Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

26 Ocak 2020 Pazar

Kara Kanatlı Gezgin - Bölüm 1

Evren A123, MS 2020, Türkiye/Eskişehir
“Bir isim bulmalıyım” diye düşündü genç kız Porsuk Çayı kenarında çiböreğini yerken. “Adımı sorarlarsa ne diyeceğimi hiç düşünmedim.” Beyaz teni ve siyah, uzun saçları vardı, ortalama bir vücudu ve yeşil gözleri. Dışarıdan bakan biri, onun sıradan bir insan olduğundan zerre şüphelenmezdi. Gerçek ise A123’ün insanlarına çok uzaktı, doğum adı Vria olan bu kız Kızıl Evren’in valkürlerinden biriydi. Ad ortaklığına rağmen A123’ün İskandinav mitolojisi valkürleriyle herhangi bir ilgisi yoktu, Kızıl Evren’deki soykırımdan kaçan bir soydan geliyordu. Vria, A123'ün insanlarına isim gibi gelecek bir kelime değildi, A123'teki kişilere göre kelime bile sayılmazdı. “A123’ün insanları ellerindeki gücün farkında değiller.” Vria bundan rahatsızlık duyuyordu, “Yazıya bile geçirmeyip sadece düşündükleri şeyler yeni evrenler oluşturabiliyor.” Kızıl Evren’in valkürleri, evrenler arasında seyahat etmelerine olanak sağlayan çok özel bir güce sahiplerdi, uzun zaman önce onlar Kızıl Evren’deki bütün teknolojik gelişmelerin başındaydı. “Tamam, sanırım adımı sorana Veysel… Bekle, bu erkek adı.” Vria umutsuzlukla bir yudum ayran içti. Soykırımdan sonra bütün valkürler Kızıl Evren’i terk etmişti, orada siyah kanatları olan bir ırk olmalarına rağmen diğer evrenlerin tamamında sadece sıra dışı güçlere sahip insanlardı. Kızıl Evren’i terk eden valkürler genellikle yeni evlerinde yerleşmişlerdi, Vria farklıydı. O bir seyyahtı, iyi yemek bulmak için çabalayan bir seyyah. A123’te, evren çemberinin ilk evreninde epey vakit geçirmişti, tadılabilecek birçok şeyi tatmıştı. “İsim işi sonraya kalabilir” diye söylendi hesabı öderken, “Şimdi başka bir yere gitme vakti.” Ara bir sokağa girdikten sonra sağ elini ileri uzattı ve evren çemberi oluştu, “Bir bakalım” dedi Vria, “LST7’ye gideceğim sanırım.”
Evren LST7, Fetihten Sonra 282, Westeros/Kralın Şehri
“Ah, hadi ama.” Vria kendi salaklığı yüzünden acı çekiyordu, “Neden rastgele tarih seçtim ki? Tam da isyana denk geldik… Bir an önce gitsem iyi olacak.” Valkürler Kızıl Evren için zamanda seyahat edemezdi ama diğer evrenlerde istedikleri zamana gidebilirdi, tabii o evrenin içindeyken değil. Vria, nereye gideceğini bile ayarlamadan evren çemberine girdi.
Evren K4013, Tarih Önemli Değil, Torukai/Tirkana
“Cidden mi? Kızıl Evren mi? Bu bir valkürün yapabileceği en büyük mallık!” Bir kez daha, talihsiz valkür nereye gittiğine bile bakmadan evren çemberine adım attı.
Evren MC00, 1.15.1, Cengel
“Neyse, burada en azından biraz rahatlayabilirim.” Bir an sonra hatırladı, “Gerçi eğer Alex’i, Steve’i ya da Sunucular’ı bulamazsam kendi yemeğimi bulmam gerekecek.” Her şeyin keskin kenarları olduğu bu evren, tamamen A123’teki insanlar nedeniyle oluşmuş evrenlere basit bir örnekti. A123’tekiler bunu oyun sanıyordu: Minecraft adlı bir bilgisayar oyunu. Valkürler içinse bu, gerçeklikti. "Bari bir şeyler çizeyim... Ama önce şu cengelden çıkmalıyım." Havaya yükseldi ve çayırlık biyomuna doğru uçtu, "Yaratıcı modda gibiyim." Bir huş ağacının tepesine oturup etrafı izledi, balyalanmış yaprak ve dalların üstüne oturmak için özel bir gayret göstermek gerekmiyordu. Vria'nın tek hobisi iyi yemek değildi, ayrıca gittiği yerleri çizmeyi de seviyordu. Çizim defterini çıkardı ve etrafı çizdi, her şeyin keskin kenarları varken bu çok da zor bir iş sayılmazdı. Huş ağaçlarını, göl kenarındaki meşeleri, cengelden kendisine bakan iki oseloyu, bir ağacın altında güneşten korunan okçu iskeleti çizdi. Burası A123'teki insanlar nedeniyle oluşmuştu ama kendine ait kuralları olan bir evrendi, A123'ün insanları tam yetkili değildi. Buranın canlıları oturabiliyor, yatabiliyordu; dallar rüzgarda sallanabiliyor ve gölün ufak dalgaları sahile vuruyordu. Ayrıca valkürler tarafından burası "her şeyin keskin kenarlarının olduğu evren" olarak anılmasına rağmen hayvan, canavar ve insanların çok da keskin kenarlara sahip olduğu söylenemezdi. "En iyisi Sunucular'ı bulayım... Biraz eğlenirim." MC00'ın Sunucular'ı, binlerce oyunun olduğu ve ölümden azat bölgeler. Evren MC00 girift bir yapıya sahipti, "Vanilla" denen merkez bölgenin çevresinde "mod" denen, A123'teki insanlar nedeniyle oluşmuş bölgeler ve onun da çevresinde Sunucular vardı. Farklı bölgelerin insanları ve diğer yaratıkları, diğer bölgelere geçemezdi; bu görünmez duvarlarla engellenirdi. Ama Vria bir valkürdü, bu tür sınırlardan azadeydi.

23 Ocak 2020 Perşembe

Konular, Konular

Aha, Odnok yeniden çalışmaya başlamış. Bir sorun daha ortadan kalktığına göre sinirimi bozacak başka bir şey arayamaya başlayabilirim (Rahat batıyor). Bu yazıyı da sırf bunu söylemek için açtım, yine altına alakasız alakasız bir sürü şey yazacağım.

Bazı hayvanlar için renk ismi olayı var. (Bu ne biçim ifade ediş lan?) Şöyle ki: Hayvanın kedi mi, köpek mi yoksa tavşan mı olduğu fark etmeksizin belli renkteki hayvanlara koyulan belli isimler var. Siyah hayvana "Zeytin," gri hayvana "Duman," beyaz hayvana "Pamuk." Bu bir süredir zaten aklımdaydı ama sırf şu görseli koyabilmek için anlattım:
Görüntünün olası içeriği: şunu diyen bir yazı 'allahim lütfen sahibim ismimi rengimden dolayi duman koymasin'
Nerede hatırlamıyorum, bir yerde Mount and Blade: Warband'ın vuruş hissinin kötü olduğuna dair bir eleştiri gördüm. Oyunun avukatlığına soyunmuyorum, benim de sinirimi bozan bir çok kısmı var Warband'ın ama elime kılıç alıp savurmuş biri olarak vuruş hissine laf edilmesine de müsaade edemem. Bu söyleyeceklerim sadece eğri kılıçlar için, çünkü gerçek hayatta da oyunda da sadece eğri kılıç kullandım şimdiye dek. Kılıç eğitimi almadım, bu yüzden kılıç kullanmayı "gerçek anlamda" bilmiyorum; yine de bir kılıç savurmanın nasıl bir his olduğunu biliyorum ve teorik olarak bir kılıcın nasıl kullanması gerektiğini de biliyorum. (Kılıç kullanmak, ok atmak gibi şeyleri hakkında araştırarak öğrenebilirsiniz ama gerçekten öğrenmek için gerçekten bilen birilerinden eğitim almak gerekiyor, okçuluk kursuna gitmeyip kendim öğrenmek konusunda inat etseydim bu bilgiye haiz olamazdım, iyi bir karardı.) Oyunun vuruş ve kılıç savuruş hissi gayet gerçekçi ve olması gerektiği gibi, tek sorun karşındaki kişinin zırhının hemen kesilmesi (dünyanın en keskin kılıcı bile değil metal zırhı, deri zırhı bile o kadar kolay kesemez ki deri zırh bir kılıca karşı en savunmasız olan zırhtır ama ilginç bir şekilde -bana göre pek ilginç değil aslında, mekanizmasını bilince gayet mantıklı geliyor- oklara karşı deri zırh, metal zırhtan daha korunaklıdır) ama bu da karşındakine hasar vermek için topuz, balta, ok gibi şeyler kullanma zorunluluğu olmasın diye yapılan bir şey muhtemelen. Ok demişken, yay germe ve ok atma hissi de gayet gerçekçi ve ok atmayı kılıç gibi teorik olarak değil, "gerçek anlamda" biliyorum. Yani oyunun vuruş hissindeki tek sorun şu: Normalde zırhın uygun, hassas yerlerine vurmuyorsanız bir kılıcın metal zırhtan sekmesi gerekirken her zırh sanki deriymiş gibi kesiliyor, bu da dediğim gibi oyunun dinamiği bozulmasın diye olan bir şey olsa gerek. Bir de alt tarafı bir bilgisayar oyunundan tam olarak ne beklendiğini de anlamadım, VR ya da tam-dalış teknolojisi (bu çeviri için SAO'nun çevirmeninden Allah razı olsun, teknolojinin kendisi ortada yokken Türkçe adı var) falan değil ki bu sonuçta. En fazla ne kadar hissedebilirsin yani?

Hazır kılıç demişken kılıçlar yapılırken çeliğine su verilir, bu özellikle eğri kılıçlar için (her tür eğri kılıç için, katana da dahil) elzem bir işlemdir. Düz kılıçların çeliğine su verilip verilmediğini bilmiyorum, bunu bilmememin sebebi şu: Bir yerde katanaların çeliğine su verildiği için eğrildiğini okumuştum ama bana çok mantıklı gelmiyor, bence düz kılıçlara da su katılıyordur; dövülen çeliğin bir şekilde soğutulması gerekiyor sonuçta. Yine de kesin bir fikrim yok, düz kılıçtan çok anlamam ben. Yalnız bir şey öğrendim: Osmanlı ustaları öyle dümdüz su verip geçmiyorlarmış kılıca (öyle yapan da vardır illaki de konumuz diğerleri), o suyun içine soğan suyu, maya, nar kabuğu gibi bir sürü değişik değişik şeyler katıyorlarmış, her ustanın da ayrı kılıç suyu tarifi varmış.

