Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

30 Haziran 2020 Salı

Kara Kanatlı Gezgin 2: Evren Çemberinin Ateşi - Tüm Bölümler

Kara Kanatlı Gezgin'in Tüm Bölümleri (Evreni anlamak açısından önemli zira temel burada, bazı şeyler açıklanmadı zaten biliyorlar muamelesi yaptığım için)

1. Bölüm: Evrenler Tarihçisi

2. Bölüm: Buz İnsanları

3. Bölüm: Büyük Kahramanlar ve Üçgen Adalar

4. Bölüm: Gecik'in Valkür Köyü

Evren Çemberinin Ateşi - 4. Bölüm Final: Gecik'in Valkür Köyü


Evren G7, MS 2020, Kanada Krallığı/Quebec

Leo Gecik’e gelmişti, “bir A123 insanına ölümden sonra verilen ihsan” Valkür jargonunda evrenlerin çok uzun isimleri vardı. “Yakınlarda bir valkür köyü olacaktı.” Çoğu evrende Kızıl Evren valkürleri insanların arasında, insan gibi yaşarlardı ama Gecik Dünyası biraz farklıydı. Burada insanlardan uzakta, gizli köylerde yaşayan birçok varlık vardı, o yüzden valkürler de kendilerine büyüyle gizlenmiş bir köy kurmuşlardı. “Eridung bunu nasıl yorumlardı acaba? Büyünün türünü…” Gecik’te genel olarak iki çeşit büyü olduğu söylenirdi: Doğuştan gelen bir ihsan olan “gerçek büyü” ve nasıl yapıldığını bilen herkesin yapabileceği “zayıf büyü.” Gecik Kralı, valkürlerin Kızıl Evren’den getirdiği, kanlarında olan büyüyü -özellikle de evren çemberinin gücünü- nasıl yorumlardı acaba? “Özel güç bence.” Dedi arkasından bir ses, Leo aniden döndü. Melankolik bir gülümsemeye sahip, siyah-kahve uzun sayılabilecek saçları ve kısa sakalları olan genç bir adam. Kanadaların (Kanadalılar değil, Kanadalar; Gecik’te doğru ifade buydu) giydiği tarzda bir oduncu gömleği ve rakun kürkünden başlık giymişti. Gömleğin düğmeleri iliklenmemiş, üste alınan cekete benzer kıyafetin kolları kürkle belirginleştirilmişti ve kürklerden püsküller sarkıyordu. Belinde balçakları yılan, kabza topuzu kedi başı şeklinde bir uzun kılıç vardı. Başındaki başlık akçaağaç yaprakları ve gümüşten tilkilerle süslenmişti. Leo adamın kim olduğunu biliyordu: Gecik Dünyasının kralı, Gecik Kralının İradesi’nin kullanıcı, Eridung. “Özel güç derken?” Eridung sıkıntıyla başını salladı, “Bilmen gerekiyor. Gecik’te var olan yegane güçler gerçek büyü ve zayıf büyü değil. İnsanlara çok az oranda bahşedilen ‘özel güçler’ de var. Siz Kızıl Evren valkürlerinin Evren Çemberinin Ateşi dediğiniz güç, Gecik için bir özel güç.” Bizi biliyor musun, dedi Leo, elini savunma yapmak üzere hazırlamıştı. “Ayrıca düşünceleri duyabiliyor musun?” Yeterince yakınsam, dedi Eridung, “Ve eğer istersem Gecik’in halklarının düşüncelerini duyabilirim; sonuçta Gecik Dünyası, benim irademe hizmet eder. Sen Gecikli olmayabilirsin ama Kızıl Evren’in valkürleri… Birkaçınız benim dünyama yerleştiğinde varlığınızdan ve yapabildiklerinizden haberdar oldum. Gecik Dünyasının fantastiklik oranını artırdığınız için size ses çıkarmadım; dolayısıyla siz Gecik halklarındansınız. Bilirsin, Gecik’te elfler, vampirler, gulyabaniler gibi şeyler de var ama hiçbiri sizin kadar fantastik değil. Sizler A123 mitolojisinde yeri olmayan varlıklarsınız -Odin’in valkürleri var ama siz oldukça farklısınız- biraz ilgimi çekiyorsunuz.” Bu arada Gecik’in yaşanmış en son zamanı, diye soracak oldu Leo, Eridung sözünü bitirmesine izin vermeden cevapladı: “Gecik Kralının İradesi’ne bağlı. Onunla Gecik’in zamanını istediğim kadar ilerletebiliyorum, insanları izlemek bazen sıkıcı oluyor, anlarsın ya. Her neyse, artık istediğin yere gidebilirsin. Buraya senin için gelmedim, onun için geldim.” Eridung, Leo’nun arkasında bir yer gösterdi, Leo döndüğünde bir canavarla göz göze geldi. Kara ateşten oluşuyormuş gibi duran, kan kırmızı gözleri parlayan devasa bir kurt. “Bu ne be?” diye bağırdı Leo. Eridung umursamazca yanıtladı: “Gölge kurdu. Bir Dengeleyici.” Dengeleyici? Leo bir süre düşündü, sonra hatırladı. Dengeleyiciler Gecik Dünyası’nın “oyun bug’ları” gibiydi, eğer çok fazla artarlarsa Gecik yok olurdu; ama eğer hiç var olmazlarsa gerçek büyüyü baskılayacak ve Gecik Kralının İradesi’ni dengeleyecek bir şey olmaz ve bu sefer Gecik dünyası bu iki gücün ağırlığı altında ezilerek yok olurdu. “Dengeleyicileri yok edenlerin waifu ve dosuto’lar olduğunu sanıyordum?” dedi Leo.

-Tarihten haberin var mı?
-MS 2020.
-Hayır, yani hangi gündeyiz.
-?
-31 Ekim, Samhain. Bugün hiçbir waifu gücünü kullanamaz ve dosutoların sayısı ya da güçleri Dengeleyicilerin tamamını yok etmek için yeterli değil. Ayrıca… Arada benim de eğlenmem gerek, Gecik Kralının İradesi’ni kullansaydım o arkandaki çoktan yok olmuş olurdu zaten. Bir itiraf: Waifular sadece A123'te yalnız öldüğüm için, dosutolar da waifular çok göze batmasın diye var. Dengeleyici katletme işini ya da Gecik dünyasındaki olayları düzenlemeyi aslında yapmalarına bile gerek yok ama Gecik halklarına "Sadece yalnızlığımı bastırması için insanımsı bir şeyler oluşturdum, sonra onlar göze batmasın diye de erkek versiyonlarını oluşturdum." diyecek cesarete sahip değilim. Bu arada burası oldukça soğuk.
-Eh, etrafta kar var ve… Bekle, sen üşüyor musun?
-İnsan olduğumu hatırlatacak bir şeylere ihtiyacım vardı. Hasta olmam ama üşürüm, boşaltım yapmam ya da hazımsızlık çekmem, hatta midem dolmaz bile ama acıkırım, sarhoş olmam ama susarım… Böyle.

Leo o sırada fark etti: Gecik Kralı’nın devamlı depresif bir ruh halinde gezdiği doğruydu ama adam kendine eziyet etmeyi seviyordu. “Gecik Kralı’nın mazoşist bir tarafı da varmış demek.” Gerçi Eridung’un kendisinden nefret ettiği bilinen bir şeydi, belki bununla ilgiliydi. Vicdanıyla hesaplaşması ve diğer şeyleri kendine eziyet ederek ve depresif düşüncelerle dolanarak hallediyordu belki de. Leo konuşmaya devam etmesi gerektiğini hissetti:

-Bu arada, biz valkürlerin Gecik hakkında bilmediği hâlâ çok fazla şey var. Bu evrende farklı boyutlar var mı?
-Boyut derken? (Eridung açılmıştı, eskisi kadar depresif görünmüyordu şimdi)
-Bazı evrenler birden fazla boyuttan oluşur ama onlar arasında seyahat edebilen o evrenin vatandaşları onları evrenler olarak yorumlamaya meyillidir. Rick and Morty'nin evreni içindeki boyutlar mesela?
-Hm… Gecik Dünyası’nın katmanlı bir yapısı var: Gökyüzü Bahçeleri, Çukur, Tam… Ama bunların boyut olarak sayılabileceğini sanmıyorum. Hayır, Gecik’te şimdilik başka bir boyut yok. Gerçi rüyalar alemi var ama o sayılmaz.
-Şimdilik?
-En azından bunu biliyorsundur; bu evren benim arzularımdan oluştu, dolayısıyla ben ne istersem o olur. Ben Gecik Kralı olduğumda bu evren çoktan önemli bir aşamasını geçirmişti ve kabulganlarla, elflerle, cinlerle, vampirlerle, onlar gibi şeylerle ve bazı eserlerden aldığım fikirlerden oluşan yaratıklarla doluydu. Beni neden insanların kralı olmakla suçladıklarına şaşmamak gerek; yine de bütün bunlar ben istediğim için burada. Gecik içinde farklı boyut fikri iyiymiş gerçi; bunu not alayım. Bu kesinlikle ilginç olacak. Şamanlar, cinciler, cadılar ve bu evrenin bütün o zayıf büyü kullanıcısı gezginlerine de iyi gelir bu.
-“İlginç” mi?
-İlginç. Gecik Dünyası’nda benim ilginç bulmadığım hiçbir şey barınamaz. Biliyorsun ya, A123’te epey canım sıkılıyordu çünkü her şey fazla maddeseldi, fazla mantıkçıydı; hiç tuhaf, ilginç ya da eğlenceli şeyler olmuyordu. Gecik Dünyası gerçekten ilginç, insanlar bu ilginçliği bozmak için ellerinden geleni yapsalar da. Belki de Gecik’in tek insanı olmalıydım, onlar hiç ilginç değil ama bazı ilginç şeylere sebep oluyorlar.
-Bu arada… Kraliçe waifu’lar nerede?
-Tanışmak mı isterdin?
-Emir almadıkça yanında durduklarını sanıyordum da o yüzden. (Gerçi Leo, meşhur waifu’lardan biri ya da birkaçıyla tanışmaya hayır demezdi; Gecik eserleri hakkında çok bir şey bilmiyordu, haliyle waifu’lar hakkında valkür eserleri ve valkür efsaneleri kadar biliyordu, sonuçta tarihçi işleriyle çok meşguldü.)
-Onları evde -Odunsaray’da- bıraktım.
-Yine de senin hiç Kanalar gibi giyineceğini düşünmemiştim. Daha ziyade Türk tarzı giysiler giyen biri olarak canlanıyordun gözümde. (Eridung’un Gecik’te herhangi bir milleti olmayabilirdi ama A123’te yaşarken milliyetçi bir yanının olduğu da inkâr edilemezdi. Leo, o an neden Eridung’un A123 orijinalini izlemeye gitmediğini merak etti. Tanışamazlardı, tanışsalar bile Leo kimliğini söyleyemezdi -Eridung’a hayatı boyunca beklediği fantastik olayı veremezdi, bu Gecik Dünyası’nı yok edebilirdi- ama en azından izleyebilirdi. 2015 Eridung’un lise yıllarına denk geliyordu, Leo hiç liseye gitmemişti, bütün eğitimi toplu bir evrenler tarihçisi okulundaydı ama insanların lise anılarını birçok kez dinlemişti, o yüzden Eridung’un lise hallerini merak ediyordu. Gerçi zaten Kızıl Evren’de lise yoktu, askerler, tarihçiler, büyücüler ve simyacılar için okullar vardı ama bunlar daha çok yatılı kurslar gibiydi.)
-Aslında her millete uygun kıyafetlerim var ama o aklında canlanan kıyafeti nadiren giyiyorum, üstüne Gecik Kralı’nın İradesi’nin bile kaldırırken zorlanacağı bir büyü yerleştirdim ki parmağımı şıklatarak giyinip çıkaramayayım. Nedenini sorma, benim yaptığım çoğu şey nedensiz ve içgüdüseldir. Heh, her millete uygun kıyafetim olduğu için de onların topraklarında onlar gibi giyinmeye gayret ediyorum. Bir de şu kılıç (belindeki kılıcı gösterdi) ondan da birden fazla var, farklı türlerde. Neyse, senin artık valkür köyüne gitmen gerekmiyor mu?

Eridung bir anda sıçradı ve gölge kurdunun önüne düştü. Leo daha fazla durmayıp yola koyuldu, valkür köyüne geldiğinde bir kısmı Kanada kıyafetlerinin, bir kısmı geleneksel Kızıl Evren kıyafetlerinin, bir kısmı da eşofmanların içinde birçok valkür gördü. Gecik halkları genel olarak geleneksel kıyafetlerini giyerdi ama eşofmanlar da bu dünyada vardı ve özellikle iç mekanlarda rahatlık açısından tercih ediliyorlardı. “Yeni bir valkür” dedi biri aniden, “Kızıl Evren’den bu evrenin bu zamanına mı kaçtın?” Aslında, dedi Leo, “Kızıl Evren’i uzun zaman önce terk ettim, ben evren tarihçisiyim. Şimdi de buraları geziyorum.” Vay, dedi o kişi, “İlk kez evren tarihçisi görüyorum. Senin ilk zamana gitmen gerekmiyor mu? Aşağı yukarı on bin yıl önceye, Eridung’un ilk geldiği zamana.” O iş tam olarak öyle işlemiyor, dedi Leo, “Eh, Eridung’la tanıştım. Bu evrenin daha fazla bir anlamı yok zaten.” Sol kolunu ileri uzattı, evren çemberini uzattı ve girdi.

Evren STG740, MS 2019, Türkiye/İstanbul

“Tamamen anlamsız bir başka evren” diye söylendi Leo, A123’ten tek farkı işler durumda büyük bir şirketin olmasıydı. MC00 oldukça farklıydı, W444’te inanılmaz bir orijinal kültür ve tarih yatıyordu ama STG740’ın gerçekten herhangi bir anlamı yoktu. “Burada durmanın anlamı var sanki.” Leo bir kez daha elini uzattı ve evren çemberine girdi.

29 Haziran 2020 Pazartesi

Evren Çemberinin Ateşi - 3. Bölüm: Büyük Kahramanlar ve Üçgen Adalar


Evren K21

Leo Evren K21’e gidip biraz takıldıktan sonra sıradaki evrene geçti.

Evren SK-2C, Devletten Sonra 1547, Rarvera/Ajdaa

Leo Ajdaa’ya gelir gelmez yaşlı bir adamın parasını almaya çalışan, elinde bir ince kılıç olan bir adam gördü. Aradığı fırsat ayağına gelmişti, fark ettirmeden yaklaştı ve eşkıyanın boynunu kırdı. Yaşlı adamın teşekkürlerini savdıktan sonra ölü adamı bir ara sokağa çekti ve kıyafetlerini değiştirdi. Artık deri çizmeler, deri binici pantolonu, yamalı tunik, kirinden rengi olmayan bir pelerin giyiyor ve belinde bir ince kılıç taşıyordu. Leo etrafta gezerken uzaktan gülüp şakalaşan, neşeli bir grup gördü. Bir insan, bir vampir, kedi kulaklı bir kız, tilki kulaklı ve üç tilki kuyruklu bir kız, biri orman elfi, diğeri kara elf olan iki elften oluşan bir grup. Bu evrenin insanları henüz bilmiyordu, sadece birkaç tahminde bulunan birkaç kişi vardı ama o neşeli grup Niterya’nın gördüğü en büyük kahramanlara dönüşecekti. Gerçi Leo sarhoş olan ve kedi kulaklı kıza yakın durmaya çalışan insanı, grubun alkolik liderini, gördükçe bunu bir türlü hayal edemiyordu. Grubun şimdi konuştuğu kurt kulaklı kadın tahminde bulunanlardan biriydi, üstelik o olmasa bu grup kesinlikle o büyük kahramanlara dönüşemezlerdi. Leo’nun burada yapacak daha fazla bir işi yoktu, o grubu görmek için gelmişti, evren çemberini açtı ve farklı bir yere girdi.

Evren MC00, 1.12.4, Çöl

“Sırf şu takıntım yüzünden buraya geldim ama bu evrenin bir tarihi bile yok ki!” Leo tekrar evren değiştirdi.

Evren W444, MS 2015, Seedo/İllüminati Adaları

Leo birkaç evrende dolaştıktan sonra W444’e geldi. “İşte görmek istediğim buydu ama biraz geç kaldım sanırım.” Leo bunu gökyüzünde Seedo bayrağını taşıyarak uçan savaş uçaklarına bakarak söylemişti. MS 2015, Seedo için özel bir yıldı; en büyük rakibi Moriva’ya karşı büyük bir zafer kazanmıştı, bu adalar da eskiden Moriva’ya, Warlaw’ın coğrafi yönden en büyük devletine, aitti zaten. Adalar adının hakkını verecek şekilde haritada bir üçgen oluşturan üçgenler şeklindeydi; aslında adaların birçok girinti ve çıkıntısı vardı ama Seedo usulü, bu toprakların yüzyıllar önceki ilk büyük devleti olan Segdog'dan itibaren girinti ve çıkıntıları önemsemeden harita yapmak üzerineydi. Şehirlerin ve adaların haritaları yeterince ayrıntılıydı ama genel harita büyük bir yıldızdan ve farklı şekillerden oluşuyordu. “Acaba durum ne?” diye düşündü Leo, İllüminati Adaları’nın durumundan emin değildi. Genel olarak olan şeyleri biliyordu; Moriva’dayken burada yaşayan halkın çoğu Seedo vatandaşlığına kendi istekleriyle geçip yerlerinde kalmışlardı ve MS 2020’de, bu evrenin yaşanmış en son zamanında bile bu takımadada anadili Moriva İngilizcesi (Yerel Moriva dillerinden esintiler içeren ve temellerini günümüzden değil, 15. Yüzyıl İngilizcesinden alan bir dil; gerçi İngilizler Moriva’ya geldikten bir süre sonra Moriva İngiliz Krallığı’nın Britanya Krallığı’yla iletişimi kesilmiş ve daha sonra bu dil kendi başına bir gelişim göstermiş, Amerikan İngilizcesine daha benzer bir hale gelmişti; son yıllarda da -MS 2018’den beri- dili, içindeki belli başlı terimleri tutarak Amerikan İngilizcesine eşdeğer hale getirmeye çalışıyorlardı) olan birçok kişi vardı. Yine de tam olarak durum neydi? Halkın çoğu Seedo vatandaşlığına geçtikten sonra Seedoca kursları açılmış ve bunlar dili öğrenmeye çalışmışlardı. İllüminati Adaları’nın halkının çoğu zaten yerel Moriva ve yerel Seedo halkları kökenliydi ve İngilizlerle birlikte gelen Avrupalı aristokratlar daha savaş sırasında Moriva Adası’na -bir ada olmak için fazlasıyla büyük bir toprak parçası olduğu için Morivalılar ona “anakara” derdi- çekilmişti. Leo şimdiki durumu merak ediyordu. Halkın ne kadarı Seedoca biliyordu ve ne kadar biliyordu, “İbramabed”ler inşa edilmiş miydi? İbramabed, Modern Seedo Devleti mimarisinin bir parçasıydı ve temel olarak Seedo’nun ilk yıllarındaki “inançlara eşit yaklaşımı” ilkesini temsil ediyordu. Üst üste inşa edilmiş havra, kilise ve camiden oluşuyordu; hepsinin mimarisine özen gösterilirdi. Gerçi MS 2010’dan itibaren Seedo’da kiliseler, camiler ve havralar tek başlarına da inşa edilmeye başlanmıştı -aslında daha ilk Seedo zamanlarından kalma tekil ibadethaneler de vardı ama bunların sayısı çok azdı ve çoğu yerel kişiler tarafından kendi imkanlarıyla yaptırılmıştı- ama Modern Seedo Devleti, yeni ele geçirdiği yere İbramabedler inşa etmeliydi, sonuçta Seedo’da halkın 2/5’i ile en yaygın din İslam’dı ve İllüminati Adaları’nda cami yoktu, Modern Seedo Devleti ise herhangi bir dinin tarafında durmadığını göstermek için ya İbramabed inşa etmek ya da ayrı ayrı hem cami hem de havra inşa etmek -İllüminati Adaları’nda İngilizlerden kalma birçok kilise halihazırda vardı zaten- zorundaydı, bu da ek masraf ve ek yer kullanımı demekti. Gerçi Seedo için ek yer kullanımı bir sorun değildi, W444’ün kurallarına meydan okuyan teknolojisi sayesinde inşa edecek alanının bitmesi çok mümkün değildi; yine de ekstra masraf bir sorundu. Leo, Moriva İngilizcesi kullanarak biriyle konuşmaya çalıştı. Valkürler arasında genel kanı Kızıl Evren Valkürleri’nin Kızıl Evren dışındaki dilleri ayırt edemeyeceğiydi ama bu aslında doğduklarından beri içgüdüsel olarak kullandıkları bir büyüden kaynaklanıyordu, o büyüyü kapatabilir ve farklı evrenlerin farklı dillerini öğrenebilirlerdi. Özellikle evren tarihçilerinin eğitiminde farklı evrenlerin farklı zamanlarının geçer dilleri ve çeşitli sebeplerden önemli olan dilleri önemli yer kapsardı; örneğin W444’ün geçer dili İngilizceydi ama önemli olan dili Seedocaydı. Karşısındaki adam biraz düşündü, Leo bu kez Seedocaya geçti: “Ah, Seedoca da biliyorum.” Ne çabuk, dedi adam, “Daha dil kurslarının açılmadığını sanıyordum?” Eh, dedi Leo, “Ben zaten Seedoluyum, İllüminati Adaları’na yerleşmek için geldim.” İlginç bir yer seçimi, dedi adam, “Bildiğim kadarıyla devlet buraya yerleşenlere teşvik falan vermiyor, bu kayalarda ne işin var ki?” Özel ilgi, dedi Leo, “Ayrıca burada bazı ilginç böcekler yok mu?” Adalar arasındaki deniz karidesler açısından zengin, dedi adam, “Ama kara böcekleri hakkında bir şey duymadım. Bu arada… Bu isim daha yeni verildi ama İllüminati Adaları ismini amma çabuk benimsemişsiniz. Uzun süre buraya Triangle Islands denmeye devam edeceğini düşünmüştüm.” Eh, hatırlaması kolay bir isim, dedi Leo; Seedoluların bu tür şakacı isimleri bir yerlere vermeye meyilli oldukları zaten bilinirdi. İsmi yüzyıllar önce verilmiş bazı yerler dışında Hortum Adası, Palyaço Adası ve şimdi bu isim, İllüminati Adaları bunun kanıtıydı; bu olmasa bile Seedoluların şehirlere verdiği isimler de -aralarından bazıları Balık, Karamel, Gıdako- bunun için kanıt olarak yeterliydi. “Neyse, ben seni tutmayayım.” Dedi adam, “Benim daha işim var. Bazı belgeleri düzenleyeceğim. Kesinlikle savsaklanmayı hak eden bir iş, ne kadar erken bitirirsem o kadar kaytarabilirim.” Leo’nun burada daha fazla işi yoktu, gözden uzak bir yere gidip evren çemberini açtı ve girdi.

28 Haziran 2020 Pazar

Evren Çemberinin Ateşi - 2. Bölüm: Buz İnsanları


Evren T38, Buz İnsanlarından Sonra 3500, Telmer/Buzabatan

Bu evrenin valkür jargonunda bir adı vardı: “Tembel yazarın evreni” Leo en yakındaki kasabaya gitmek için yola koyuldu. “Çok soğuk! İlkbahar bir de… Gerçi burası bu evrenin kuzey kutbu gibi.” Leo birçok evrende kuzeyin buzlu, soğuk olmasından A123 insanlarını sorumlu tutuyordu. Halbuki çölden bir kuzey de gayet mümkündü. Leo nihayet üstünde iki karıştan yüksek kar olan, tamamı donmuş taşlarla inşa edilmiş duvarın içindeki ahşap-taş karmasından inşa edilmiş binalardan müteşekkil kasabaya vardı. “Bir atım olsaydı iyiydi, gerçi buranın ara sokaklarına da gelebilirdim direkt.” Kasaba oldukça canlıydı, meşaleler ve kamp ateşlerinin etrafında birçok insan toplanmış konuşuyorlardı. Soğuğa uygun şekilde deri ve kürkten yapılma, A123’ün Viking ve Kelt giysilerine benzeyen, altın, gümüş, inci, kemik, boynuz, ağaç parçaları ve ölü böceklerle süslü giysiler giymişlerdi. Asker olduğu belli olan tiplerin bellerinde süslü süvari kılıçları, üstlerinde geçmeli deri zırhlar vardı; ayrıca asker gibi durmayan bazı kişilerin de bellerinde süslü süvari kılıçları vardı. İnsanların çoğunun kar gibi beyaz tenleri, kahverengi gözleri ve gece kadar siyah saçları vardı; ama kızıl ya da kızıla çalan kahverengi saçlı, bronz ya da bronza çalan beyaz tenli, mavi gözlü kişiler de az sayıda olsa da vardı. Kalabalıkta kaybolmak yerine, tam aksine dikkat çekiyorlardı. Kasabanın merkezinde devasa bir çam ağacı uzanıyordu, çam ağacının dallarına buz mavisi zeminde kızıl tilki tasvir eden bayraklar asılmıştı. Leo bu bayrağı biliyordu, Buzabatan bölgesini yöneten Kuzbala ailesinin sancağı. Buzabatan bölgesinin insanları Telmer’e 3500 yıl önce ayak basan Buz İnsanları’nın soyundan geliyordu, onların inanç ve kültürünü sürdürüyorlardı. Leo acıktığını fark etti, kasabanın hanına girdi ve menüyü eline alıp ne sipariş edeceğini düşünmeye başladı. “Buzabatan geyiği” dedi hancıya, “Şu meşhur Buzabatan yemeği, değil mi? Yanına ne tavsiye edersin?” İçkiyle aran nasıl, dedi hancı. “Çok çabuk sarhoş olurum.” Yalan değildi, Leo gerçekten çok çabuk sarhoş oluyordu; bu yüzden pek içki içmemeye çalışıyordu. Hancı “O zaman çay?” diye sordu, Leo “Olur” dedi ama ne beklemesi gerektiğinden emin değildi. Bu evrende, en azından Buzabatan’da, çay olmadığını sanıyordu. Gerçi herhangi bir bitkiden çay yapılabilirdi. Sonunda önüne çam iğnesi çayında haşlanıp tereyağı ve kanla kızartılmış, taze nane, elma sosu ve çam fıstığıyla süslenmiş bir geyik eti geldi, Leo çay gelmeden önce ne geleceğini fark etti: “Çam yaprağı çayı, tabii ya…” Sonuç olarak, Leo’ya boynuz bir kadehte getirilen çam iğnesi çayının içinde sadece çam iğnesi yoktu. Bal, ne olduğunu tam olarak anlayamadığı birkaç orman meyvesi (belki yabanmersini ve dağ çileği?), tereyağı ve süt de vardı. “Vria bunda ne olduğunu tam olarak söyleyebilirdi.” Diye düşündü Leo. Vria kendisiyle aynı evren ama farklı bir zamanda ikamet eden kardeşiydi. Gerçi iki kardeşin de pek ikamet ettikleri evrende kaldığı söylenemezdi, Vria zevk için, Leo ise iş için devamlı evrenleri geziyordu. En son gördüğünde Vria kendisine hâlâ bir insan adı seçememişti. Leo düşüncelerden sıyrıldı ve kendini handaki müziğin ritmine bıraktı. Kobza benzeri bir çalgıyla çalınan ve Buz İnsanları’nın Kral Rupyeta’yla olan şanlı mücadelesini anlatan bir halk şarkısıydı. İşin ilginç tarafı Kral Rupyeta’nın lakabı “Buz İnsanlarının Tek Yenilgisi” idi ve gerçekten de Buz İnsanları 3500 yıllık tarihleri boyunca Rupyeta dışında hiçbir krala yenilmemişti. Gerçi 3000 yıl önce kurdukları Telmer İmparatorluğu’ndan beri kaybettikleri topraklar vardı ve eskisi gibi Telmer’in tek ve kesin hakimleri değillerdi; yine de Rupyeta dışında hiçbir kral Buz İnsanları’nı tamamen bozguna uğratamamıştı. Leo düşünürken soğumuş olan yemeğini bitirdi ve hesabı ödedi. “Burada kalmayacak mısın?” diye sordu hancı, “Buralı gibi durmuyorsun, kalacak yerin var mı?” Leo bir bahane aradı, “Şey… Biraz işim var da… Kalacak yer bulamazsam gelirim.” Hancı inanmamış gözlerle “peki madem” dedi. Leo bir yandan da kıyafetlerini değiştirip değiştirmemesi gerektiğini düşünüyordu, kot pantolon, gömlek ve deri ceket birçok evrende oldukça aykırı kıyafetlerdi. Leo notlarını kontrol etti ve kıyafetlerini otomatik olarak değiştirecek bir valkür büyüsü aradı. Doğal olarak da hiç var olmamış olan o büyüyü bulamadı. “Kıyafete para harcayacağız mecbur… Neyse, şimdilik başka bir evrene gideyim de.”

27 Haziran 2020 Cumartesi

Evren Çemberinin Ateşi - 1. Bölüm: Evrenler Tarihçisi


Evren A123, MS 2010, İtalya/Roma

“Tamam, buradaki araştırmamı tamamladım.” Kimsenin duymadığı mırıltı bir kafede kahvesini içen kişiden gelmişti. Açık sarı saçları olan bir adam, Kızıl Evren’in valkürlerinden biri ve en önemlisi de bir evrenler tarihçisi. Genel olarak Kızıl Evren haricinde valkürler istedikleri evrenin istediği zamanına gidebilirdi, yine de bazı sınırlar ve evrenlerin oluşumu kavramı vardı. Örneğin A123 için valkürler ateşin keşfinden öncesine gidemiyorlardı, oradan öncesinin işi tarihçinin işiydi. O zamana “ilk zaman” denirdi. Üstelik valkürlerin tek sınırı geçmiş değildi, bütün evrenlerin bir yaşanmış en son zamanı olurdu ve hiçbir valkür daha geleceğe ulaşamazdı. Sözgelimi, A123 için şimdilik 2020’ydi, o yıl A123 yok olmazsa bir sonraki yıl 2021 olacaktı. İnsan adı Leo, valkür adı ise Assela (Kızıl Evren’in dillerinden birinde, tıpkı insan adı gibi, “aslan” demekti) olan adamın ikamet tercihini A123’ten yana kullanması gayet mantıklıydı: Bütün valkür tarihçiler A123’e hayranlık duyardı; bu evren, bütün evrenlerin başlangıç noktasıydı, hepsi onun kıvılcımlarından doğmuştu. Kimisi A123’ün insanları tarafından, farkında olmadıkları güçle oluşturulmuş; kimisi kendiliğinden ortaya çıkmıştı. Leo takıntılı bir tipti, evrenleri gezerken mutlaka eski valkürlerin yazdığı, hangi evrenden hangisine gidilebileceğine dair -çoğu valkürün kısa yollar uyguladığı- listeye bağlı kalırdı. Biraz uzaklaştı ve sol elini ileri uzatarak evren çemberini açtı.

Evren LST7, Fetihten Sonra 120, Batıdiyar/Vadi/Martı Kasabası

“Buraya gelmeyi sevmiyorum.” Diye söylendi Leo, LST7 hâlâ tamamlanmamış bir evrendi. Valkürlerin henüz ulaşamadığı çok fazla kısmı vardı, farklı zamanlarda aynı tarih ve aynı yere giden valkürler farklı şeyler görebiliyordu. “Neyse, çok kalmayacağım zaten. Ejderhaların Dansı vaktinde geldim bir de… Lord Cregan’ın oraya gidebilirim? Merak ediyorum da onu fişteklersem ne olur, zamanın akışıyla oynayabilir miyim?” Valkürlerin zaman konusundaki tek kısıtlaması “yaşanmış en son zaman” ve “ilk zaman” da değildi, valkürün geçmişe yaptığı bütün müdahaleler evrenin kendisi tarafından düzeltilirdi, o valkür tarihin bir parçası olurdu, yaşanmış en son zamana dek olan hiçbir şey değiştirilemezdi. A123’te Hitler’i öldürmeye kalkan bir valkür kendini bir anda Kızıl Evren’de bulmuştu, kanatları yarı yanmış halde olduğundan iyileşene dek, yani uzunca bir süre, evren değiştirememişti. Tabii ki bu -iki korku hikayesi ve bir aşk hikayesi de dahil olmak üzere- birkaç farklı versiyonu bir şehir efsanesiydi ama valkürlerin tarihe müdahale edemeyeceği bilinen bir gerçekti. “Neyse ne be, buradan gidiyorum!”

25 Haziran 2020 Perşembe

Yazı İşte, Çok da Şe' Etmeyin

Bak, geçen yazıda bilmediğim bir sürü şey var demiştim ya; onlardan biri de giyinmek. Yani, kıyafeti nasıl giyeceğimi biliyorum tabii ama burada o giyilmez, o ev kıyafeti gibi şeylerin anlamını kavrayamıyorum. Hâlâ giyilebiliyorsa, büyük bir yırtık vs. yoksa giyerim; aslında yırtık falan varsa da yamayıp giyerim, hiç sorun olmaz benim için. Evde giydiğim şeyi neden dışarıda giyemem mesela, neden böyle bir ayrım var? Gereksiz gereksiz işler... "Rengi solmuş bunun." E, solsun, bana ne? Kıyafetin yapması gereken iki şey vardır: Birincisi vücudunuzu kapatmak, ikincisi mevsimin kötü özelliklerinden korumak (Çölde yaşayan insanların çırılçıplak veya iç çamaşırıyla gezmeme sebebi kıyafetin sadece soğuktan değil aşırı sıcaktan, daha doğrusu güneşten de korumasıdır). O ikisini hâlâ yapabiliyorsa neden giymemem gerekiyor? Tabii bunu üniformaları, kostümleri ve (en azından şimdi, bu konuda) adını söylemek istemediğim ama üstü kapalı bir ifade de bulamadığım, "özel" durumlarda kullana(bile)ceğiniz kıyafetleri gözardı ederek söylüyorum.

Aslında başka bir konu daha vardı aklımda ama yukarıdaki paragrafı yazarken sinirlenince unuttum. Onun yerine şimdi aklıma gelen başka bir konudan bahsedeyim bari: Yılan gibi olmak isterdim. Sakin, dayanıklı ve insanlarda gizem duygusu oluşturan biri. Onun yerine umursamaz, zayıf ve mal olup çıktım.

Şu Çin'deki köpek eti festivali hakkında (ben bunu yazarken haberi çıkmıştı, ne zaman yayınlayacağım meçhul) birkaç şey söyleyeceğim. Benim için inançla ilgili yasaklar ya da soyunun son örnekleri gibi ekstrem durumlar dışında yiyip içince zehirlemeyen her şey yenilebilirdir, o yüzden de böcek, kertenkele, yılan vs. yenilmesinde bir sorun yoktur. Yalnız köpeklerin durumu biraz özel çünkü köpek diye bir hayvan aslında yok. İnsanlar tarafından, kurtları evcilleştirerek üretilen bir hayvan; insanın doğaya yaptığı ilk müdahale, ilk genetik çalışma. "Yaban köpekleri" adını verdiğimiz hayvanlar genetik açısından bildiğimiz köpeklere yakın bile değiller bu arada, o örneği vermeyin. Alakasız değiller tabii ama altın çakal (çakal deyince aklımıza gelen, Türkiye topraklarında olan tek çakal. Hatta Afrika dışındaki herhangi bir yerde yaşayan tek çakal) bile bildiğimiz köpeğe genetik açıdan yaban köpeğinden daha yakın. Sadece görünüşleri benzediği için "yaban köpeği" deniyor. E, doğada köpek yok diyorsun ama ormanda köpek var? Evet, var ama o köpekler ya kaybolup bir şekilde hayatta kalan ya da insanlar tarafından oraya bırakılan köpekler ya da onların soyundan gelenler. "Yabanileşme" denir buna (İngilizce "Feral" olarak ararsanız doğru düzgün bilgi bulursunuz). Köpek eti yemek konusunda şu var ki: Köpeklerin birden fazla üretilme (evcilleştirilen kurttur, köpekler o evcil kurtlardan üretilmiştir) amacı olsa da onlardan biri etinden sütünden faydalanmak değil. Başka da sözüm yok, bunu nasıl yorumlarsanız yorumlayın.

"Tilki uykusu" tabirinin gerçeklik payı olup olmadığını merak ediyorum. Aslında tilkiler, her ne kadar etçil ve avcı hayvanlar olsalar da gerçekte oldukça savunmasız hayvanlar. (Çoğu yırtıcıya kıyasla) güçlü çeneleri olmadığı ve vücut olarak da bir ev kedisinden daha güçlü sayılmayacakları (Hatta kapışsalar kedi alır muhtemelen) için doğaları "saldırmak" değil "kaçmak". Zaten o yüzden de inek, koyun vs. avlamak yerine daha kolay avlanabilen, daha tehlikesiz böcek, fare, kuş, balık gibi avlara yöneliyorlar ve bolca leş ile neredeyse etçil değil de hepçil oldukları söylenebilecek kadar ot ve meyve yiyorlar (Ki zaten etçil değil hepçil olarak geçiyorlarmış). Diyetlerindeki en tehlikeli hayvanlar yılanlar (ve yılan, kesinlikle insanların çoğunun düşündüğü kadar tehlikeli bir varlık değildir), kirpiler ve gelincikler. Bir de çok nadiren geyik veya domuz avladıkları görülüyormuş ama bu muhtemelen başka yiyeceğin olmadığı kış günleri için geçerli bir durumdur. Bütün bu durumlar göz önünde bulundurulduğunda tilkilerin gerçekten hafif ve kulakları açık uyuyor olması mümkün.

Dün gece uyuyamayıp Ekşi'de dolanırken her zamanki gibi alakasız alakasız yerlerden bahşiş konusuna girdim. Kimi "İşini yapıyor zaten, bahşiş saçmalık" diyor, kimisi "Ağır şartlarda az paraya çalışıyorlar." diyor. Aslında iki grubun da haklı olduğu noktalar var. Öncelikle, garsonların ağır şartlarda (fiziksel olmasa bile psikolojik olarak ağır ki aslında fiziksel olarak da göründüğü kadar kolay değil) az paraya çalıştığı doğru mu? Çoğunlukla -yani çoğu yer, zaman ve durumda- evet. Peki, bu şartlarda çalışanlar sadece garson ve vale gibi kişiler mi? Kesinlikle hayır. Mesela bir pırlanta yüzük aldığınızda o pırlantanın yapıldığı elması bulup çıkaran maden işçisini bulup bahşiş verdiniz mi?

22 Haziran 2020 Pazartesi

Yok Lan Başlık Falan, Dağılın!

Geçen yazıda bahsettiğim hani "Yerinde olmak istediğim" kişiler vardı ya? Onlar gibi bir de büyük saygı duyduğum ama asla yerlerinde olmak istemeyeceğim kişiler var; ve bunlar, öbür konseptin çoğunun aksine tamamen gerçek hayattan kişiler. Aslında şu "gerçek hayat" tanımını da tartışmaya açmak isterim, "Gerçek nedir?"den başlayarak ve arada "Şizofren biri için gerçek nedir ve etrafındaki her şeyi kafandan uydurmadığına, şu anda hiçbir şey olmayan bir akıl hastanesi odasında olmadığına nasıl emin olabilirsin?" temasına da uğrayarak, hatta arada belki biraz simülasyon teorisi ve dinlerde hayat ve ölüme bakış açısından da bahsederek ama şimdi ne yeri ne de zamanı. Konuya dönersek: Onlardan biri doktorlar mesela, özellikle de cerrahlar. Nedenini açıklamama gerek yoktur sanırım.

Magia Record'u izliyorum şu sıra, şöyle bir durum var: Resmen yeni karakter oluşturmaya üşenmişler, bütün karakterler ana serideki karakterlerin yan çarı gibi lan! Anakarakter bile Madoka'nın çakması arkadaş. OreShura'yı da izliyorum (Aynı anda birden fazla seri izliyorum, evet. Tek tek sezonları bitirmekle mücadele edeceğime bunu yaparım; daha iyi bir işim yok zaten.) da her yer pasparlak, bütün animeye komple İnstagram efekti basmışlar gibi lan! Neyse ki daha önce göz kanatan BÜİ'siyle (GCI) Ajin'i ve hangisi olduğunu net hatırlamadığım, Faber Castel'e boyatmalarıyla ilgili bir şaka bile olan rengarenk bir animeyi (Musaigen no Phantom World olması lazım ama emin değilim) izlemiştim de fazla etkilenmiyorum. Hep tecrübe bunlar. Bir yerde de işe yarar bir tecrübem, bilgim olsa şaşarım zaten; tamamen gereksizliklerle doluyum.

Bu arada burada bayağı yediuyurdan giriyor katanadan çıkıyorum ama birçok şeyi bilmem ben. Mesela ayakkabı bağcığı bağlamayı; gerçi prensip olarak dekoratif amaçlı olanlar haricindeki ayakkabı bağcıklarına karşı olduğum için çok da önemi yok. Aslında bağcıklar acil bir durumda hayatınızı kurtarabilir ama dekoratif olmayan bağcıklar işinizi de zorlaştırabilir: Bir yerlere takılmak veya çözülmek suretiyle. Sonra telefondaki bir konuşmayı ya da bir muhabbeti sürdüremem, "Nasılsın?" "İyiyim." Devamı yok yani, "Sen nasılsın?" diye bir söz çıkmıyor ağzımdan. Aklıma bile gelmiyor. Ha ama ilgi duyduğum bir konuda soru sor, anlatayım; orada sıkıntı yok. Konuşmak çok gereksiz bir şey, ondan oluyor. Ben masumum sayın hakim! Suçlu konuşmak! Bak mesela artık öğrenmiş olsam da uzunca bir zaman çekirdek çitlemeyi de bilmiyordum.

Supernatural 15. sezon bayağı iyi başladı ha, bayağı bayağı iyi. Bu konuda yazacağım daha fazla bir şey olduğunu düşünmüştüm ama yokmuş.

Şu daha önce bahsettiğim bengütaş işinde gayet ciddiydim bu arada, hâlâ da ciddiyim. Sözlük işinde ise aslında ciddi değildim ama bir sözlük yapmaya başladım, şimdilik bende kalacak ve bu blog hâlâ Günümüz Türkiye Türkçesi olarak yayınlanacak, bengütaşta kullanacağım ve Erdemceden daha iyi bir isim bulmam gereken, ölümümden on yıl sonra unutulacak onlarca şeyden biri olan tuhaf Batı Oğuzca şivesi ile değil. (Batı Oğuzcanın diğer şiveleri: Türkiye Türkçesi, Azerbaycanca, Gagavuzca) O değil bengütaşta ne yazacağım o da meçhul, ya sekizinci sınıf sendromuna (chuunibyou'ya fansublar tarafından reva görülen çeviri) bağlayacağım ya da cümleleri anlaşılmaz ve uzun tutacağım. Bengütaş hakkında meçhul olan bir ton başka şey daha var da şimdi boş verelim onları. (Sebep?)

Duygu Özaslan -ki hiç sevmem kendisini- "Ben okumadım, mutluyum" demiş (Hep Onedio bunlar, iki test çözelim bir iki komik tweet okuyalım diye girip böyle bir şeye maruz kalabiliyoruz işte. Gerçi doğru düzgün test de yayınlamıyorlar artık, nerede o "Sevdiğin diziye göre hangi mutfak eşyasısın?" testleri nerede şimdikiler... Fikirleri bitti herhal) de Twitter'da linç etmişler. Yalnız şöyle bir şey var ki: Kız haklı lan. Sanki okusan, diploman olsa bir halta yaradığı mı var? Okumaya kasmayıp (gerçi ben zaten aile zorlamasıyla üniversiteye girdim, ha pişman değilim; bana kattığı şeyler oldu. Gerçi okulun buna hiç doğrudan etkisi olmadı, sadece orada bulunmam nedeniyle oldu ama olsun. Yine de bana kalsa liseden sonrasını okumazdım) bir iş yapmaya başlasaydım şimdi düzenimi kurmuş oturduğum yerde oturuyordum. Hayır öyle de yalnız öleceğim böyle de, öyle de ne bir iz ne var oluşuma dair bir kanıt bırakamadan gideceğim böyle de; o zaman şu an niye sürünüyorum ben, acaba? Hayır o kadar okuyoruz, buna uygun bir şeyler yapayım bari, diyorum; cevap "Önce bir küçükten başla. Büfe gibi bir yerden." O zaman neden dört yıl okuyorum ben mk? Okula gitmeden büfe açsaydım şimdi en azından birkaç tane devamlı müşterim olur, hiç olmazsa sürümden kazanırdım. Bir de "İlla okuduğun şeyi yapmak zorunda değilsin." diyorlar. E mına koduğum, ben ne diye dört yılımı heba ettim lan o zaman?

Ayrıca bu küçükten başlama sevdası ne onu da anlamadım, bizim millet bir türlü öğrenemedi ilk başta büyük para harcamaya razı olmazsan sonra daha büyük masraf çıktığını. 3000 yıldır nato kafa nato mermer. 3000 yıl önce de yaşadım, oradan biliyorum. Bizim Tunga vardı o zamanlar, tabii, siz bilmezsiniz; parsla falan dövüşmüştü, öyle isim vermişlerdi ona. Tabii, bizim mahalledendi o zamanlar; kaplan postuyla gezerdi. O zamanlar tabii eğri kılıçlar falan bile yoktu, bakırdan uzun, dandik kamalar kullanırdık biz, her salı akşamı toplanıp geyik muhabbeti yapardık. Siz bilmezsiniz o zamanlar geyik muhabbeti yapılırken geyik çevirme yenirdi, oradan geliyor işte adı. Salı akşamı olma sebebi de çarşamba kara gün, cinle periyle uğraşmayalım diye, o günlerde kam çok meşguldü de çarşambaları evimizde bile güvende olmuyorduk.

Yukarıdaki saçmalamayı geçtikten sonra bir paragraf daha yazıp yazıyı yayınlayacağım. Survivor (hayır, izlemiyorum. Ama bulunduğum ortamda izleniyorsa arada göz ucuyla bakarım) tam kabile şefi seçimi turnuvası gibi değil mi? Hem çevik, yetenekli, güçlü olacaksın parkurlarda, oyunlarda kazanacaksın hem siyasette iyi olacaksın da seni ele(ye)meyecekler hem de zor durumlarda hayatta kalabildiğini kanıtlamış olacaksın (Yani, gerçek bir "Hayatta kalan" durumu olsaydı bu sonuncu olurdu). Ben kabile kursam kabile reisini öyle seçerdim. (Kabile kurmanın da nasıl bir yöntemi varsa artık, lafa bak la; "kabile kurmak.")

20 Haziran 2020 Cumartesi

Zaten Yine Başlık Bulamadık

Şu "Ulan sanki değiştirseniz kullanamayacağız" dediğim Blogger arayüzü değişimi vardı ya? Hah, onu denedim; mobil için iyi ama bilgisayarda şu anki daha iyi. Zaten şu anki kullanılmaya devam edilebilecekmiş isteğe bağlı olarak.

Anime karakterlerine özgü bir fiziksel özellik olan "kalkmış tek saç teli" var ya hani? Genelde kızlarda olur ama buna sahip olan erkek karakterler de var. Onun adı varmış lan, "Ahoge" imiş adı. Bunu da öğrendiğime göre rahatım, beynimde yer kaplayacak ve başka hiçbir yerde kullanmayacağım bir bilgi daha. Fang gibi bunun da adını bulduk, hayatımda çok büyük değişiklik oldu. Adeta aydınlandım. Bu arada fang dişler her ne kadar estetik operasyon tarzı bir şeyle de yapılsa gerçek hayatta da var.

Bu arada aklımda bir hikâye için fikir var ama onun için bana bir çizer lazım. Hiç çizer tanıdığım yok. Gerçi tanıdığım, belli başlı yetenekleri ve/veya bilgi alanları olan kişilerden hiçbirine kendileri istemedikçe herhangi bir şey yaptırmak katiyen mümkün değil, o yüzden bir çizer tanısaydım o da böyle olurdu muhtemelen. Eh, haliyle yine çizersiz kalırdım. Neyse, artık ya bir şekilde bekleyeceğiz de öylece zamanı gelene kadar duracak ya da yazı mazı bir şekilde halledeceğiz. Yazarak da anlatılabilir tabii ama görsel anlatım için çok daha uygun. Böyle manga veya çizgi roman tarzı efektler falan... Hah, neyse; sonuç olarak şu Wiki sayfalarındaki karakter bilgileri gibi tablolar yaptım, hikayenin başındaki hali göstermesi için. Yani, hikaye illaki dallanıp budaklanacak ve karakterler gelişecek, yetenekler falan artacak; bu sadece öykünün başındaki halleri. Öyle işte, yazdım şimdilik. Aslında internetten falan çizer bulurum, çok zor değil (kolay da değil bu arada) ama ben kendi eserim hakkında biraz sahipleniciyim. Aynı mekanda aynı anda senaryo-çizim şeklinde götürecebileceğimiz biri lazım; "Şu karakterin şurasını biraz şöyle yap" gibisinden etkileşimler internet ortamında zor. Muhtemelen farklı sebeplerden (anlatımın imkansızlığı, gerçekten kötü bir fikir olması, benim şahsi üşengeçliğim, aklıma daha iyi olduğunu düşündüğüm farklı bir fikir gelmesi, "görsel olarak anlatmak lazım bunu ama çizer bulamam" konusu, "dizi olur bundan da senaryo yazamıyorum ki" konusu falan filan, daha bir sürü şey) çöpe giden onca fikirden biri olacak. Bir de "E, senaryo yazamıyorsan çizer ne fayda sağlayacak?" diyebilirsiniz, haklısınız da ama şu var: Kare kare yarı-çizim senaryo yapılabilir böyle bir konuda (Böyle bir senaryo taslağı görmek için: Bakuman) ya da ranobenin çok daha basit (ve genelde önemsenmeyen) bir formu olan webnovel (internet romanı) tarzında yapabilirim. Zaten WN* dediğin şey lambur lumbur, hemen hiçbir ayrıntı, detay vermeden, kuralsız olarak yazılır. Bizim Whatpadd hikayeleri aslında bu formatla yazılsa o kadar dandik olmazdı, normal hikâye formatında yazılmaya çalışılıp bu formata kaydığı ve sonucunda elinde ne olduğu belli olmayan bir şey kaldığı için öyle o öyküler. Bu olayın Sahte Kahramanlar'a engel olacağını düşünmüyorum, onu da tamamlayınca bir blog açıp orada mı yayınlasam diye düşündüm ama daha önce de söyledim: Bloglar kalıcı şeyler değildir, sonunda internetin çöplüğüne karışırlar. Basılı olmasa bile en azından e-kitap gibi bir form lazım bana. Neyse, hayırlısıyla bir tamamlayalım da sonrası Allah kerim.

*Netroman mı desem buna? Diyebilirim aslında. Yakın zamanda cidden bir sözlük yapmam gerekecek çünkü önceden dediğim gibi ciddi ciddi kendi şivemi konuşmaya başladım. Ağzı da geçti artık. Bir süre sonra söylediklerimin bir kısmını anlamak için yazıları geriye doğru okuyup o sözün çıkış noktasına ulaşmak gerekecek, sözlük yapıp kurtulsam mı bu dertten? Her Erdemce sözde link veririm. Erdemce de hiç güzel gelmiyor bu arada kulağa. Aslında şu blogda kendi yazımla yazabilsem iyiydi (O zaman da alfabe öğretimi sayfası kurmam gerekir gerçi). Aslında yöntem var ama font oluşturmak lazım, o da hem bazı harf ve işaretler için ücretli program gerektiriyor hem blogda kullanıp kullanamayacağım belli değil hem de harflerin çizimi hassaslık istiyor. Uğraşılmaz onunla; halihazırda kullanabildiklerimi kullanmaya kalksam da anlam karmaşası oluşacak. W'yu VV yerine kullanıyorum mesela ama o sesin gerçek değeri farklı, haliyle iki W'yu bir şekilde ayırmam gerekecek. Üstüne im koymaya kalksam hangisinin üstüne koyacağım? Aslında şimdi düşününce bunu buldum bak, iyi oldu. Kullanırım; gerçi son eklediğim harf ve imleri kullanmaya hâlâ alışamadım ama olsun. İyice kafayı yedim ben, kurtarın lan beni. Ha bu arada "Bu yaptığın dil katliamı değil mi?" diye sorabilirsiniz; şöyle ki: Değil. Çünkü zorlama yok, kendi kendine oluşuyor ve yolunu buluyor. O zaman Türkiye Türkçesi ağızlarının tamamına, hatta Türkiye Türkçesinin kendisine "dil katliamı" demeniz gerekir. Sonuçta Oğuzcanın zamanla bozulmasıyla oluşmuş bir dil bu (Selçuklu ve Osmanlı'da hem halktan hem saraydan hem de elitlerden -nasıl tanımlanır lan bu? Nedim falan işte. Divan şairlerini içeren ama onlarla sınırlı kalmayan, anladınız işte kimlerden bahsettiğimi.- Türkiye Cumhuriyeti'ndeyse hem halktan hem TDK'den çektikleri de ortada); tıpkı Azerbaycanca, Gagavuzca, Türkmence, İran Türkçesi (Evet, böyle bir şey var. Aslında Horasanca, Kaşgayca ve Aynallu olarak üç farklı şive ile bunlara ek olarak Oğuzca kökenli olmayan birkaç şive ve lehçe de var.) ve Salarca gibi. Oğuzca da zaten İlk Türkçenin, o da Öntürkçenin bozulmasıyla, ona ekleme ve çıkarmalar yapılmasıyla oluşmuş bir dil. Şunu diyorum: Bu artık şive olduğundan dil katliamından ziyade "dil doğumu" olarak sınıflanır çünkü yakında konuştuğum şeye Türkçe, en azından Günümüz Türkiye Türkçesi denilemeyecek hale gelecek gibi duruyor.

Bu arada şu yukarıdaki hikayedeki bir karakterin soyu için (ruhlarla muhlarla akrabalığı olan bir karakter kendisi) araştırma yaparken eski Moğol takvimi ve Volga Bulgarları ile Hazarların kullandığı hayvanlı takvimi buldum. 12 hayvanlı Türk takviminin Çin takviminden ne farkı var merak etmekteydim, hiç beklemediğim bir yerden buldum bilgiyi. Moğol takviminde fare (Çin takvimi de fareyle başlıyor; bu arada Çin takvimi Çin burcuyla aynı şey, daha doğrusu aynı düzen içinde gidiyor), öküz, leopar, tavşan (kır tavşanı), timsah, yılan, at, koyun, maymun, tavuk, köpek ve yabandomuzu şeklindeymiş. Türk takvimi ise leopar (Çin takvimindeki kaplan yerine, yani sıralaması Moğol ve Çin takviminden farklı) ile başlayıp balık, timsah, kirpi, fil ve deve şeklinde gidiyormuş. E burada altı yıl var? 12'ye ne oldu? Ha, yok; bazı hayvanlar Orta Asya direyine göre değiştirilip kullanılmış, onu diyormuş; demek ki bu da fareyle başlıyor. Kaplan yerine leopar, ejderha yerine balık ve timsah (bazen balık bazen timsah mı yoksa farklı bir durum mu açıklamamış), maymun yerine kirpi (ne alaka lan?), domuz yerine fil (Bu yerel hayvanlarla falan değil, daha önce bahsettiğim domuzun İslam'dan önce de lanetli ve pis bulunmasıyla ilgili bir durum olsa gerek. Yani sonuçta yabandomuzu var oralarda), fare yerine (fareyle başlamıyormuş) deve. Bu arada Orta Asya'da fare olmama imkanı olmadığına göre (Antarktika dışında her yerde fare var), herhalde "Len fare diye yıl mı olur? Pis hayvan hem. Bak şurada mis gibi deve kervanımız var, deve diyelim bu yıla" dediler.

Biz insanlar bir medeniyet inşa ettik ve şehirler içinde korunaklı yaşarken doğanın ve dünyanın en temel kuralını unuttuk: Öl ya da öldür. Çünkü artık bu kurala uymamıza gerek yoktu. Yok muydu ki? Aslında hâlâ var ama şehirde insanları tehdit eden pek bir şey olmadığı için "öl ya da öldür" kısmını sadece "öldür ve tüket" olarak uyguluyoruz. Hatta artık "Üret, öldür ve tüket" gibi bir aşamaya geldik. Gerçi bu doğal bir şey, dediğim gibi doğanın en temel kuralı. Fotosentez yapan, dolayısıyla görünürde bir şeyleri öldürmesine hiç de gerek olmayan bitkiler bile daha fazla besin (su, ışık ve mineral) için birbirlerini (özellikle de farklı türlerdeyse) öldürmeye yönelik şekilde kök ve yaprak büyütüyor (Araştırma konusu: Bitkilerde rekabet. İster İngilizce aratın ister zaten yeterince sonuç olan Türkçe). Etobur bitkilere, parazit bitkilere falan hiç girmiyorum bak. Biz insanlar da temelde en korunaksız varlıklardan olduğumuz için şehir medeniyetine, silahlara ("ateşli silah" değil silah: Top, tüfek, tabanca, kılıç, mızrak, ok-yay...), ateşe ve bunlar gibi şeylere ihtiyaç duyduk; bu da zamanla böyle bir sonuç doğurdu haliyle. İşte o yüzden insanlar oba-kabile düzeninde dağ başlarında, ormanlarda yaşamalılar; anca öyle ihya oluruz. Yine nasıl bağladım ya, helal olsun vallahi. Hiç de aklımda bu konuya bağlamak yoktu ha, tamamen kendiliğinden gelişti olaylar.

Cengiz Han'ın Harezmşahlar'ı işgali ile ilgili bir şeyler okudum. Şunu diyebilirim ki: Alaaddin Muhammed kendi kaşınmış. Ha katliam su götürmez bir gerçek tabii de dünyanın (o dönem bilinen dünyanın) yarısından fazlasını dümdüz etmiş, şehir surlarından içeri vebalı cesetler atmak gibi fikirler bulabilen ve bu iki konu da gayet iyi bilinen, görünürde kendisiyle savaşta olan ve direnen, çarpışan Selçuklu'nun bile "Aman etme eyleme abicim" çekip haraç ödediği, sınırında gezinen kişinin kellesini uçurmanın normal olduğu o çağda başkentin dibinde karargah kurmalarına bile ses çıkarılamayan adama hem de ticaret anlaşman varken öyle hareketler yaparsan böyle bir şeyin olabileceğini öngörmen gerekir. Özetle: Hükümdarın salaklığını halkın ödemesi mevzusu var burada, tam anlamıyla hem de.

Bir süredir (Zaten eskiden beri takvim ve saatten haberi olmayan bir insan evladı olarak okula mokula gitmediğim bu günlerde zaman mefhumumu iyice yitirdim, iki hafta da olabilir bir buçuk ay da) geceleri devamlı uluyan bir "şey" var mahallede. Kapı pencere açık yattığımdan duyuluyor da konu o değil, ulusun o arkadaşlar, bana zararı yok; hem zararı olsa ne olur sanki? Yalnız sorun şu ki ne olduklarını çözemedim. İlk başta "Mahallenin köpekleri işte" diye düşünüp önemsemedim ama artık köpeği geçti bunlar, bir de asla havlamayıp sadece uluyorlar. Artık "Lan bizim mahallede kurt ini falan mı var?" diye düşünmeye başladım; köpek seviyesi değil çünkü bu, bildiğin kurt. Ha bu arada kurtlar da havlıyormuş, tabii tahmin etmek zor değildi (köpek dediğimiz hayvan temelde evcilleştirilmiş kurt olduğu için doğasında olmayan bir sesi çıkaramaz haliyle) ama köpekler gibi esas sesleri havlama değil, nadiren havlıyorlar. Köpeklerin havlaması için de kedilerin yüksek sesleri için açıklanan teoriye benzer bir durum var herhalde. Bu arada bu teori daima "Kediler birbirine miyavlamaz" diye açılıyor ama gayet birbirine miyav miyav bağıran kediler gördüm ben. Mesela başka bir şey de "Ceviz ağacının dibinde ot bitmez, yapraklarından sülfür salgılar." Ha tabii salgılıyor olabilir o ayrı da gayet ceviz ağacının dibinde ot gördüm ben? Her gördüğümde daha önce o teoriyi savunanlardan birini bulup "Bak, bu ne bu?" diyesim geliyor. Evet, altında az ot oluyor ceviz ağaçlarının ama yaprakları ve gövdesi öyle büyük olup güneşi kapatan her ağacın altında etrafından az ot olur. Ormanlarda kırlardan daha az ot olmasının sebebi de budur: Ağaçlar, otların yaşamasına izin vermez. (Bkz. Öl ya da öldür paragrafı) Bazı tropikal otlar da (örnek: muz, raflesya, ceset çiçeği) o yüzden ağaç boyutundadır zaten.

Zeytinin yenilebileceğini bulan kişiyi çok merak ediyorum. Hayır çünkü dalından koparıp öylece yiyebildiğin bir meyve değil, salamura edip zeytinyağına yatırman gerekiyor. Yağını çıkarıp sonra o yağa bulayarak yediğin bir meyve bayağı acayip aslında, uzaylılar muzaylılar gelirse her şeyden çok buna şaşırırlar bence. Yani arkadaşım sen ne tür manyakça deneyler falan yapıyordun ki "Aaa, bu böyle yeniyormuş lan" diye bir bulgu buldun. Ölümsüzlük iksiri hazırlamaya çalışırken kafayı kırmış bir simyacı falan canlanıyor gözümde.

Çok özendiğim insanlar var; genelde kurgusal karakterler. Mesela Amerikalıların "teen slasher" dediği, Türkçesi ise Cem Yılmaz tarafından "Neşeli gençlerin kampa gidip sırayla öldüğü korku filmleri" olarak belirtilmiş filmlerde Allah'ın unuttuğu bir yol kenarında sallanan sandalyede oturup yol soranlara "1835'ten beri oraya kimse gitmedi... Gidenler de geri dönmedi." diyen amca var ya? Bildiniz mi o amcayı? Hah mesela, o amca olmak isterdim. Milletin kafasını karıştırmak, pis pis gülmek falan... Torpilli isekai karakterleri var bir de; olmadık güçlere sahip olanlar hani. Bunların ağa babası da Smartphone Tomo ni'deki elemandır. Herif o dünyada var olmayan gücü çıkarıyor lan. Ama hepsi de bir "Dünyama dönmeliyim" "Ne yapacağım buralarda?" "Ya hiçbir şey bilmiyorum..." kafasında. Lan o güçle karşında durabilecek bir insan evladı mı var? Zombi ejderha kesenleri var bak bunların. İstese o dünyaya hakim olur ama yok. Hele kendisine yamuk yapana "Ben senin gibi olamam" deyip kılıcı saplamıyorlar ya? Hah, hepsinin kafasını ben... Neyse. Dünyaya hakim olmak gibi bir arzun yoktur ya da "Benden kral olmaz" diyorsundur tamam ama dünyaya mayonezden başka bir faydanız olsun lan bari. Bak, bu tiplerin güçleri o dünya için atom bombası ile aynı şey, "Ben barış istiyorum yea" diyorsan kralları toplayıp "Savaşmayın lan bir daha, bak keserim topunuzu" desen her şey çözülecek. He illaki yamuk yapan çıkacak ama yamuk yapana da ceza falan vermiyorsunuz ki arkadaş, o cezalandırmadıklarınızdan sonradan akıllananlar neyse de çoğu kendi salaklığından intihar benzeri bir durumun içine giriyor. Benim en sevdiğim üç isekai karakteri Kazuma, Barusu ve Katarina Claes'tir bu arada; dikkatinizi çekerim: Üçü de torpilsiz, dünyaya uygun olarak bazı güçleri var ama dünyayı ele geçirme seviyesinde değil. Hele Barusu'nun durumu bayağı kötü, Ram'dan ayar yer, Garfiel'dan dayak yer, iki tane manyak ve ikisi de teknik olarak ölü olan cadının çekişmesine meze olur falan... Kazuma'dan hiç bahsetmiyorum bile, grubunun hali ve gelen geçenden yediği ayarlar ortada ama yine de Barusu'nun (Adamın adının Subaru olduğunu biliyorum bu arada. Bazı karakterlere bozulmuş takma isimleriyle seslenmek makbuldur, Working!'deki Takanashi'ye de Katanashi denir misal) durumu çok daha kötü. ~RANOBEDEN SÜRPRİZKAÇIRAN, İKİNCİ SEZONDA GÖSTERİLECEKTİR~ Adam tavşanlar tarafından diri diri yendi ulan! ~TAMAM SHUD~ Bu arada torpilliler arasından sevdiğim bir tek Rimuru'dur ki zaten o güçleri kendi elde etti, sadece o güçleri kolayca elde etmesine yardımcı bir torpili vardı. Neyse, özendiğim kişiler diyordum. Hani şu bilge-filozof-evliya kırması balıkçı, kuşçu, meyhaneci vs. olan karakterler. Arkadaş bitiyorum ya; gelip cevaz alıyorlar, hayat hakkında ders soruyorlar falan bunlara. Adamlar resmen modern çağların Diyojen'i. Daha vardır illaki de şimdi aklıma daha fazlası gelmiyor.

Hükümdarlık hakkında düşündüm biraz. Bu arada hem Türkçede "Hükümdar" deyince hem de yabancı dillerde "Hükümdar" anlamına gelen sözcükler (Mesela İngilizcede "Ruler") kullanılınca genelde kastedilen eskinin lordları, kralları, imparatorları, beyleri, hanları, hakanları, emirleri, sultanları, şahları, padişahları oluyor ama esasında bir şehrin valisi de bir hükümdardır, günümüzün başkanları, başbakanları, cumhurbaşkanları da birer hükümdardır. "Ama onların yetkileri kısıtlı" ise geçerli bir terim farkına yol açmaz; tarih, yetkileri ya geleneklerle ya da bizzat kendileri tarafından sınırlandırılmış krallarla doludur. Mete Han bazı kararlarını sırf kurultay izin vermediği için uygulayamadı örneğin. Ben de biraz düşündüm: Hükümdar nasıl olmalı? Adil bir hükümdar, iyi bir hükümdar demek değildir. Adil bir hükümdar devleti yok edecek kararlar alabilir, özellikle de sadece kendi halkına karşı değil diğer devletlere karşı da adilse. İyi bir hükümdar ise sevilen bir hükümdar demek değildir; tarih, sonrasında büyük sevgi ve saygıyla anıldığı halde kendi döneminde sevilmeyen hükümdarlarla doludur (Örnek: Fatih Sultan Mehmet). Öte yandan, kötü bir hükümdar kötü biri demek değildir; yönetimde beceriksiz olsa da kişiliği nedeniyle halk tarafından fazlaca sevilebilir. Ya da iyi bir hükümdar, bazen devletin bekası için bazense danışmanlarının oyunlarına gelerek son derece adaletsiz kararlar verebilir. Tabii bu "adil hükümdar" anlayışı da sizin adalete bakış açınıza göre değişir. Bazıları için idam adalet iken bazıları içinse çağdışı bir uygulamadır mesela. Hükümdarlık hakkında neden düşündüm, bu düşünceleri nerede kullanacağım hiçbir fikrim yok. Neyse, yazıyı yayınlayayım artık; zaten yine başlık bulamadık. (Aha buldum!)

17 Haziran 2020 Çarşamba

Öylesine, Bildiğiniz Yazı

Türkçede en sevdiğim kelimelerden ikisi de kaplumbağa ve tosbağa. Yalnız nedenine geçmeden önce: Bu iki kelime eşanlamlı değildir. Tosbağa, özel olarak kara kaplumbağalarını belirtir, hatta günümüz Türkiye Türkçesinde zaman zaman sadece mahmuzlu Akdeniz kaplumbağasını (Testudo graeca) belirtir. Ha bu durumun sebebi ülkenin iki kara kaplumbağası türünden yaygın olanın bu olması ve diğerinin (Testudo hermanni) Türkçe adı olan Trakya tosbağasından da anlaşıldığı gibi sadece Trakya'da bulunması da olabilir. Kaplumbağa ise kara kaplumbağası, su kaplumbağası, yumuşak kabuklu kaplumbağa ve deniz kaplumbağalarını genel olarak belirtir. Bu konuyu aştıysak, neden bu iki ilk bakışta pek bir şeye benzemeyen kelime en sevdiklerimden? Çünkü etimoloji. Bağa, "kabuk" demektir ("Kabuk bağlamak" ifadesiyle aynı mantıkla "bağ" kökünden), esasen genel olarak "kabuk" demek olsa da sonradan sadece kaplumbağa kabuğu anlamında da kullanılmış, kimi vakit anlamı "su ve deniz kaplumbağası kabuğu"na dek düşmüştür. Kaplumbağa, çok basit bir mantıkla kaplu (kaplı)+kaynaştırma harfi M+bağa şeklinde oluşan bir kelimedir (birkaç kez art arda hızlıca "kaplubağa" demeye çalışın, neden kaynaştırma harfi gerektiğini ve o harfin neden M olduğunu anlarsınız); yani "kabukla kaplı" demektir. Yani hayvana isim vermek yerine doğrudan gözünde canlandıracağın bir tanımlamadır. Tosbağa kelimesini ise -büyük ihtimalle doğru olan ikincisi olsa da- iki şekilde düşünebiliriz: Biri "tozbağa"dan "tosbağa"ya dönüşüm. Buradaki toz, "toz toprak"taki toz değildir; kılıf, kaplama anlamına gelir ki özellikle okçulukta ağaç kabuğuyla kaplanan yayların kaplamaları için kullanılan bir terimdir. Mesela Moğol yayları çoğunlukla huş ağacı tozluydu, Osmanlı menzil yaylarının (eskiden kalma orijinal olanların ki birçokları bugünün en usta okçuları tarafından bile gerilemeyecek librelerdedir) büyük kısmı ise kayın tozludur. Yani bu da "Kabukla kaplı, kabukla kılıflanmış" anlamında bir tanımlamadır. Daha büyük ihtimal olan ikincisi ise: "Tos" sözünün esas anlamı. Mesela "Tosun"un da kökenidir bu "Tos." Tos; esasen sağlam, güçlü ve kimi zaman da sert veya yapılı demektir. (Yapılı çocuklara tosun denmesi bağlantısı da buradan) Yani tosbağayı günümüz Türkiye Türkçesine çevirmek istediğimizde elimizde "Sağlam kabuk, güçlü kabuk, sert kabuk" gibi çeviri olur. Bakın, bu iki kelime hayran olunmayacak gibi mi? Kaplumbağa ve tosbağa, hayvanın adı değil, niteliğidir, şeklidir; bu yıllarca bu şekilde adı olarak kalmıştır. Bu arada kurbağanın "bağa"sı da o kabuk anlamındaki bağa ama oradaki "kur" nedir tam çözemedim. Araştırdım, benim gibi dilbilimciler de çözememiş ve benim gibi "kurubağa" yani "kuru kabuklu, kabuğu kurumuş" fikri üzerinde durmuşlar. Bu arada "Bağa"nın* bir anlamı da kurbağaymış, yani kurbağa bağadan değil bağa kurbağadan türemiş muhtemelen. Ama sonra kurbağa için illaki "bağa"ya ihtiyaç oluyor. Bakın, gördünüz mü şu dil döngüsünün muhteşemliğini?

*Daha doğrusu o dönem dilinde Báka'nın. Evet, Eski Türkçe'de uzun harfler vardı; her ne kadar Orhun Harfleri'nin yazıya geçirildiği sırada çoktan kaybolmuş olsalar da. "Ad" dediğimiz kelimenin aslı Át'tır mesela; uzun harfin sonrası yumuşamış zaman içinde ve böylece "Türkçe kelimeler yumuşak sessizle bitmez" kuralını yıkan bir sürü kelime oluşmuş (Ama şimdi "Say ulan onları" derseniz sayamam, orası ayrı). Bu arada Türkçede şu, şu sesler (V, F, H falan) yoktur bilgisi de Orhun Alfabesinde bu sesleri gösterecek tamga bulunmamasından kaynaklı. Aslında Orhun Alfabesinde C için de bir tamga yok ama Alp er Tunga sagusundan kaynaklı herhalde kimse C'ye yokluk atfetmiyor. Ha tabii kelime köklerine vs. baktığımızda o seslerin gerçekten Türkçede olmadığını, sadece dönüşerek (V'nin neredeyse tamamen B'den, F'nin neredeyse tamamen P'den) ya da yabancı dilden geçme sözcüklerle geldiğini görüyoruz ama bilginin temel kaynağı Orhun Alfabesi. Bu arada o zamanın Türkçesinde aslında sert F (Fıstıkçı Şahap'ın F'si) yoktu ama yumuşak F (Üflerken çıkardığımız ve "üflemek" kelimesinde kullandığımız, daha doğrusu kullanmamız gereken, bizimkinden başka sadece Japoncada bulunduğunu gördüğüm, gerçi artık -ağız, şive, lehçe fark etmeksizin- Türkçenin her halinde neredeyse tamamen kaybolmuş olan ses) vardı.

Bu arada bu yıldız imi işine iyi alıştım ben, bunları normalde parantez içine yazdığım ama başlı başına ayrı bir paragraf uzunluğunda olduğundan (Şekil 1-A) insanı konudan koparan şeylerde kullanıyorum.

Arifureta izliyorum, tabii Tate no Yuusha bende "karanlık isekai" temasına karşı önyargı oluşturduğu için bütün bölümleri midem bulana bulana izliyorum. Bu arada ~DİKKAT! HAMEFURA'YI İZLEMEK İSTEYENLER İÇİN AĞIR SÜRPRİZKAÇIRAN (Bunu kullanmaya karar verdim) GELİYOR!~ Hamefura 10. bölümde eğlenceli seriden "karanlık isekai" kısmına giriş yaptı ama o mide bulantısı oluşturmuyor. Bende mide bulantısı oluşturan acaba "karanlık isekai" olayı değil de ihanet teması mı merak etmeye başladım. ~HAMEFURA SÜRPRİZKAÇIRANI BİTTİ~ Hah, neyse, yalnız bu serinin ranobesini yazan ne yapmış lan? Ranobe yazıyorum diye bildiğim mitoloji kurmuş herif ki aslında bu sevdiğim bir üsluptur. Daha önce de hikayede detay sevdiğimi söylemiştim. Yalnız sen başta "Bu dünyada sadece üç ırk var" bilgisini verirsen sonra vampirdir, ejderdoğandır yeni ırklar uyduramazsın! Onları o üç ırk içerisinde göstermen gerekir. Wiki'de her şey iyice karmaşık zaten, "Tanrı soyundan vampir" diye şeyler var, ortalık Yunan mitolojisinden beter hale gelmiş. Ana karakterin eşlerine baktığımızda da bunu daha net görebiliyoruz, Aiko-sensei ne alaka lan? Gerçi onunla evlenmesine Sonobe'yle evlenmemesine şaşırdığım kadar şaşırmadığımı da itiraf edeyim; ilk kez sınıf öğretmeniyle münasebet kuran harem anakarakteri görmüyorum sonuçta. Şimdi düşündüm de şaşırtıcı derecede fazla onlar, ilk aklıma gelen Yuiga Nariyuki. Bu arada ~SÜRPRİZKAÇIRAN (Eeeh, yeter ulan, her seferinde bunu yazamam ben; başka alternatif lazım)~ "Aiko-sensei ne lan?" dedikten sonra bölüme devam edip Hajime x Aiko öpüşmesi görmem de birtakım güçlerin bana "Bir sus ulan, her şeye karışma" deme yöntemi bence. Gerçi öpüşmeden ziyade kutsal su aktarımıydı ama kutsal suyu direkt ağzına da dökebilirdi, onu engelleyecek bir şey yoktu. Ranobede, mangada belki vardır, animede yoktu. ~SÜRPRİZKAÇIRAN BİTTİ. ZATEN PARAGRAF DA BİTTİ.~

Bir iş için çarşıya çıktım, belediye binası mı ne olduğunu tam olarak hatırlamadığım bir binanın önünde bir çeşit boşluk var; işte platform gibi bir şey, motorcular park yeri olarak kullanıyor falan. Ortasına bir tane bey heykeli dikmişler, büyük ihtimalle Karesi Bey ama kim olduğuna dair bir yazı vs. yoktu. Bu arada Karesi Bey diye biri yoktu. Hemen itiraz etmeyin len, tongaya düştünüz işte: Tabii ki vardı ama adı Karesi değildi. Kara İsa'ydı, söylemesi zor olduğu için Karesi (hatta ilk dönemler Karasi) deyip geçilmiş. Bu arada oradaki "Kara" lakap olabilir ama doğrudan ismin parçası da olabilir, eskiden "Kara" kelimesi gayet bir isim olarak kullanılıyordu. Yok, Kara lakabıymış, ismi doğrudan İsa'ymış. Hah, o heykel hakkında bir eleştirim var: Elindeki kılıcın eğriliğiyle belindeki kının eğriliği özdeş değil. O kılıcı o kına sokamazsın, ya kırılır ya da yarısı dışarıda kalır. Ne? Siz ne zannetmiştiniz ki?

Bu arada Railgun S'in yorumlarında gördüğüm bir şey üzerinden herkese seslenmek istiyorum: Doğru düzgün, olması gereken sırayla izleyin şu aq animelerini! İndex'in 1. sezonunu izlemeden Railgun'ı izleme işte, sonra "Accelerator kim lan?" diye kalıyorsunuz. İşte o yüzden "Kronolojik sıralama" siki saçmalık, kronolojik sırayla izlemen gerekse kronolojik sırayla çıkarırlardı. Bu arada bu konudan en çok nasibini alan Monogatari serisinin kronolojik sıralaması olarak gösterilen şey de doğru değil. Olayların yaşanış sırası evet öyle ama o kısımda yazar "Zaten evreni tanıyorlar, olayı ve karakterleri biliyorlar" muamelesiyle anlatıyor -ki ben olsam ben de öyle yapardım- siz de "Daha iyi anlayacağım, kronolojik" derken hiçbir halt anlamayıp animenin çöp olduğuna karar veriyorsunuz. Oysaki Araragi'nin ağzından yazan yazar zaten olayları Bakemonogatari'den itibaren anlatmaya başlıyor, devamlı "O altın haftadan beri" muhabbeti geçiyor, Kizumonogatari de zaten "Hep merak ediyordunuz Altın Hafta'da ne oldu, Shinobu gerçekte kim falan, anlatayım madem, zaten başka işim yok" gibi bir tavırla, Araragi ve diğerlerini son bıraktığımız durumdan başlıyor ve Kizumonogatari boyunca karakterlerin son durumdaki bilgisi ve halini gözler önüne süren anlatıcı cümleleri kuruluyor. Yani anı anlatılıyor aslında, yaşandığı sırada anlatılmıyor o olay, çok sonra anlatılıyor; yani kronolojik olarak Kizumonogatari en önde değil gerçekten de en sonda. Anlatıcı da genelde olduğu gibi Araragi, sadece birkaç yerde Kanbaru ve Hanekawa'nın ağzından yazılan kısımlar vardı yanlış hatırlamıyorsam. Karen veya Tsukihi'nin ağzından bir kısım olma ihtimali de var. Bu arada "Birkaç yerde" derken Kizumonogatari'yi değil Monogatari serisinin genelini, tümünü kastediyorum. Neyse, böyle olduğu için de haliyle sen doğru düzgün sıralamayla izlemeyip Kizumonogatari'den başlayınca gereksiz ve katiyen anlayamadığın sürprizkaçıranlar yemiş oluyorsun, sonra Bakemonogatari'den Nisemonogatari'yi takip edince "E ama hani böyleydi? Burada şöyle? Mantık hatası!" diye saçmalıyorsun. O çıkış sırası zevkten, fanteziden dolayı konulmuyor, kronolojik sırayla kitap/anime çıkarılmamasının sebepleri var aq. Şu aq şeylerini doğru düzgün bir sırayla izleyin. Hatta "yanlışlıkla" ikinci sezondan başlayanlar var ki onlara da iyice kafam girsin, hiç mi "Lan kimseyi tanımıyorum, hiçbir şey anlamıyorum" olmadınız da "Bunun öncesi falan mı var ki?" demediniz? Ben şahsen gayet tek sezon olan bazı serilerde bile o hisse kapılıyorum. Gintama'ya 2015'ten başlamak ne ulan? Türkanime'nin "Önceki hikaye-sonraki hikaye" kısmına güvenmeyin bu arada; bazen kronolojik bazen çıkış sırasıyla koyuluyor, bazen hiç koyulmuyor. Kimi zaman da site kafayı yediği için koyulduğu halde gözükmüyor. Mesela onu takip etseniz Toaru serisinde önce İndex'i tamamlar, sonra Railgun'ı tamamlar ve muhtemelen To Aru Kagaku no Accelerator'ı izlemeye gerek bile görmezsiniz.

Bir grup adına karar vermek kadar nefret ettiğim az şey var. Herkesin sevdiği ve sevmediği şeyleri, o anki isteklerini vs. düşünmek zorundasın. İnanılmaz derecede kısıtlayıcı. Grup adına karar verdirtmeyin kardeşim bana, kendiniz verin kararı ben uyarım zaten. Hele grup çalışması var ki iyice tiksiniyorum. Beni öyle oligarşik bir yarı-karar mekanizması olarak arada bırakmayın, ya emir eri yapıp "Şunu, bunu yap" deyin ya da tek ve yetkili karar mercii yapın, kimseyi düşünmeden kafama göre karar vereyim.

Dil, yaşayan ve gelişen, değişen bir varlıktır. "E, geçen yazıda Date'e sövdün?" derseniz de: Bu değişim ve gelişim, o dilin ırzına geçilmediği ve zorlanmadan, kendiliğinden olduğu sürece makul ve makbuldür. Örneğin bugün dilimizde bulunan Arapça, Farsça veya Fransızca kökenli sözcüklerin hiçbiri "Havalı lan" diye düşünülerek dile alınmamıştır (Fransızcalar için belki biraz "havalı lan" düşüncesi hasıl olmuş olabilir), ya Türkçede tam olarak karşılığı olmadığından ya da halkların kaynaşması gibi şeylerle kendiliğinden dile geçmişlerdir. Örneğin dilimizdeki dini terimlerin çoğunun (peygamber, namaz ve oruç en basitinden) Arapça değil de Farsça kökenli olma sebebi Türklerin İslam'ı esasen Perslerden öğrenmesidir. Mesela "Nüans farkı" anlam hatası, "Nüans zaten fark demek" denir ama nüans aslında küçük ayrıntı, çok ufak farklar için kullanılır; mamutla fil arasında olan şey nüanstır, fareyle fil arasında olan şeyse farktır. O ikisi tamamen eşanlamlı olmadığından nüans dilimize girmiş ve yerleşmiştir. "Date" diye yabancı bir kelimeyi karşılığı (hem de iki farklı karşılığı) olduğu halde zorla tamamını Türkçe kurduğun cümle içine sokarsan bu dilin ırzına geçip dili katledip bir de dilin üstüne benzin döküp yakmakla aynı şeydir. Neyse: Kelimeler kaybolur, söylenişleri ve daha sonra yazılışları (İngilizcenin sorunu söylenişi değişen kelimeyi aynı şekilde yazmakta ısrar etmektir. Bugün "doğru telaffuz" dediğimiz sözcüklerin hemen hiçbiri Eski İngilizce'de o şekilde söylenmiyor. Knight mesela "Nayt" diye değil "Knist" gibi bir şekilde okunuyordu Eski İngilizcede.) veya anlamları değişir, yeni kelimeler ortaya çıkar (uydurulur, kendi kendine bir şekilde çıkar veya yabancı dilden alınır) falan. Bu upuzun girizgahı belli bir yere bağlamak için yaptım, şimdi esas konuya geçiyorum. İnternet, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de birçok alt-kültür oluşumuna sebebiyet verdi. Örneğin Ekşi Sözlük'ün kuruluşuyla başlayıp İnci Sözlük'le (Daha önce bahsettiğim "Orijinal İnci Sözlük" ile, o ölünce yerine geçen Yossi Sözlük'le değil) zirve noktasına ulaşan ve kendi içinde bile farklı alt-kültürlere ayrılan "Sözlük kültürü" gibi. Elbette bunlar, Türkçede birçok yeni deyim ve kalıbın oluşumuna da yol açtı; şahsen ben TDK olsam bunları "deyimler sözlüğü"ne eklerdim. En basitinden sözlük kültürüyle başladık hadi, "Özet geç piç" mesela. Ya da bu çok sert olduysa "Yemin edebilirim ama kanıtlayamam." Bunlar güzel şeylerdir, Türkçenin ırzına geçmezler ve kabul görmüşlerdir. Bu arada buradan adını Türkçenin ırzına geçmeden de yabancı kelime kullanılabileceğini kanıtlayarak koymuş olan Zaytung'a bir alkış. (Almanca gazete demek olan Zeitung'dan geliyor ismi. Gerçi direkt -bak, dilin ırzına geçmeyen İngilizce kökenli bir kelime- Zeitung koysalar da pek dilin ırzına geçmezmiş, şimdi fark ettim.)

Bu arada Komi-san'ın mangasının (sanki mangadan başka versiyonu var aq, lafa bak) son bölümünde Türkçeye çeviren çevirmene buradan saygılarımı sunmak istiyorum; gerçi zaten yorumlarda eleştiri vs. yapılmamış ama ben yine de buradan kendisine saygılarımı sunmak istiyorum. Zira gyaru bir karakter (terim bu, Türkçesi yok, gidin araştırın. "E, dilin ırzına geçmek?" derseniz de bir önceki yazıda terimlerden bahsettiğim kısma alalım sizi ki zaten yazıldığı gibi okunuyor. Gerçi Gya kısmı her ne kadar yazıldığı gibi okunsa da Türkçe için biraz fazla iç içe geçmiş okunuyor ama orası önemli değil) var ve (bütün gyarular gibi) muhtemelen Japoncayı katlederek konuşuyor. Ya da Japoncayı katletmese bile İngilizce kelime sokuşturuyor, kelimeleri eğip büküyor, kelimeleri yanlış anlamda kullanıyor vs. Yani özetle bizde birkaç yıl önce "Iııy tiki konuşması" denilerek gömülen ama son zamanlarda daha yumuşak bir versiyonunun Sentüpçüler (Al sana Youtuber'ın Türkçesi. TDK sen seversin, al kullan; telif falan istemem) falan (bu arada bu sözü söylerken ekseriyetle filan der, yazarken tam tersi bir tavır takınırım; neden acaba? Hayır çünkü "filan yanlış, falan doğru" gibi bir durum da yok ki bu kelimede? İkisi de doğru, o zaman bu ucube tavrın sebebi nedir?) tarafından "havalı konuşma, modern konuşma" diye kullanıp övülmeye ya da en azından umursanmamaya, "ne olacak ki?" denmeye başlanan (ki bence tiki ağzı çok daha iyiydi, en azından katliam "ağız" seviyesindeydi, garip kırma bir lehçe seviyesinde değil) bir dille konuşuyor (Zaten gyaruyla tiki arasında aslında o kadar da büyük bir fark yok). İngilizce çevirmen de tabii buna göre bir çeviri yapmak zorunda. Çevirmen de saygılarımı tam burada kazanıyor: Halihazırda katledilmiş bir dilin aynı şekilde yapılması gereken ve İngilizce çevirmenler bizimkiler gibi "Gönüllü işi bu, beğenmiyorsan kendin yap" kafasında olmadığı için muhtemelen yapılması gereken gibi İngilizceyi de katlederek yapılmış çevirisini bir de Türkçeye çevirmek için elinden geleni yapmış. Bazen "E, ne var bunda? Açıklama ne alaka?" gibi hissettiren cümleler var ama çeviren ben olsaydım daha iyisini yapamazdım muhtemelen, haliyle buradan bir kez daha (kaç kez oldu lan paragrafın başından beri? Dur bir sayayım. Üçmüş ya, çok değil. Yok, tekrar saydım dörtmüş.) saygılarımı sunuyorum. Katledilmiş bir dili çevirmek zor ama onun çevirisini çevirmek takdir edersiniz ki çok daha zor.

Evren Çemberinin Ateşi'ni ("O ne lan?" derseniz blogun masaüstü versiyonunda arama kutucuğu var) tamamlamadım. Yok, tamamlayamadım değil; çeşitli sebeplerden tamamlamadım ama fark etmez, yayınlayacağım onu. Şu anki haliyle bile Kara Kanatlı Gezgin'den daha tatmin edici. Gerçi Kara Kanatlı Gezgin'i zaten detaylı bir öykü olarak düşünmemiştim.

Bu arada blogun adını değiştirmek istiyorum, "Öylesine, Bildiğin Blog" gibi bir şey yapmak istiyorum ama (sanki bir milyon kişi okuyormuş gibi) tekrar bulunamayacağından korkuyorum. Acaba şu "Eski Ad" parantezini bir süre korusam da daha sonra mı kaldırsam? Öyle yapayım, aynen.

14 Haziran 2020 Pazar

Ben Olmuşum Zaten Başlık...

Onedio'da bir içerik vardı, 2021'de büyük ihtimalle hayatımızdan çıkacak icatlar diye, "Bağımsız GPS cihazları" diye bir madde var, o ne demekse mk. Neyse, "Telefonların GPS'leri başarılı olduğu için hayatımızdan çıkacakmış." yazmışlar. Sorumluluğu üzerlerinden atmak için öğrenilen geçmiş zaman kullanıyor bir de puştlar, başlıkta niye öyle davranmadınız lan o zaman? Hah, neyse: Telefonların konum servisleri başarılı... Lan yeri gelip hangi şehirde olduğumu karıştıran telefon mu navigasyonun yerini alacak? Daha konum monum bir siki doğru gösteremiyor akıllı telefonlar.

Youtube'da yeni bir Doritos reklamı var, üçgeni koyup üstünde Doritos yerine LOGO YOK yazmışlar, bir de reklamda "Logo yok" diyorlar. Logo yoksa o üçgen ne o zaman mk, İllüminati mi? Logo olması için illa üstünde marka adının yazması mı gerekiyor, o üçgen logo değil mi? Size firmayı kurarken kimse mi logo nedir, marka adı nedir, marka yazısı nedir diye öğretmedi ulan!?

Bak şimdi, bizim millette dövmeye karşı genel bir antipati var. Bunun sebebi genelde İslam'a bağlanır ama biraz düşünürken dövmeden pek hoşlanılmamasının daha eski bir kültürün sonucu olabileceğini düşündüm. Ya da en azından sonuçlarından birinin, çoğu şeyin birden fazla etkeni ve sebebi vardır zaten. Neyse, o aklıma gelen kültür neydi peki? Damga! Günümüzde hâlâ kullandığımız bu kelime aslında bir şeyin belli bir kişiye veya belli bir halka/kuruma ait olduğunu belirten bir işaretti. Mesela bugün "boy tamgaları" dediğimiz şeyler hakkında Kaşgarlı Mahmud bunların "Davarlara ve yılkılara" vurulduğunu yazar. Davar derken kastedilen küçükbaş ve büyükbaş hayvan, yılkı derken kastedilen de binek olarak değil de eti ve/veya sütü için yetiştirilen attır. Bunun haricinde eşyalara, silahlara ve hatta hububata damga basılırdı. Yani temelde bir şeyin üstüne belli bir şekil/işaret koymak o şeyin bir sahibi olduğu anlamına gelirdi. Her ne kadar farklı bir yöntemle de yapılıyor olsa bir insanın üstüne işaret koyarsanız bu, o kişinin sahipli olduğu yani özgür biri değil köle olduğu anlamına gelir. Nitekim Antik Yunan ve Roma'da da suçlular ve köleler "dövme ile damgalanmış"tır. Bak bunu yazarken aklıma geldi, aslında çok daha yeni bir sebebi de olabilir bu olayın: Yeniçerilerin "Padişahı koruyan elit askerler"den (evet, ordunun ana gücü yeniçeriler değil sipahilerdi; ilginç bir şekilde yeniçeriler ateşli silahların Osmanlı'ya gelişinden sonra esas güç haline geldiler) "Devleti arkasına almış eşkıyalar" benzeri bir şeye dönüştükleri dönemde bilhassa yeniçeri ağalarının baldırları ve pazılarına dövme yaptırdığı biliniyor; bu dövme antipatisinin sebebi bu da olabilir. Neyse, bu paragrafın tek amacı bu zihnimde dönüp durmasın, yazayım da rahatlayayım idi; dolayısıyla bu yazı ayrıntılı bir teori veya "Şu sebepten şöyle" gibi bir yargı içermez. Tamamen alakasız bir sebebi de olabilir ya da gerçekten sadece İslam hukukuyla ilgili olabilir.

"Türkçesi olan yabancı sözcük kullanma" diye bir durum var, Onedio'da "date" içeren bir başlık görünce aklıma geldi. Niye yapıyorsunuz lan bunu? Ne gerek var? Bak, Türkçesi olmayan (örn. manga) ya da Türkçesi olsun diye uydurulmuş saçma sapan laf kalabalığı bir şeye benzemeyen (örn. caps*) sözlerin yabancısını kullanmaya karşı değilim, zaten karşılığı yok, kullan gitsin. Ya da belli bir konudan bahsediyorsundur, terim kullanırsın. Örneğin zooloji alanında bir şeyden bahsederken hayvanların zaten çoğunlukla aslında olmayıp saçma sapan çevirilerden ibaret Türkçe adları (Bu topraklarda yaşadığı halde adı çeviri olan hayvanlar var ulan, isim koymaya gerek görmemişiz) yerine çoğunlukla Latince, nadiren de Yunanca olan (ama bizim milletin nedense çoğunlukla Yunanca olduğunu sandığı) bilimsel isimlerini kullanırsın, buna da karşı değilim. Mesela "İri başlı deniz kaplumbağası" yerine Caretta caretta dersin. Ama "date" ne ulan, randevu desene, "E o da yabancı" dersen de hiç Türkçeleşme, yabancı dilden kelime ile yabancı dilden geçmiş kelime farkını falan anlatmakla uğraşamayacağım için "buluşma" de. Seçenek var mk burada, yok değil, bu tuhaf durumun sebebi ne? Havalı olduğunuzu mu sanıyorsunuz? Aptal gibi görünüyorsunuz, en azından benim için. Twitter'da komikli görsel koyma amaçlı bütün cümleyi Türkçe yazıp sonuna "Me:" diye ekleyenler iyice gerizekalı gibi gözüküyor gözüme. "Bne:" yazanlar bile daha zeki gibi geliyor, en azından çabalıyorlar.

*Bu arada "caps" her ne kadar kökeni İngilizce olsa ve okunduğu gibi yazılmasa da (Türkçenin genel kuralı. Aslında her dilin genel kuralı olması lazım ama o aradaki A yerine göre E, I, O diye, hatta A diye okunabiliyor veya hiç okunmayabiliyor. Alfabede sayarken "Ey" diyorsan "Ey" veya "E" diye okuman lazım, diğer sesleri ne karıştırıyorsun? Ha harf çifti farklı ses verebilir, o tamam) aslında Türkçe bir kelimedir. Başka hiçbir dilde o şeye "caps" denmez, bu caps sözü İnciciler'den çıkmıştır. İnciciler derken günümüzün çöplüğünü kastetmiyorum, eskinin "Age of Empires'ta kafiri nasıl alt ettik" diye başlıkları olan, filme bile uyarlanmış (yazarın iddiasına göre kendisine sorulmadan) bir korku hikayesinin bulunduğu (film de Şeytanı Racim; bu arada film sırasında hikaye hâlâ bitmediği için -son durumu bilmiyorum, hikaye hâlâ daha yarım da olabilir- sonundaki "Supernatural şeytanı" senaristlerin kendi marifeti. Filmi izlemiş ve Supernatural'da iblislerin nasıl tasvir edildiğini biliyorsanız ne demek istediğimi anladınız, gerçi anlamadıysanız da açıp filmin final sahnesiyle Supernatural'dan iblis -demon diye aratın demon- içeren birkaç sahneye bakıverin anlarsınız), televizyon programlarını, gazeteleri trolleyen (İnciciler buna "Ziyaret" derdi. İnci Sözlük ziyaretleri diye bir aratın, birçoğunun kaydı vs. hâlâ bulunabiliyor), Ekşi'de "Yaran İnci Sözlük Entry'leri" başlığı altında başka birçok başlıktan çok girinin olduğu eski İnci Sözlük'ten kişileri kastediyorum. Kendilerine ait bir alt-kültürleri, kendi jargonları olan, "Sözlükler Çatışması" diye bir şeyin var olduğu, "Beyler Ekşi'yi çökertiyoruz" lafının her hafta döndüğü zamanlardaki İnciciler'den. Hatta İncici Piçlerden (Kendi kendilerine diyorlar, benimle bir alakası yok). Yani özetle Caps esasında Türkçedir, bizden çıkmıştır ve bizden başkası kullanmaz. Gerçi son zamanlarda caps de kalmadı artık, caps dediğinin kırmızı şeridi olur; şimdinin yazıresimlerine benzemezdi.

Günlük hayatta aklımdan geçen bir sürü düşüncenin içinden bir konu da zaman yolculuğu konseptiydi ve bir anda aklımda dank etti. Zaman yolculuğu konseptinde ana sorun ne dede paradoksudur ne de kendinle karşılaşmandır, esas sorun dilbilgisidir. Evet, dilbilgisi! Şöyle ki: Gittiğin zamanda henüz yaşanmamış şeyleri sen yaşadın mı? Geçmiş zaman mı kullanmalı gelecek zaman mı? Yoksa bambaşka bir imla mı? -Ecek'li geçmiş zaman? -Di'li gelecek zaman? Bir süre sonra, bu fikrin orijinal olmadığını da hatırladım: Otostopçunun Galaksi Rehberi'nde değinilen bir konuydu kendisi. Daha önce de en saygı duyduğum yazarlardan biri olduğunu söylediğim Douglas Adams da bunu düşünmüş ve kitaba bununla ilgili bir kitap bile eklemişti. Tabii bilimkurgu+absürt komedi dolayısıyla işleri biraz abartan bir yapıydı ama sonuçta bu zaman yolculuğunun gerçekteki en büyük sorununa parmak basıyordu.

Bu arada muhtemelen fark etmişsinizdir ama "Bizim millet" derken kastettiğim diğer her türlü şeyden bağımsız olarak bütün Türkiyeliler/Türkiye vatandaşları. Onu o şekilde algılayın.

10 Haziran 2020 Çarşamba

Başlık Yok, Bulamadım, Bitti... Her Zamankinden İşte

Geçenki yazı (Hani başlığı "Bir Türlü Yayınlanamayan Yazı" olan) nasıl yayınlamamın üstünden bir saat bile geçmeden 2 okuma aldı la, pusuda mı bekliyordunuz? Hayır çoğu yazıyı zaten ikiden fazla kişi okumuyor, o yüzden diyorum. Neyse, başka bir şeyden bahsedeceğim... Yani, başka bir şeylerden, tek bir konu üstüne yazı yazmak için yeterince konu kalmadı artık. Ha kaldı tabii de benim ilgim veya bilgim dahilinde kalmadı.

Su maymuncuğu diye bir şey vardı zamanında, ben ilkokula giderken çıktı bunlar; sonra ara ara tekrar bir hatırlanır, popüler olur, sonra unutulurdu. En son bir yasaklandı, ondan sonra daha da hatırlanıp popülerleşmedi. Neydi o şeylerin asıl isimleri? Herkes su maymuncuğu diyordu ama başka bir ismi vardı onun... Hah, orbeez imiş. Ama bu ismi de bilmiyorduk biz, başka bir isim biliyorduk esas olarak, neydi ki o? Neyse. Bunlar böyle suya atılınca şişen ve bir süre sonra bölünüp "çoğalan" toplardı, millet bunları bayağı evcil hayvan gibi beslerdi. Pet şişede, tabii. Renkli olanlarıyla renksiz olanları vardı, renklilerin de bazısı kısa sürede rengini kaybederdi. Millet "Bunlar canlı değil la" diyenlerle "Nasıl ürüyor o zaman abicim, bana bunun cevabını ver?" diyenler diye ikiye ayrılmıştı, sokak ortasında birbirlerini su tabancasıyla vururlardı falan, tabii. Eskinin sağ-sol kavgası gibi bizim zamanımızda da canlı-cansız kavgası vardı. Kavgalı ve su tabancalı olan cümleler şaka bu arada, su maymuncuğunu hatırlayanlar "Nasıl bir yerde geçirdin lan sen çocukluğunu?" demesin. Bu su maymuncuklarını ben epey severdim aslında, yani... Suyla ilgili birçok şeyi seviyorum, canlı olmadıklarını bilsem de onlara evcil hayvan muamelesi yapanlardandım ben de. Herkes öyle yapıyordu zaten. Benim maymunum daha büyük, benimki daha renkli diye hava atılırdı, öyle bir şeydi onlar. Bu arada şimdi biri evime bir paket gönderse küçük bir kaba koyup akvaryum gibi bir şey yaparım, hâlâ evcil hayvan olayı devam ediyor bende. Tabii benim baba tarafından aile durumumla ilgili biraz: Bibere ip bağlayıp gezdirmek gibi şeyler yapan çocuklardık biz, o yüzden de pek az şeyi garip buluyoruz. En azından ben öyle bir duruma geldim ve suçu genelleştirmeye çalışıyorum. Aslında internette falan hâlâ satılıyor, alıp kendilerine akvaryum kurmayı düşünmüyor değilim. Orbeez'e akvaryum kuran ilk insan olma ihtimalim de var tabii ama yapacak bir şey yok. Aslında bu su maymuncuklarını hatırlayan çok fazla kişi olup olmadığını da merak ediyorum, çoğu kişi için Eti Puf'un eski paketinden çok daha önemsiz bir hatıra. Eti Puf'un eski paketi de aslında kısa süre önce değişti, yani baktığında o kadar da eski değil ama çoğu kişi büyüdükçe daha az Eti Puf yemeye başladığı için o bir nostalji nesnesi haline geliyor. O değil de 2011'de değişmiş o paket, 9 sene önce, oha. Hatırladığımdan çok daha eski bir zamanda, ben iki sene falan önce değişti sanıyordum. Peki Eti Puf paketinin olayı nedir? Şöyle: Eti Puf'ların eski paketleri öyle kolayca açılamazdı, bıçakla yırtanlar, bu uğurda tırnağından olanlar vardı. Bazısı "Yok arkadaş, usulüne uygun olarak açacağım" deyip hem Eti Puf'u haşat eder hem de günlerce Eti Puf'u yiyemezdi, öyle bir paketti o. Açması Babil'in Kapısı'nı açmaktan zordu. Hayır ikisini de yaptım, oradan biliyorum. Bu uğurda kafayı kırıp tımarhaneye yatırılan insanlar tanıyorum. Bir tanesi kendini kakaolu Eti Puf sanıyordu, hayır esmer de değildi ki bembeyaz insandı, bari Hindistancevizli ya da en azından Karışık falan sansaydı. İşte size bir soru: Eti Puf paketinden bahsettiğim kısımların ne kadarı şaka ne kadarı gerçek? Neden soruyorum, şu yüzden: İroni olduğu, senaryo olduğu her tarafından belli olan şeyleri ciddiye alan kişiler var, bunları özellikle de Youtube ve -ironik bir şekilde veya ilahi adalet, Tanrı'nın espri anlayışı gibi şeyler de diyebiliriz bu durum hakkında- Zaytung yorumlarında görürsünüz. Eti Puf'a devam edersek: Neyse işte, Eti Puf'un paketi öyle kolay kolay açılamazdı, kolayca açabilen (tabii usulünce kolayca açabilen, yoksa bıçağı eline alıp kesmeyi herkes biliyor) her yerde el üstünde tutulurdu, Afrika'daki bazı kabilelerde bu şekilde kabile şefi seçiyorlardı o zamanlar. "Bu insan Eti Puf paketini açabiliyorsa her türlü çileyi çekmeye hazırdır, aslan sürüsünü tek başına yener." denirdi, tabii. Müritlerine karanlık odada Eti Puf paketi açtırıp sonra o Eti Puf'u yedirtmemek usulüyle nefislerini terbiye eden tarikatlar vardı. Hindistan'da "Sadece Eti Puf paketini sinirlenmeden, usulüne uygun olarak açanlar nirvanaya varabilir." denirdi, öyle bir şeydi o paket. Onu Puf'u mahvetmeden, paketi ezmeden açabilmek statü göstergeseydi. O zamanlar hürmet görürdü Eti Puf.

Slime Datta Ken'in yeni OVA'sı çıkmış, izledim ve bu ranobe hakkında önemli bir şeyi hatırladım: Sadece animeyi izleyenlerin ikinci sezonda göreceği üzere birtakım ciddiyet unsurları olsa da karanlık temasına sahip olmamasına ve genel anlamda eğlenceli bir hikaye olmasına rağmen, "karanlık" temasına sahip Tate no Yuusha'dan çok daha fazla şerefsiz içeriyor. O şerefsizlerin de büyük bölümü ikinci sezonda çıkacak, sadece bir ipucu: Bazılarını şimdiden gördük bile. Karanlık temasına sahip olan Tate no Yuusha'da Malty ve başrahip gibi birkaç tane şerefsiz vardı sadece, ha halk ve diğer üç kahraman herife kötü davranıyordu ama şerefsizliklerinden değil mallıklarından kaynaklanıyordu o durum. Bu arada Tate no Yuusha travma gibi bir şey oluşturdu bende, o zamandan beri "karanlık isekai" temasına bir önyargım var, fobi gibi bir şey oldu ama kimse korkmadı. (Ölüm gibi bir şey'le başlayan dizeyi aparıp değiştirmeye çalıştım da pek olmadı gibi) Konuya dönersek: Slime Datta Ken'de ise ciddi anlamda her yer şerefsiz kaynıyor. Ha bu arada köye dönüşü ikinci sezonun başı yapmak yerine birinci sezonun sonu yapmayan stüdyoya da kafam girsin, o köpekbalığı olayını çıkarıp bununla bitirseydiniz ya? İkinci sezonu izlemeyecek olanların en az yarısı izlerdi köye dönüşle bitseydi. Köpekbalığı olayı zaten ranobe'de bile yok ama fill* değil. Sebep? Çünkü mangada var. Hayır neden spo vermemeye çalışıyorum onu da anlamadım, aslında umurumda falan olmazdı; eh, zaten yaptığınız seçim nedeniyle asıl olayın başladığı ikinci sezonu birinci sezonu izleyenlerden daha az kişi izleyecek. (Bir şeyin birinci sezonunu bitirip 2. sezonu çıkınca izlememe tribi diye bir şey var, bir sürü farklı sebebi olabiliyor. Gurur duymuyorum ama ben de yaptım bunu.)

*Filler'ı böyle dile geçirdim. Uğraştırmayın beni çeviriyle falan, TDK doğru düzgün bir karşılık bulursa onu kullanırım. "Doldurma bölüm" şeklindeki o iğrenç ötesi düz mantık çeviriyle gelmeyin bana. Gerçi filler'a halihazırda fiil ya da fill diyenler var zaten, sadece üstüne kondum. O değil bunu yapmaya devam edersem bir süre sonra ülkenin kalanından ayrı yeni bir Türkçe şivesi (Araştırma konumuz: Ağız, şive ve lehçe) konuşmaya başlayacağım: Fill, yazıresim, spo... E, kendime ait alfabem de olduğuna göre... Ne oluyor lan burada? Yalnız spoiler'ı spo diye kısaltıp dile geçirmekten çok da emin değilim, spoil de diyebilirim. Sondaki -er kısmını atınca çözülüyor gibi düşünmüyorum ama spoylır mesela, bak, ne kadar iğrenç durdu? Spoilır daha da iğrenç duruyor. O -er'i atmayıp da -ır yapınca iğrenç duruyor, o yüzden -er kısmını atıp duruyorum. Spoiler için halihazırda "sürprizkaçıran" diye aslında anlamı gayet güzel karşılayan bir çeviri var ama yazıp söylemesi acayip zor olduğu için pek hoşlanmıyorum kendisinden. Aslında kelimenin etimolojisine baktım, "tatkaçıran" uygun bir çeviri ama anlamı sakatlıyor bu sefer de. Neyse, onu bir ara düşünürüm... Muhtemelen.

Bayağı yediuyur (Glis glis) diye bir hayvan var, kendisi sevdiğim bir hayvancağızdır. Gerçi ben hasancık olarak da bilinen orman yediuyurunu (Dryomys nitedula) daha hoş buluyorum ama bayağı yediuyuru da severiz yani, sorun yok. Bu bayağı yediuyurun İngilizce adı "Edible dormouse." Birebir çevirisi? "Yenilebilir fındıkfaresi" ya da "Yenilebilir yediuyur" Buyur? "Niye böyle demişler lan buna?" diye bir araştırdım, gayet geçerli bir sebebi varmış: Roma ordusu savaşa giderken kafesler içinde bayağı yediuyur taşırmış, acıkınca yemek için. Cevizle besliyorlarmış yolda yediuyurları. Tabii bu beni o kadar da şaşırtmadı aslında, birkaç sebepten: Birinci olarak zaten Avrupa kültüründe Ortaçağ'da kirpi ve fındıkfaresi (Muscardinus avellanarius) yenildiğini biliyordum, ikinci olarak: Yanında acıkınca kesip yemek için hayvan taşımak Roma ordusuna özgü bir durum değil. Osmanlı ve Selçuklu geleneğinde ordunun peşi sıra takip eden koyun sürüsü vardı, hatta Karacahisar'ın fethi sırasında düşman ordusuna boynuzuna ışıldak (meşale gibi bir şey herhalde) takılmış keçilerin gönderilip kafalarının karıştırıldığına dair bir hikaye var (Tabii bu hikayenin doğruluğu bilinmiyor ama hikayenin ilk kez yazıya geçirildiği II. Abdülhamid zamanında savaş alanında keçi olması kimseye garip gelmemiş, o yüzden anlattım). Moğollar çok aç kalınca atlarının boynuna kesik atıp kanlarını içtikleri gibi yanlarında bineklik değil etlik at da taşırlardı (Orta Asya geleneğinde binek atlarının eti asla yenmemiştir, eti yenen atlar yabani olanlar veya özel olarak eti için yetiştirilenlerdi). Yani özetle şunu diyorum: O zamanlar bir ordunun yanında erzak olarak canlı hayvan taşıması son derece normaldi, ben de bunu bildiğim için bu durumu çok garipsemedim.
Dormouse (Glis glis) (Görüntüler ile)
Hint mutfağı konusunda düşünürken aklıma hiç domuz eti içeren Hint yemeği bilmediğim geldi. Budizm ve Hinduizm'in yaygınlığı ve yıllarca süren hakimiyeti nedeniyle sığır eti içeren Hint yemeği olmaması gayet doğal ama bu konuda "Müslüman Hintliler tamam ama diğer inançlardan olanlar da domuz eti yemiyor mu acaba?" diye düşündüm bir. Sonuçta domuz eti yememek İslam'a özgü bir durum değil; Museviler de yemiyor, İslam'dan önce de Türk kültüründe "pis ve lanetli" bulunup yenmezdi (ama bu Tengricilikle ilgili dini bir kural değildi, daha çok toplumsal bir olaydı), erken dönem Hristiyan mezheplerinin bazıları da yememeye gayret ediyordu falan. Kelt kültüründe de yenmezmiş, ta 19. yüzyıla kadar İskoç dağlıları hâlâ yemiyormuş. O yüzden Hintliler kültürel sebeplerden yemiyor olabilirler ya da Babürşahlar zamanında yasaklanıp bir daha da tüketilmemiş olabilir, diye düşündüm; araştırdım. Evet, kültürel olarak pis bulunduğu için gayrimüslimler de dahil olmak üzere domuz eti tüketmiyorlarmış. Gerçi Hint mutfağını genel anlamda düşünmeyip yerel Hint dinlerinin yeme içme kurallarına bakarsak keçi ve koyun kurban eden de var, tamamen veganlığı emreden de. Beyaz ete izin verilip kırmızı ete izin verilmeyen inançlar da var ki Hint mutfağındaki etli yemeklerin tamamına yakınının tavuk etinden yapılma sebebi bu. Neyse, bunu da öğrenmiş olduk.

Bazı tabelalar var ki bir milletin yabancı dille olan mücadelesini gözler önüne seriyor. Bunu deyince de aklıma Umut Sarıkaya'nın şu karikatürü geldi:
Umut Sarıkaya (Görüntüler ile) | Karikatür, Komik, Mizah
Neden bahsettiğimi anlatmadan pat diye lafa girince: Toplumca muzdarip olduğumuz çeviri hatalarından bahsediyorum. Yok hayır, kastettiğim Ekşi'deki "İngilizce konuşurken yapılmış en büyük salaklık" türevi şeyler değil. Chicken translate ile başlayıp en son "İtiniz (Your dog)" ile noktalanan olaydan bahsediyorum. Acaba daha neler göreceğiz, sen aklıma mukayyet ol Ya Rabbim. Bak şimdi, ben de İngilizcesi çok iyi bir insan değilim. Biraz düşündükten sonra cümle kurabiliyor ya da kavramlarla, terimlerle doldurulmamış bir metnin neyden bahsettiğini aşağı yukarı anlayabiliyor olsam da asla İngilizcemin iyi olduğunu iddia etmedim, hatta sık sık hiç İngilizce bilmediğimi iddia ettim. Eh, İngilizcenin bir sürü saçmalıkla dolu olduğu da aşikar ki ona birazdan geleceğim. Yalnız arkadaş... Bu çevirileri yapmak için İngilizce bilmemek yeterli bir bahane değil, Türkçe de dahil olmak üzere hiçbir dil bilmiyor olmak lazım bu çevirileri yapmak için. Bak Yiğit Özgür'ün tam da bu konuya parmak basan bir karikatürü var:
Şule Acar adlı kullanıcının Karikatür Dünyam panosundaki Pin ...
Hah, İngilizcenin saçmalıklarını düşünürken (yok, yanlış oldu; başka bir şey düşünürken konu oraya geldi) saça da vücut kılına da "hair" dediklerini hatırladım. Gerçi bunun bir sürü kültürel sebebi olabilir, dolayısıyla İngilizcenin saçmalıkları arasında saymam. Ha ama "Ulan saçla vücut kılını ayırmadınız da sakalı niye ayırdınız?" deme hakkımı saklı tutuyorum. Neyse, saç-kıl ayrımı yapmak ya da aynı kelimeyle ifade etmek... İkisi de çok da mantıksız seçimler değiller, o yüzden öyle. Ben biraz daha düşündüm tabii ama şu an burada yazasım yok.

Neyse, şunu yayınlayayım artık.

4 Haziran 2020 Perşembe

Bir Türlü Yayınlanamayan Yazı (Başlığı Görünce "Havalı La, Hikaye Falan Herhalde" Demeyin, Normal Saçmalama)

Ne zaman "Nekomimi bir karakterin sevimliliğini otomatik olarak artırır" ya da "Hayvan kulağı olup sevimli olmayan karakter yoktur" diyecek olsam (çünkü aslında kural budur, o karakterin kedi kulağı tam olarak daha sevimli olması için vardır, başka bir sebepten değil) Gintama'daki Catherine aklıma geliyor, lafım ağzıma tıkanıyor. Goril-sensei tam olarak o sebepten çizmiştir bence zaten Catherine'i, çünkü neden? Çünkü Gintama. Bu konudan bahsedilen bir bölüm bile vardı bak, şimdi hatırladım.

Yalnız şimdi aklıma geldi de Asoiaf geçmişinde ("Lore" Her gün elli bin tane yeni terim çıkıyor, çevir hepsini çevirebilirsen. "Lor" diye dile de geçiremezsin, peynirle karışır. Lôr yazmak ise söz konusu bile değil çünkü TDK denen garabet yuvası şapkayı kaldırmadan önce bile Ô diye bir harf Türkçede yoktu, bence olması lazımdı tabii ama neyse) Shiera Seastar* diye bir karakter var, şöyle bir bilgi var kaynakçada: "Güzelliğinin tek kusurunun farklı renklerdeki gözleri olduğu söylenir." Biri yeşil öbürü maviymiş. Şimdi... Kusur derken? Hayır çünkü ikisi farklı renkteki gözler hem çizimlerde hem de gerçekte (daha doğrusu fotoğrafta) gayet hoş duruyor bence, bunun "kusur" olarak adlandırılmaması lazım. Ha "O Batıdiyar'ın güzellik standardı, sen takma" diyorsan tamam ama tuhaf yani. Eğer alışılmadık ve tuhaf bulunduğu için kusur olarak görülüyorsa niye Targaryenlerin başka kimsede olmayan gümüş saçlarını herkes övüp duruyor o zaman? Onu da kusurlu bulmaları lazım?

*Shiera Denizyıldızı? Bu Seastar lakap mı soyad mı? Soyadsa neden "piç soyadı" değil de böyle tuhaf bir soyadı var bunda? Brynden Nehir'in ne suçu vardı o zaman, ona da Bloodraven'ı soyad olarak vereydiniz madem? Bir de bu Brynden "Eski Tanrılar İnancı"ndaki en büyük günahlardan olan ensesti işleyip nasıl son büyük yeşilgören olabilmiş, onu da çözemedim; hâlâ eskilere inanıyor adam baktığında. Yarı-kardeşi olduğundan "O kadar da önemli değil" mi deniyor? Zaten Asoiaf'taki ensent kavramı da bir tuhaf: Bizim dünyamızın da büyük çoğunluğunda modern çağlara kadar kuzen ilişkileri ensest kabul edilmediği için, hatta bazı yerlerde hâlâ daha edilmediği için, Asoiaf'ta da öyle olması tuhaf değil** ama şu Tek-göz Jonnel'in evliliğini nereye koyacağız? Ya da Aeron Buharsaçlı'nın Victarion ve Asha'yı evlendirme planını? Gerçi Demirdoğumluların inancı, kültürü falan geri kalanlardan farklı, Codd Hanesi falan var onlarda, o yüzden Buharsaçlı doğru örnek olmayabilir, her halükarda elimizde Tek-göz Jonnel var lakin. Bunun sınırını nereye çektin yazar efendi? Gerçi kendisi de sınırın neresi olduğunu tam bilmiyordur muhtemelen, adama suç da atamıyorum, bir yerden sonra hikaye kendi kendini sürdürür ve tam işleyişini senin bile bilmediğin bir sürü tuhaf şeyle dolar.

**Zaten Avrupa kraliyetlerinin soyağacına baktığımızda alayının birbirinin kuzeni, yeğeni, hatta bazen kardeşi falan olduğunu görüyoruz. Bir de "Osmanlılar Türk değil, çoğunun anası yabancı" derler. Avrupa'da bildiğin Fransız kraliyet ailesinin İngiltere'ye taşınıp yönetmeye başlaması mevzusu var lan, hiçbir İngiliz de çıkıp "Bunlar İngiliz değil" demiyor? Tarihinin bir parçası ve İngiliz kraliyet ailelerinden biri olarak görüyorlar gayet. Şu anki Kraliçe Elizabeth de Alman mesela aslen, sadece o değil Hollanda, İspanya, İsveç kralları da Hannover dükü II. George'un soyundan geliyor? Hiçbir İspanyol çıkıp "Alman bunlar" diyor mu Allah aşkına?

Bu arada şu Osmanlı alfabesi vs. konusunda konuşmak istiyorum. Birinci olarak: Arap alfabesi kullanımı Türkçede doğrudan olmadı. Arapçada olmayan harflerin ikamesi için kullanılanlara ve yazım ile okuma kurallarına baktığımızda daha çok Fars alfabesi, onda da günümüzde konulmaya gerek duyulmamış nazal n için Nef (Kef-i Nuni, sağır kef) denen bir harf eklenmiş durumda. Öyle doğruca "Tamam hadi Arap alfabesini alıp kullanıyoruz" diye bir olay yok. İkincisi de sanki Orhun alfabesinden doğruca Arap alfabesine geçilmiş gibi bir algı var, oysaki Selçuklu alfabesi (Osmanlı alfabesi, Selçuklu alfabesi... Zaten Osmanlı deyince aklımıza gelen şeylerin neredeyse tamamı aslında ilk olarak Selçuklu'da ortaya çıkan şeyler, Osmanlı'nın alamet-i farikası olan, daha önce veya daha sonra hiçbir devlette bulunmayan yeniçeri ocağının bile ilkel bir versiyonu denebilecek bir kurum vardı Selçuklu'da) kullanıma girdiğinde Orhun alfabesini hatırlayan tek bir insan evladı yoktu. Orta Asya genelinde Uygur alfabesi kullanılıyordu, daha sonra Cengiz Han da danışmanlarına o alfabeyi uyarlatıp kullandı, günümüzde Geleneksel Moğol Alfabesi adıyla Moğolistan'da hâlâ kullanımda o alfabe. Uygur alfabesi dediğin şey ise Türkçeye Fars harflerine kıyasla öyle aman aman bir uygunluğu olmayan, zaten Soğdlardan alınıp uyarlanmış, haliyle Farsçaya daha uygun bir alfabeydi. Şimdi, sorum şu: Madem iki alfabe de Türkçeden ziyade Farsçaya daha uygun ve ikisi de doğrudan alınmak yerine uyarlanıp kullanılmış, ne bu yaygara? Tarihte Türkçe kadar farklı alfabeyle yazılmış az sayıda dil var zaten, Çinliler ta eskiden beri kendi harflerini kullanıyor, çoğu Avrupa dilinde ve Korecede "eski yazı/yeni yazı" var birer adet; Avrupa dilleri için "eski yazı" rünik alfabe (dilden dile fark ediyor tabii) ve "yeni yazı" da Latin alfabesi, Korece için de "eski yazı" Çin harfleri "yeni yazı" da hangeul. Japonca zaten hepten alfabe konusunda kafayı kırmış, Çin harflerini hâlâ daha kullanırken sadece belli başlı şeyleri yazmak için aslında o Çin harflerinin basitleştirilmiş versiyonları olan Hiragana ve Katakana'yı kullanıyorlar; dolayısıyla Japoncanın üç alfabesi varmış gibi görünüyor ama aslında üç formu olan tek bir alfabe o. Türkçeye dönersek: Orhun yazısından önce Yenisey yazısı vardı, araştırın bir Yenisey yazıtları diye. (Alfabe olarak Göktürk/Orhun diye geçer ama harfler benzese ve kökenlerinin aynı olduğuna itiraz edilemeyecek olsa da açıkça Orhun yazıtlarındaki harflerden farklıdır) Altın Elbiseli Adam'ın kalkanında Hun alfabesiyle "Hanın oğlu yirmi üçünde öldü" yazıyor mesela. İskit kurganlarında cümleler var lan! O zaman alfabeleri sayıyorum: İskit alfabesi, Hun alfabesi, Yenisey alfabesi, Orhun alfabesi, Hazar alfabesi (Evet, Hazar alfabesi diye bir şey var. Yanıldınız, kökeni İbrani harfleri değil, Orhun harfleri), Uygur alfabesi, Moğol alfabesi (Cengiz Han'ın ordusu tamamen Moğol değildi haliyle), Selçuklu/Osmanlı alfabesi (Fars alfabesi değil! Arap alfabesiyle zaten harflerin kökeni dışında hiçbir ilgisi yok. O zaman Uygur alfabesine de Soğd alfabesi diyelim, Moğol alfabesine Uygur alfabesi, Orhun alfabesine de çivi yazısı diyelim. Olur mu öyle?), Türkçe Latin Alfabesi (Buna da doğrudan Latin alfabesi demek gibi bir kazmalık var. Ğ'yi, Ş'yi bir taraflarınıza mı soktunuz?), birkaç farklı çeşitte kiril alfabesi (Kazak kiril alfabesi, Kırgız kiril alfabesi vs. Harflerin okunuşu, yazılışı ve harf sayısı hakkında bazı ufak farklar var ama sonuçta farklı alfabeler), Kıpçak Latin Alfabesi (Codex cumanicum'u araştırın, her şeyi benden beklemeyin), Yunan alfabesi (Evet, gerçek. İlgi çeksin diye Yunan alfabesi yazdım ama aslında Karamanlı alfabesi. Bu da aynı Osmanlı alfabesi, Türkçe Latin alfabesi gibi Türkçeye uyarlanmış Yunan harfleriyle yazılan bir alfabe.) Daha da vardır muhtemelen, e şimdi sen gidip kazmaca "Yea eski harflerini bırakıp Arap harflerini aldılar, dile uygun değil" dersen "Bir gecede cahil bırakıldık" diyen kişiden herhangi bir farkın olmaz. Bir de bana "Lan o uygun değil de şimdi kullandığın alfabe çok mu uygun? Nazal N'yi ne tarafına soktun? Ya gırtlak H'sini? Türkçede açıkça bulunan ve V'den farklı olduğu aşikar olan W'yi? -Gerçi bu sese çok üzülüyorum. Uygur'da da Osmanlı'da da kirilde bile ya... Asla V'den ayrılmamış yazılırken, hep V ile aynı şekilde yazılmış- İki farklı ses değerindeki K'den bahsetmiyorum bile" deme hakkı doğurursun. Nazal N hassas noktam, kusura bakmayın.

Adını vermek istemediğim bir manganın çevirisi 2 aydır gelmiyor, gelmiyormuş yani, ben bir hafta falan önce güncele geldim, "Yardım lazımsa edelim" yazmışlar altına, "Bu seri için yardım lazım değil." demiş fansub görevlisi de. Kimse de bu yorumun altına "E be yaprak, madem yardım lazım değil iki aydır nerede bu bölümler?" dememiş ya la, ona şaşırıyorum ben. Hayır ben de demedim, herkes korkudan mı demedi? Ben tabii okumaya yeni başladım sayılır o mangayı, o yüzden belki çevirmenle gönül bağı falan vardır okuyucuların, o zaman kimsenin bu yorumu yapmaması doğal. Bir kere yapmaya utanır insan. Eh, çeviride gayet iyi de iş çıkardıklarına göre öyle olması mümkün. Aynı olayı uzun süredir Epiknovel'de Re:Zero okuyanlarda da görürsünüz bak, mükemmel ötesi bir çevirmenimiz olduğu için çok az kişi geciken bölümlerden vs. şikayetçi olur ki zaten geciken bölümün neden geciktiğini bölüm çıkınca, hatta bazen çıkmadan önce mutlaka öğreniriz.

Nerede dokuz kuyruklu tilki görse "Naruto göndermesi" diye zıplayan bir kitle var. Değil lan, değil! Kyuubi-no-kitsune bütün Uzakdoğu mitolojilerinde olan bir varlık, Korecede kumiho/gumiho diyorlar mesela (Korecenin K-G olayı biraz sıkıntılı, tabii hangeul'ı okuyabilip tek kelime Korece bilmemek benim şahsi hıyarlığım orası kesin ama K/G olayını Koreliler bile karıştırıyor.), Çince adı Jiǔ wěi hú. Dokuz kuyruklu tilkiyi görünce zıplamayın hemen "Naruto göndermesi" diye, mitolojik yaratık aq. Yeter artık, ben sinir oldum burada.

Bunu daha önce de yazdığımdan eminim: Kendisi çok sevdiğim bir tatlı olmasına rağmen kazandibini her düşündüğümde pazarlama başarısının nasıl bir şey olduğunu anlıyorum. Sen tavukgöğsünün dibini tuttur, sonra bunu millete yedir! Tabii günümüzde özel olarak karamelize ediliyor ama dediğim şekilde ortaya çıktığına itiraz eden tek bir insan evladı bulamazsınız.

Burada her şeyden şikayet eden memnuniyetsiz bir profil çizsem, bazı konulardan bahsederken aniden ağırlaşsa veya benzeri şeyler olsa da hayatımın türünü asla "dram" olarak düşünmedim. Daha çok komedi olduğunu düşünüyorum: Zerrece komik olmayan ve nefret edeninin bol olduğu ama sevip gülenin tam olarak zerrece komik olmadığı için sevip güldüğü bir komedi. Arada sırada dördüncü duvarı da yıkarım ben, tabii; olmayan seyirciyle konuşurum falan. Aslında, fanusun içindeki evcil hayvanlar olup olmadığımızı bilmemizin bir yolu olmadığına göre, seyirci olmadığına da öyle aniden karar veremeyiz. Sonuçta herkes gibi dünyada oyalanıp duruyorum ve muhtemelen akıl sağlığım çoktandır yerinde olmadığı halde delirmemek için yaptığım küçük alışkanlıklara devam ediyorum. Meramını doğrudan yaradana aktarmak epey rahatlatıcı, tavsiye ederim. Duadan bahsetmiyorum, bayağı diyalog kurmaktan bahsediyorum. Tabii konuşan -muhtemelen- sadece benim ama olsun. Senaryoyu boş verdim artık, doğaçlama yapmak daha rahat. Ben zaten kafayı kırmış bir roldeyim, yaptığım şeylerin göze batması için iyice abartmam gerekiyor ama herkes rolden çıkarsa bu iyi olmaz. Bakalım, finale ne kadar var ve bu iğrenç komedi neden hâlâ reyting alıyor? Hayır, hayır, "Truman Sendromu" değil bu, kameralar yok, senaryo yok, ışıklar yok... Sadece varmış gibi davranıyorum, sonuçta bir yarı-deliyi oynamam gerekiyorsa bunu yaparım. Gerçi aklımdan geçen her şeyi tamamen aktarmanın bir yolu olsa muhtemelen ömrümün geri kalanını ıssız bir adada kurulmuş bir tımarhanede geçirirdim. Kişilik... Var mıydı ki? Bir kişiliğim var tabii, aslında birden fazla var; "Çoklu kişilik bozukluğu" gibi bir durum değil, daha önce söylediğim maskeler. "Sessiz, sakin bir çocuk" Hayatım boyunca benim için söylenen buydu. Sessiz ve sakin? Korkak ve umursamaz olmasın o? Ben... İnsanları pek fazla sevmiyorum, bu teker teker bütün insanlardan nefret etmem gibi bir anlama gelmiyor ama epey rahatsız edici varlıklarız. Dolayısıyla, hayatım boyunca nadiren insanları umursadım, o zamanlarda da sadece belli başlı kişileri. Yabancı ortamlar, yabancı ortamlar demek... Kalabalık, daha önce bulunmadığım ortamlar, hamamböcekleri, karanlık, yükseklik... Beni korkutan çok fazla şey var. İnsanları pek fazla umursamadım, dolayısıyla kurgusal karakterlerin bile yüzlerini ve isimlerini gerçek insanlardan uzun süre aklımda tutabiliyorum. Ah, gerçi onların çoğunu gerçek insanlardan çok umursadığım aşikar. Sadece bir ay, bir insanın yüzünü unutmam için yeterli; tabii adını ve aşağı yukarı nasıl göründüğünü unutmadığım kişiler de var. Bir şekilde... İz bırakmış kişiler, şu bahsettiğim umursadığım az sayıda kişi; ya da benim gibi bir umursamazın bile bir an da olsa dikkatini çekecek birileri.  İşte ilginç bir gerçek: Onların bile hiçbirinin yüzünü hatırlamıyorum, ailem haricinde. Ailemin yüzünü de her gün gördüğüm için unutmuyorum. Aşağı yukarı nasıl göründükleri ve saç renkleri; ama yüzlerini ya da göz renklerini hatırlayamıyorum. Aslında, hayatımda insanların yüzüne nadiren baktım. Konuşurken insanların yüzüne bakmak? Bu kural, değil mi? Ama bakarsam konuşamam, dolayısıyla... Konuşurken insanların yüzüne bakmam, ya kafamı eğer ya da arkadaki sabit bir noktaya bakarım. Yüzüne en uzun süre baktığım kişiler bir şeyler hissetmiş olduğum kızlardı ama onların da hiçbirinin yüzünü hatırlayamıyorum. Cidden, en kötüsü ve en aciziyim, ha? Öylece konuşurum ve katılmadığım fikirleri bile onaylarım, kendimi açıklamak istemiyorum. Bu onlara haksızlık evet ama... Kendimi açıklamak? Bundan... Korkuyorum. Kendi kendini kabul edemeyen ben, doğrusu, beni kabul edebilecek kimse olduğunu düşünmüyorum. Yani, aslında kabul edilebilir bir insanım. Topluluk içinde uyumluyumdur ve damarıma basılmazsa ya da devamlı olarak kızdırılmazsam pek bir şey yapmam ama... Bu sadece maske. Ben... Olduğum kişiden korkuyorum, olduğum kişiden nefret ediyorum. Tam olarak ne zaman bu aşamaya geldim acaba? "Kendini sev" Eskiden beri bu saçmalıktan nefret ederim, yine de şu anki kadar karanlık bir ruhumun olmadığı zamanlar vardı. Var mıydı? Hatıralarım sadece maskeli olduğum zamanlar, o yüzden net hatırlayamıyorum. Umursamak, evet... Ben, insanları gerçekten de pek umursamıyorum; deniz taşları, kılıçlar, balıklar... İnsanlardan çok daha ilgi çekiciler. Aslında, böyle biri olmak istememiştim. Kim ister ki zaten? Başarabileceğime inanıyordum, "normal" bir insan olabileceğime. Normal kavramından nefret ettiğimi defalarca söyledim ya... Bunun sebebi asla "normal" olarak tanımlanan insanlardan olamayacağımı bilmemdi. Bir umudum vardı... "İnsanlar beni kabul edecek, başarılı olursam kabul ederler." "Birilerine emir verebilecek pozisyonda olursam kabul görürüm." "Eğer insanlarla iletişim kurmayacak ama her ihtiyacımı karşılayabilecek kadar zengin olursam kabul görmek için endişelenmeme bile gerek kalmaz." Ne saçmalık ama! Sonuç olarak, küçüklüğümden beri hep aynı şey. Hep aynı. Asla kabul görmeyeceğim. Yok, hayır, yanlış oldu, asla gerçek kimliğimle kabul görmeyeceğim. Aslında bunu hak ediyorum, gerçekten, bunu inkar edemem ama yine de... Aaaah, konunun bu kadar derinine inmek istememiştim, yazdıklarım yarısı kendime bile itiraf edemediğim şeylerdi. Neyse ne, sonuçta oyalanıp duruyor ve çaresizce, umutsuzca bu komedinin sonlanmasını bekliyorum. Onu yaparken oyalanacağım, onaylamadığım fikirleri onaylayacağım, "sessiz ve sakin" duracağım, fırsatı gelince konuşacak, saçmalayacak, coşacağım ama katiyen kendi kimliğimle ilgili bir şey sezdirmeyeceğim. Hadi ama; cidden daha ne kadar berbat olabilirim? "Zincirlenmiş kurt" Evet, evet, tamam; ben yolunu kaybetmiş bir kuzu değilim, vurulduğu zincirleri parçalamaktan korkup bir kat daha zincir çeken kara kurdum. O karanlığı dışa vuramayacak kadar korkak olmasam hâlâ boğulur muydum merak ediyorum. Tamam, bu günlük kadar yeter. Bunu daha fazla uzatmayacağım, "dram değil komedi" kısmından gerisini yazmayı bile istememiştim. Ellerim... Neden tahta yontmak gibi şeyler yaparken de bu kadar becerikli ve kendi kendine hareket eden şeyler olmuyorsunuz? Kendi kendimin düşmanıyım, o kesin ama bu bedenimin de bana düşman olması gerektiği anlamına gelmiyor ya.

Aslında bu yazıyı hemen yayınlayabilirim, daha önce bunun yarısı uzunluğunda yazıyı "Oooo Manas Destanı olmuş yine buralar" diye yayınladım ama yukarıdaki paragrafla bitirmek içime sinmiyor. Komik olmayan bir komedinin başkarakterinin komik bir şeyle yazıyı bitirmesi gerekir ki dengelensin. O yüzden, aklıma bir şey gelene kadar bu yazı beklemede.

Bak aklıma bir şey geldi, tabii yazıyı bitirmeye uygun bir konu olmadığından biraz daha bekleyecek. Hah, aslında bu cümle konuyla biraz ilgili. Hani kola mevzusunda "Herhangi bir nedeni var mıydı ondan bile emin değilim" dedim ya? Aslında benim yaptığım çok az şeyin nedeni vardır, hayatı içgüdüsel olarak yaşarım. Bir şeyi yapma yolum o an ruhumun bana emrettiği gibidir, belki de bu yüzden emir altında olma fikrinden hoşlanmıyorum. Bir şeyleri kendi bildiğim yolla yapamamak çok rahatsız edici. Bir şeyi yapmamın çok nadiren nedeni olur ve bir nedeni olsa bile bunun nadiren farkında olurum. Öte yandan eğer bir şeyi özellikle yapmaktan kaçınıyorsam, onun genellikle bence gayet geçerli olan bir sebebi vardır. Ha bu sebep başkaları için geçerli bir sebep değildir belki ama benim için gayet geçerlidir. "Kola içmemek bir şeyi yapmamak olmuyor mu?" derseniz: O pek öyle işlemiyor. Açıklama yapmaya çalışmayacağım ama temel olarak o eylemsizlik değil, eylem. Evet, karışık geliyor ama biraz düşünün.

Kitaptan uyarlanan film ve diziler genellikle (%99,99 oranında) orijinaline kıyasla berbat olur. "Orijinaline kıyasla" kısmı önemli, film/dizi tek başına değerlendirildiğinde efsane de olabilir ama uyarlanan materyal hemen her zaman daha iyidir. Bunun birkaç sebebi var ama en temel sebebi uyarlanan şeye sadık kalınmaması. Tabii ki bir hikayeyi görsel olarak anlatmak ve yazılı olarak anlatmak farklı şeyler olduğu için %100 uyarlama yapmak zaten teknik olarak mümkün değil, ayrıca bütçe ve zaman gibi bazı başka kısıtlamalar da var. Şöyle: 5000 sayfalık kitap az bile olsa illa okuyucu bulur ama 5 saat süren filmi kimse izlemez, en azından tek oturuşta izlemez; dolayısıyla gişede çakılır. Bütçe konusunda da şöyle bir örnek vereyim: Kitapta som altından bir gökdelen tasviri cebinizden para çıkarmaz ama film ya da dizide gökdeleni bulmak, boyamak, efekt vermek gibi bir sürü iş maliyeti artıracaktır. Yine de bütün bunlar uyarlamaların esas kazmalığını gizlemiyor. Nedir o? Size sesleniyorum, senaristler: Bütün bu durum önemli sahneleri kesmeniz ya da önemsizmiş gibi öylece geçiştirmenize ve bir taraflarınızdan sahne uydurmanıza bahane olamaz ki uyarlamaların en büyük hatası ilk bakışta önemsiz gibi görünen ama aslında son derece önemli olan sahneleri kesip biçmeleri ve "Ya böyle de çok boş kaldı" deyip bir taraflarından olmadık sahneler uydurmalarıdır.

Neyse, yayınlıyorum ben bunu artık, komik bir son bulamadım. Yukarıdakiyle idare edin.