iklimden kah başka bir şeylerden meyve vermiyor.

*Evet, Arapçanın da lehçeleri var. Mısır Arapçası gibi Standart/Klasik Hicaz/Kuran Arapçasından neredeyse farklı bir dil haline gelmiş diyalektler bile var. Suriye Arapçası daha kuzeyde kalan, Irak ve Levant Arapçasına yakın (Daha çok Irak), daha gırtlaktan ve doğal olarak buralardaki (Standart Arapçadan çok daha fazla gırtlak sesine sahip) Batı İrani dillerden (Soranice, Zazaca, Kurmançça, Azeri Farsçası** vs.), Türk şivelerinden (Azerbaycanca ve Türkiye Türkçesi dışında Irak/Türkmeneli Türkmencesi ve Azerbaycanca ile Kuzeydoğu Anadolu Türkçesi karışımı denebilecek Terekemece ile İran coğrafyasının bilhassa Güney Azerbaycan denen taraflarında konuşulan çoğu Oğuzca kökenli birkaç şive ve Batı'daki Türk dilleri arasından en eskisi ve diğerlerinden çokça ayrımı bulunan Halaçça.) ve Kafkas dillerinden bolca etkilenmiş bir lehçe: Standart Arapçada Kef ile yazıldığından ince okunan "Ekber" kelimesini "Akhbar" diye okuyorlar mesela. (Bir ezandaki Allahu Ekber'e bakın bir IŞİD videolarındaki, farkı anlarsınız. Başka bir fark da standart Hicaz/Kuran Arapçası O, Ö sesi içermezken çoğu diğer diyalekt en azından O içerir.)

**Azerbaycanlıların bir kısmının Azeri denmesinden hoşlanmama sebebi bu: Azeriler, Türkler gelmeden önce bugün Azerbaycan denen coğrafyada (Ülke değil, coğrafya. Daha fazlası var coğrafi sınırda, bir kısmı da İran'da ve daha kuzeyde kalıyor. Karabağ'dan bahsetmiyorum bu arada, yani sadece oradan bahsetmiyorum.) yaşayan bir Pers boyu çünkü. Gerçi bir kısmı da Türk/Azerbaycan Türkü denmesinden rahatsız oluyor, Sovyetlerden kalma bir olay. Dilleri neredeyse aynı olan Kırgız'la Kazak'a farklı alfabe verip (İkisinin de Kiril olması aynı alfabe olduğu anlamına gelmiyor. Türk alfabesiyle İngiliz alfabesi aynı mı? İkisi de Latin halbuki.) boy adını öne çıkarınca sonuç bu oluyor ki Sovyetlerin istediği de buydu zaten. Güney Azerbaycan'daki, bugün İran sınırındaki yerlerde yaşayanlar gayet kendilerine Türk, dillerine Türkçe demeye devam ediyor gerçi.

Şimdi böyle eski dilden (Bu arada "Eski Dil" deyince benim aklıma hiç Divan dili falan gelmiyor, direkt Orta Asya Türkçesi geliyor. Etimoloji hastası olduğumdan olsa gerek. Hastanenin etimoloji servisine yatacağım, anca öyle düzelirim akjdlas.), Osmanlı vs. dönemlerinden kalmış birtakım sözler var. Şöyle: Kulağa sanki daha kibar, daha nazikmiş gibi geliyor ama bildiğin hakaret aslında. Misal? Aklıevvel. Evvel "İlk, eski, geri" ve ek olarak Türkçede "Önceki" anlamında (Evvelsi gün=Önceki gün); "Aklı" da akıl yani zaten. Sonuç? Bildiğin "Gerizekalı" demek bu, bunun doğrudan çevirisi bu. Ya da "Zerzevat." var, aslen "Sebze" demek ki hâlâ bu anlamda da kullanılıyor. Hakaret olarak kullanırsak peki? "Hıyar" demek yani düpedüz.

Bak tırnağa baktım da TDK, tırnak işareti hakkında "İçerideki cümle tamsa noktalama işareti korunur." (Şekil 1-A, aha.) diyor ama ayrı ayrı tırnak hakkında bir şey yok. Zaten neredeyse herkes de "Elma", "armut" gibi tırnak dışında kullanıyor çünkü mantıklı olan bu gibi geliyor insana (Ama mantıklı olanın o olması öyle olduğu anlamına gelmez. Dünya öyle işleyen bir yer olsa 1. ve 2. Dünya Savaşları yaşanmazdı.). Neyse, TDK bununla ilgili bir şey dememiş sonuç olarak. Buradan da tekrar şu noktalama işaretlerinin iyice elden geçirilmesi gerekliliği saptandı. Böyle kullanacağım bu arada, "Elma," "armut" diye kullanım mı olur lan?