Aklıma blogda yayınlayacak bir hikaye fikri geldi, bu sefer gerçekten yayınlayacağım (Bu yazıyı yayınlayana kadar onu yayınlamış bile olabilirim hatta). Belli bir günü olacak, o gün yayınlayacağım. Aslında ben bunu roman olarak düşündüm ama sonra blogda yayınlamaya ne kadar uygun olduğunu fark ettim, bazı sebeplerden roman olarak sürdürülmeye uygun değil. Şimdi, benim yazıya geçirdiğim geçirmediğim ya da sadece kurallarını, temellerini yazıya geçirdiğim birçok hikaye olsun oyun olsun var. Bir de bunları birbirine bağlayan bir sinematik evren fikrim var ki temeli oyun fikirlerinden birindeki evrenler arasında seyahat edebilen valkürlere dayanıyor (Bunların İskandinav mitolojisindeki valkürlerle ilgisi yok, sadece adları aynı); işte bu hikayenin başkarakteri de öyle. Bu arada genelde başkarakterlerim erkek olur ama bu sefer değil, neden bilmiyorum ama başkarakterin erkek olmaması gerektiğini hissettim. Valkür olmasıyla ilgili bir konu değil, İskandinav mitolojisinin aksine bu karakterin türü/ırkı her iki cinsiyetten de olabiliyor. Başkarakterlerimin genellikle erkek olmasının sebebi de onların psikolojik çözümlemelerini daha iyi yapabilmem, motivasyonlarını ya da karakterlerine aykırı şeyler yapmalarının mantığını açıklayabilmem. Kadın karakterleri derin bir şekilde yazamıyorum, derinleştirmeye çalışsam da bir şekilde yüzeysel kalıyorlar ama bu hikaye için derin karakterlere ihtiyacım yok zaten. Bu bir çeşit seyahatname, tabii 3. şahısla yazılmış bir seyahatname. Bu arada bunun ilk 2 bölümünü yazdım, 3. bölümün açılış cümlesi de yazılı.

Tatil başladığından beri 1 ay oldu ve ben adanın interneti yüzünden yarım kalan serilerden bir listeye sahibim, hâlâ. Herhangi birini tamamlayıp tamamlamadığımı merak ediyorum doğrusu.

Son zamanlarda belli bir şeyi düşünüyorum. Beynimi Youtube videolarıyla, filmlerle, animelerle, müzikle, Facebook paylaşımlarıyla veya kafamın içindeki kurgusal maceralarla meşgul etmediğim her an bu düşünce beynime nüfuz ediyor. Dünyaya tam olarak ne gibi bir faydam var? Ya kendime? Bütün gün evde oturup bir şeyler yapıyorum, onu da iyi yapamıyorum. İyi bir yazar değilim, çizer zaten değilim, iyi bir aşçı da sayılmam... Yaptığım her ama her şeyde kötüyüm. Meslek ya da hobi fark etmiyor; hiçbir işte iyi ya da becerikli değilim. Bu aşamada, yaşamam gerçekten gerekli mi? Zaten pek güçlü bir bünyem olduğu söylenemez; pek hastalanmıyorum ve hastalıkları çabuk atlatıyorum ama bunun dışında uyku sorunum, araba tutması, bir sürü fobi... Mesela lunapark benim için eğlenceli bir yerden ziyade stres kaynağı haline geliyor. Özlem duyduğum geçmiş zamanlarda yaşasaydım şimdiye ölmüş olurdum muhtemelen. Birçok şey beni acınası hissettirmeye başladı. Dünyada gerçekten bir yerim var mı, gereksiz yer işgal ediyormuşum gibi geliyor. Bu dünyaya uygun değilim, muhtemelen o yüzden kafamın içinde bir sürü farklı hikaye var, o yüzden fantastik bir şeyler yazmayı seviyorum. Eğer bana uygun bir dünya yoksa, onu kendim oluştururum. İşin diğer yanı... Onlar da şu anki halim için uygun yerler değiller, benim için herhangi bir yer yok. Eğer istediğim her şeyi yapabilecek kadar param olursa ve insanlardan uzak olursam kendime uygun bir dünya kurabileceğimi sanmıştım. Dağ başındaki ev, restoranlar, diğer şeyler... Hepsi kendime ait bir yer inşa etmekle ilgiliydi; ama artık anlıyorum. Kendime ait bir yer inşa edemem, bu herhangi bir şekilde mümkün değil. Bu durumda ya var olan en eski "kaçış" hayalimi kullanıp ormanın ortasında kafayı kırmış bir şekilde yaşayacağım ya da öylece şehrin kalabalığında yer işgal edeceğim. Vazgeçmeyi umutsuzca reddettim ama kendimle mücadele etmekten yoruldum. Şimdi, işte buradayım. Bedenen olmasa da ruhsal bir intiharın eşiğinde. Gerçekten bir gün çantamı alıp kaybolacağım ya da... Onu yapacak kadar cesaretim yok, hayır. Korkak, beceriksiz ve utanmazca bencil. Beni tanımlayan şey bu, öyle bir şey yapacak cesaret... Karakter gelişimim için bir şeylere ihtiyacım var ama önümde taşlardan başka bir şey yok. Kapana kısılmış gibi hissediyorum. Şu yazıyı tamamlamayı bile beceremiyorum. Dünyaya bir faydam olmayacağı zaten belliydi ama bari kendime fayda sağlayabilseydim, çırpınışlar, çırpınışlar... Bunlar her zamanki şeyler, bir süre sonra beynimi meşgul etmeme gerek kalmayacak. Öyle düşünüyorum ama öyle ummuyorum. Bu ruh hali devamlı sürse benim açımdan daha iyi olur, en azından bir yerde silahlı soyguna denk gelirsem alnımı namluya dayamak için bir motivasyonum olur.

14 Ocak 2020 Salı

Maple/Kaede, Ev Malzemeleri, Yay Libresi ve Diğer Şeyler

Tamam, yine bir paragraf yazıp başka konuya geçeceğim, eğer başka konu bulursam. Şöyle de bir şey var ki bunu da yaparsam "Yeni çıkan animeler hakkında yorum blogu" gibi bir şeye dönecek burası ama yapacak bir şey yok. Itai no wa Iya nano de Bougyoryoku ni Kyokufuri Shitai to Omoimasu'ın konusunu okuduğumda tam olarak şöyle düşündüm: Tate no Yuusha ile SAO'yu birleştirmişler, daha fazla izlensin diye de ana karakteri kız yapmışlar ("Nasıl etkisi var ki?" demeyin, bir şekilde etki ediyor. Sevimli kız olunca daha fazla erkek izleyici çekiyor anime, aynı sebepten karakterleri tamamen kızlardan oluşan animelerin -örneğin Love Live, İdolm@ster; ikisi de idol animesi ama aklıma ilk gelen örnekler bunlar.- hayranları genellikle erkek olur mesela. Tam tersi de geçerli: Free'nin hayranlarının çoğu kadındır örneğin. Bu iş konu spor animeleri ve shounenlere gelince biraz daha farklı işliyor gerçi ama konumuz bir günlük hayattan kesitler animesi). Nitekim tam da beklediğim şeyle karşılaştım, şey, biraz daha fazlasıyla. Kirito'yu doğrudan alıp kıza çevirerek kullanacaklarını hiç hayal etmemiştim mesela. Gerçekten öyle yapmışlar. Aha Kirito:
Kirito ile ilgili görsel sonucu
Aha aminlik isimli bu yeni animenin (adı böyle olduğuna göre kesin ranobe olarak ortaya çıkmıştır bu) ana karakteri Maple (oyundaki adı bu, gerçek adı Kaede):
Itai no wa Iya nano de Bougyoryoku ni Kyokufuri Shitai to Omoimasu maple ile ilgili görsel sonucu
Saç şeklini bile değiştirmemişler arkadaş! İlk bölüm gayet eğlenceli bu arada; böyle gevşek, pek bir iddiası olmayan, çerezlik animeleri seven biri olarak izleyeceğim. Çeviri yarım bırakılmazsa bitiririm de.

Şu an bir karar aşamasındayım. İşin iyi yanı, duygusal olarak pek zayıf olmadığım bir karar aşaması bu. Karar vermem gereken şey şu: En tepeye çıkmak uğruna metropolde kendime eziyet mi etmeliyim yoksa normal bir şehirde, kendime yetecek kadar yüksekliğe razı mı olmalıyım? Fransa'nın, İspanya'nın köyünde Dünyanın En İyi 50 Restoranı listesine giren, Michelin yıldızlarını dizmiş restoranlar var, bu şu demek: Yurtdışında köyde bile olsan en tepeye çıkma imkanın var. Türkiye'deyse en tepeye çıkabilmek için ya o şeyi profesyonel olarak yapan tek kişi olmalısın (bkz. Karidesevi) ya da İstanbul'da iş yapmalısın. Ankara'da, başkentte bile en tepeye çıkma imkanın pek yok. Tabii konsept için İstanbul'a mecbur değilim; herhangi bir konsepti Antalya'da, İzmir'de, Ankara'da vs. de uygulayabilirim. Neyse, bunun sonunda içgüdüsel bir karar vereceğim herhalde. Aslında bu karar aşamasında pek de sinirli ya da korkak durumda değilim, gayet iyiyim... Sonuçta, iki türlü de mutlu olacağım; sadece hangisinin beni daha çok mutlu edeceğine karar vermem gerekiyor. Bakalım, bu kez hayatımı nasıl mahvedeceğim? assajlkasfk

Ev malzemeleri, ev malzemeleri... Beton sevmediğimi biliyorsunuzdur herhalde. Tamam, biraz başa alalım, böyle "pat" diye daldık konuya. Yaşamak istediğim ev hakkında düşünüyordum. Betonu sevmediğimi biliyorsunuzdur... Taş evleri seviyorum; hani taştan yapıldığı belli olan, sanki üst üste taş dizmişsiniz gibi görünen evlerden bahsediyorum. Mermer evlere de tamamım, böyle oyulmuş gibi gözüken, beyaz ya da sarımsı evler. Şu aşağıdaki gibi evler:
marble house ile ilgili görsel sonucu
Kerpiç, öyle aşırı sevdiğim bir malzeme değil; ama betondan iyidir. İşlenmemiş odundan yapılan çantı evler bayağı güzel duruyor, epey de seviyorum ama bütün hayatımı öyle bir evde geçirmek istediğimden emin değilim.
log house ile ilgili görsel sonucu
Yine en iyisi ahşaptan yapılan evler, odundan değil de keresteden yapılanlar hani. Sonuç çok da şaşırtıcı değil, ahşap evleri sevdiğim sır değil sonuçta.

Feci bir yükseklik korkum var. Küçüklüğümde ne zaman koltuk tepesine falan çıksam "Düşersin" deyip alırlardı, sebebin o olduğunu düşünüyorum şahsen. Alt tarafı koltuğun tepesine çıkan çocuğa ikide bir "Düşersin" dersen o da yirmi yaşında ikinci katın balkonundan bakamayan biri haline gelir tabii! Travma bunlar! Bilimsel konuşuyorum ben! Hız ve yükseklik bunun temel sebebi ama lunapark aletlerinden de korkuyorum. Gondol olsun, hız treni olsun... Bir çarpışan arabalarla sorunum yok, bir de atlıkarıncayla.

"Hoca" kelimesinin anlamını bilmeyenler var. Ciddi ciddi hocanın imamla eş anlamlı olduğunu düşünenler var. Öncelikle İmam Arapçadır ve "Namaz kıldıran kişi" demektir. Hoca ise Eski Türkçe Koca'dan gelir (etimolojisine bakmadım ama o da muhtemelen Soğdca kökenlidir) ve kelime anlamları "alim, bilge"dir, "yaşlı (kimse), aile büyüğü" anlamları da vardır; "hoca" kelimesinin genel tanımı "Bir şeyler öğreten (kişi)"dir. Hocayı okulda ders bilgileri veren öğretmen için de, size bir spor öğreten ya da sporda rehberlik eden eğitmen için de (öğretmenle eğitmen arasında da fark var, eş anlamlı değil onlar), camide size dini bilgiler veren imam, vaiz ve müezzin için de hayatın anlamını aramanıza yardımcı olan bir filozof için de hatta size ufacık bir bilgi vermiş herhangi bir kişi için kullanabilirsiniz. Hocanın aslı olan Koca kelimesi ayrıca Oğuz Yabguluğu'nda bir soyluluk unvanı olarak da kullanılmıştır ("bey" ile aşağı yukarı aynı düzeyde, belki biraz daha yüksek bir durumu ifade eder) ve daha eski devirlerde kamlar için de kullanılırdı. Bu açıdan "Hoca" İngilizcedeki "teacher" (öğretmen) ya da "trainer" (eğitmen) kelimelerini tam olarak karşılamaz ama misal Japoncadaki (merak etmeyin, dünya üzerinde yaşayan herkesin bildiği bir kelime geliyor) "sensei" kelimesini tamamen karşılar.

İnternette yay denen silahın nasıl yapılacağına, neresinde ne kullanılması gerektiğine ve başka ne kullanılabileceğine dair her türlü bilgi var. Yani sadece internetten araştırarak bir yay yapmak mümkün. Ne var ki hiçbir yerde hangi libre için ne yapmamız gerektiğine dair bilgi yok, sadece ölçmeye dair birkaç video var. Sonuçta "Yayı yaptık, bakalım kaç libre bu?" diye işlemiyor ki bu iş, "Hadi X libre bir yay yapalım" diye işliyor. Ben mi yanlış biliyorum? Yay yapanlar o zaman neden sipariş alırken libreyi soruyorlar? Ezkaza uygun librede bir yay yaparlarsa mı gönderiyorlar, nedir? Nasıl ayarlanıyor arkadaş o, illa kemanger kursuna mı gideceğiz? Hadi diyelim gitmeye karar verdik, kursu nereden bulacağız? Bu konuda ciddi bilgiye ihtiyacım var benim, bulamıyorum hiçbir yerde. Kesin kullanılan malzemenin kalınlığı ve sertliğiyle alakalıdır ama deneme yanılma yapacak kadar sabrım yok, hadi sabrettim diyelim (inat edersem sabredebiliyorum, sadece çoğu şeyi sabretmeye değer görmüyorum; sabretmeyi de son derece uğraştırıcı buluyorum) o deneme yanılmada da harcayacağım malzemelerin parası var, sonuçta akçaağaç şeridi olsun, manda boynuzu olsun, koyun kemiği olsun, sığırın aşil tendonu olsun, balık hava kesesi olsun, ipek olsun pek de ucuz malzemeler değiller. Parasını geçsem bile öyle "ha" deyince bulunabilen malzemeler değiller. Hadi bulduk diyelim, biyokompozit bir yayın hazır olması en üç ay, istenen verim için bir yıl, doğru düzgün bir yay için iki yıl sürüyor! (Lamineler bir haftada hazır oluyor, onların durumu farklı) O deneme yanılmaya ömür mü yeter? Hayır neden söylemiyorlar bunu anlamadım ki, sır mı bu? Kemanger sırrı mı, nedir? Niye her bilgiyi veriyorsunuz da bunu es geçiyorsunuz ulan! Bilmiyorsunuz da içgüdüsel olarak mı ayarlıyorsunuz libreyi?

Geçen (ya da bir önceki) yazıda artık çizim yapmadığımı söyledim diye hatırlıyorum. O sırada es geçmişim ama özellikle derste sıkıldığımda kılıç ve akvaryum balıkları başta olmak üzere bir şeyler karalıyorum. Birkaç yay tasarımı çizmek üzere elime defter alınca aklıma geldi. Ulan ne güzel sıkıntısızdım, şu libre işi kafayı yedirtti bana. Nereden aklıma geldiyse... Hayır yani yay yapmak çok mu gerekliydi, al bir tane olsun bitsin! Hayır bir de başka bir şeylere ilgi duyamaz mıydın? Ne bileyim gitar çalmak, futbol oynamak falan? Yok, illa okçuluk, akvaryum... Nerede doğru düzgün bilgisi bulunmayan, yayılmamış şey varsa o! DIY hastalığı da var bende, iç filtreyi bile kendim yapmayı deneyebilecek bir profil çiziyorum. Hayır yani bu libre olayını anlamaya çalışacağıma gider bir tane artık Grozer base mi alacağım biyokompozit mi alacağım ne alacaksam alırdım ama benim gibi takıntılı biri için işler tam olarak öyle yürümüyor. Kendim bir şeyler yapmak istiyorum.

Bu arada kendime geldim, artık bir şeyler yapacağız, duruma göre bakacağız... Neyse, aklıma başka konu gelmiyor ama en az bir paragraf daha yazmadan yayınlamam bunu ben.

Tamam, yukarıda bayağı sert çıkışmışım ama ben yay ustası olsam ben de librenin nasıl ayarlanacağını söylemezdim muhtemelen, buradan bütün kemangerlerden özür diliyorum. Bu arada Türkiye'nin ilk yay ustalarından birinin röportajına denk geldim bu libre işini araştırırken, bilmediğim epey şey varmış. Lamine kepazelerin yanı sıra boynuzlu, yani mürekkep, yani biyokompozit kepazeler varmış mesela, Osmanlı döneminde Edirneli kemangerlerin yayları İstanbullu kemangerler tarafından beğenilmezmiş (tam olarak böyle demiyor da aşağı yukarı bu anlama geliyor), Bosnalı kemangerler akçaağaç yerine elma ağacı kullanırlarmış...

Genelde Türk anime (Facebook grubundan bahsetmiyorum) camiasında Tokyo Ghoul fanlarının kanser olduğuna dair bir görüş hakimdir. Şimdiye kadarki gözlemlerimden şunu açıkça belirtebilirim ki: Overlord'un da One Punch Man'in de fanlarının kanserliğinin yanında TG'ciler melek gibi kalıyor. İki grup da bütün hayatını "Tek atar" üzerine kurmuş aq. Parmağını bile oynatmadan sadece istemesiyle karşısındakini öldürebilecek karakterler (Örnek: Suzumiya Haruhi), kişiden bütün güçlerini alıp onu çöpe çevirebilen karakterler (Örnek: FMAB'daki Truth) var; ama bunların fanlarına göre ana karakterin yenemeyeceği herhangi bir karakter yok.

8 Ocak 2020 Çarşamba

Yine Konu Kalmamış Burada

Elli tane uğraşım vardır, yine de bir şekilde yapacak bir şey bulamadığım çok olmuştur. Denizkabuğu toplarım, taş toplarım, öykü-roman yazarım. Ok atmanın yanı sıra aynı zamanda ok yaparım. Lisede şiir yazardım ama liseden sonra hiç yazmadım, pek başarılı bir şair sayılmam zaten. Bir ara çizim yapardım (ilkokulda, ortaokulda ve lisenin başında), artık bir şey çizdiğim de yok. Balık dışında pek bir şey çizemediğim için olsa gerek (Balığı iyi çizerim ama. Japonbalığı olsun, melekbalığı olsun, lepistes olsun, okçu balığı olsun, yılanbalığı olsun, frenatus olsun, beta olsun, siyah uçlu resif köpekbalığı olsun... Eskiz tarzı, detaysız, sadece dış çizgilerden oluşan çizimler ama bakarsanız balığı tanırsınız yani; tabii neye benzediğini biliyor olmanız lazım). Bunlar haricinde daha bir sürü uğraşım var ama yazmaya vakit yetmez. Ben de onu düşünmekle uğraşamam zaten.

Takıntılı biriyim. Birçok takıntım var, bir kısmı azaldı ama bir kısmı devam ediyor. Özellikle mikroplar konusunda takıntım var: yere düşen şeyi ya ıslak mendille siler ya da sabunla yıkarım, ellerimi günde birkaç kere yıkardım (ve buna tuvalet sonrası yıkama dahil değil), yere düşen bir şeye değdiğimde ya da elim yere, ayakkabıya vs. değdiğinde değen elimi yıkayana kadar hiçbir yerde kullanmam, cebime bile sokmam, elimle birlikte musluğu da sabunlayıp yıkarım... Bunun haricinde aynı teknikleri, aynı eşyaları kullanma takıntım da var. Örneğin bir kalemim var, liseden beri daima onu kullanıyorum. Ha bir de tuvalete giderken üstümde hırka, süveter, kolye, yüzük, kulaklık gibi ne varsa çıkarırım.

Ben niye böyle giriş yaptım ya? Neyse, çok da önemli değil. Aklıma yazacak başka şeyler gelince altına eklerim.

"Murenase! Seton Gakuen" diye bir anime başladı (bunu yayınlayana kadar birkaç bölüm daha çıkabilir gerçi), konusunun bir kısmı şu: "...Ancak bir anda dişi kurt Ranka'nın sürüsüne zorla katılmak durumunda kalır." (Gidin gerisine Türkanime'den bakın) Bu arada kurt dediği kurt kulağı ve kuyruğu olan insan (garip bir anime aslında. Erkekler antromorfik, kızlar nekomimi; hepsini nekomimi şeklinde yapsalar daha iyi olurdu). Neyse, ben konunun bu kısmını okuyunca bayağı bildiğin havalı, "sen benim anca getir götürümü yaparsın pis insan" tarzında, hatta biraz da sadist bir kurt kız görmeyi beklemiştim; onun yerine karşıma köpekten hallice bir şey çıktı. O da olumlu. Animede de şu koyduğum kısmın gizli öznesi (kendisi insan bu arada) Ranka'ya devamlı köpek diyor zaten.

Aslında birkaç şeyi devamlı yazıp sildim, yazmayacağım, gerek yok. Temelde birkaç düşüncemdi (aslında birkaç düşüncemin temel ifadesiydi) ama onları öylece yazıp geçmek saçma olacaktı, birbirleriyle bağlantıları da yok. O yüzden de yazmadım.

Ne kadar izlemem bunu dediğim, yarım bıraktığım anime varsa sonuna kadar çevrildi, izlediğim bir ton animenin çevirisi yarım kaldı. (Hatta birkaç tanesi yıllar sonra çeviriye devam edilip sonra tekrar yarım bırakıldı) "E, ben çevireyim hayrına" dersen de bir sürü laf söylüyorlar, "Bir daha bizden izlemeyin"ler falan... Sezon başında danaya girer gibi bir animeye yirmi fansub girmeyi biliyorsunuz ama; yarım bırakılan seriye devam edilmesi neden sıkıntı çıkarıyor anlamadım ki. Yarım bırakmayın aq o zaman. (Böyle deyince de "gönüllü iş bunlar" diyorlar, lan gönülsüzsen yapma! Yarım bırakacağın seriye hiç başlama, varlığını bile bilmeyelim ya da gidip İngilizce'den izleyelim). Zaten doğru düzgün oynatıcı da yok. En iyileri VK, SIBNET ve ODNOKLASSNIKI (Şimdi fark ettim, üçü de Rus sunucusu); Odnok artık açılmıyor nedense, SIBNET'i belli bir saatten sonra açınca takıla takıla bir hal oluyor, VK'de de animelerin yarısı telif yiyip silinmiş; nereden izleyeceğiz biz? Şu sıralar Akihabara diye bir oynatıcıdan izliyorum ama Gökçeada'da mümkün değil kullanamam o oynatıcıyı, biliyorum oradaki gavat interneti. Şu Odnok'a ne oldu aq ya! Ada internetinde kullanabildiğim iki sunucudan (diğeri VK) biriydi zaten. Bir halt da indiremedik. Aslında bunu basitçe yazıp geçecektim ama yazarken sinirlendim, sinirim de birkaç dakikadır hâlâ geçmedi. Neden öyle oldu ki acep?

TRT'nin Tutunamayanlar'ının ilk bölümüne baktım. "Başka isim mi bulamadınız?" eleştirimi burada yazmayacağım, esas konuya geçiyorum. Bu diziden zaten Leyla ile Mecnun ayarında bir şey beklemiyordum, standart Türk komedisinin üzerine çıksa tatmin edecekti beni. Yani, gerçekten standart Türk komedisinin üstüne çıkmış ama yine de beklentimin altında bir iş. Bu güzel olmadığı anlamına gelmiyor, epey iyi ama benim beklentim biraz daha yüksekmiş demek ki. Yine de ilk bölüm olmasına verip geçeceğim ve Türkiye televizyonlarının benzer işlere ihtiyacı olduğundan izleyeceğim.

3 Ocak 2020 Cuma

Bir Oradan, Bir Buradan

Zaten tek başıma geberip gideceğim belli bari işime dört elle sarılayım, dedim ama bu konu için de fazlasıyla gevşeğim. Nasıl olacak bilmiyorum... Eh, bekleyip göreceğiz. Şimdilik şu okulu bitireyim de.

Şimdi elli tane birikmiş animeyi bitirmem lazım, bitirmezsem bunlar yaza uzar, başımı ağrıtır. Daha listede elli altı tane izlenmeyi bekleyen var... Bu neymiş arkadaş. Bu arada indirme yeri bulamadım, daha doğrusu Dizimob'dan iniyor ama indirmek istediklerimin hepsi silinmiş. Chrome kafasına göre Odnok'u engellemeye başladı zaten, Odnok'tan bir şey izleyemiyorum. Bir dakika lan, flash engelli olduğu için olmasın? Chrome neden flash'ı otomatik engelliyor lan zaten, iyice kafayı yedi bu Google da. Yok, ondan değilmiş. Bir tek Supernatural'ı indirebiliyorum şu an. Zaten teknoloji denen şey bana sorun çıkarmaktan başka bir şey yapmıyor. Kafayı yiyorum burada. Aslında o animelerin hepsini bitirmem gerekmiyor, bir kısmına birkaç bölüm şans verip izleyip izlemeyeceğime karar verecektim (en az 3 bölüm şans vermek lazım, bazı animelere ilk bölümden "izlemem" diyorsun ama 2. ya da 3. bölümde ibre "kesin izlenir bu"ya dönebiliyor), bakalım.

"Tam olarak neden çabalıyorum ki?" Bunu sorduğum zamanlar oluyor, şu an öyle bir durumda değilim. Çabalama amacımı tamamen kaybetmedim ama ufukta da göremiyorum. Bir şekilde, yarım ya da tam olarak devam ediyorum. Eh, şimdilik... Şimdilik önemi olan şey bu değil, gelene uyum sağlayarak yaşamaya devam edeceğim. Şimdiye kadar hep böyle yaptım, elbette mücadele ettim ama çoğu şeye alışınca ona uyum sağladım. Başka bir yol bilmiyorum, ararsam kaybolur muyum? Onu da bilmiyorum. Aslında bu da kendimden nefret etmeme neden olan özelliklerimden biri: yeterince mücadele etmiyorum, çok çabuk pes ediyorum. Değişmeye çalışıyorum aslında ama pek bir halta yaradığı yok. Neyse, hadi eğlenceli bir şeylerden bahsedelim, mesela pilava kakao koyarsak ne olacağı gibi.

Kelimelerin anlamları değişir, okunuşları ve yeterince uzun süre sonra yazılışları değişir, bazıları ölür ve dile yeni kelimeler girer (kâh yabancı dillerden kâh kendi içinden.); aynısı deyimler için de geçerlidir ("Biliydim böyle olacağını" diye bir ifade ilgili videodan önce yoktu mesela), bu önlenemez, engellemek için dili öldürmek gerekir. Yalnız şöyle de bir şey var ki: Doğrudan yabancı kelime kullanmak ile "asimile olmuş" ve Türkçeleşmiş kelime kullanmak arasında fark var. "Kelime" sözcüğünün çoğulunu kelam diye değil kelimeler diye kullanıyoruz, özünde çoğul olan "evrak" kelimesini tekil kullanıp çoğuluna evraklar diyoruz, ketçap kelimesini "ketchup" diye değil de "ketçap" diye yazıyoruz; bunların üçü de o kelimenin Türkçeleştiğinin ve artık dille bir bütün olduğunun işareti. Tersi örnek olarak "Selfie" kelimesi Türkçeleşmemiş, doğrudan yabancı olan bir kelime, ne zamanki sondaki "e" atılarak "selfi" diye yazılmaya başlar (ya da sondaki e ile birlikte selfie diye okunur) o zaman Türkçeleşmiş demektir. Elbette, küreselleşen dünyada bu çok mümkün değil. Tabii bir de şöyle bir şey var: Türkçe, tarihine ve özellikle Avrupa dillerine kıyasla değişimi çok az ve yavaş olan bir dil. İskitçedeki, Göktürkçedeki birçok sözcük küçük harf farklılıklarıyla günümüz Türkiye Türkçesinde yaşamaya devam ediyor. Ayrıca Türkçe, yabancı ifadelere dirençli bir dil. İngilizcede ortak köken aldığı Almanca ve Fransızcadan çok kelime bulunurken Türkçede köken açısından Türkçeye en yakın dil olan Moğolcadan geçme çok fazla kelime bulunmuyor. Yabancı dilden geçen sözcükler de Türkçenin kurallarına uygun hale getiriliyor, örneğin Farsça kökenli "oruç"tan türetilen ve tamamen Türkçe olan "oruçlu" kelimesi gibi.

Blogda özellikle yazmadığım konular var, biri de "aşk hayatım" (Bu tabirden de aynı "normal" kelimesi gibi nefret ederim); gerçi "yalnız ölme" takıntımdan nasıl bir şey olduğunu tahmin edebilirsiniz. Tek bir şey söyleyeceğim: Attila İlhan'ın "Aysel Git Başımdan"ı ile Gumi'den "Shitsuren Repeater"ı birleştirirseniz ortaya çıkan tam olarak benim "aşk hayatım" (ne iğrenç ifade lan bu) oluyor. Bu konuda daha da bir şey yazmam. (Sanki merak eden vardı da artistlik yapıyorum)

Son birkaç yılbaşıdır Nardugan muhabbeti yapılıyor. Evet, Nardugan gerçekten de Avrupa'nın Hristiyanlık-öncesi Noel'inin karşılığıdır ama Nardugan Türk bayramı değildir, Sümer bayramıdır. Nardugan'ın (ve Noel'in) Türklerdeki karşılığı Paynagan'dır.

Bugün kardeşimin yatağının altını bir karıştırdık, cevher varmış. Yıllar önceden hatırlamadığım şeyler çıktı. Beyblade parçaları, sonradan çıkan çakma ve çok küçük beyblade'ler (neden bahsettiğimi anlamadınız muhtemelen, fotoğraf koyarım), reversi diye bir oyun, mangala (sonunda R yok, ne olduğunu bilmiyorsanız araştırın), kardeşimle birlikte yaptığımız (ya da onun kendi yaptığı) acayip şeyler, kutu oyunları falan... Bir tane de son derece dandik ve küçük de olsa beyblade arenası çıktı, madem evde arena vardı biz niye yıllarca tepside oynadık lan bunu? İyi nostalji yaptım akşam akşam, iyi geldi. Epey iyi hissediyorum, kararsızlığım kısmen kırılmış gibi.

Nescafe "Gerçek kahveseverler Nescafe 3ü1aradayı nasıl tanır" diye reklam yapıyor. Şu kadarını söyleyeceğim: Kahveye gerçekten sevgisi, saygısı olan insan Nescafe içmez, Nescafe içse bile 3ü1Arada içmez, şu kavanozdakilerden alır kendi demler.

Yukarıda çalışma amacımı kaybetmediğimi söylemişim (şimdilik kaybetmedim) ama değişti. Başlangıçta nasıl olduğunu ve bu saçmalık yüzünden nasıl acı çektiğimi zaten biliyorsunuz, o yüzden yazmayacağım. Şimdiki çalışma amacım farklı, tatmin duygusu. Bu iş ilerlediğinde neler olacak merak ediyorum...

Yalnız biraz canım sıkıldı. Bir komedi izliyordum, tabii ki gülmek için (komedi başka niye izlenir ki zaten?); yalnız benimle bir bakıma aynı yönden acınası bir karakter görünce canım sıkıldı, bir süredir koltuğa yatıp düşünmekle meşguldüm. Gerçekten, gerçekten; bu dünyada bir değerim var mı ki? Bunu düşünüyordum. Acınası, silik, önemsiz ve nötrden ziyade kötü bir tipim ben, böyle birinin herhangi bir şeye faydası olmaz. O zaman kendime fayda sağlamak için uğraşacağım, zaten bencil biriyim. Cidden, cidden... Böyle olmak zorunda değildi, böyle olmamalıydım. Bir yerde ipin ucunu kaçırdım ve böyle düşkün, saçma bir karakter olup çıktım. Bir dizi veya roman karakteri olsaydım kimseyi eğlendirmezdim ama ben gayet eğleniyorum. Sonuçta hayatım hiç de komik olmayan bir komedi dizisine benziyor. Kitsch komedi mi deniyordu onlara?

Issız bir adaya düşsem yanıma alacağım üç şey gayet net bu arada: İyi bir kamp bıçağı, bitmeyen bir çakmak ve bir sağlık seti (bu tek şey sayılır bence). Buradan da yılların klişesini cevaplamış oldum. Bir üst paragrafı yazmamın üstünden birkaç saniye geçti de, kafamı dağıtmaya çalışıyorum. Dışarı çıkıp rüzgarı yüzümde hissetmenin ya da soğuk çay içmenin bir faydası olmadı bu konuda. Aslında ne kadar çabuk sıkıldığım ve her sıkıldığımda soğuk çaya sardığım düşünülürse, şimdiye kadar alkolik olmamış olmam büyük bir başarı.

Notlarıma bakacaktım, anket çıkarmışlar, "Anketi doldurmadan notlarını göremezsin" diyorlar. Yeni yeni saçmalıklar icat etmesenize lan. Bir de her ders için ayrı anket var, neyin peşindesiniz o'l'm siz? Anket doldurmak istersem doldururum zaten.

Geçen Olumlu Bak kanalından bahsetmiştim, lakin kendilerine bir eleştirim var. Lan tamam anladık, çeviri video yapıyorsunuz zaten belli ama yerelleştirme, uyarlama sadece isimleri ve esprileri Türkçeleştirerek olmaz (bazen espriyi bile doğrudan çeviriyorlar, "Ne dedi lan bu?" diye kalıyoruz), içeriği de yerelleştirin. Yani sen şimdi "İngiltere'de şaşırtıcı şeyler" (Videonun başlığı tam olarak bu değil) videosunu Türkçeleştirirken "Her evde halı var" maddesini de çevirirsen izleyen de "Eee, ne var bunda?" der. Çünkü Türkiye'de de her evde halı var (elit olacağım, batılı olacağım diye evde ayakkabıyla gezen çakma zenginlerimizin evleri haricinde tabii). Aynısı "birlikte gitmeyeceğini düşünseniz de giden yiyecekler"de de (videonun başlığı yine aynı değil) vardı, beyaz peynir-karpuz. Ulan zaten ülkede peynir-karpuz ikilisine aşina olmayan, ezkaza duymamış olan bir Allah'ın kulu yok, sen onu koyarsan videonun altı da "Biz onu hep yiyoruz zaten" yorumuyla dolar.

Günlük rutinimi anlatayım. Sabah (saat 09.00 ile 14.30 arası) uyandıktan sonra yaklaşık yarım ilâ iki saat arasında yatakta debelenirim. Sonra kalkar, bir bardak su içer, tuvalete giderim. Üstüme bir süveter ya da hırka aldıktan sonra bir süre "Ne yesem lan?" diye düşünür... Öh, anlatırken sıkıldım lan. Bu neymiş be!