Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

22 Ekim 2023 Pazar

Yöresiz-9. Bölüm: Menemen

Güneş'in bahsettiği kahvaltıcıyı bulmakta pek zorluk yaşamadılar; çünkü hemen hemen yerleşkenin girişinde sayılırdı ve diğer binaların çoğundan daha büyüktü, tamamen ahşaptı ve diğer çoğu binadan büyük olan bahçesinde masalar ve sandalyeler vardı. Ufak bir zile sahip kapının üstündeki koca tabelada kısmen süslü, el yazısını andıran bir yazı tipiyle "Meşhur Akvaland Kahvaltıcısı" yazılmıştı. Deniz, ad bulmaya karşı gösterilen bu üşengeç tavrı protesto için Güneş'e baktı ama kız çoktan kapının yanındaki çiçekleri koklamakla meşguldü. Deniz kafa salladı, insanların yaşadığı yerlerdeki tuhaflıklara karşı olan yok saymaya varan aşinalığını ve hiçbir yerde bir mevsimden daha uzun kalmayan biri olarak kendisinin de yollara, ormanlara, yöresizlerin hayatını oluşturan şeylere karşı bu tür bir kayıtsızlık gösterip göstermediğini merak etti, Güneş'in omzuna tıkladı ve ikili bahçede bir masaya oturdular. Deniz hoş, kısmen tanıdık ama çıkaramadığı -ayrıca kesinlikle iştahını kabartan- bir koku aldığı için onu düşünmekle meşguldü, sonunda Güneş'e "Kokuyu alıyor musun?" demek zorunda kaldı, "Kötü bir koku değil, aksine iştah açıcı... ama çıkaramıyorum." Güneş "Akvaland'ın geleneksel koyun tereyağı." dedi, "Keçi sütünün tamamına yakını peynire gidiyor ve koyunla keçi dışında süt üreten bir hayvan yetiştirmiyoruz. Çıkaramama sebebin muhtemelen..." Deniz "Evet," diye mırıldandı, "ailem gibi karavan kullanan yöresizler olmadıkça tereyağı gibi şeyleri ancak hemen yemek için veya restoran gibi yerlerde alabiliyorum."

"Ne? Kayıkta doğmamış mıydın?"

"Kayıkta yaşadığımızı söylemedim. O sadece karşı kıyıya geçmek içindi."

"Annenin yürüdüğünü söylemiştin?"

"Evet, öyle. Babamla evlenip ikisi bir yöresiz çift olarak karavanla gezinmeye başlamadan önce. Bilirsin, doğumum pek... yani..."

"Anladım, evlenir evlenmez zaten seni bekliyorlardı."

"Zaten bekliyorlardı değil, sadece çocuk konusunda endişesizlerdi ve... yani... söylettirmesene işte!"

"Peki, peki. Karavan demek..."

"Aslında hippi minibüsünden bozma bir karavan. Tuvalet kısmı bir tür römorktu ve mutfak, çeşme gibi yerler olsa da çoğu yer sadece yatmak, oturmak ve öylece durmak içindi. Bir yöresiz için bile erkenden ailemin yanından ayrıldım, bazen nedeninin sırf ben arabadayken yapmaya utandıkları şeyler olup olmadığını merak ediyorum."

"Ve az önce bu konuda konuşmaya utanıyordun."

Deniz bir an için kalakaldı ve kendisini kurtaran da girdiklerinde kasada gördükleri kişi oldu. Yüzünde garip bir gülümsemeyle iki menü getirdi ve ikili menüyü incelerken başlarında durdu. Menü aslında sıradan sayılırdı; kahvaltı tabakları, poğaçalar, yumurtalar, menemenler... diye gidiyordu ve işte bu "menemenler" kısmında Deniz'in biraz vakit harcaması gerekmişti, bu yüzden hemen "Menemenler" bölümünün ardından gelen "sandviçler" kısmı dışında menüde ne tür bölümler ve bu bölümlerde neler olduğunu öğrenememişti. Sonunda pes edip kasiyer, garson ve muhtemelen buranın tek çalışanı ve sahibi olan kişiye dönerek "Niye bu kadar fazla menemen çeşidiniz var?" diye sordu.

"Küçük bir yerleşke olsa da birkaç farklı tarif var, soğanlı-soğansız kapışmasının yanı sıra kullanılan yağ türü de haneden haneye fark ediyor. Zeytinyağı, mısır yağı, ayçiçeği yağı ve tereyağı kullananlar var; burada, Meşhur Akvaland Kahvaltıcısı'nda tereyağı, sarı soğan, sosluk -evet, yemeklik veya salçalık değil sosluk- domates, tatlı sivri biber, karabiber ve çok az pul biber kullanıyoruz."

"..."

"..."

"İyi de sorum..."

"Bunların hepsi Akvaland'a ait yöntemler, hepsi hanelerde gerçekten kullanılan, kültürümüzün parçası olan şeyler."

"Peki, tamam. Kullandığınız ürünlerin Akvaland'a ait olduğunu iddia ediyorsunuz, değil mi? Menünün başında öyle yazıyordu. O zaman bana biraz daha açıklama yapmanız gerekecek. Mesela şu, sucuklu menemeni ele alalım."

"Gerek yok, baştan da başlayabiliriz. Restoranımızın menemen tarifinde saydığım şeylerden sadece tuz Akvaland'ın dışından geliyor, evet karabiberi de Akvaland'da üretiyoruz ve yine evet, tuzu saymamış olduğumun farkındayım. Peynirli menemendeki peynir tulum peyniri, keçi sütünden yapıyoruz. Sosisli olanda kendi yaptığımız tavuk sosisi, balıklı olanda da yine balıkçılarımızın tuttuğu balık var. Mevsimine ve avın nasıl geçtiğine göre farklılaşsa da genelde alabalık kullanıyoruz. Acılıda hem pul biber ve karabiber miktarını arttırıyor hem de ekstradan süs biber, tane karabiber ve taze zencefil koyuyoruz. Sucuklu ve pastırmalı menemenler... Sucuğun ve pastırmanın tamamen yerli olmadığını itiraf etmeliyim, Akvaland'ın kendi sucuk tarifi olsa da onu çoğu -ama hepsi değil- yerel olan baharatlar, otlar ve çok az miktarda kuzu ya da oğlak etini dışarıdan aldığımız sığır kıymasıyla birleştirerek yapıyoruz. Son yıllarda kuzu ve oğlak koyan da neredeyse kalmadı, herkes dışarıdan gelme sığır kıyması kullanıyor. Pastırma için de dışarıdan pastırmalık sığır eti alıyoruz ama yerel malzemelerden yapılan kendi çemen karışımımız var. Beyaz peynirli yazan aslında keçi-koyun karışık peynirli, sert, orta sert, yumuşak ve krem olmak üzere dört -labneyi de sayarsan beş- çeşit peynirimiz var, ne yazık ki ondan kaşar peyniri veya benzer bir peynir yapma çalışmalarımız pek de başarıya ulaşmadığından biz de tamamen keçi sütünden yapılan tulum peynirlerine döndük. Lorlu olan için yine keçi sütünden yapılan bir lor kullanıyoruz, nedense koyun sütünden lor yapmak bu yerleşkede devam etmemiş. Halbuki en eski kayıtlara bakarsan o zamanlar keçi sütünü sadece şu bahsettiğim karışık peynir ve tulum için kullanır, loru tamamen koyun sütünden yaparlarmış. Salçalı olanda güneşte kurutulmuş ve birkaç baharat katılmış biber salçası kullanıyoruz, turistlere 'Akvaland kahvaltılık salçası' olarak sattığımız ve kendimiz genelde sadece biberden olanını yesek de domatesten de yapılan bir salça. Kış menemeni ulusal çapta yaygın olmasa gerek ama tam olarak bize özgü olup olmadığından da emin değilim, domates yerine salça ve biber olarak kurutulmuş biber kullanıyoruz. Sebzeli menemende klasik malzemelere ek olarak patlıcan, kabak, havuç, ıspanak, sarımsak ve turp var. Ciğerli olan da kavurmalı olan da koç etinden, zaten burada koç, tavuk ve balık dışında pek fazla et yemeyiz. Kısmen de zorunluluktan; çünkü atalarımızın koyun, keçi, tavuk ve avcılık dışında şansı yoktu. Kara hayvanları açısından da verimli bir bölgede olsak da kurucularımız kara avcılığını ya hiç yapmamış ya da bir yerde bırakmış. Buranın İkinci Karanlık Çağ'da kurulduğu düşünüldüğünde kara avcılığına izin verilmeme, balıkçılığı bile kaçak göçek yapıyor olma ihtimalleri yüksek. Otlu menemende mevsime bağlı olarak taze otlar var, nane, dereotu, yabani otlar falan. Kuru sebzeli menemen de kış menemeni gibi ama salça yerine domates kurusu var. Onun dışında, şu rakı menemenini fark ettin mi? Yanında 'alkolsüz' yazıyor hani?"

"Fark ettim. Ne olmuş?"

"Artık yerleşkenin kültürünün önemli bir parçası ama atalarım tarafından ilk kez yapılıp bu dükkanda satılmaya başlandığında birçok eleştiriye maruz kalmış."

"Nasıl bir şey ki?"

"Beyaz üzüm suyu ve yıldız anason katıyoruz. Sorgulama hamlelerin şu araştırmacıya benziyor..."

"Araştırmacı?.. Ne araştırmacısı?"

"Kültürel araştırmacı mı ne, öyle bir şey. Bölge kültürünü, tarihini, doğasını, dilini vesaire araştırmak için geldiğini söylemişti ama uzun süredir burada, sık sık bir şeyler hakkında not alıp dursa da çoğumuz artık onu yerlilerden biri olarak kabul ediyoruz. O da bu kabulden memnuniyetsiz değil gibi."

Deniz iç çekti, sonra tekrar menüye döndü ve mezeler, özel tabaklar, diğer yiyecekler, çaylar, kahveler, soğuk çay ve kahveler, meyve suları, sıcak içecekler, soğuk içecekler, tatlı ve kuru pasta bölümlerini inceledi. "Özel tabaklar" kısmında üç yemek vardı, biri balık yemeğiydi, biri tavuk şişe benziyordu ve sonuncu da tavuk yerine kuzu kavurma kullanılan bir Sezar salata gibiydi. Deniz, hiçbir şey demeden, sadece soran gözlerle "Özel tabaklar" kısmını gösterdi.

"Onların bir kahvaltıcıda olması tuhaf olabilir ama aslında Yağmur Bayramı'yla bağlantıları olan yemekler. Atalarımızın hayatta kalmasını sağlayan yemekler onlar, kahvaltı veya akşam yemeği olup olmadıklarını düşünemezdiler. Bu arada şanslısın, kızıl ufaklığımız seni tam da festival zamanında buraya getirmiş. Ben sadece kahvaltıcıyım, yani en büyük yerel festivalimiz olan Yağmur Bayramı hakkında daha fazla şey bilmek istiyorsan bir uzmanla konuşman gerekecek -ve kasabamızda birkaç tane var."

"..."

"..."

"Peki, yaprak sarmayı nasıl yapıyorsunuz?"

"Zeytinyağı, az miktarda yerel baharat ve pirinç-bulgur karışımı. Burada çoğu Anadolu kasabasına kıyasla çok daha fazla pirinç ve mısır tüketilir; çünkü yeterince buğday yetiştirmiyoruz. Bu kasabanın kurucuları bizimki kadar bile buğday yetiştiremiyordu, şimdi biz bütün kasabaya ekmek yapabilecek kadar buğday yetiştirip buğday ürünlerinin çoğunu dışarıdan alıyoruz ama onlar sadece bir avuç neo-ludist ve birkaç sürgün olarak kendilerine zar zor yetecek buğdayı yetiştirdiklerinde bile bunu bir festival vesilesi olarak görecek kadar az verim alıyorlardı. Şimdilerde bile buğday, karabuğday, arpa, yulaf gibi, kasabanın kültüründe kendisinden çok daha az yeri olan tahılların ardında kalan bir rekolteye sahip ve ekmek yaparken bile buğdaya ek olarak birçok farklı tahıl ve tohum kullanıyoruz, haneden haneye değişse de ben burada sunmak için fırından standart olarak hep aynısını alıyorum: Buğday, mısır, karabuğday, arpa, pirinç ve çavdar karışımından bir un ve zeytinyağıyla yapılan bir tür somun ekmek."

"Bu arada... Güneş'e niye 'kızıl ufaklık' dedin? Kasabadaki tek kızıl o olamaz, değil mi? Yani... çekinik gen sonuçta."

"Aslında şu an gerçekten de kasabadaki tek kızıl o ama evet, 'orijinal on dörtlü' yani kasabanın kurucuları kabul edilen sekiz neo-ludist, bir kampçı ve beş sürgün arasında da bir kızıl vardı. Tek bir tane, zaten Güneş'in anne tarafının soyunun ona dayandığı da gayet iyi biliniyor. Eee, artık karar verdiniz mi?"

"Çayı da mı kendiniz yetiştiriyorsunuz?"

"Pek kaliteli olmuyor, bu yüzden yerli çayı yalnızca çay bazlı içeceklerde kullanıyoruz. Direkt demleyip içen de var ama kahvaltıcıda onun için kasabanın yerli çayı da dahil olmak üzere dört beş farklı kaynaktan gelen yapraklardan karılma harmanlar kullanıyoruz, hem yerli üründen taviz vermemiş hem de kaliteyi yükseltmiş oluyoruz. Harmanlara katılan çaylar da bizimkine benzer durumdaki, ticaret antlaşmalarımızın olduğu yerleşkelerden geliyor zaten. Bu arada çoğul konuşma sebebim siyah, yeşil, soğuk ve soğuk yeşil çay için farklı harmanlarımız olması."

Sonuç olarak Güneş kavurma ve ayran, ki menüde yazmasa da Akvalandlı olan Güneş biliyordu ki ikisi de koyun kaynaklıydı, Deniz de menemen ve siyah çay söyledi. Ortaya yaprak sarma ve peynirli börek -menüde "tulum peynirli" veya "lorlu" yerine "peynirli" yazan diğer her şey gibi Akvaland'ın koyun-keçi karışık peynirinden yapılmıştı- aldılar, ekmek zaten hem kavurmanın hem de menemenin yanında standarttı.

Diğer bölümler için

18 Ekim 2023 Çarşamba

Yöresiz-8,5. Bölüm: Eski Bölümler Hakkında Bazı Düzenlemeler vs.

Şimdi, aslında "3. Bölüm: Sohbet"te şöyle bir cümle geçiyordu:

"Hayır, değil. Kesinlikle bugün tanıştığım acayip ilginç kişi dışındaki tek arkadaşım kahve delisi, II. Dünya Savaşı fanatiği, kamp yapmayı seven, evinin bir odasını akvaryumlarla teraryumlara ayırmış ve bir gün temelde yöresizlere hizmet veren butik bir kafe açma hayali olan sarışın bir kız değil."

Kalın yazdığım kısma dikkat edin; çünkü 3. bölümdeki o kısım artık şöyle:

"Hayır, değil. Kesinlikle bugün tanıştığım acayip ilginç kişi dışındaki tek arkadaşım kahve delisi, II. Dünya Savaşı fanatiği, kamp yapmayı seven ve bir gün temelde yöresizlere hizmet veren butik bir kafe açma hayali olan sarışın bir kız değil."

Peki bunun, yani o kısmı kaldırmamın, sebebi ne? Aslında öyle çok da büyük, "Her şeyi de bir karaktere yüklemeyelim..." veya "Bu hikayede/kitapta da akvaryum, teraryum vs. muhabbeti olmasın artık, yeter." gibi "yüce" sebeplerim yok. Asıl sebebi, her şeyi olduğu gibi Yöresiz'i de kronolojik olmadan yazmam. Yani henüz yayınlanmamış olan bölümlerde yazdığım bir şeylerle çelişiyor. Aslında çelişmekten de öte, bir karakteri ve onunla ilgili olan her kısmı kaldırmam gerekiyor ve ben de o kısımları ve o karakteri fazlasıyla sevdim, kesinlikle üzerinde değişiklik yapmaya niyetim yok. Bunu da sırf çelişki olacağını bildiğim için, "E ama bu karakter?.." gibi soru işaretleri oluşmasın diye yazdım.

Diğer bölümler için

Yöresiz -8. Bölüm: Otomat

Deniz, otomata yaklaşınca beklediğinden daha "karmaşık" olduğunu gördü. Sadece birkaç içecek ve abur cubur beklemişti ama artık neden yöresizler, kampçılar, balıkçılar ve geri kalan her türden "gezenti" için popüler olduğunu anlayabiliyordu. Güneş "İyi, değil mi?" dedi garip, anlamsız bir gururla, "Bu şeyde kahveler, çaylar, meşrubat, hazır gıda, abur cubur, konserve, birkaç kişisel alet ve başka bir sürü şey var." Deniz "Evet..." dedi, "ama fiyatlar daha çok şaşırttı." Güneş "Pahalı mı?" diye sordu. Deniz kafa sallayıp "Bundan daha ucuz bir otomat görmemiştim." dedi, "Cidden yerleşkenizi beslemeye yetiyor mu?" Güneş "Yerleşkemizi çiftçiler ve balıkçılar besliyor." dedi, "Kısmen de turistler. Bu otomattan kazanılan paranın çoğu, otomat envanterini yenilemeye, otomatın bakımını yapmaya ve otomatın elektrik faturası gibi şeylere gidiyor. Pardon, faturaya gitmiyor. Köyde ürettiğimiz elektriğin çoğunu otomat yiyor." Deniz "Bu fiyatlarla tabii öyle olur..." dedi, "ama buradan geçen çoğu yöresiz de bu fiyatlar nedeniyle tüm otomatı alıyor olsa gerek." Güneş "O yüzden kısmen turistler dedim zaten." dedi, "Kimse yöresizleri turistten saymaz." Deniz "En başta yöresizlerin kendileri..." diye mırıldanıp otomattan bir kutu soğuk latte, bir kutu hazır Çin eriştesi, bir paket -konserve değil, paket- yaprak sarma, bir adet el oltası, bir paket cips, bir çikolata, bir paket bisküvi, bir adet protein bar, bir şişe su, bir şişe soğuk kerkede çayı ve bir bardak da "flat white" aldı. Güneş biraz daha tutumluydu, sadece karamelli çikolata ve kola almayı tercih etti. Sonra da yeniden yola çıktılar, az ilerideki bir sapaktan sağa döndüler ve çok az gidip sık yapraklı ağaçlar yerlerini çayırlığa bıraktığında artık kasaba gözlerinin önündeydi. Deniz, haritayı bir kez daha kontrol edip kasabanın haritada olmadığını tekrar teyit etti. Şaşkınlıkla Güneş'e baktı ama kız bunu umursamıyor gibiydi, aslında yaşadığı yerin haritalarda olmadığını bilmiyor bile olabilirdi.

Biraz daha ilerlediler ve nihayet ahşaptan yapılmış, eski ama süslü -en azından, yapıldığı sıralarda süslü- bir tabelaya denk geldiler. Tabelada "Akvaland" yazıyordu ve ardından da tarlalar başlıyordu. Tarlaların çoğu içlerinde bir de kümes olan karma tarlalardı, Deniz'in görebildiği kadarıyla domates, biber, salatalık, patlıcan, soğan, sarımsak, patates, farklı türlerde asmalar, frambuaz, yabanmersini, böğürtlen, çilek, elma, armut, şeftali, kayısı, kestane, dut, kavun, karpuz, mısır, ayçiçeği, buğday, nane, kekik, erik, lahana, ıspanak, sınırlı olarak da zeytin, pirinç ve turunçgiller -özellikle limon- gibi birçok farklı bitki yetiştiriliyordu; ayrıca Deniz'in çeşitli ormancılık, aktar veya kozmetik ürünleri üretmekte mi yoksa sırf gölgelik olarak mı kullanıldığını bilmediği, çoğu tarlada numune gibi yalnızca bir tane olan ve bazılarında da hiç olmayan söğüt, çınar, meşe, kavak, gürgen gibi ağaçlar ve kenar süslemelerine benzeyen ama hâlâ ticari amaçları olabilecek gül, menekşe, yıldız çiçeği, papatya gibi çiçekler vardı. Tarlaların çoğu "karma" tarlalar olsa da tek tük tek tür tarımı yapılan veya birden fazla ürün yetiştirilmesine rağmen kendi içinde sanki birden fazla tarlaymış gibi türlere göre bölünmüş tarlalar da vardı. Yer yer tarlaların bir kısmı veya tamamı -en azından kümes hariç tamamı- seraya çevrilmişti -Deniz bu seraların içini net göremiyordu ama kahve ve karabiber gibi, şu an bulunduğu coğrafya için aşırı tropik bitkilere benzettiği şeyler boldu- ve bazı tarlaların hem yola hem de yerleşkeye uzak olan köşesinde ufak çaplı arılıklar bulunuyordu. Öte yandan Deniz'in aklını asıl meşgul eden bu yerin adının nasıl okunduğuydu, Türkçenin mi yoksa İngilizcenin mi kurallarına göre. Sonunda pes edip "Yerleşkenizin adı nasıl okunuyor?" diye sordu.

"Bana mı sordun?"

"Burada başkasını görüyor musun?"

"Korkuluklar?"

"..."

"Peki, tamam. Öyle bakmana gerek yok. Yazıldığı gibi okunuyor, /akvaɫand/ olarak."

İlerlerken Deniz "Bayağı bir şey yetiştiriyor gibisiniz." dedi.

"Dedim ya, atalarımız sürgünler ve doğaya dönüş hareketi mensuplarıydı. Neredeyse her şeylerini kendileri yetiştirip üretmek zorundalardı. Sonucunda da yerleşkemizi çiftçiler ve balıkçılar besliyor, kültürümüz de buna göre."

"Kümeslerde ne yetiştiriyorsunuz?"

"Temelde yumurta tavuğu ama etlik tavuk, süs tavuğu ve tavuk olmayan kümes hayvanları yetiştirenler de var. Normalde daha uzakta olduklarından köyde üretimimiz yokmuş gibi dursa da keçi ve koyun da yetiştiriyoruz. Yani... çünkü... bilirsin; bize yün ve süt de lazımdı. Ne yazık ki pek de özgün bir şeylerimiz yok, yiyip içtiklerimizin tamamı ulusal çapta bilinen şeyler ama reçellerimizin ve geri kalan ürünlerimizin bayağı müşterisi var. Başta bal ve balık olmak üzere tereyağı haricindeki hayvansal gıdaları ve zeytin ürünlerini köyün içinde tüketiyoruz; çünkü satacak kadar üretmiyoruz. Yine de restoranlarda veriyoruz gerçi... köyün dışına da satmış oluyoruz."

Deniz "Kargo teknolojilerinin gelişmesi iyi oldu tabii..." diye mırıldandı.

"Efendim?" dedi Güneş, çatıları güneş panelleriyle kaplı, canlı bir yeşil renkteki çayırlar üstüne ve renkli taşlardan yapılmış kaldırımvari yollar arasına kurulmuş, çoğunun alt yarısı taş, üst yarısı ahşapken arada tamamen taş, tamamen ahşap, hatta üstü, altı veya tamamı kerpiç binaların da olduğu, bahçeleri nispeten küçük -en azından böyle bir yerde olup kurucuları "doğaya dönüş hareketi" mensupları olan bir köye göre küçük- ve çoğu iki ya da "bir buçuk" katlı olan binalar iyiden iyiye görünür olup ikili onlara yakınlaşırken.

"İkinci Karanlık Çağ'dan önce, hatta o zamanların bile sonlarına yaklaşmadan önce köylere kargoların ve internetin hep sorun olduğunu okumuştum, özellikle kışın yapacak şey yokluğundan milletin birbirine sardığı köhneleşmiş, kötücül zihniyetlerin tutunup yapışması için iyi yerlerdi."

"..."

"Neyse, artık böyle şeyler pek olmuyor. İletişim ağı tüm dünyayı kapsıyor ve kıtlık, susuzluk gibi sorunlar da kalmadı. Ortadoğu bile kan gölüne dönmeden bir asır dayanabiliyor."

"Ne?"

"O konuya girersem çıkamam, o yüzden salla gitsin. Köyde restoranlar mı var?"

"Teknik olarak sadece bir tane ama..."

"Ama ne?"

"Farklı konseptleri farklı dükkanlar sayıyorlar ve..."

"Kasaba fonunuz var, değil mi? Aslında aynı dükkan ama hem adları hem sahipleri -en azından yasal sahipleri- farklı ve herkes kârının çoğunu fona aktarıyor, o fon da kasabaya dağıtılıyor. Daha önce de gördüm, İkinci Karanlık Çağ'ın ardından kurulan veya diriltilen küçük yerleşim yerlerinin çoğu bu şekilde hayatta kalabildi ve bu yüzden çoğu bunu yapmayı sürdürüyor. Nerede yememi önerirsin?"

"Her yer iyi aslında ama... Şu an için bence kahvaltı edebileceğin yer en iyisi olur. Bir fırın bir de kahvaltıcı var, hangisi?"

"Kahvaltıcı. Etle birlikte olmayınca hamur işleri o kadar da çekici gelmiyor."

Diğer bölümler için

16 Ekim 2023 Pazartesi

Sezon Başı Nedeniyle Anime Muhabbeti (Halbuki Ben Durum Raporu Yazacaktım Ama...)

Kamierabi'yi 2. bölümün başını izlemekle mücadele ederken kapattım. Yok aga, bir halt olmaz bu animeden; o karma bükme olayları falan da zerrece ilgi çekici değil.

Under Ninja biraz... İlginç bir seri. Sevdim mi sevmedim mi, iyi mi kötü mü, ilginç mi sıradan mı kararsızım; tabii bunda şimdilik 2 bölümünün yayınlanmış olup benim sadece ilk bölümü izlememin de payı var. 2. bölümden sonra biraz daha ilgi çekici hâle geldi ama hâlâ devam edip etmeyeceğimden emin değilim.

Kimi no Koto ga Daidaidaidaidaisuki na 100-nin no Kanojo'nun animesinin geleceğini unutmuştum bak. Mangası en sevdiğim harem mangası bu arada, bakalım animede mangadaki o trollük çizgisini ve cesurluğu koruyabilecekler mi? Ya açıkçası ben sevdiğim mangaların anime uyarlamalarına, özellikle de bu tür kendi türünün seviyesinden üstteki serilerin uyarlamalarına karşı bir tür fobi geliştirdim. Horimiya'nın kesile biçile çöp edilmiş o rezil uyarlamasının travmasını daha atlatamamışken bir de Isekai Nonbiri Nouka'nın götten uydurma sahnelerle ve o evrende seks diye bir kavram yokmuş kadar abartılı sansürle mahvedilmesine şahitlik ettiğimden 100-Kanojo gibi doğrudan harem klişelerini yıkmaya, izleklerini söküp takmaya (yapısöküm demek hafif kalır, o derece) oynayan, 4. duvarı yıkmayı bırak komple ortadan kaldıran (bir karaktere Cennet'in var olduğunu kanıtlamak için mangadan bir sayfanın gösterildiği bir panel var be!), göndermelerin içinden geçip bir de homoerotik altmetni alenen, hatta karakterlerin buna dikkat çekeceği şekilde kullanan bir manganın anime uyarlamasına şüpheci yaklaşmanın en doğal hakkım olduğunu düşünüyorum. Bu arada bu bir harem animesi olduğu için homoerotik altmetin de doğal olarak daha çok yuri fanservis (ayrıca bkz: yuri fan, fanservis) ile sağlanıyor ama manganın trollük düzeyi ve haremdeki her kızın çeşitli harem animesi arketipleriyle taşak geçen kişiliklere sahip olduğu (mesela Karane, suladığı çiçeklere bile tsunderelik yapacak kadar abartılı bir tsundere ve Chiyo da çoğu harem animesinde bulunan -ve standart olarak abisine âşık olan- üvey kız kardeşlere zıtlık olsun diye konulmuş bir kuzen) düşünülünce Rentarou'nun Ailesi'ne (evet, kendilerine böyle diyen bir haremle karşı karşıyayız) bir erkek, crossdresser veya trap katılmaması için hiçbir sebep yok. Bu arada hazır konusu açılmışken Isekai Nonbiri Nouka'daki neredeyse o evrende seks yokmuş gibi olan sansüre şöyle bir örnek vereyim: Mangada seks sahnelerini hiç görmesek de eleman ve köyde toplanan hatunlar bildiğin tavşan gibi ve bu açıkça söyleniyor, hatta başkarakterin "Gece uyumama izin verin bari..." sızlanmaları ve aslında hoşuna gittiğini itiraf ettiği bir sahne var. Mangada Rurushi, Tia'yı adını unuttuğum başkarakterin yatağına sürüklüyor be! Bir de bu olay yaşandığında başkarakterle Tia daha bir gündür tanışıyor ha... Mangada "Ulan bu herif bunca sikişle bu hatunların hiçbirini nasıl hamile bırakamadı? Onca şeyden sonra kurudu herhalde..." gibi bir durum varken animede resmen "bir anda hamilelik" durumu var; en azından Rurusi'nin ilk hamile kalan olduğu kısmını değiştirmemişler amk, şükrettiğimiz şeye bak... Bu arada 100-Kanojo'yu izledim de geldim, daha doğrusu şu an izliyorum. İlk sahne böyle miydi ya? Evet retle başlıyordu ama tam olarak böyle değildi sanki? Gerçi animenin bütün o trollük havasını daha ilk sahneye boca etmişler, o yüzden o ilk sahnenin öyle olmasında benim için hiçbir sorun yok (özellikle de o karakteri bir daha asla görmeyeceğimizi bildiğim için). Tamam, artık 100-Kanojo'nun emin ellerde olduğuna hemen hemen eminim. Özellikle de Aşk Tanrısı'nın "Mangada Tanrı'nın daha fazla sözü vardı, niye kesildi ki?" cümlesinden sonra lvşsd. Böylece uyarlamaları çok mümkün olmayan -ki öyle çok fazla kısım var- kısımları da "anime orijinal trollük" ile kapatacaklar demek ki. Asıl endişem o kısımlar hiç yokmuş gibi davranmaları olduğundan böyle olması daha iyi. "Rentarou'nun girdiği okulun adı" kısmı da mangada uzun zaman sonra söylenip "Hiç tahmin etmemiştiniz, d'i' mi?" ile geliyordu ama ilk bölümden tabela göstermek hemen hemen zorunluluk olduğundan itirazım yok. Bak aga, işte böyle evrenin, hikayenin, serinin ruhuna uygun değişikliklere itirazım yok; ama çoğu değişiklik sırf bir şeyleri değiştirmek için yapılıyor. Ölüyordum lan gülmekten... İlk bölümlerin bu manganın en komik bölümleri olduğunu unutmuştum, anime uyarlamasında hatırlamak iyi geldi. Karane'yle Hakari arasındaki kavgacı cinsel gerilimi de acayip iyi yansıtmışlar -gerçi mangada şimdi "spoiler" vermemek için bahsetmeyeceğim bir sahneden önce pek görülmüyordu ama olsun.

Undead Unluck'ın konusunu okuyunca bir "İzlesem mi izlemesem mi..." oldum, ilk bölümün başı da bu hissi körükledi ama bölümü bitirince kesin kararım şu: Net izlerim ben bunu, hatta Bocchi the Rock gibi sezonun sürprizi falan bile olabilir, o derece. Yine de o saç kesme sahnesine bir eleştirim var: Ulan azıcık uzun bırakaydın ya şunları, niye hatunu tas kafaya çeviriyorsun? Hiç olmazsa omuzlara kadar kalaydı amk, "eskiden kuaförlük yapmıştım" derken Türkiye'de berberlik yaptığından mı bahsediyordun? 

Ya KimiZero'nun 2. bölümünde o ortaokul aşkının gelmesi... hani sanki bütün olayı, animeyi bir anda bozacak gibi ya. Genelde öyle oluyor, tersi örnekleri çok nadir. Bir de o "ortaokulda bir kıza açılmıştım" muhabbeti açıldığı anda karakter olarak dahil olacağı -ve "ya o zaman kafam karışmıştı" falan gibi bahanelerle güzelim animeyi saçma sapan, haremimsi bir yola sürükleme ihtimalinin fazlalığı- belli olmuştu, daha o anda "Eyvah!"ı çaktım zaten, bölümün sonunda da... yani... resmen göstere göstere geldi. Bu karakterin animeyi bozduğunu değil, bozma ihtimalinin %50'den fazla olduğunu düşündüğüm anda bırakırım, hiç çekebilecek durumda değilim.

 Buta no Liver wa Kanetsu Shiro beklediğimden güzel çıktı. Hayır komedi olduğu sürece en çöp isekaiları bile izliyorum ama bu beklediğimden iyi, iyiliği "otomat isekai" gibi sarmasından da değil ha ("isekai otomat" kötü zaten ama bir şekilde sarıyordu), yani hakikatten "isekai evreninde domuz olarak doğdum" temasını bundan daha iyi işleyebileceklerini düşünmüyorum (ha öyle bir temayı işlemeye gerçekten gerek var mıydı o tartışılır, orası ayrı). Ayrıca başkarakterin tür bilgisi (hem de feci derecede iyi ve yüksek tür bilgisi) olması da ayrı hoşuma gitti, çoğu isekai karakteri otaku oluyor -kısmen de "Ulan bu farklı dünya işi ne şimdi?" diye kafayı yemek yerine "He tamam isekai..." deyip daha kolay kabullensin ve "eve" dönmek için yana yakıla yollar aramasın diye- ama fazlasıyla basmakalıp otakular oluyor, bu karakter öyle değil, aşırı yüksek tür bilgisine sahip. Oğlum harbi çok güzel geldi lan, yani tamam dandikliği aşikar ama inanılmaz eğleniyorum; acaba zerrece beklentim olmadan başladığım (Yani... "Domuz olarak isekailandım" serisinden en fazla ne gibi bir beklentin olabilir ki zaten?) için mi?

𐰼𐰓𐰢:𐰇:𐰴𐰖𐰀𐰠𐰃 𐰼𐰓𐰢:𐰈:𐰵𐰗𐰁𐰠𐰄 ᠡᠷᠲ‍ᠡᠮ ᠥ᠃ ᠬᠠᠶᠠᠯᠢ أردم عُ. خيالى Erdem Ö. Hayalî

Delinin teki. Israrla umut etmeye çalışıyor. Gölgesini kovalamakla meşgul. Erdem Ö. Hayalî mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış yolu arıyor. Ha ayrıca bir şeyler daha yapıyor ama netice vermeden, meyve verince olmasa bile en azından tohum çatlayıp filiz çıkmadan bu konuda ağzını sıkı tutmak gibi bir inadı var. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da (Evet, “blog” kelimesinin G’si yumuşar. Blokun K’si ise yumuşamaz.) kullanıyor.

*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla dolu bir saçmalık sadece. Bu kitabın imlası, düzenlenmeden önce daha düzgündü lan? Ortadan bölünmüş cümle yoktu en azından. “Düzelteceğiz” demiştim ama artık o kadar da umutlu değilim, neden olmadığıma dair blogda “doğrudan yayıncılık” diye aratarak bilgi edinebilirsiniz. Halihazırda aldıysanız da düzeltme işini yaptıktan sonra -tabii onu da yapabilirsek- bir şeyler ayarlayacağım.)

𐰲𐰓𐰼𐰭:𐰢𐰜𐰼𐰇 ᠡᠵᠲ‍ᠡᠷᠢᠩ ᠮᠥᠭ᠍‍ᠷᠥ اژدريڭ مهرى

INFP 6w5 sp/sx 694 (6w5-9w8-4w3)* EII-Ne RLUEI EFVL melankolik-flegmatik Kaotik nötral

*Üçlü tip teorisinde kanatlar yok biliyorum ama teori devamlı değişip yenileniyor zaten.

☉♓︎   ☽♌︎   Asc♊︎   ☿♈︎♀♒︎♂♈︎♃♓︎♄♈︎♅♒︎♆♒︎♇♐︎⚷♏︎⚸♎︎☊♍︎🜊♏︎

14 Ekim 2023 Cumartesi

Yöresiz-7. Bölüm: Düşünceler

Güneş tepeye çıkana kadar koyunları izlediler, Güneş'te hâlâ abur cubur kaldığından acıkacak gibi olurlarsa onunla bastırıp ilerlemeye çalışıyorlardı. Güneş tepeye vardıktan sonra da yakınlardaki, Güneş'in yaşadığı yerleşim yerine doğru yola çıktılar. Yolculukları kah ikisi de yürüyerek kah Deniz motorda ve Güneş yürüyerek ilerledi ama büyük bölümünde ikisi de yürüyordu. Ara sıra yol üstündeki şeyler hakkında veya genel olarak bir iki laf etseler de Güneş, aslında Deniz'in ilk izleniminden asla beklemeyeceği kadar suskun ve kendine dönük biriydi. Deniz de pek konuşkan bir tip sayılmazdı, bu yüzden yol arkadaşının bu beklenmedik kişilik özelliğine şaşırmış ama aynı zamanda sevinmişti. Yolun yaklaşık çeyreğinden sonra ikisi de pek bir laf etmedi ve bu nedenle Deniz düşüncelere daldı. Yolun bir kısmında yürümek işini kolaylaştırıyordu, motorun üstündeyken yolda -ve hayatta- kalmak dışında pek de bir şey düşünemiyordu ama hareketsizken düşünürdü. Yanından geçtikleri bir dut ağacı aklına geçmişte gittiği, tamamına yakını ters dutlardan oluşan dutluklarla sarılı bir yeri getirdi. Sonra aklı salkımsöğütlere kaydı, söğüt yosununun (willow moss) yenilebilir olup olmadığını hatırlamaya çalıştı, "Yosun... yosun... Marimo? Ama marimolar algdi. Tatlısuda niye makro alg var ki? Makro fotoğraflar çekebilir miyim acaba? Bu telefonla bazı iyi görseller elde etmiştim. Bir ara fotoğraf albümü yapmalıyım. Gördüğüm yerleri kaydetsem de daha iyi olur. Bir yöresizin seyahatnamesinden daha iyi bir seyahatname nerede bulunabilir ki? Yazıları yazıp fotoğrafları da koyayım. Fotoğraf kalitesini nasıl ayarlarız ki? Neyse salla. Ama cidden yazmam gerek. Nereden başlasam? Güneş'ten... Güneş demişken, fazla mı sıcak oldu ya? Ağustos ayındayız gerçi ama... Ne zamandır ne cırcır ne de ağustos böceği duydum sahi, nereye kayboldular ki? Mayıs böcekleri niye tarım zararlısı ki? Bence gayet şirinler. Uğur böcekleri aksine tarım yararlısı, bu mayıs böceklerine ne oluyor? Gerçi Meksika fasulye böceği tarım zararlısı... Hmm... Danaburunları da zararlıydı d'i mi ya? Su bitkisiyle falan akvaryuma gelmezler umarım... Akvaryum? Bir ara bir şehir akvaryumuna gitmiştim. Köpek balıkları fazla abartılmıyor mu ya? Ya da yanlış yönden abartılıyor... Aaah, keşke insanların dişleri de köpek balıkları gibi yenilenseydi. Teknoloji o kadar gelişti ama şuna hâlâ bir çözüm bulamadılar. Araştırmıyorlar mı yoksa? İkinci Karanlık Çağ'dan bir süre önce İsviçreli bilim adamlarının devamlı bilmem kaç açılı diş fırçası muhabbeti vardı... Aynen. O zamanın sitelerinin arşivlenmesi iyi olmuş, silinmiş mesajlara ve artık var olmayan sitelere böyle ulaşabiliyoruz. Bu arşivleme işini kim yaptı ki? BYT desen... İkinci Karanlık Çağ'ın ilerici ve eşitlikçi olduğunu iddia eden sansürcülüğünden nefret eden birileri olduğu kesin, BYT sadece ana akıma erişmeleri engellendiği için muhaliflerin toplanma alanıydı, İkinci Karanlık Çağ'ın sahiplerinin destekçilerinden, hatta doğrudan doğruya sahiplerinden olan birinin BYT'ye alınmaması gibi bir durum söz konusu değildi. BYT'nin açılımı neydi ya? İkinci Karanlık Çağ'ı bitirecek olanlara bir delik açtıkları kesin ama... Kesinlik. Kesinliğe kim nasıl karar veriyor ki? Kesin... keskin. Harbi, bu koku ne lan? Ha, sıcak yüzünden motordan geliyor... tamam, tamam. Güneş n'apıyor ya? Yürüyor. Doğal olarak. Yedek kaskım olsaydı beraber binmeyi teklif ederdim. Keşke gözüm bozuk olmasaydı... Bak, dişi çözemedikleri gibi gözü de çözemediler. Gözlük ne lan? Kask sıktığı için numaralı deniz gözlüğü almam iyi olmuş yalnız ha. Sanki yüzüyorum da... Gerçi yüzülebilecek yerlere gitsem yüzerim. Mayom yok. Yüzülebilecek bütün tatil yerlerinde mayo satılır. Güneşlerin yerleşkesi tam olarak nasıl bir yerde acaba? Dağda mı, ovada mı, sahilde mi, orman içinde mi, göl kıyısında mı, şimdi aklıma gelmeyen bir yerlerde mi... İkinci Karanlık Çağ'da muhaliflerin, sürgünlerin ve siyasi suçluların kurduğu getto olarak oluşup sonrasında standart yerleşim yerlerinden biri hâline gelmiş olsa gerek. Güneş yaşadığı yerin tarihini biliyor mu acaba? Büyükşehirler neredeyse yok oldu sonuçta, metropol artık gökdelenlerden oluşan bir kasabayı tanımlayan kelime. İnsanlığın kurtuluşunun yatay mimaride olduğunu söyleyenler haklıydı galiba. Ya o değil de daha ne kadar var ki? İlk yöresizlerin mülksüzlüğü savunmamış olması da bana hep garip gelmiştir zaten. Anarko-kapitalist falan mıydılar acaba? Gerçi düşünceleri anarko-primitivizmin teknoloji karşıtlığı yapmayan bir versiyonu gibiydi. Kim olduklarını tam bilsek daha iyi olurdu, hangi konularda anlaşıyorlardı ve hangilerinde anlaşamıyorlardı... Hangilerinde anlaşabildiklerini biliyoruz gerçi, biri de özgür düşünce. Cidden daha ne kadar yolumuz var? Otomat mı o? Otomat evet. Niye böyle bir yerde otomat var ki?" Deniz, otomatı düşünerek biraz daha oyalandı, ardından pes edip olduğu yerde durdu. Güneş birkaç adım daha attı -o da düşüncelere dalmıştı- ve yol arkadaşının durduğunu fark etmesi biraz gecikse de fark eder etmez durdu. "Ne oldu?" diye sordu olağanca sevimliliğiyle. Deniz bir an için kalbinde bir tekleme hissetti, sonra Güneş'in tanıştıkları zamanki tavrıyla şimdiki tavrı arasındaki uçurumu düşündü. Biraz daha düşünürse kızın yüzünün görüntüsünün zihnine yapışıp kalacağından korktu, bu yüzden otomatı gösterip "Böyle bir yerde niye otomat var?" diye sordu. Güneş "Ha," dedi, "buranın uğrak bir yer olduğunu söyleyebilirsin. Çok fazla yola ve doğal alana bağlanıyor, dolayısıyla birçok yöresiz, kampçı, Yeñiyörük ve sizin türünüzden başka kim varsa bu otomatı bir şekilde kullanıyor. Otomat da o yüzden orada zaten, erzak ve kalan şeyleri alabilin diye. Bizim balıkçılar da kullanıyor, zaten teknik olarak geliri yerleşkemize ait." Deniz "Öncelikle yöresizler ve Yeñiyörükler aynı tür değildir," dedi, "benzer ruhlar olduğumuzu kabul ediyorum ama yine de..." Yeñiyörükler İkinci Karanlık Çağ'da ortaya çıkmış bir topluluktu, yöresizlerden tamamen farklı gerekçelerle yöresizlere bir açıdan benzer bir hayat tarzını savunuyorlardı ve bazıları aynı, bazıları bir açıdan benzer, bazılarıysa tamamen farklı olan gerekçelerle İkinci Karanlık Çağ'da yöresizler ve bugün çoğu hem yöresizler hem de Yeñiyörükler ile kavgalı olan pek çok farklı topluluk ve organizasyon ile birlikte çağın sahiplerine karşı çıkmışlardı. Gerçi bütün o organizasyonlar ve topluluklar baştan beri düşmandı; her şey İkinci Karanlık Çağ'ın bitmesi için yapılan geçici, "dişler sıkılı" bir takım çalışmasından ibaretti. Hepsi sonucun böyle olacağını biliyordu, zaten ortaklaşa anlaşabildikleri iki konudan birincisi İkinci Karanlık Çağın bu "karanlık" adını kesinlikle hak ettiği, ikincisiyse o takım çalışmasından sonra bile öylece dost olamayacakları, en fazla nötr kalabilecekleriydi. İkinci Karanlık Çağ'dan kurtulup o çağı yaratanların tarihin çöplüğüne gönderilmesinde, özellikle bunun Türkéli -yani Yeñiyörüklere göre doğuda Doğu Türkistan'dan batıda Kuzey Trakya'ya kadar uzanan coğrafya- ayağında Yeñiyörükler büyük pay sahibilerdi çünkü yağmacı ve kavgacı bir doğayı savunuyorlardı, bu nedenle tıpkı yöresizler gibi onlar da silah edinip taşıyordu. Yöresizlerin de tercih ettiği piştov, altıpatlar, hançer, fırlatma bıçağı, kısa yay gibi silahlar haricinde yöresizlerin genelde yer sıkıntıları veya ağırlık nedeniyle tercih etmediği mavzer, misket tüfeği, kılıç, arbalet, uzun mızrak, çift taraflı balta gibi silahlar da taşıyorlardı. Gerçi İkinci Karanlık Çağı'n bitiminin silahlanma ve silah kullanma ayağında daha modern silahları tercih eden ve hem yöresizlerin hem de Yeñiyörüklerin onlardan hoşlanmama sebeplerinden biri de bu olan birkaç farklı organizasyon onlardan çok daha etkili olmuştu ama İkinci Karanlık Çağ'ın sahipleri aslında korkaktı, en büyük güçleri medya aracılığıyla körükledikleri linç kültürüydü. Gerçek kaba kuvvet karşısında hiçbir şansları yoktu, özellikle de manipülasyonu bile beceremeyecek kadar salak oldukları için. Deniz "Daha da önemlisi," dedi, "yerleşkenizin tarihini biliyor musun?" Güneş "Aslında bir tarih müzemiz bile var," dedi, "ama ben ayrıntılara hâkim değilim, sadece atalarımızın sürgün muhalifler ve 'doğaya dönüş hareketi' mensupları olduğunu biliyorum. Hangi tarafın daha fazla olduğuyla veya iki tarafın arasının tam olarak nasıl olduğuyla ilgili bir fikrim yok, ilk yerleşimcilerin iki taraftan hangisi olduğunu da bilmiyorum ama tarih müzemizde kesin buna dair bir şeyler vardır." Güneş, bir an için otomata doğru döndü ve yüzünün yarısı günışığıyla aydınlandı, Deniz istemsizce telefonunu çıkarıp bir fotoğraf çekti. Sonra hemen özür dileyip "İstersen silebilirim." dedi. Güneş şaşkındı ama üzgün veya kızgın değildi, sakin -ve neredeyse utangaç- bir tavırla "O fotoğrafı sonra bana da gönder." demekle yetindi.

Diğer bölümler için

12 Ekim 2023 Perşembe

Durum Raporu: Anime, Yöresiz'e Ne Oldu (Devam Edecek mi) ve İsrail-Filistin Olayları

"Keikenzumi na Kimi to, Keiken Zero na Ore ga, Otsukiai suru Hanashi." aslında çok güzel başladı ama izlemeye çalışırken midem bulanıyor. Neden? Çünkü başkarakterle gereğinden fazla empati kuruyorum. Liseyi tam olarak aynı onun gibi geçirdiğim için olsa gerek  (animenin başındaki, "sevgilisiz" hâli tabii; gerçi bir şekilde öyle bir kıza açılacak cesareti bulup bir şekilde kabul edilsem devamında da aynı olurdum). İzlemeye çalışırken kendimle, geçmişimle ve hayatımla mücadele ediyorum ama anime gayet güzel; boğazımdaki acı tadı yutup izlemeye çalışacağım. Romantik komedilerin üstümde "Ulan..." etkisi yaptığı ilk sefer değil sonuçta. Bu arada "okulun orospusu" olarak görülen çok romantik komedi esas kızı gördüm (Cidden lan, niye o kadar fazla var? Daha önce hiç fark etmemiştim.) ama gerçekten öyle olanını ilk kez görüyorum (Hajimete no Gal'ı çıktığından beri bilmeme rağmen hâlâ izlemedim gerçi, o yüzden oradaki nasıl bir karakter tam olarak bilmiyorum). Hoshikuzu Telepath beklediğimden daha güzel başladı. Konusunu okur okumaz "İzlerim ben bunu." demiştim zaten ama bu sezon konusunu okuyup "İzlerim" dediğim şeyler beklediğimden daha iyi olma eğiliminde. Daha iki ana karakterin (muhtemelen bunlara bir üçüncü ve yine büyük ihtimalle bir dördüncü de katılacak; bu tür serileri ilk kez izlemiyorum ve Lucky Star'dan beri bu tür serilerin hastasıyım) tanışmasından da "yuri bait"i çaktılar... gerçi zaten animede "yuri bait" olmasını bekliyordum*, asıl "yuri bait" olmasa şaşırırdım (mesela çoğu kişinin direkt yuri olduğunu iddia ettiği Flip Flappers'ta ben neredeyse "yuri bait" bile göremedim ama beni asıl şaşırtan Sakura Quest'te hem "yuri bait" hem de buna yönelik fanartların azlığı oldu, "neredeyse yok" seviyesinde bir azlıktan bahsediyorum bu arada) ama bu kadar çabuk ve aleni biçimde olmasını da hiç beklemiyordum. Bu arada benim en yalnızlıktan kavrulduğum dönemlerimden birinde çıkan animenin bu kadar sevimli (The Cutie) bir başkaraktere sahip olması hakkında ne düşüneceğimden emin değilim. Bazen tüm dünya benimle ve rezil hâlimle taşşşşşak geçiyormuş gibi hissediyorum. Bu arada animeyi izlemeye devam ederken artık kararımı verdim: "Yuri bait" falan değil, dümdüz yuri bu. Kimse bu animenin yuri olmadığına beni ikna edemez. Machikado Mazoku'nun, hatta Mouretsu Pirates'in bile yuri olmadığına ikna olurum da bunun yuri olmadığına ikna olmam, özellikle o, bölüm sonuna yakın gelen ve mangakaya/yazara sorsak direkt kafamıza "Orada arkadaşlığı kastediyor." bahanesini çakacağı "seni seviyorum" sahnesinden sonra. Bu arada yooo, zaten direkt yuriymiş bu; Türkanime'deki taglarda yoktu ama TRAnimeİzle'deki taglarda var. Zaten Türkanime'de %99 ihtimalle yarım kalacak, tamamlansa da arada uzunca bir saçma sapan gecikme dönemi olacak olduğu için direkt TRAnimeİzle'ye geçtim.

*CGDCT serilerinin alametifarikalarından biri, ayrıca neredeyse hiçbirinde erkek karakter olmadığından "ship"lerin çoğu zaten mecburen yuri oluyor. Mangaka/senarist/yapımcı vs. de doğal olarak buradan sağabildiği kadar sağıyor çünkü neden, çünkü para tatlıdır ve "sex sells" adamım. Sadece Pixiv çizerlerine ufacık bir malzeme ver ve arkana yaslanıp olanları izle, sonra da paracıkları say gitsin.

Bu arada Yöresiz'i yarıda bırakmışım gibi gelebilir, evet kısmen öyle oldu. Şu an Bıçağın Sırtındaki Işıltı hakkında iyi, harlayabileceğim bir kıvılcım yakaladım, onu harlamakla meşgulüm. Ama tabii Yöresiz'i sonsuza dek böyle yarım hâlde kesip atmış değilim, Bıçağın Sırtındaki Işıltı'dan -tekrar- bunalırsam veya Yöresiz hakkında bütün bir bölüm yazıp yayımlayabileceğim ilham gelirse tabii ki devam edeceğim. "Ya öyle de olmazsa?" Ya, açıkçası Yöresiz'i zaten baştan beri "kafa dağıtma serisi" olarak yazıyorum. Ara sıra aklıma eser bölüm paylaşırım, ara sıra sanki hikaye yarım hâlde sonsuza kadar bırakılmış gibi olur... ama dediğim gibi, Yöresiz'i yarım bırakma planım asla ama asla yok. En olmadı ona Ejderin Mührü gibi muamele edeceğim yani, merak etmeyin [Kim merak edecekse... Neyse, bot olup olmadığını bilmediğim 2 okuyucumdan (Hâlâ 2 mi lan? Uzun zamandır sadece 1 görüyorum.) biri seviyordur veya internette hasbelkader denk gelenler olur belki.]; o hikaye illaki tamamlanacak. Kurduğum o evreni ve daha yayınlanan bölümlerde olmayan karakterleri öylece bırakmam, çoktan bağlandım. Sadece o hikayenin amacı "kafama estiği zaman, kafama estiği gibi yazmak" olduğu için (yani en baştan var oluşunun tek amacı yazar tıkanıklığı için bir tür "lavabo-aç" olmak olduğu için) amacına uygun davranıyorum.

Şimdi evet, İsrail-Filistin konusu... Bu konuya tavrım aslında gayet net ve zamanında YPG-IŞİD "kapışmaları" için aldığımla aynı: "Yiyin birbirinizi amk, bana ne?" Gerçi mızrak yine bizim götümüze girecek ama Afrika'da kabile savaşı çıksa yine aynısı oluyor, yani bu savaşta illa bir tarafa üzülsem Türkiye'ye üzülürdüm. Açık söylüyorum, benim artık insanlığa üzülecek kadar merhametim, mecalim ve iyi niyetim kalmadı; özellikle de bunlar Ortadoğu gibi hain çukurunun gündelik olaylara dönüşmüş işlerde taraflarsa. Ulan ayrıca, bu Filistinli ibneler zamanında padişah ve halife tarafından konulmuş yasağı sallamayıp topraklarını Yahudilere satmasaydı şimdi İsrail diye bir devlet bile yoktu (olsa bile kimsenin egemenliğini, meşruluğunu ve büyük oranda iç işlerini sorgulayamayacağı bir şekilde, yani savaşarak kurulmuş olarak vardı; İsrail'in bağımsız bir devlet olarak meşruiyetinin sorgulanmasının en önemli sebebi para ve lobicilik ile kurulmuş olması zaten). Bana mı sordular amk topraklarını satarken, şimdi ceremesini çekiyorlar işte; biz sırf isyancıları sürdüğümüzden yüz yıldır var olmayan bir soykırımla suçlanıyoruz (aslında sadece onunla değil, daha bir sürü -ve çoğu şu an bahsettiğimin temel dayanağı olan tehcir gibi buna bir dayanak oluşturacak şeylerden bile yoksun- soykırımla da suçlanıyoruz ama dünya çapında en çok bilinip üstümüze en çok yapışan bu), ne diye evini satıp sonra evini sattığı kişiyi işgalci ilan eden biri gibi davranan -ki Filistin'in yaptığı şey gerçekten de tam olarak bu-, bayrakları halifenin cihat çağrısına uymayıp da Türk katliamı yapmayı temsil eden (Arap İsyanı Bayrağı'nı bir araştırın bakalım) bir ülke için üzüleyim ki? Ha İsrail'in de ayrıca amına koyayım ama konu bu değil, gerçi karşılaştırma İsrail vs. Filistin yerine Arap vs. Yahudi olduğunda bu iki kardeş halkın (şaka değil bu arada, Semitik halklar neymiş bir bakıverin) hangisinin tarih boyunca Türklere her anlamda ve konuda daha yakın olduğu açık (birkaç ipucu vereyim: Hazar Kağanlığı, Reşidüddin, II. Bayezid -ki şu an isim vermeden anlattığım şey yaptığı sınırlı sayıda doğru işten biridir ama elbette bu hıyar yüzünden Rönesans'ı kaçırdığımız gerçeğini unutturmaya yetmez-). Ha bu arada İsrail-Filistin olayları 3. Dünya Savaşı'nı tetikler mi diye düşünenler var, kendilerine Tanrı Teala'dan akıl fikir diliyorum. Rusya-Ukrayna ile başlamayan WW III klasik, artık rutine binmiş Ortadoğu hançerleşmesiyle siksen başlamaz, merak etmeyin.

𐰼𐰓𐰢:𐰇:𐰴𐰖𐰀𐰠𐰃 𐰼𐰓𐰢:𐰈:𐰵𐰗𐰁𐰠𐰄 ᠡᠷᠲ‍ᠡᠮ ᠥ᠃ ᠬᠠᠶᠠᠯᠢ أردم عُ. خيالى Erdem Ö. Hayalî

Delinin teki. Israrla umut etmeye çalışıyor. Gölgesini kovalamakla meşgul. Erdem Ö. Hayalî mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış yolu arıyor. Ha ayrıca bir şeyler daha yapıyor ama netice vermeden, meyve verince olmasa bile en azından tohum çatlayıp filiz çıkmadan bu konuda ağzını sıkı tutmak gibi bir inadı var. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da (Evet, “blog” kelimesinin G’si yumuşar. Blokun K’si ise yumuşamaz.) kullanıyor.

*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla dolu bir saçmalık sadece. Bu kitabın imlası, düzenlenmeden önce daha düzgündü lan? Ortadan bölünmüş cümle yoktu en azından. “Düzelteceğiz” demiştim ama artık o kadar da umutlu değilim, neden olmadığıma dair blogda “doğrudan yayıncılık” diye aratarak bilgi edinebilirsiniz. Halihazırda aldıysanız da düzeltme işini yaptıktan sonra -tabii onu da yapabilirsek- bir şeyler ayarlayacağım.)

𐰲𐰓𐰼𐰭:𐰢𐰜𐰼𐰇 ᠡᠵᠲ‍ᠡᠷᠢᠩ ᠮᠥᠭ᠍‍ᠷᠥ اژدريڭ مهرى

INFP 6w5 sp/sx 694 (6w5-9w8-4w3)* EII-Ne RLUEI EFVL melankolik-flegmatik Kaotik nötral

*Üçlü tip teorisinde kanatlar yok biliyorum ama teori devamlı değişip yenileniyor zaten.

☉♓︎   ☽♌︎   Asc♊︎   ☿♈︎♀♒︎♂♈︎♃♓︎♄♈︎♅♒︎♆♒︎♇♐︎⚷♏︎⚸♎︎☊♍︎🜊♏︎

6 Ekim 2023 Cuma

Sezon Başlangıcı Nedeniyle Anime Muhabbeti

Kamierabi, Kamierabi... Üçüncü bölüme kadar şans vermeye çalışıp sarmazsa salacağım. Hayır yani bu göz kanatan CGI'ı bir de "ben yeni nesil Mirai Nikki'yim" konusuyla sunmak olacak iş mi? Animede özel bir yan, gerçekten ilgi çekici bir farklılık vs. görmediğim sürece Kamierabi'yi salacağım. Hayır çünkü "aşırı kötü CGI kullanımlı Mirai Nikki" izlemek gibi bir niyetim hiç mi hiç yok.

Migi to Dali gerçekten son zamanların en acayip animelerinden biri. Biraz gerici, biraz komik... Başkarakter(ler)in bir olayı var gibi ama o olaylarını 5. bölümden önce öğrenebileceğimizi sanmıyorum. Muhtemelen izlerim ama 3. bölümde bunun nispeten sıradan bir seri olduğuna karar verirsem bırakma ihtimalim de var. Aslında konu ilgi çekici ama o konunun sunumu... bir de taglarda komedi yok ama ilk bölümün yarısı komediydi, o da kafa karıştırıcı bir unsur. Anime tamamen gizem yoluna mı gidecek, yanlış anlaşılma komedisine mi bağlayacak, işe doğaüstü mü katacak ne yapacak belli değil. Taglarda gerilim var ama asıl gerilim animenin içinde değil, bu belirsizle sağlanıyor. Bir de "ilgili sahneler"de (izlerseniz neden bahsettiğimi anlarsınız, izlemezseniz de aslında kapaktan bile anlayabileceğiniz hâlde kısmen "spoiler", o yüzden hangi sahneler olduğunu yazmayacağım) acayip gerici bir müzik koyuyorlar ama hiç de öyle gerici sahneler değil onlar, hatta bazısı bildiğin anime komedi animesi olsa hunharca güleceğin sahneler.

Overtake... Yani... Hani, konu pek ilgimi çekmemişti ama ilk bölüm biraz çekti gibi. Hafiften Blue Period'u -ki ben Blue Period çok severim- ve Yesterday wo Utatte'yi (aslında çok güzel olduğu hâlde sırf Haru'nun "rakibi" olarak sunulan, adını bile hatırlayamayacak kadar nefret ettiğim gıcık karaktere katlanamadığımdan yarım bıraktığım ve bundan zerrece pişmanlık duymadığım seri) kısmen andırıyor, bu yüzden konuyu okuyunca "Öf be, hiç çekemem şimdi..." dememe rağmen devam etme ihtimalim çok yüksek. Bu anime hakkındaki kesin kararımı da 3. veya 5. bölümde vereceğim sanırım. 

Boushoku no Berserk acayip derecede "klasik" bir Ortaçağ fantastik temalı anime gibi duruyor ya... 3. bölüme kadar dayanmaya çalışacağım ama komedi dozajı arttırılmaz veya gerçekten ilgimi çeken bir şeyler göremezsem salarım. 

S-Rank Musume de baba kız serisi gibi ama klasik "baba-kız serileri"nden epey farklı. Bu sezonda izleyeceğime emin olduğum ilk anime [kronolojik olarak bunu diğer(ler)inden önce izledim çünkü]. 

Seijo no Maryoku wa Bannou desu'nun 2. sezonunu beklemiyordum ama gelmiş, 1. sezonu sevdiğimden doğal olarak izleyeceğim. O değil de NGNL 2. sezonu hâlâ bekleyenlerdenim... yıllar sonra bir film çıkardılar, sonra yine ortadan kayboldular arkadaş. Lan Hataraku Maou-sama'nın bile yeni sezonu yıllar yıllar sonra geldi (ben de dahil çoğu hayran ilk sezonla kalsa çok daha memnun olurdu, gerçi son birkaç bölüm güzeldi) ama No Game No Life'tan haber bile yok. Filmi çıkarmamışlar gibi davranıyorlar amk, inanılmaz ya. 

Kamonohashi Ron no Kindan Suiri acayip güzel bir 1. bölümle başladı, kesin izlerim. Zaten polisiye komedi seven bir insanım (Brooklyn 9-9 olsun, Polis Akademisi olsun, Bungou Stray Dogs olsun...) ama bu polisiye komediden bağımsız olarak da acayip iyi. 

Kage no Jitsuryokusha ni Naritakute! 2. sezonu, Seijo no Maryoku'nun 2. sezonuyla tamamen aynı klasmanda. 

Watashi no Oshi wa Akuyaku Reijou'yu konusunu okuyunca hoşuma gittiğinden ve taglarda yuri ile komedi olduğundan zaten izleyecektim ama bu kadar hoşuma gideceğini hiç beklemiyordum. Gecenin 4'ünde kahkahalarımda apartmanı uyandırmamak için elimle ağzımı kapatmam gerekti lan dlaslmesdşx, uzun süredir trollük seviyesi ve türü bu derecede yüksek bir şey izlememiştim, iyi geldi. Başkarakterin animenin asıl ve en büyük trolü (ayrıca iflah olmaz bir "gamer chick" ile otaku vekili) olması + "kötü kadın"ın tsundere olması fnslfmlşçesd... Muhteşem ya. Daha animenin başından isekaia "dalış" ile başlamasının bunun işaretini vermesini beklersiniz ama o sırada "yabancılaştırıcı tamamen sürpriz" ile uğraşıyordum (şuradaki 4. paragraf, tabii baştaki alıntıyı paragraf olarak sayıyorsanız 5.), muhtemelen amaçları da buydu çünkü gece uykusunda hapşırarak ölen dağ gibi adamı (gerçekten dağ gibi bu arada, isekailanmadan önce 2 metre falan boyu ve hayvan gibi kasları vardı lan) bile gördüm ama oturduğu yerde içi geçip de otome dünyasında uyanan birini görmek kesinlikle beklentilerim arasında yoktu. Bu da animenin bu trollük seviyesine daha kolay adapte olmamı sağladı (inançsızlığın istemli askıya alınmasına yardımcı olmak lazım tabii). 

Dekoboko Majo no Oyako Jijou da konusunu okuyunca "İzlerim" deyip animeyi izleyince "Evet, kesin izliyorum." dediğim serilerden. Bu arada daha önce hiç anne-kız serisi izlememiştim, başka var mı ondan bile emin değilim, bu değişiklik bir iyi geldi. 

Toaru Ossan no VRMMO Katsudouki'deki adam aynı benim gibi karakter oluşturuyor asjjseşmkld, standart bir "isekai gibi ama aslında oyun evreni" komedi serisi, bunları da aynı ofis romantik komedileri, baba-kız serileri ve isekai-harem-komedi serileri gibi direkt tek lokmada yutuyorum zaten, şimdiye kadar dandiğine evet çok fazla denk geldim ama hiç sonuna kadar dayanamayıp yarım bıraktığım olmadı. 

"Konyaku Haki sareta Reijou wo Hirotta Ore ga, Ikenai Koto wo Oshiekomu: Oishii Mono wo Tabesasete Oshare wo Sasete, Sekaiichi Shiawase na Shoujo ni Produce!" (Amin. Kısaca: Ikenaikyo) da acayip güzel başladı lan. Konuyu okuyunca daha komedi ağırlıklı bir şey bekliyordum ama bu komedi seviyesine de gayet tamamım, herhangi bir itirazım yok.

𐰼𐰓𐰢:𐰇:𐰴𐰖𐰀𐰠𐰃 𐰼𐰓𐰢:𐰈:𐰵𐰗𐰁𐰠𐰄 ᠡᠷᠲ‍ᠡᠮ ᠥ᠃ ᠬᠠᠶᠠᠯᠢ أردم عُ. خيالى Erdem Ö. Hayalî

Delinin teki. Israrla umut etmeye çalışıyor. Gölgesini kovalamakla meşgul. Erdem Ö. Hayalî mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış yolu arıyor. Ha ayrıca bir şeyler daha yapıyor ama netice vermeden, meyve verince olmasa bile en azından tohum çatlayıp filiz çıkmadan bu konuda ağzını sıkı tutmak gibi bir inadı var. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da (Evet, “blog” kelimesinin G’si yumuşar. Blokun K’si ise yumuşamaz.) kullanıyor.

*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla dolu bir saçmalık sadece. Bu kitabın imlası, düzenlenmeden önce daha düzgündü lan? Ortadan bölünmüş cümle yoktu en azından. “Düzelteceğiz” demiştim ama artık o kadar da umutlu değilim, neden olmadığıma dair blogda “doğrudan yayıncılık” diye aratarak bilgi edinebilirsiniz. Halihazırda aldıysanız da düzeltme işini yaptıktan sonra -tabii onu da yapabilirsek- bir şeyler ayarlayacağım.)

𐰲𐰓𐰼𐰭:𐰢𐰜𐰼𐰇 ᠡᠵᠲ‍ᠡᠷᠢᠩ ᠮᠥᠭ᠍‍ᠷᠥ اژدريڭ مهرى

INFP 6w5 sp/sx 694 (6w5-9w8-4w3)* EII-Ne RLUEI EFVL melankolik-flegmatik Kaotik nötral

*Üçlü tip teorisinde kanatlar yok biliyorum ama teori devamlı değişip yenileniyor zaten.

☉♓︎   ☽♌︎   Asc♊︎   ☿♈︎♀♒︎♂♈︎♃♓︎♄♈︎♅♒︎♆♒︎♇♐︎⚷♏︎⚸♎︎☊♍︎🜊♏︎

4 Ekim 2023 Çarşamba

Durum Raporu (Ben bu paragraflara alt başlık bulamam...)

Yumemiru Danshi wa Genjitsushugisha'nın son iki bölümü ne güzeldi lan öyle, iyi ki animeyi salmayıp da dayanmışım diyorum (12 bölüm olmasının da payı var, 24 bölüm olsa muhtemelen dayanamazdım; daha doğrusu dayanmakla falan uğraşmazdım). Geri zekalı tsundere esas kızımız da son bölüme kadar bekletse de sevilebilir bir karakter hâline geldi. Ha onca bölümlük nefretimi yüklediğim karakteri sırf azıcık akıllandı, geçmişine de belli belirsiz bir sebep kondu diye sevecek değilim, o ayrı. Gerçi anime bu ilk 12 bölüm tamamen aynı olacak şekilde 24 bölüm olsaydı veya 2. sezon falan çıkarsa en azından sevgi-nefret skalasında nötr kısmın sevmeye yakın kısmına koyabilirim. Sousou no Frieren, Sousou no Frieren... Dram tagı ve Türkanime'de konunun aşırı klişeymiş gibi anlatılması nedeniyle "Ya, muhtemelen bunu izlesem severim ama... şu an hiç çekemem." diyerek "daha sonra izle" listesine almıştım. Face'te animeyi öven -ve hiç de dramdan vs. bahsetmeyen- dört farklı post karşıma çıkınca "Tamam, bir bakayım bari." dedim ve... çıkar çıkmaz izlemeye başlamadığım için pişmanım. Animede dram var mı, evet var ama "her kötü şeyi üst üste atalım" dramı değil. Hayata dair sorgulamalar ve benzeri şeyler, animenin felsefi arka planı nedeniyle dram var. Yaşama, ölüme, hatta inanca dair sorgulamalar yapabilirken bütün bunları hoş, insanı ne geren ne üzen ne de sıkan (ama ayrıca güldürmeyen de) bir hikayenin altında sunabiliyor. Bu animeden feci Natsume Yuujinchou havası alıyorum ki Natsume Yuujinchou da "dram" seviyesi aynı olup benzer yöntemlerle sağlanan -ama komedi kısmı bu animeden biraz daha fazla olan- bir animeydi, dünya çapında da değerinin bilinmediğini düşündüğüm bir seri. Gerçi Japonya'da değeri biliniyor olsa gerek, aksi hâlde altı mı yedi mi ne sezonu çıkamazdı. Sousou no Frieren'in en hoşuma giden yanı Natsume Yuujinchou havasını, Kino no Tabi havasını ve "Tolkien çakması fantastik evren" havasını aynı anda verip bütün bunları insanın kafasını karıştırmadan sunabilmesi. Başkarakterin elf (=insanlara kıyasla aşırı derecede uzun ömür ve bu uzun, daha da uzayacak olan hayatın getirdiği kayıtsızlık) olarak seçilmesi bunu sağlamada önemli rol oynamış. Gerçi elf seçiminin tek sebebinin bu olduğunu düşünmüyorum, muhtemelen izleyici/okuyucu "çekmek" amaçlı da kullanılmıştır (cüceler de uzun yaşıyor sonuçta ama başkarakterimiz çocukken yanına aldığı çırağının "küçük kız kardeşi" gibi görünüyor). İşin ilginç yanı, başkarakter büyücü olduğu ve animede hafiften de olsa bir Kino no Tabi havası olduğu için aslında Majo no Tabitabi (yani şimdiye kadar izlediğim onca anime arasında biraz olsun Kino no Tabi havası alabildiğim tek anime, tabii Frieren'den önce, ayrıca başkarakteri cadı) havası da vermesini beklersiniz ama ne hava ne de tat alıyorum. İkisi de gayet özgün seriler, halbuki başkarakterlerinin saç rengine varana kadar (Elaina gümüş saçlı, Frieren beyaz saçlı) çok benzer bir temaya sahipler. Ha bak ne aklıma geldi, animede çok, çok hafif bir Spice and Wolf tadı da var. Spice and Wolf, Natsume Yuujinchou ve Majo no Tabitabi seviyorsanız bu animeyi de seversiniz, garantisi benim (şart üçünü de seviyor olmanız, sadece ikisini sevip birini sevmeyip sonra bana "Ama ben bu Frieren'i sevmedim?" diye gelmeyin). Bu arada üç anime saydım, aralarında Kino no Tabi yok, fark ettiniz mi? Çünkü Kino no Tabi bambaşka bir olay, ilk izlediğiniz anime o olsaydı -ki kimsenin ilk izlediği anime o değildir çünkü yılların anime izleyicileri arasında bile "O ne la? Hiç duymadım." gibi tepkilerle karşılaşabileceğiniz kadar niş bir seridir- muhtemelen Death Note'u bile beğenmeyebilirdiniz. Boru değil, Kino no Tabi bu.

Bu arada iki haftadır evde yalnızım. Bu süreçte bazı deneyler, denemeler ve araştırmalar yapma, oturup kendimle kalarak düşünme vs. fırsatım oldu. Bazı kararlar aldım, bazı kararlarım hakkında çelişkili hislere kapıldım, bazı şeyleri tekrar içime aldım, bazılarını içimden attım vs. Özetle kendime, hayatıma az çok bir yol çizebildim; elbette hayatın getirdikleri bilinemez (kötü haber: eğer kader gerçek değilse determinist bir evrende yaşamadığımız kesindir, kader gerçekse de bu konuda bizim yapabileceğimiz bir şey yoktur ve kader gerçek olsa bile evrenimiz determinist değildir; tabii siz Laplace'ın şeytanıysanız sizin için determinist, doğru) ama en azından mevcut durum hakkında, bütün hayatımı bulanık bir suda dolaşmış ipleri çözmeye uğraşırken geçirirken bir ip ucu (evet, tevriye) bulmayı başardım ve şu anlık onu takip etmekten başka bir seçeneğim zaten yok. Neyse, bu bana neler getirecek bilmiyorum; ama en azından artık çırpınmıyorum. Ha hâlâ boğuluyorum, insan hayat üzerine düşünebilecek vakit buldukça boğulup çıldırır zaten ama mesele çırpınmak ya da çırpınmamak (burada da Hamlet göndermesi var). Bu deneyler, denemeler vs. sadece hayatımla, gelecekle, işle güçle ilgili değildi bu arada. Ayrıca Şelale Projesi'nde de iyi ilerleme kaydettim, çırpınmamı kesmeme yardımcı oldu. Çünkü şelale projesinin amacı zaten kendimle baş başa kalıp düşünebileceğim ve bu tür kararlar vs. alabileceğim şeyler yapmak. Hiç bir şeyi ve hiç kimseyi düşünmeden sadece canımın istediğini yapacak kadar cesaretim olsaydı, durumum şimdikinden iyi de olsa kötü de olsa bunlar büyük oranda benim yaptıklarımdan kaynaklandığından kendi salaklığım dışındaki şeylerden pek de şikayet etmezdim... ama aile evinde yaşam mücadelesi verirken dış etkiler ve dış etkilerin insanları etkileme oranı ile potansiyeli* çok fazla, haddinden katbekat fazla. İnsanın kolunu kanadını kırıyor, ergenliğine, beynin "üreme içgüdüsü" dışında pek bir halta çalışamadığı zamanlara geri gönderiyor. Aile evindeki "iyi" şeyler bile bir süre sonra batmaya ve sıkmaya başlar; çünkü insan psikolojisi kendi adına karar alınsa bile o kararı kendi aldığını hissetmek ister. Ayrıca insanlar bölgeci sürü hayvanlarıdır, bu nedenle sığıntı olduğunuz evden bir an önce kaçıp kendi bölgenizi bulmak için içgüdüleriniz çığlık atar. Galiba bunu daha önce de demiştim ama modern insanın en büyük problemi "modern" olmasıdır zaten, içgüdülerimizi bastırdık çünkü medeniyet ve modernite, hatta kültürün en geleneksel yorumları bile bunu gerektiriyordu ama içgüdülerimizden kurtulamadık. İçgüdülerimiz hâlâ basit, bölgeci, kendi türüne karşı orta derecede, diğer türlere karşıysa direkt olarak agresif (burada agresiflik akvaryum terimi, biraz araştırırsanız meseleyi anlayacaksınız), omnivor (hatta hipokarnivor yani hepçiller arasından en düşük düzeyde -%30 oranında- hayvansal gıda ihtiyacı olan çeşit, diğer örnekleri arasında birçok ayı türü var) olmasına karşın süper-avcı olmayı başarmış olan bir hayvana ait; ama bilincimiz bizim üstün olduğumuz, farklı olduğumuz, dünyanın hâkimi olduğumuz, yaratıcının en sevdiği eseri olduğumuz, hatta doğrudan doğruya Tanrı olduğumuz (her insanda tanrı kompleksi vardır; az ya da çok, farkında olarak ya da olmayarak ama mutlaka vardır, tanrı kompleksi olmayan insan -eğer varsa bile- aydınlanmış bir üstinsandır) gibi iddialara sahip. İşte en büyük sorun bu zaten; insanlar arasındaki en ufak sürtüşmeler de ülkeler arasındaki savaşlar da aile evinde hayatta kalmaya çalışan insanın ailesi ne kadar iyi (en azından kendince iyi niyetli) olursa olsun nihayetinde çıldırması da bilinçaltı ile bilinç arasındaki bu savaştan, Freud'un ID ve Süperego, Jung'un ise "gölge" ve "persona" olarak adlandırdığı iki benliğin çatışmasından kaynaklanıyor (Freud'un -ve öğrencisi olan Jung'un- "ego" tanımı günlük hayatta kullandığımızdan çok farklı ve "ego"nun Latince "ben" demek olması hem Freud'un hem Jung'un egoyu tanımlamak için neden bu kelimeyi seçtiğini kolayca anlamanızı sağlıyor).

*"Her şey zehirdir, önemli olan dozudur." Bir zehre ne kadar uzun süre ve yoğun maruz kalırsanız sizi o kadar etkiler. Bak bunu dedim de aklıma zehre bağışıklık kazanmak için her gün biraz zehir içen (Dediğim gibi olay doz; yoksa modern şuruplar, haplar vs. de geleneksel/klasik anlamda zehirden başka bir şey değil zaten. "Uyku hapıyla intihar" diye bir şeyin var olma, olabilme sebebi de bu.), sonra gerçekten intihar etmek için zehir içince bu çabasının aslında işe yaradığını fark eden kral geldi. Galiba bir ihtilal gibi bir şeyde idam edilmiş bir kraldı ve Avrupalı olduğunu hatırlıyorum ama kim olduğunu hatırlamıyorum. Fazlaca bilinen bir hikayedir, yani internete yazsanız muhtemelen bulursunuz. Hah buldum, VI. Mithridates imiş.

Ha bir de çeşitli filmler izlemeye fırsatım oldu (durum raporu yazmayı özlemişim ha, "yazacak bir şey yok ki... şu Frieren'i yazayım bari" diye düşünmüştüm, şimdi klavyeyi bırakamıyorum), bazı şeyleri fark ettim. Örneğin TV Tropes'ta "Silly rabbit" ile başlayan başlıklar var, ben bu başlıklardaki göndermeyi düşünüp duruyordum; meğer "trope namer" Kill Bill'miş. Gönderme, parodi vs. yapıla yapıla suyu çıkarılmış, herkesin bir şekilde bildiği bazı şeylerin kökenlerini de bunca film izleyince bulmayı başardım. Çok acayip lan... Bu arada bütün bu filmleri izlemek için bu yaşıma kadar beklediğime hem memnunum hem de üzgünüm. Memnunum çünkü filmlerin olayını, arka planını, alt yapısındaki temel düşünceyi vs. bu filmleri lisede -ya da daha önce- izlesem büyük oranda gözden kaçırabilirdim (Ayrıca TV Tropes'ta çok fazla vakit geçirince insan izlediği, okuduğu her şeyde bildiği izlekleri hemen fark ediyor, bu bazıları için hikayeden zevk almayı zorlaştırabilir ama benim daha da zevk almamı sağlıyor. Tam olarak şundan bahsediyorum bu arada.), üzgünüm çünkü bu kadar güzel -ve her sahneleri illaki bir göndermeye vs. konu olmuş- eserleri izlemek için bu kadar geç kaldım. Bütün o göndermeler ve benzeri şeyler anlayınca çok daha eğlenceli. Ha bir de özellikle üzerlerinde durmak istediğim Idiocracy ile Fight Club var. Idiocracy çok acayip bir film... çünkü önermesi inanılmaz olduğu hâlde dünya o kadar kısa sürede bir tür kırılıma girip bambaşka bir aptallığın pençesine düştü ki film ve önermesi geride kaldı. Günümüz dünyasında geleceğin aptalların hâkimiyetinde olacağını iddia eden bir film çekebilirsin ama aptallığın türünü bambaşka olarak sunmak zorunda kalırsın, bu da o aptallığı yaratanlar tarafından "cancel culture" ile hayatının mahvedilmesi anlamına gelir. Fight Club, günümüzde çekilse bu ülkede asla bu kadar popüler olamazdı. Çünkü orta sınıf diye bir şey yok, herkes ya dibe vurmuş ya tepeye çıkmış. Fight Club'ın önermesinin geçerli olabilmesi -ve dolayısıyla sevilip tutulması- için ülkede "ihtiyacı olmayan şeylere harcayabilecek kadar para kazanan ama kesinlikle zengin olmayan (yani boş yere para harcayan)" bir kesim gerek. Eskiden o kesim vardı, zaten "gelişmekte olan ülkeler"in bir özelliği de o kesimin çokluğudur ama günümüzdeki hiperenflasyon sağ olsun öyle bir kesim kalmadı. Biri bir şey alıyorsa sırf canı hemen almak istediği için değil, yarın daha da pahalanacağını bildiği için alıyor. Eskiden dışarıda yemek bir sosyal aktiviteydi, günümüzdeyse "ya hep ya hiç, ya şimdi ya da asla" için yapılıyor. Hazır film milm diyorken, ayrıca çoğu kişinin The Truman Show'un esas önermesini gözden kaçırdığını fark ettim.

[DİKKAT, "SPOILER" VAR.* BEYAZLA YAZACAĞIM, YANİ OKUMAK İÇİN "SEÇMENİZ" LAZIM.]

Hani Truman, Seaheaven'dan çıkarken yönetmen, Truman'ı kalmaya ikna etmek için "Dışarıda da yalan bir dünya var. Herkes yalan söylüyor, kendini gizliyor. Burada en azından kendin olabiliyorsun." gibi bir şeyler diyor ya, hatırladınız mı? İşte bence filmin esas önermesi, asıl alt metni orada senarist tarafından bizzat karaktere söyletiliyor. "Truman'ın hayatı sahte, yalan dolan; peki sizinki (seyircilerinki) çok mu gerçek? Herkes mutlaka bir şeyler saklamıyor mu?" Bence filmin asıl olayı bu, hatta Truman "Peki her şey mi yalandı?" diye sorunca gelen "Sen gerçektin." cevabı da bu alt metni resmen bağırıyor. Truman'ın "saklanmasına" gerek yoktu çünkü herkes onun "gerçek" olmasını istiyordu; ama gerçek hayatta hepimiz az ya da çok saklanıyoruz, aksi hâlde toplumdan dışlanırız. Kime ait olduğunu hatırlamıyorum, Türk bir yazar olması lazım, şöyle ("şuna benzer" anlamında "şöyle") bir cümle vardı: "Aklından geçen her şey bilinse herkes toplumdan dışlanırdı." Truman'ınkine benzer bir "tecrit"i kendi kendimize bizzat kendimiz, "senin iyiliğin için" yalanını -ki dünyanın en büyük yalanlarından biridir- söyleyerek uyguluyoruz; filmin esas dikkat çektiği şey de -bence- bu.

[SPOILER BİTTİ]

*Aslında ben bu "Ühü ühü spoiler yedim :(" tribini de çok fazla anlayamıyorum. Yani sonunu bilsen ne olacak ki? Asıl olay o sona nasıl ulaşıldığı. Sonunu bilsen de bilmesen de güzel bir hikaye güzel bir hikayedir. Kendimden örnek verirsem The Truman Show'un da Planet of the Apes'in de Fight Club'ın da sonunu izlemeden önce biliyordum ama bu, herhangi birinden zevk almamı engellemedi. Zaten insan sonunu bildiği için bir şeyi izlemekten/okumaktan/dinlemekten vazgeçecekse aslında hiçbir şey yapmaması, hatta yaşamaması bile gerekiyor. Neden? Çünkü her şeyin sonu zaten belli: Romantik komedilerde karakterler bir araya gelecek, korku türünde tüm karakterler ölecek (veya sadece biri kurtulacak, ki hangisinin kurtulacağı da eğer o film/kitap/her neyse korku türünün izleklerinin alayını yapısöküme uğratma niyetinde değilse üç aşağı beş yukarı belli), macera türünde kahramanlar günü/dünyayı/her neyi kurtarmaları gerekiyorsa onu kurtaracak ve hayatın sonunda da öleceksin. Zaten bu "sonunu bildiğim için zevk alamıyorum" tribi gerçek olsaydı ya hiçbir şeyi başka bir şeye uyarlamaya kalkmazlar ya da her uyarlamanın sonunu farklı farklı yaparlardı. LOTR filmleri çıktığında kitapları ezbere bilen hayranlar nasıl zevk alabildi? Çünkü güzel bir hikaye, tüketicinin onu ne kadar bildiği de dahil olmak üzere, her türlü parametreden bağımsız olarak güzel bir hikayedir de ondan.

𐰼𐰓𐰢:𐰇:𐰴𐰖𐰀𐰠𐰃 𐰼𐰓𐰢:𐰈:𐰵𐰗𐰁𐰠𐰄 ᠡᠷᠲ‍ᠡᠮ ᠥ᠃ ᠬᠠᠶᠠᠯᠢ أردم عُ. خيالى Erdem Ö. Hayalî

Delinin teki. Israrla umut etmeye çalışıyor. Gölgesini kovalamakla meşgul. Erdem Ö. Hayalî mahlasıyla kitap* yazdı, şimdi de yayınevlerinin yamyamlıkları ve doğrudan yayıncılık servislerinin onlardan da beter olması nedeniyle umarsızca bir çıkış yolu arıyor. Ha ayrıca bir şeyler daha yapıyor ama netice vermeden, meyve verince olmasa bile en azından tohum çatlayıp filiz çıkmadan bu konuda ağzını sıkı tutmak gibi bir inadı var. Tüm kitaplarını yazdığı mahlası artık bloğunda da (Evet, “blog” kelimesinin G’si yumuşar. Blokun K’si ise yumuşamaz.) kullanıyor.

*Ejderin Mührü (ALMAYIN! Benim yazdığım kitap değil bu, editörün kafasına göre yaptığı değişiklikler ve hatalarıyla dolu bir saçmalık sadece. Bu kitabın imlası, düzenlenmeden önce daha düzgündü lan? Ortadan bölünmüş cümle yoktu en azından. “Düzelteceğiz” demiştim ama artık o kadar da umutlu değilim, neden olmadığıma dair blogda “doğrudan yayıncılık” diye aratarak bilgi edinebilirsiniz. Halihazırda aldıysanız da düzeltme işini yaptıktan sonra -tabii onu da yapabilirsek- bir şeyler ayarlayacağım.)

𐰲𐰓𐰼𐰭:𐰢𐰜𐰼𐰇 ᠡᠵᠲ‍ᠡᠷᠢᠩ ᠮᠥᠭ᠍‍ᠷᠥ اژدريڭ مهرى

INFP 6w5 sp/sx 694 (6w5-9w8-4w3)* EII-Ne RLUEI EFVL melankolik-flegmatik Kaotik nötral

*Üçlü tip teorisinde kanatlar yok biliyorum ama teori devamlı değişip yenileniyor zaten.

☉♓︎   ☽♌︎   Asc♊︎   ☿♈︎♀♒︎♂♈︎♃♓︎♄♈︎♅♒︎♆♒︎♇♐︎⚷♏︎⚸♎︎☊♍︎🜊♏︎

2 Ekim 2023 Pazartesi

Yöresiz-6. Bölüm: Yola Çıkış Hazırlıkları

Güneş, kampı "korumak" için ne yapabileceğini düşünürken Deniz yanında sülün karkas, sülün tüyleri, kafası kesilmiş bir dikenli keler, dikenli keler kafası ve artık sadece iki kancası ve biri koparılmış üç misinası olan olta ucuyla döndü. Sülünü tuzladı, bir çubuğa geçirdi, ateşin üstüne astı ve Güneş'e "Devamlı çevir." dedi, emir tonu değil daha ziyade dalgın bir ton kullanmıştı, ardından oturup elindeki diğer şeylerle uğraşmaya başladı. Defterini çantadan çıkardı, olta ucunun son hâlini ve olması gereken hâlini çizdi -göz ucuyla bakan Güneş, Deniz'de harcanmış bir çizer potansiyeli olduğunu düşündü- ve defteri çantaya geri koydu. Sülün tüylerinden iyi durumda olanları ayırıp hasar görmeyecekleri şekilde paketleyip çantaya koydu, az hasarlı olanlara da benzer bir şey yaptı ve bir kısmını -genelde hasarlı olanları- yanına koydu. Defteri tekrar çıkarıp bu konuda birkaç not aldı, sonra defteri çantanın üstüne -bu kez içine değil, üstüne- koydu. Sonra dikenli kelerin başsız kısmını önüne aldı, dikkatli bir biçimde yüzdü, kemiklerini -yine dikkatle- çıkardı, et kısmını bir kutuya koyup kutuyu yanına aldı. Kemikleri gidip çadırın az ilerisine gömdü, deriyi ve kafayı da hasar görmeyecekleri şekilde paketleyip çantasına koydu. Defterine birkaç not aldı, sonra Güneş'e dönüp "Yeterli gelmezse kayakeleri de var." diye seslendi. Güneş elini salladı, yine de Deniz içine kayakeleri eti koyduğu kabı önüne aldı ve sonra ateşe doğru seğirtip "Yemek ne âlemde?" diye sordu.

Güneş "İlk kez tavuk ve hindi dışında beyaz et pişiriyorum." dedi, "O yüzden emin değilim ama olmuş gibi duruyor."

"Evet, bence de olmuş."

"Nasıl paylaşacağız?"

"Kapanın elinde kalır?"

"Arada sırada bana yöresiz olduğunu hatırlatman gerekecek... Ben vahşi veya anarşist değilim, yöresizler gibi 'kapanın elinde kalır' oynayamam."

"Öyle mi? Ormanın ortasında yeni tanıştığın birine gece aynı uyku tulumunda yatmayı teklif edecek kadar vahşisin. Ben asla öyle bir şeyi yapamazdım."

Kısa bir duraksamanın ardından Güneş, ağzının içinde "O... onu... sen güvenilir durduğun için..." diye geveledi ve bu cümlenin sonunu yatmadan önce aklına gelen düşüncelerde bile hiç bağlayamayacaktı.

Sonunda sülünü tam ortadan ikiye bölmeye karar verdiler, yedikten sonra Deniz kemikleri ve kalıntıları gömdü. Sonrasında içine dikenli keler eti koyduğu kutuyu açtı, birkaç toz, sıvı, baharat ve yağ gibi görünen bir şeylerle doldurdu ve tekrar, bu kez olabildiğince sıkı kapattı.

Güneş "O ne ki?" diye sordu ama Deniz cevap vermeden kabı çok ince bir toprak katmanı altına gömdü, üstüne yakılabilir şeyler koyup çevresini çevirdi ve ateş yaktı. Sonra Güneş'e dönüp "Şu ateşe bakar mısın?" dedi, "Besleme ve söndürme, kendi kendine yansın ve sönsün. Sorun olduğunu hissedersen söyle."

"Neden bana yardımcınmışım gibi davranıyorsun?"

"İki kişilik bir yöresiz yaşamı böyledir."

"Ama ben şehirliyim. Bu şey ne ki?"

Deniz, motoru silip temizlerken "Konserve," dedi, "daha doğrusu füme. Biraz karışık... Modern teknolojinin ürünleri sayesinde geleneksel tekniklerden biraz daha az lezzeti olan ama daha kısa sürede hazırlanıp daha uzun süre dayanabilen şeyler yapabiliyoruz. Kattığım şeyler ürünün çiğ de ısıtılarak da yenilebilecek bir konserve olmasını sağlıyor ama biraz tütsü tadı da veriyor. Gerçek baharatlar ve yağlar da koydum, bunların tada daha çok etkisi var."

"Yöresizlerin kendilerine ait mutfakları olduğundan haberim yoktu."

"Bireyselliği ön plana çıkardığımızdan... genelde yöresiz mutfağından ziyade her yöresizin kendine ait mutfağı oluyor. Gerçi yolculukta hazırlanabilen veya dayanabilen mutfak tekniklerinin ve hangi ortamda hangi yenilebilir hayvanlar ve bitkiler olduğunun az çok belli olması nedeniyle illaki bir miktar uyuşma oluyor."

Güneş ormanda gezinip arada bir de ateşi kontrol ederken Deniz motorunu temizledi, çadırı kaldırdı, çantasını ve kalan her şeyi -temizliğini, sağlamlığını ve varlığını- kontrol etti, kamp ateşini (konservenin üstünde olmayan ateşi) söndürdü, her şeyi hazırladı ve konserve kabının üstündeki ateş sönünce kabı alıp bu kez soğuk -en azından üstünde ya da yakınında ateş yakılmamış- ve daha kalın bir toprak katmanıyla gömdü. Sonra Güneş'e dönüp "Yaşadığın yer ne kadar uzakta?" diye sordu.

Güneş bir süre düşündü, sonra "Şimdi çıkarsak ve yol açıksa günbatımına yetişiriz." diye yanıtladı.

Deniz kafa sallayıp "Güneş tam tepeye çıktığında yola koyulmayı planlıyorum" dedi, "çünkü şu konservemsi şeyi biraz daha bekletmem gerekli. O sırada ne yapalım, fikrin var mı?"

Güneş "Koyunları görmeye gidebiliriz." dedi.

Deniz bir an için anlamazmışçasına baktı, sonra "Ah, doğru ya!" diye yüzünü şaplakladı. "Tamam, hadi gidelim. Anadolu yaban koyunu, değil mi?"

"Yaban koyunu... ama ne tür yaban koyunu olduklarını bilmiyorum. Buralarda Anadolu yaban koyunu dışında yaban koyunu var mı?"

"Belki yabanileşmiş koyunlar da vardır ama Anadolu yaban koyunu dışında bir yaban koyununun buralarda olmaması gerektiğini düşünüyorum."

Diğer bölümler için