Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

20 Haziran 2020 Cumartesi

Zaten Yine Başlık Bulamadık

Şu "Ulan sanki değiştirseniz kullanamayacağız" dediğim Blogger arayüzü değişimi vardı ya? Hah, onu denedim; mobil için iyi ama bilgisayarda şu anki daha iyi. Zaten şu anki kullanılmaya devam edilebilecekmiş isteğe bağlı olarak.

Anime karakterlerine özgü bir fiziksel özellik olan "kalkmış tek saç teli" var ya hani? Genelde kızlarda olur ama buna sahip olan erkek karakterler de var. Onun adı varmış lan, "Ahoge" imiş adı. Bunu da öğrendiğime göre rahatım, beynimde yer kaplayacak ve başka hiçbir yerde kullanmayacağım bir bilgi daha. Fang gibi bunun da adını bulduk, hayatımda çok büyük değişiklik oldu. Adeta aydınlandım. Bu arada fang dişler her ne kadar estetik operasyon tarzı bir şeyle de yapılsa gerçek hayatta da var.

Bu arada aklımda bir hikâye için fikir var ama onun için bana bir çizer lazım. Hiç çizer tanıdığım yok. Gerçi tanıdığım, belli başlı yetenekleri ve/veya bilgi alanları olan kişilerden hiçbirine kendileri istemedikçe herhangi bir şey yaptırmak katiyen mümkün değil, o yüzden bir çizer tanısaydım o da böyle olurdu muhtemelen. Eh, haliyle yine çizersiz kalırdım. Neyse, artık ya bir şekilde bekleyeceğiz de öylece zamanı gelene kadar duracak ya da yazı mazı bir şekilde halledeceğiz. Yazarak da anlatılabilir tabii ama görsel anlatım için çok daha uygun. Böyle manga veya çizgi roman tarzı efektler falan... Hah, neyse; sonuç olarak şu Wiki sayfalarındaki karakter bilgileri gibi tablolar yaptım, hikayenin başındaki hali göstermesi için. Yani, hikaye illaki dallanıp budaklanacak ve karakterler gelişecek, yetenekler falan artacak; bu sadece öykünün başındaki halleri. Öyle işte, yazdım şimdilik. Aslında internetten falan çizer bulurum, çok zor değil (kolay da değil bu arada) ama ben kendi eserim hakkında biraz sahipleniciyim. Aynı mekanda aynı anda senaryo-çizim şeklinde götürecebileceğimiz biri lazım; "Şu karakterin şurasını biraz şöyle yap" gibisinden etkileşimler internet ortamında zor. Muhtemelen farklı sebeplerden (anlatımın imkansızlığı, gerçekten kötü bir fikir olması, benim şahsi üşengeçliğim, aklıma daha iyi olduğunu düşündüğüm farklı bir fikir gelmesi, "görsel olarak anlatmak lazım bunu ama çizer bulamam" konusu, "dizi olur bundan da senaryo yazamıyorum ki" konusu falan filan, daha bir sürü şey) çöpe giden onca fikirden biri olacak. Bir de "E, senaryo yazamıyorsan çizer ne fayda sağlayacak?" diyebilirsiniz, haklısınız da ama şu var: Kare kare yarı-çizim senaryo yapılabilir böyle bir konuda (Böyle bir senaryo taslağı görmek için: Bakuman) ya da ranobenin çok daha basit (ve genelde önemsenmeyen) bir formu olan webnovel (internet romanı) tarzında yapabilirim. Zaten WN* dediğin şey lambur lumbur, hemen hiçbir ayrıntı, detay vermeden, kuralsız olarak yazılır. Bizim Whatpadd hikayeleri aslında bu formatla yazılsa o kadar dandik olmazdı, normal hikâye formatında yazılmaya çalışılıp bu formata kaydığı ve sonucunda elinde ne olduğu belli olmayan bir şey kaldığı için öyle o öyküler. Bu olayın Sahte Kahramanlar'a engel olacağını düşünmüyorum, onu da tamamlayınca bir blog açıp orada mı yayınlasam diye düşündüm ama daha önce de söyledim: Bloglar kalıcı şeyler değildir, sonunda internetin çöplüğüne karışırlar. Basılı olmasa bile en azından e-kitap gibi bir form lazım bana. Neyse, hayırlısıyla bir tamamlayalım da sonrası Allah kerim.

*Netroman mı desem buna? Diyebilirim aslında. Yakın zamanda cidden bir sözlük yapmam gerekecek çünkü önceden dediğim gibi ciddi ciddi kendi şivemi konuşmaya başladım. Ağzı da geçti artık. Bir süre sonra söylediklerimin bir kısmını anlamak için yazıları geriye doğru okuyup o sözün çıkış noktasına ulaşmak gerekecek, sözlük yapıp kurtulsam mı bu dertten? Her Erdemce sözde link veririm. Erdemce de hiç güzel gelmiyor bu arada kulağa. Aslında şu blogda kendi yazımla yazabilsem iyiydi (O zaman da alfabe öğretimi sayfası kurmam gerekir gerçi). Aslında yöntem var ama font oluşturmak lazım, o da hem bazı harf ve işaretler için ücretli program gerektiriyor hem blogda kullanıp kullanamayacağım belli değil hem de harflerin çizimi hassaslık istiyor. Uğraşılmaz onunla; halihazırda kullanabildiklerimi kullanmaya kalksam da anlam karmaşası oluşacak. W'yu VV yerine kullanıyorum mesela ama o sesin gerçek değeri farklı, haliyle iki W'yu bir şekilde ayırmam gerekecek. Üstüne im koymaya kalksam hangisinin üstüne koyacağım? Aslında şimdi düşününce bunu buldum bak, iyi oldu. Kullanırım; gerçi son eklediğim harf ve imleri kullanmaya hâlâ alışamadım ama olsun. İyice kafayı yedim ben, kurtarın lan beni. Ha bu arada "Bu yaptığın dil katliamı değil mi?" diye sorabilirsiniz; şöyle ki: Değil. Çünkü zorlama yok, kendi kendine oluşuyor ve yolunu buluyor. O zaman Türkiye Türkçesi ağızlarının tamamına, hatta Türkiye Türkçesinin kendisine "dil katliamı" demeniz gerekir. Sonuçta Oğuzcanın zamanla bozulmasıyla oluşmuş bir dil bu (Selçuklu ve Osmanlı'da hem halktan hem saraydan hem de elitlerden -nasıl tanımlanır lan bu? Nedim falan işte. Divan şairlerini içeren ama onlarla sınırlı kalmayan, anladınız işte kimlerden bahsettiğimi.- Türkiye Cumhuriyeti'ndeyse hem halktan hem TDK'den çektikleri de ortada); tıpkı Azerbaycanca, Gagavuzca, Türkmence, İran Türkçesi (Evet, böyle bir şey var. Aslında Horasanca, Kaşgayca ve Aynallu olarak üç farklı şive ile bunlara ek olarak Oğuzca kökenli olmayan birkaç şive ve lehçe de var.) ve Salarca gibi. Oğuzca da zaten İlk Türkçenin, o da Öntürkçenin bozulmasıyla, ona ekleme ve çıkarmalar yapılmasıyla oluşmuş bir dil. Şunu diyorum: Bu artık şive olduğundan dil katliamından ziyade "dil doğumu" olarak sınıflanır çünkü yakında konuştuğum şeye Türkçe, en azından Günümüz Türkiye Türkçesi denilemeyecek hale gelecek gibi duruyor.

Bu arada şu yukarıdaki hikayedeki bir karakterin soyu için (ruhlarla muhlarla akrabalığı olan bir karakter kendisi) araştırma yaparken eski Moğol takvimi ve Volga Bulgarları ile Hazarların kullandığı hayvanlı takvimi buldum. 12 hayvanlı Türk takviminin Çin takviminden ne farkı var merak etmekteydim, hiç beklemediğim bir yerden buldum bilgiyi. Moğol takviminde fare (Çin takvimi de fareyle başlıyor; bu arada Çin takvimi Çin burcuyla aynı şey, daha doğrusu aynı düzen içinde gidiyor), öküz, leopar, tavşan (kır tavşanı), timsah, yılan, at, koyun, maymun, tavuk, köpek ve yabandomuzu şeklindeymiş. Türk takvimi ise leopar (Çin takvimindeki kaplan yerine, yani sıralaması Moğol ve Çin takviminden farklı) ile başlayıp balık, timsah, kirpi, fil ve deve şeklinde gidiyormuş. E burada altı yıl var? 12'ye ne oldu? Ha, yok; bazı hayvanlar Orta Asya direyine göre değiştirilip kullanılmış, onu diyormuş; demek ki bu da fareyle başlıyor. Kaplan yerine leopar, ejderha yerine balık ve timsah (bazen balık bazen timsah mı yoksa farklı bir durum mu açıklamamış), maymun yerine kirpi (ne alaka lan?), domuz yerine fil (Bu yerel hayvanlarla falan değil, daha önce bahsettiğim domuzun İslam'dan önce de lanetli ve pis bulunmasıyla ilgili bir durum olsa gerek. Yani sonuçta yabandomuzu var oralarda), fare yerine (fareyle başlamıyormuş) deve. Bu arada Orta Asya'da fare olmama imkanı olmadığına göre (Antarktika dışında her yerde fare var), herhalde "Len fare diye yıl mı olur? Pis hayvan hem. Bak şurada mis gibi deve kervanımız var, deve diyelim bu yıla" dediler.

Biz insanlar bir medeniyet inşa ettik ve şehirler içinde korunaklı yaşarken doğanın ve dünyanın en temel kuralını unuttuk: Öl ya da öldür. Çünkü artık bu kurala uymamıza gerek yoktu. Yok muydu ki? Aslında hâlâ var ama şehirde insanları tehdit eden pek bir şey olmadığı için "öl ya da öldür" kısmını sadece "öldür ve tüket" olarak uyguluyoruz. Hatta artık "Üret, öldür ve tüket" gibi bir aşamaya geldik. Gerçi bu doğal bir şey, dediğim gibi doğanın en temel kuralı. Fotosentez yapan, dolayısıyla görünürde bir şeyleri öldürmesine hiç de gerek olmayan bitkiler bile daha fazla besin (su, ışık ve mineral) için birbirlerini (özellikle de farklı türlerdeyse) öldürmeye yönelik şekilde kök ve yaprak büyütüyor (Araştırma konusu: Bitkilerde rekabet. İster İngilizce aratın ister zaten yeterince sonuç olan Türkçe). Etobur bitkilere, parazit bitkilere falan hiç girmiyorum bak. Biz insanlar da temelde en korunaksız varlıklardan olduğumuz için şehir medeniyetine, silahlara ("ateşli silah" değil silah: Top, tüfek, tabanca, kılıç, mızrak, ok-yay...), ateşe ve bunlar gibi şeylere ihtiyaç duyduk; bu da zamanla böyle bir sonuç doğurdu haliyle. İşte o yüzden insanlar oba-kabile düzeninde dağ başlarında, ormanlarda yaşamalılar; anca öyle ihya oluruz. Yine nasıl bağladım ya, helal olsun vallahi. Hiç de aklımda bu konuya bağlamak yoktu ha, tamamen kendiliğinden gelişti olaylar.

Cengiz Han'ın Harezmşahlar'ı işgali ile ilgili bir şeyler okudum. Şunu diyebilirim ki: Alaaddin Muhammed kendi kaşınmış. Ha katliam su götürmez bir gerçek tabii de dünyanın (o dönem bilinen dünyanın) yarısından fazlasını dümdüz etmiş, şehir surlarından içeri vebalı cesetler atmak gibi fikirler bulabilen ve bu iki konu da gayet iyi bilinen, görünürde kendisiyle savaşta olan ve direnen, çarpışan Selçuklu'nun bile "Aman etme eyleme abicim" çekip haraç ödediği, sınırında gezinen kişinin kellesini uçurmanın normal olduğu o çağda başkentin dibinde karargah kurmalarına bile ses çıkarılamayan adama hem de ticaret anlaşman varken öyle hareketler yaparsan böyle bir şeyin olabileceğini öngörmen gerekir. Özetle: Hükümdarın salaklığını halkın ödemesi mevzusu var burada, tam anlamıyla hem de.

Bir süredir (Zaten eskiden beri takvim ve saatten haberi olmayan bir insan evladı olarak okula mokula gitmediğim bu günlerde zaman mefhumumu iyice yitirdim, iki hafta da olabilir bir buçuk ay da) geceleri devamlı uluyan bir "şey" var mahallede. Kapı pencere açık yattığımdan duyuluyor da konu o değil, ulusun o arkadaşlar, bana zararı yok; hem zararı olsa ne olur sanki? Yalnız sorun şu ki ne olduklarını çözemedim. İlk başta "Mahallenin köpekleri işte" diye düşünüp önemsemedim ama artık köpeği geçti bunlar, bir de asla havlamayıp sadece uluyorlar. Artık "Lan bizim mahallede kurt ini falan mı var?" diye düşünmeye başladım; köpek seviyesi değil çünkü bu, bildiğin kurt. Ha bu arada kurtlar da havlıyormuş, tabii tahmin etmek zor değildi (köpek dediğimiz hayvan temelde evcilleştirilmiş kurt olduğu için doğasında olmayan bir sesi çıkaramaz haliyle) ama köpekler gibi esas sesleri havlama değil, nadiren havlıyorlar. Köpeklerin havlaması için de kedilerin yüksek sesleri için açıklanan teoriye benzer bir durum var herhalde. Bu arada bu teori daima "Kediler birbirine miyavlamaz" diye açılıyor ama gayet birbirine miyav miyav bağıran kediler gördüm ben. Mesela başka bir şey de "Ceviz ağacının dibinde ot bitmez, yapraklarından sülfür salgılar." Ha tabii salgılıyor olabilir o ayrı da gayet ceviz ağacının dibinde ot gördüm ben? Her gördüğümde daha önce o teoriyi savunanlardan birini bulup "Bak, bu ne bu?" diyesim geliyor. Evet, altında az ot oluyor ceviz ağaçlarının ama yaprakları ve gövdesi öyle büyük olup güneşi kapatan her ağacın altında etrafından az ot olur. Ormanlarda kırlardan daha az ot olmasının sebebi de budur: Ağaçlar, otların yaşamasına izin vermez. (Bkz. Öl ya da öldür paragrafı) Bazı tropikal otlar da (örnek: muz, raflesya, ceset çiçeği) o yüzden ağaç boyutundadır zaten.

Zeytinin yenilebileceğini bulan kişiyi çok merak ediyorum. Hayır çünkü dalından koparıp öylece yiyebildiğin bir meyve değil, salamura edip zeytinyağına yatırman gerekiyor. Yağını çıkarıp sonra o yağa bulayarak yediğin bir meyve bayağı acayip aslında, uzaylılar muzaylılar gelirse her şeyden çok buna şaşırırlar bence. Yani arkadaşım sen ne tür manyakça deneyler falan yapıyordun ki "Aaa, bu böyle yeniyormuş lan" diye bir bulgu buldun. Ölümsüzlük iksiri hazırlamaya çalışırken kafayı kırmış bir simyacı falan canlanıyor gözümde.

Çok özendiğim insanlar var; genelde kurgusal karakterler. Mesela Amerikalıların "teen slasher" dediği, Türkçesi ise Cem Yılmaz tarafından "Neşeli gençlerin kampa gidip sırayla öldüğü korku filmleri" olarak belirtilmiş filmlerde Allah'ın unuttuğu bir yol kenarında sallanan sandalyede oturup yol soranlara "1835'ten beri oraya kimse gitmedi... Gidenler de geri dönmedi." diyen amca var ya? Bildiniz mi o amcayı? Hah mesela, o amca olmak isterdim. Milletin kafasını karıştırmak, pis pis gülmek falan... Torpilli isekai karakterleri var bir de; olmadık güçlere sahip olanlar hani. Bunların ağa babası da Smartphone Tomo ni'deki elemandır. Herif o dünyada var olmayan gücü çıkarıyor lan. Ama hepsi de bir "Dünyama dönmeliyim" "Ne yapacağım buralarda?" "Ya hiçbir şey bilmiyorum..." kafasında. Lan o güçle karşında durabilecek bir insan evladı mı var? Zombi ejderha kesenleri var bak bunların. İstese o dünyaya hakim olur ama yok. Hele kendisine yamuk yapana "Ben senin gibi olamam" deyip kılıcı saplamıyorlar ya? Hah, hepsinin kafasını ben... Neyse. Dünyaya hakim olmak gibi bir arzun yoktur ya da "Benden kral olmaz" diyorsundur tamam ama dünyaya mayonezden başka bir faydanız olsun lan bari. Bak, bu tiplerin güçleri o dünya için atom bombası ile aynı şey, "Ben barış istiyorum yea" diyorsan kralları toplayıp "Savaşmayın lan bir daha, bak keserim topunuzu" desen her şey çözülecek. He illaki yamuk yapan çıkacak ama yamuk yapana da ceza falan vermiyorsunuz ki arkadaş, o cezalandırmadıklarınızdan sonradan akıllananlar neyse de çoğu kendi salaklığından intihar benzeri bir durumun içine giriyor. Benim en sevdiğim üç isekai karakteri Kazuma, Barusu ve Katarina Claes'tir bu arada; dikkatinizi çekerim: Üçü de torpilsiz, dünyaya uygun olarak bazı güçleri var ama dünyayı ele geçirme seviyesinde değil. Hele Barusu'nun durumu bayağı kötü, Ram'dan ayar yer, Garfiel'dan dayak yer, iki tane manyak ve ikisi de teknik olarak ölü olan cadının çekişmesine meze olur falan... Kazuma'dan hiç bahsetmiyorum bile, grubunun hali ve gelen geçenden yediği ayarlar ortada ama yine de Barusu'nun (Adamın adının Subaru olduğunu biliyorum bu arada. Bazı karakterlere bozulmuş takma isimleriyle seslenmek makbuldur, Working!'deki Takanashi'ye de Katanashi denir misal) durumu çok daha kötü. ~RANOBEDEN SÜRPRİZKAÇIRAN, İKİNCİ SEZONDA GÖSTERİLECEKTİR~ Adam tavşanlar tarafından diri diri yendi ulan! ~TAMAM SHUD~ Bu arada torpilliler arasından sevdiğim bir tek Rimuru'dur ki zaten o güçleri kendi elde etti, sadece o güçleri kolayca elde etmesine yardımcı bir torpili vardı. Neyse, özendiğim kişiler diyordum. Hani şu bilge-filozof-evliya kırması balıkçı, kuşçu, meyhaneci vs. olan karakterler. Arkadaş bitiyorum ya; gelip cevaz alıyorlar, hayat hakkında ders soruyorlar falan bunlara. Adamlar resmen modern çağların Diyojen'i. Daha vardır illaki de şimdi aklıma daha fazlası gelmiyor.

Hükümdarlık hakkında düşündüm biraz. Bu arada hem Türkçede "Hükümdar" deyince hem de yabancı dillerde "Hükümdar" anlamına gelen sözcükler (Mesela İngilizcede "Ruler") kullanılınca genelde kastedilen eskinin lordları, kralları, imparatorları, beyleri, hanları, hakanları, emirleri, sultanları, şahları, padişahları oluyor ama esasında bir şehrin valisi de bir hükümdardır, günümüzün başkanları, başbakanları, cumhurbaşkanları da birer hükümdardır. "Ama onların yetkileri kısıtlı" ise geçerli bir terim farkına yol açmaz; tarih, yetkileri ya geleneklerle ya da bizzat kendileri tarafından sınırlandırılmış krallarla doludur. Mete Han bazı kararlarını sırf kurultay izin vermediği için uygulayamadı örneğin. Ben de biraz düşündüm: Hükümdar nasıl olmalı? Adil bir hükümdar, iyi bir hükümdar demek değildir. Adil bir hükümdar devleti yok edecek kararlar alabilir, özellikle de sadece kendi halkına karşı değil diğer devletlere karşı da adilse. İyi bir hükümdar ise sevilen bir hükümdar demek değildir; tarih, sonrasında büyük sevgi ve saygıyla anıldığı halde kendi döneminde sevilmeyen hükümdarlarla doludur (Örnek: Fatih Sultan Mehmet). Öte yandan, kötü bir hükümdar kötü biri demek değildir; yönetimde beceriksiz olsa da kişiliği nedeniyle halk tarafından fazlaca sevilebilir. Ya da iyi bir hükümdar, bazen devletin bekası için bazense danışmanlarının oyunlarına gelerek son derece adaletsiz kararlar verebilir. Tabii bu "adil hükümdar" anlayışı da sizin adalete bakış açınıza göre değişir. Bazıları için idam adalet iken bazıları içinse çağdışı bir uygulamadır mesela. Hükümdarlık hakkında neden düşündüm, bu düşünceleri nerede kullanacağım hiçbir fikrim yok. Neyse, yazıyı yayınlayayım artık; zaten yine başlık bulamadık. (Aha buldum!)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder