Güneş, kampı "korumak" için ne yapabileceğini düşünürken Deniz yanında sülün karkas, sülün tüyleri, kafası kesilmiş bir dikenli keler, dikenli keler kafası ve artık sadece iki kancası ve biri koparılmış üç misinası olan olta ucuyla döndü. Sülünü tuzladı, bir çubuğa geçirdi, ateşin üstüne astı ve Güneş'e "Devamlı çevir." dedi, emir tonu değil daha ziyade dalgın bir ton kullanmıştı, ardından oturup elindeki diğer şeylerle uğraşmaya başladı. Defterini çantadan çıkardı, olta ucunun son hâlini ve olması gereken hâlini çizdi -göz ucuyla bakan Güneş, Deniz'de harcanmış bir çizer potansiyeli olduğunu düşündü- ve defteri çantaya geri koydu. Sülün tüylerinden iyi durumda olanları ayırıp hasar görmeyecekleri şekilde paketleyip çantaya koydu, az hasarlı olanlara da benzer bir şey yaptı ve bir kısmını -genelde hasarlı olanları- yanına koydu. Defteri tekrar çıkarıp bu konuda birkaç not aldı, sonra defteri çantanın üstüne -bu kez içine değil, üstüne- koydu. Sonra dikenli kelerin başsız kısmını önüne aldı, dikkatli bir biçimde yüzdü, kemiklerini -yine dikkatle- çıkardı, et kısmını bir kutuya koyup kutuyu yanına aldı. Kemikleri gidip çadırın az ilerisine gömdü, deriyi ve kafayı da hasar görmeyecekleri şekilde paketleyip çantasına koydu. Defterine birkaç not aldı, sonra Güneş'e dönüp "Yeterli gelmezse kayakeleri de var." diye seslendi. Güneş elini salladı, yine de Deniz içine kayakeleri eti koyduğu kabı önüne aldı ve sonra ateşe doğru seğirtip "Yemek ne âlemde?" diye sordu.
Güneş "İlk kez tavuk ve hindi dışında beyaz et pişiriyorum." dedi, "O yüzden emin değilim ama olmuş gibi duruyor."
"Evet, bence de olmuş."
"Nasıl paylaşacağız?"
"Kapanın elinde kalır?"
"Arada sırada bana yöresiz olduğunu hatırlatman gerekecek... Ben vahşi veya anarşist değilim, yöresizler gibi 'kapanın elinde kalır' oynayamam."
"Öyle mi? Ormanın ortasında yeni tanıştığın birine gece aynı uyku tulumunda yatmayı teklif edecek kadar vahşisin. Ben asla öyle bir şeyi yapamazdım."
Kısa bir duraksamanın ardından Güneş, ağzının içinde "O... onu... sen güvenilir durduğun için..." diye geveledi ve bu cümlenin sonunu yatmadan önce aklına gelen düşüncelerde bile hiç bağlayamayacaktı.
Sonunda sülünü tam ortadan ikiye bölmeye karar verdiler, yedikten sonra Deniz kemikleri ve kalıntıları gömdü. Sonrasında içine dikenli keler eti koyduğu kutuyu açtı, birkaç toz, sıvı, baharat ve yağ gibi görünen bir şeylerle doldurdu ve tekrar, bu kez olabildiğince sıkı kapattı.
Güneş "O ne ki?" diye sordu ama Deniz cevap vermeden kabı çok ince bir toprak katmanı altına gömdü, üstüne yakılabilir şeyler koyup çevresini çevirdi ve ateş yaktı. Sonra Güneş'e dönüp "Şu ateşe bakar mısın?" dedi, "Besleme ve söndürme, kendi kendine yansın ve sönsün. Sorun olduğunu hissedersen söyle."
"Neden bana yardımcınmışım gibi davranıyorsun?"
"İki kişilik bir yöresiz yaşamı böyledir."
"Ama ben şehirliyim. Bu şey ne ki?"
Deniz, motoru silip temizlerken "Konserve," dedi, "daha doğrusu füme. Biraz karışık... Modern teknolojinin ürünleri sayesinde geleneksel tekniklerden biraz daha az lezzeti olan ama daha kısa sürede hazırlanıp daha uzun süre dayanabilen şeyler yapabiliyoruz. Kattığım şeyler ürünün çiğ de ısıtılarak da yenilebilecek bir konserve olmasını sağlıyor ama biraz tütsü tadı da veriyor. Gerçek baharatlar ve yağlar da koydum, bunların tada daha çok etkisi var."
"Yöresizlerin kendilerine ait mutfakları olduğundan haberim yoktu."
"Bireyselliği ön plana çıkardığımızdan... genelde yöresiz mutfağından ziyade her yöresizin kendine ait mutfağı oluyor. Gerçi yolculukta hazırlanabilen veya dayanabilen mutfak tekniklerinin ve hangi ortamda hangi yenilebilir hayvanlar ve bitkiler olduğunun az çok belli olması nedeniyle illaki bir miktar uyuşma oluyor."
Güneş ormanda gezinip arada bir de ateşi kontrol ederken Deniz motorunu temizledi, çadırı kaldırdı, çantasını ve kalan her şeyi -temizliğini, sağlamlığını ve varlığını- kontrol etti, kamp ateşini (konservenin üstünde olmayan ateşi) söndürdü, her şeyi hazırladı ve konserve kabının üstündeki ateş sönünce kabı alıp bu kez soğuk -en azından üstünde ya da yakınında ateş yakılmamış- ve daha kalın bir toprak katmanıyla gömdü. Sonra Güneş'e dönüp "Yaşadığın yer ne kadar uzakta?" diye sordu.
Güneş bir süre düşündü, sonra "Şimdi çıkarsak ve yol açıksa günbatımına yetişiriz." diye yanıtladı.
Deniz kafa sallayıp "Güneş tam tepeye çıktığında yola koyulmayı planlıyorum" dedi, "çünkü şu konservemsi şeyi biraz daha bekletmem gerekli. O sırada ne yapalım, fikrin var mı?"
Güneş "Koyunları görmeye gidebiliriz." dedi.
Deniz bir an için anlamazmışçasına baktı, sonra "Ah, doğru ya!" diye yüzünü şaplakladı. "Tamam, hadi gidelim. Anadolu yaban koyunu, değil mi?"
"Yaban koyunu... ama ne tür yaban koyunu olduklarını bilmiyorum. Buralarda Anadolu yaban koyunu dışında yaban koyunu var mı?"
"Belki yabanileşmiş koyunlar da vardır ama Anadolu yaban koyunu dışında bir yaban koyununun buralarda olmaması gerektiğini düşünüyorum."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder