Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

25 Aralık 2021 Cumartesi

Durum Raporu: Akra'da Bulunan Elyazması, Eti Nero, Kira, Stardew vs Mine ve Diğer Şeyler

Blog bir anda hiç beklemediğim şekilde okunma aldı, niye oldu ki o? Son bir haftanın çoğu Amerika'dan bu arada, ne aratarak geldikleri belli değil. Bir şey aratmamışlar gerçi, link falan paylaşılmış olsa gerek. İyi de niye? Geçen yazıda o kadar da önemli bir şey söylemedim lan ben, bilgi yazısı falan da değildi? Neyse.

Akra'da Bulunan Elyazması'nı okuyorum şu anda, iki şey diyeceğim: Birincisi, bunun yerine gerçek elyazması olsaydı da okusaydım. Ne olacak arkadaş benim bu tarihî eşya sevdam? Bayılıyorum antika olsun, tarihî eser olsun, bilmem ne döneminden kalmış yıkıntı olsun, ok yay olsun, kılıç olsun, geleneksel giysi olsun, çini olsun, mozaik olsun, naht olsun, çamçak olsun, kırba (Kırbaç değil. Ha savaş kamçısı severim o ayrı.) olsun... Ulan ateşli silahlardan bile sevdiklerim fitilli tüfekler (bizde yaygın olanı misket tüfeği; bu arada bu misket tüfeğinin etimolojisi bayağı acayip ha, bir araştırın), piştov ve revolver. Normalde altıpatlar kelimesini tercih ederim bu arada revolver, Türkçeye geçmiş olarak onaylanan bir kelime olmasına rağmen ama revolverlerin sekiz kurşunluk olanları da var ki onları altı kurşunluklardan daha çok seviyorum. Ateşli silah falan demişken, "El şeyini görmeyen kendininkini Cezayir tüfeği sanır." diye bir söz vardır; burada "Cezayir" yerine piyade de konulabiliyor. "Cezayir tüfeği ne lan?" diye düşünmüş müydünüz hiç? Bir misket tüfeğinde olduğu gibi, Cezayir tüfeği için doğru düzgün bir şey çıkmıyor; ama... Amaaaaa... Cezayil (İng. Jezail) denen oymalı, kakmalı, süslü bir fitilli tüfek cinsi var; daha ziyade Sovyetler öncesi Orta Asya'da ve İngiliz işgali öncesi Afganistan'da popüler olan. Bu tüfeğin en önemli noktası, sapında (kabza mı denir bilemedim ki; tüfek terminolojisinden anlamam ben) enteresan bir eğrilik, kıvrıklık olmasıdır. Hani bakınca sanki devenin boynundan ilham alınmış gibi gelir insana. İşte bu sözdeki "Cezayir tüfeği", muhtemelen esasen "cezayil" idi ki Türkçede bu çeşitte bir ton yuvarlama vardır. Nasıl bir şeymiş diye merak eden internete "jezail" diye yazsın, yeterince sonuç çıkıyor.

Ulan konu nerelere kaydı, benim Akra'da Bulunan Elyazması hakkında asıl diyeceğim ikinci kısımdı. O da şu: Paulo Abi'miz (Abimiz? Bunun nasıl olması gerekiyor ki? İki türlüsü de doğru gelmiyor.) veya Simyacı -ki gerçekten müthiştir- hayranları kusura bakmasın, bu kitap roman falan değil. Ya kişisel gelişim kitabı ya da kutsal kitap. Eh, bildiğim kadarıyla Paulo Coelho henüz peygamberliğini ilan etmedi (gerçi kutsal kitap mevzusunda alimlerin vs. yazdıkları da kutsal kitap kabul edilebiliyor ama ortada halihazırda bir din olması lazım bu durumda da); o zaman kişisel gelişim kitabı. Yine de Paulo'yu (Askerlik arkadaşım sanki aq, bu ne samimiyet hayırdır?) bir konuda tebrik etmek istiyorum; o da şu: Bu, okurken fırlatıp atmak istemediğim ilk kişisel gelişim kitabı. Diğerleri saçma sapan boş yaparken bu adamın, bu kitabın bir derdi, bir teması, bir çerçevesi var en azından. Ha zaman zaman boş yaptığı kısımlar var ama "kişisel gelişim kitabı" dediğin şey boş yapmanın kağıda dökülüp ciltlenip keriz parası odaklı olarak piyasaya sürülmüş halidir zaten, ister istemez olacak.

Eti Negro, adını Eti Nero olarak değiştirdi. aJDAHJS... Ulan... Şimdi burada koskoca kurumsal firmaların duyarlılık bilmem ne ayağına (He duyarlılık he, ben de yedim. Önce etik kakao temin edin lan. Öyle bisküvinin adını değiştirince resmiyette özgür olan Afrikalı kölelere kendi topraklarında ürettirilip sadece Batı'ya para kazandıran kakao aklanıyor mu?) Amerika'dan ithal edilmiş saçma sapan bir alt kültüre saplanıp kalmış, ülkenin ve dahi hayatın gerçeklerinden habersiz bir avuç tuzu kuru, pembe götlü geri zekalıya yaranmak için adı bazı Latin dillerinde "siyah" demek olan bisküvinin adının yine bir Latin dilinde "siyah" anlamına gelen kelimeyle değiştirilmesinin ne kadar salakça olduğundan bahsetmeyeceğim. Bu yaranılmaya çalışılan tayfa dışında aklını azıcık kullanabilen herkes fark edebilir. Ulan, iyi de... Koyduğunuz isim daha sıkıntılı? Bisküvinin adı "Nigger" değildi ki lan? Şimdi ne oldu? Roma'yı yakan, Hristiyanlara zulmeden, tarihin en sıkıntılı, en çok nefret edilen hükümdarlarından birinin adını koydunuz bisküviye (Gerçi bazı kayıtlar Hristiyan kökenli Batı tarihçiliğinin iddia ettiğinin aksine Nero'nun sevilen bir hükümdar olduğunu iddia eder ama konu bu değil şimdi.)? Bu isim de İtalyanlar ve Rumlar, hatta Antik Roma coğrafyasının -ki Britanya'dan İran'a, Fransa'dan Arap Yarımadası'na dek uzanır- bütün Hristiyan halkları için ofansif? Eee, ne oldu şimdi, daha mı iyi oldu yani? Resmen kaş yapayım derken göz çıkarmanın Latincesi ulan bu? Oldu olacak "Eti Caligula" koysaydınız yeni ismi. Bu konu hakkında gördüğüm en mantıklı yorum şuydu bak: "Paketi küçültecekler, sığsın diye değiştirmişler; şimdi bahane uyduruyorlar." Arkadaşım bu ülkenin %99'u Müslüman (Oha, girdin mi gerçekten bu geyiğe?), bu %99'un %70'i Tengrici/Şamanist ve diğer Orta ve/veya Batı Asya yerel inançlarından (başlıcası Mecusilik) izleri, uygulamaları, inançları ve hatta ritüelleri (kurşun döktürme, nazar boncuğu, başlı başına cincilik ve cinci hocalık müessesi, türbeler, kelime tabusu* vb.) büyük oranda içeren Türk İslam'ına bağlı**. O kadar duyarlıysanız Eti Cin'in adını da Eti 3Harf falan yapın madem. Al sana alternatif, bu işi Eti'ye bu fikri veren artık hangi gereksiz departmansa onlara bıraksak talep ciddiye alınıp uygulansa bile (gerçekten ciddiye alabilirler çünkü; güvenemiyorum da) "Eti Üç Harfli" yaparlardı. Hayır bak şimdi aklıma geldi, yaklaşık 2010'lu yılların başından beri Eti Negro'yla dalga geçiliyordu "ırkçı bisküvi lan jksöas" falan diye, acaba onu mu ciddiye aldılar? Hayır arkadaşım, sizin samimiyetinizi sikeyim ayrıca; "kimsenin kalbi kırılmasın" istiyorsunuz da (isim değiştirme gerekçeleri de bu ha, resmen taşak geçiyorlar) niye ebesinin 2020'sinde (2022'ye gireceğiz birkaç haftaya, ben hâlâ 2021'de olduğumuzu kabullenemedim; bu yıl benim için 2020 arkadaş, bana ne) değiştirdiniz bu ismi, 2016'da değiştirseydiniz? Veya en baştan Eti Nero diye çıkarsaydınız ki "Nero" da çöpsüz üzüm bir isim değil ki. Lan koca şirkette bir tane mi "Bakın biz bunu böyle yapıyoruz ama nero neymiş, renk adından başka anlamı var mıymış önce bir bakalım." diyen insan evladı yoktu? Ayrıca sırf bisküvi kakaolu diye "siyah" anlamındaki isimlerde ısrar etmek hangi ismi koyduğunuzdan bağımsız olarak ırkçı bir davranış değil mi? İlla kimsenin kalbi kırılmasın istiyorsanız (Ya ben sizin samimiyetinizi sikeyim emi. Eti'ye söylemiyorum bu arada bunu, bütün büyük, kurumsal şirketlere söylüyorum.) en başından doğru düzgün isimler bulun lan şu bisküvilere, çikolatalara falan.

*Hani cin yerin üç harfli, ölü yerine rahmetli, it yerine köpek dememize neden olan şey; gerçi köpek genelleşip kelimenin aslı haline geldi, bu da esas kelimeyi hakaret olarak anlam daralmasına uğrattı ama ortaya çıkışı Oğuzlarda köpek kültü olduğu için Türkiye Türklerinin zamanla it yerine "kabaran, köpüren, kabarıcı, köpürücü" anlamında "köpek" (Köp- kökünden, etimolojik olarak "köpük" ile benzer mantıkla -[a/e]k ekiyle. "Köpük" ve "köpek" kelimesinin etimolojik farkı köpük=köpürmüş, kabarmış; köpek=köpüren, kabaran şeklinde zamanlama açısından geçerli. Köpük geçmiş, köpek geniş zamanlı yani. Köpük sıfatlanmış, köpek eylemde bulunan [bulunmuş değil, bulunan].) demeye başlaması şeklinde gerçekleşiyor; zaten bildiğim kadarıyla günümüz Türkiye Türkçesi dışında her Türk dilinde hâlâ, aşağılama amacı gütmeksizin, "it" deniyor bu arkadaşlara.

**Bir de şöyle bir durum var bu eski inançların izlerinden vs. bağımsız olarak: Şia içinde Alevîlik, Ehlisünnet içinde de Maturidîlik ve itikadi olarak Maturidî olan Hanefilik bir Türk yorumu olarak kabul edilir. Bak dikkat edersen daha küçük (yani Türkiye'de mensubu ve izi nispeten az görülen) yorumlara, mesela hem Alevîliği hem Hanefiliği derinden ve fazlaca etkilemiş olan Yesevîliğe, tarikatlara, gruplara, esasen Türk yorumu kabul edilmese de Türkiye dışında neredeyse hiç görülmeyen ve Osmanlı sarayına kılıç alayı törenleri için görevli olarak girebilmiş Mevleviliğe (aslında bu konu biraz sıkıntılı ve fazlaca etnik milliyetçilik ile "bizim alimimiz" kavgası içeren bir tartışma, bana kalsa ben Mevleviliği Türk yorumu olarak kabul ederim) falan hiç girmedim.

Asgari ücret-kira karşılaştırmasını gördüm... Şehir merkezinde ev kirası 1261 TL imiş sayın bakana göre. Bu konuda yorum yapmayacağım; sadece şunu diyeceğim: İznik'te, tam anlamıyla bir "arka sokak"taki evime ben 1400 TL kira ödüyorum. İznik nasıl bir yer bir de onu anlatayım: Kendisi, henüz 18. yy.daki seyahatnamelerde "Lan köy gibi olmuş burası da ha..." diye anılan, sırf vakti zamanında Roma'ya başkentlik, Selçuklu'ya sınır kapılığı, Osmanlı sarayına çinicilik (Topkapı'daki 16. yy. öncesi çinilerin alayı İznik çinisi mesela, 17. yy. döneminde Hollanda'dan ithal etmeye başlanmış.) yaptığı için köy yapılıp Yenişehir'e bağlanmak yerine (Mesela kargo bana "Senin kargonu teslim edemedik, gel Yenişehir şubesinden al." diye mesaj atıyor. Lan eben, ben niye sırf bir kargoyu almak için ta Yenişehir'e geleyim? İznik'e şube açın lan o zaman, gidip alalım. Arada kaç km var senin haberin var mı? Alıcı ödemeliydi zaten, firmayla uğraşsın dursun şerefsiz kargo. Bunu teslim etmezseniz sizin başınıza ekşiyecek firma parasını alamadığı için, uğraşın durun pezevenkler.) hâlâ ilçe olarak tutulan bir yer. Şehirdeki mimari anlayışın tam olarak Selçuklular İznik'i fethettiği sırada dondurulduğundan ve evdeki bilumum sorundan (kafam kadar tespihböcekleri falan) daha önce bahsettim. Şimdi, eğer ben bu ortamda bu eve yuvarlak halde 1,5 bin kira veriyorsam... Yuvarlak halde bin lira kiraya sahip ev tam olarak hangi şehrin hangi merkezinde?

Stardew'i yeterince övemedim gibi geliyor, az daha öveceğim. Bunu yaparken de senelerin efsanesi Minecraft'ı hafif gömeceğim (Hafif mi?). Stardew'in kurguplanından ("lore") bahsettim, bak mesela Minecraft bir geçmişin yıkıntıları hikâyesi, esaslı bir tarihçe için mükemmel bir ortama, mükemmel bir evrene sahip. Herobrine gibi rahatça kullanabileceğiniz efsaneler de var. "Bu iskeletler ne, zombiler ne, Steve/Alex ne yapıyor burada tek başına..." Ama sonuç olarak senelerdir Steve'i bile içermeyen iki interaktif oyun dışında Minecraft kurguplanına dair tek bir şey göremedik. Halbuki dediğim gibi "geçmişin yıkıntıları" hikâyesi için inanılmaz uygun bir ortam Minecraft evreni, o tuzaklı tapınaklar, raylı madenler... Bu arada Stardew Valley konusuna dönersek (Dönmek? Ha, dümdüz Mine gömünce tabii...) arada videolar vs. izliyorum da... Ulan bütün Türkler Sebastian'a "Sebo" diye hitap ediyor ya. Ben de dahilim ha. Böyle kolektif bir lakapçılık olamaz. Ha Abigail'e de herkes Abby diyor ama oyun içinde panoya ilan astığında bile kendi adını Abby diye yazıyor o zaten, o yüzden sayılmaz. Bu arada biraz da oyunun çevirmenlerini övmek istiyorum. Müthiş bir çevirisi var lan, "slime"ı "balçıkça" diye çevirmek mesela. Ne dümdüz "balçık" diye çevirmenin yalapşap iş yapmaklığı var ne de "slime" diye bırakmanın yorma beni şimdiliği. Bundan böyle herkes yaratık olan "slime"ı balçıkça diye çevirsin arkadaş, al sana doğru düzgün çeviri.

Eskişehir ismi de bir acayip. Şimdi, yeni kurulan bir şehre Yenişehir, işte Yenikent, ne bileyim Nevşehir (Bunun dalgası bayağı geçilir ama etimolojik olarak Nevşehir gerçekten "yeni şehir" demek. İşte bunlar hep Hint-Avrupa Dil Ailesi.) falan dersin... Ama bir yere Eskişehir demen için onun tam olarak ne kadar eski olması gerekiyor ki? Hani "Biz geldiğimizde buradaydı zaten, eski bu şehir." gibi bir tavır mı var burada nedir? İşin ilginç tarafı bu "Eskişehir" adının bayağı yeni olması, Sultanönü deniyordu mesela uzun zamanlar boyunca. Bu arada bir baktım, W.M. Ramsay (arkeolog ve Ahit araştırmacısı imiş kendisi) bu Eskişehir isminin başta Şarhöyük'e (erken tunç çağı yerleşim birimi Dorylaion) verilen isim olup sonra genelleştiğine dair bir fikir öne sürmüş. Hani ciddi ciddi "Biz geldiğimizde bu zaten buradaydı, eski bu şehir, bizle ilgisi yok." diye koymuşlar lan şehrin adını eğer Ramsay Efendi'nin teorisi doğruysa hjagadk. Vay amk.

19 Aralık 2021 Pazar

Durum Raporu: Shinka no Mi'nin Boş Bölümü (Neresi Dolu ki?), Stardew Valley, İznik, Akrep

Shinka no Mi'nin 11. bölüm yorumuna "boş bölüm" yazan insan var lan. Bu anime başından beri doluluk vadetmedi ki zaten, hep bomboş bir animeydi? Daha önceki bölümler çok mu doluydu da 11. bölümün boş olması sorun çıkardı? Dümdüz "beynini kapa, hunharca gül" animesi işte; dolu anime isteyen gitsin Evangelion izlesin. "Lan kardeşim dolu anime istedik, beynimiz kulağımızdan aksın istemedik" diyenler için Blue Period, "Azıcık fantastik olsun la, dolu dedik de..." diyenler için Ousama Ranking, "O da renk paleti gibi yav..." veya "Azıcık dedik la, komple fantastik önerdin?" diyenler için Kino no Tabi, "ya arkadaşım boş olmasın ama o kadar dolu da olmasın, yok mu şöyle beynimizi kapatmayacağımız ama kullanmaya da pek gerek duymayacağımız bir şeyler" diyenler için Super Cub, "Bunun biraz daha dolusu, daha iyisi yok mu; uykum geldi benim bunu izlerken?" diyenler için Yuru Camp, "gülerken düşünme" fetişistleri için Sayanora Zetsubou Sensei, "Yuru Camp gibi olsun ama bol bol gülelim" diyenler için de (siz de suyunu çıkardınız ama artık ha, bir bitmedi lan istekleriniz, yeter) Houkago Teibou Nisshi seçeneklerimiz var ki Eva abartıldığı kadar da "beyin eritici" bir seri değildir zaten, Monogatari serisi veya Higurashi falan çok daha karmaşık ve anlaşılmazdır (Higurashi bir sezonu "Bu ne aq?" bir sezonu "Bak şimdi şöyle oldu..." biçiminde ilerlettiği için aslında doğru sırayla ve düzgün bir şekilde izlerseniz rahatça anlarsınız bu arada). Eva'nın üstüne bu damganın yapışıp kalmasının sebebi Eva'yı anlamak için din ve mitoloji (özellikle erken Hristiyanlık), doğa bilimleri (özellikle evrimsel biyoloji) ve psikoloji bilmek gerekmesidir (dolu anime istiyorsanız önce kendinizin dolu olması gerekiyor haliyle). Ben mi? Ben "beynini kapa, hunharca gül" serilerini severim, günlük hayatta yeterince düşünüp gereğinden fazla dertleniyorum zaten; benim düşünmek için bir şeyler izlememe gerek yok. İlla bir materyale ihtiyaç duyarsam izlemektense okurum zaten. Benim direkt bir 15-20 dk. beynimi kullanmadan hunharca gülmem gerekiyor, baskı oluşuyor yoksa; yakıyoruz beyni. Buraya gelip depresif depresif, intiharın eşiğindeki birinin yazacağı türden şeyler yazıyorum sonra. Normalde düşünmüyorsanız düşündürücü seri, dolu seri vs. aramayın bu arada; pek fayda edeceğini sanmıyorum. Bak mesela normalde düşünmeyenlerin saçma sapan yorumlarıyla dolu o tür seriler de. Normalde de düşünüyor ama bir süre beyninizi kapatmaya ihtiyaç duymayacak kadar (yani dozunda, evet "az" değil dozunda zira ben gereğinden fazla düşünüyorum ve bundan pek de memnun olduğum söylenemez; kendi kendimin beynini yakmışlığım, kendi kendime Sokrates'in savunmasından hallice savunma vermişliğim/verdirmişliğim var ulan) düşünüyorsanız anca o zaman fayda eder.

Stardew Valley oynuyorum şu aralar, bayağı sarıyor. Oyun zaten hem güzel hem de ben bu tür "doğa" kategorili oyunların hastasıyım zaten (ARK Survival Evolved olsun, Minecraft olsun, dağda bayırda kamp yapıp avlandığınız simülasyonlar olsun...) ama muhtemelen insanlar ve hayat hakkındaki en eski "kaçış fantezi"min "dağ başına yerleşip çiftçilik yapmak" olmasının bu oyuna bu kadar bağlanmamda etkisi oldu. İnanılmaz sağlam oyun bu arada, lan bazı dizilerde filmlerde, hatta bazı kitaplarda olmayan kadar sağlam ve bağlantılı kurguplanı (kurguplan: edebiyat terimi olan "lore" için bulduğum karşılık) var oyunun; her şeye ve herkese arka plan hikâyesi yazılmış, "Bu da oluversin." diye eklenip sonra bırakılan hiçbir şey yok. Bir de kasaba halkı NPC'den öte, tamam zevkleri, davranışları vs. de sinematikler falan var, hani "bak bunların senin bilmediğin/görmediğin bir hayatı da var" algısını çok iyi kurmuşlar. Mesela başkan Lewis'in "uğurlu don"unu bulduğumuz yer hjhadgjakdsö... Çok güzel oyun lan, Warband'ın NPC'leri bu kadar kişilik gösteremiyor mesela. Niye Warband'dan örnek verdim? Çünkü kendisi de "dünyayı ele geçirme ama bunu at ve kılıç (İng. Mount & Blade)  çağında yapma" fantezim için mükemmel olduğundan en sevdiğim oyunlardan biridir. Bak mesela Stardew Valley'de olayın geçtiği çiftliğin bütün bir adresi de var: Pelikan Kasabası, Zuzu Şehri (e, kasaba şehre bağlı haliyle), Yıldızçiyi Vadisi (eyalet ya da bölge gibi bir şey olsa gerek; gerçi Zuzu mu Yıldızçiyi'ne bağlı Yıldızçiyi mi Zuzu'ya onu tam anlamadım), Ferngill (Bunu niye Türkçeye çevirmemişler anlamadım, Yıldızçiyi'ni de Stardew diye bıraksaydınız o zaman? Bu arada azıcık baktım, tam nasıl çevrileceğine karar veremeyip öylece bırakmışlar gibi duruyor "fern" ve "gill"e ayırıp "gill"in anlamlarına bakınca, "Eğreltialtı" veya "Eğreltideresi" falan diye çevrilebilir.) Cumhuriyeti. Lan oyunun evreninde TV ünlüsü var, magazin "Soslar Kraliçesi"ni sarımsak yerken görüntüledi diye sarımsak karaborsaya düşüyor, benden bir haftada yüz sarımsak üretip teslim etmemi istiyorlar (E ama oha artık, yedi günde yüz sarımsağı kıçımda mı yetiştireceğim lan?).

Bir süredir İznik'teyim. Bir süredir dediğim de işte bayağı sonbaharın başından beri buradayım, çini almaya üçüncü ayda çıkabildim o ayrı. Yalnız... İznik acayip bir yer. Bak şimdi, Bursa'ya bağlı burası. Ama değil. Yani kültürel olarak değil. İskenderci yok lan burada, ne Bursa'sı? Normalde, bildiğimiz, orijinal İskender zaten yok da iskender yapan herhangi bir yer de yok. Kestane şekeri falan da görmedim ama kestane kavuruyorlardı. Höşmerim var yalnız, o ilginç. Balıkesir dışında görmeyi beklemiyordum, bir ara deneyeceğim farklı mı diye. Bazen adı aynı olan şeyin tadı, içeriği, yapısı vs. bambaşka olabiliyor. Mesela Osmanlı'dan kalma çeşitli kayıtlar ve tarifler, içinde tahin, patlıcan gibi şeyler olan taratorlardan bahseder. Höşmerim özelinde, Balıkesir'in tatlısı dışında yöresinden emin olmasam da tuzlu, doğrudan yemek halinde, "keşkekvari" bir versiyonu da olduğunu bildiğimden İznik höşmerimi -ki İznik Müzesi'nde seyahatnamelerden alıntılar olan bir duvar var, orada böyle bir şeyden bahsediyordu yani İznik höşmerimi diye bir şey en azından bir zamanlar varmış- ayrıca ilgimi çekiyor. Onun dışında, Bozüyük bozası satılıyor burada ki müthiş bir şeydir. Harbiden bak, Vefa bozası gibi birkaç aşırı ünlü boza türünü (evet, bunlar marka değil tür) saymazsak Türkiye'nin herhangi bir yerinde içeceğiniz bozaya bin basar (Balıkesir'de güya Pazarcık bozası satılıyor ama gidip Bilecik'te içtiğiniz bir Pazarcık bozasıyla ilgisi yok). Bir de İtimat diye bir ayran (aslında süt ve süt ürünleri) markası var, bu marka benim için biraz ilginç bir konumda duruyor yalnız. Şöyle ki: Benim resmî olarak Bilecik'e bağlı ama Bursa'ya Bilecik merkezden, hatta kendi bağlı olduğu ilçenin merkezinden bile -hem coğrafi hem kültürel anlamda- daha yakın olan köyümde düğün, dernek, mevlit kurulunca genelde İtimat ayran verirler. Hah, bu İtimat ayranın merkezini gördüm burada; demek ki yakın çevreye buradan gidiyor. Sokakta Allah bilir hangi devirden kalmış sütunun ayaklığının yanından geçiyorsunuz falan... Bir iş için kırtasiyeye gitmem gerekti mesela, Çandarlı ailesinin -hani Fatih'in Çandarlı Halil Paşa'yı idam ettirerek Osmanlı devlet geleneği ve yapısındaki köklü yerine son verdiği aile, geç Osmanlı için Köprülü ailesi neyse erken Osmanlı için de Çandarlılar odur- ilk mensuplarının, vezirlik yapan ilk Çandarlı olan Çandarlı Kara Halil Paşa'nın (Buradaki ironiyi görüyor musunuz? Al sana "forshadowing", böyle bir şey tesadüf olabilir mi? Niye dinî kanala bağladım lan ben? Neyse...) ve -emin değilim, tekrar okumadım tabelayı- iki oğlunun mezarlarının yanından geçtim mesela. Yatır gibi kalmışlar kaldırımın kenarında. Her gün "Tarla sürerken lahit buldu." diye haber çıkıyor, öyle çok altlarda da değil yani; toprağı azıcık eşelesen tarihî eser buluyorsun. Helenistik dönemde kalma ok ucu aldım mesela buradaki bir antikacıdan, öyle bir ok ucuna göre bedava denilecek bir fiyata hem de (Sofistike zevklerim var, ne yapayım? Siz zahmet etmeyin, ben kendi suratıma iki üç tane patlattım bu cümleyi düşününce.). Gerçi Helenistik olduğundan (Aklıma da Özer Aydoğan'ın "Helenistik heykel" karikatürü geldi "Helenistik, Helenistik..." deyip durunca) satıcı da emin değildi ama biz de boş adam değiliz, Helenistik değil daha geç bir çağa ait olsa bile antik Yunan usulü olduğu kesin. Yalnız lahittir, ok ucudur falan buluyorsun da... Mimari anlayışı Roma döneminde bırakmasalarmış iyiymiş. Benim tuvalette sifon yok mesela. Üst kat elektrik faturasını ödemediğinde benimkini kesiyorlar falan... Mimari anlayışı Roma'dan birazcık daha ileri taşısanız olmaz mıydı acaba? Evim de çok acayip bir yerde ha. Bir tarafa gidince artık İznik Müzesi olarak kullanılan Nilüfer Hatun İmareti'ne (ilk görüşte kilise sanabilirsiniz) ve onun hemen karşısındaki şimdi kim olduğunu unuttuğum bir şeyhin yaptırdığı, içinde kendisinin türbesi de bulunan camiye; öbür tarafa gidince uzun zaman önce yıkıldığı halde yakın zamanda -aslına uygun mudur değil midir bilinmez- yeniden yaptırılmış bir cami ve orijinal camiyi yaptıran ile çocuklarının vs. sandukalarının bulunduğu bir yere varıyorsunuz. Yeniden yapılmış camiye giderken bir yana saparsanız A101'e, öbür yana saparsanız ŞOK ve BİM'e çıkıyorsunuz. Acayip bir yer yani. Ha bak mesela cantık da bir acayip. Bilmiyorum biliyor musunuz, "cantık" Bursa'nın bir hamur işi. Benim Bursa ile organik bağlarım olduğundan kimse bilmezken yemişliğim vardır ama şimdilerde çoğu kişi biliyor galiba, emin değilim. Pastane pizzası ile lahmacun arasında bir şey, ha tat olarak ikisiyle de alakası yok ama görünüş olarak öyle. Yalnız bu İznik cantığı Bursa cantığından tamamen farklı, belki bu daha aslına yakındır onu bilemiyorum tabii. Daha pidemsi buranın cantığı, bir de kıymalıdan başka seçenekler de var. Bayağı kaşarlı, karışık vs. yapabiliyorsunuz. Ha karışık demişken, İznik'in yolda tarihî sütunun yanından geçme imkanından sonra en sevdiğim yanı da karışık pidesi. Karışık pideye sucuk koyuyorlar burada, hamuru da incecik oluyor buradaki pidelerin; harbi müthiş bir şey.

Bu arada börtü böcekle mücadelem devam ediyor. Kafam kadar tespihböceklerinden sonra dün bir akrep gördüm evde, satıcının havan olduğunu iddia ettiği ama bildiğin Roma kadehi olan demirden bir şeyim var (bunu buradan almadım, zaten vardı), temizleyip sırlamak için bekletiyordum, hemen onu kapattım üstüne. Şimdi "Manyak mısın, niye öyle bir şey yaptın?" derseniz, iki sebepten: Birincisi, altına sert bir şey koyup lüks restoranlarda üstü kapaklı getirilen -o değil de dört yıl gastronomi okudum, şu şeyin adını bilmiyorum; bir bakayım şu paragrafı bitirince, yazarım buraya da; bu arada adını bulamadım, Türkiye'de bu şeyin adını bilen yok belli ki- yemekler misali rahatça balkona, kapı önüne, bahçeye -ki bahçem yok- vs. postalayabilirsiniz. İkincisi: Akrepler temelde ve genelde gececildir, yani ışıkları onun için kapatmak (ama benim için açık olması) ikimizin de işine geliyor. O karanlık olduğundan savunmaya daha az geçecek ve öncelikli hamlesi tehlike olup olmadığını anlamak olacak. Nitekim öyle de oldu, akrep öncelikli olarak savunma yapmayı tercih ettiği için -örümceklerin çoğunun öncelikli hamlesi kaçmaktır mesela, gerçi kaçmak yerine savunmaya geçen türlerden biriyle karşılaştım burada ama olsun- yakalayıp evden atması da örümceğe kıyasla daha kolay oluyor. İkinci hamlesi saldırı olduğu için eğer tehlikesiz bir tür olduğundan* ve senin akrep sokmasına alerjin olmadığından emin değilsen -eğer arı sokmasına yoksa muhtemelen başka herhangi bir börtü böceğe de yoktur ama daima istisnalar olur- kağıdı dürüp atamazsın çünkü boşluk bulduğu anda iğneyi saplayıverir. Yalnız... Ben bu hayvanın altına koyacak sert bir şey bulamadım. Kocaman, otuz santimlik eğri uçlu akvaryum cımbızım var; gittim onu aldım, tuttum kuyruğundan, dışarı... İlk seferde kurtuldu, ben de yeniden kadehi üstüne kapatıp kapaklı bir kap aradım. Bulunca da o kaba akrebi koymaya çalıştım ama dikkatli olduğumdan -malum, karşımdaki tür tehlikeli mi tehlikesiz mi belli değil; bir de ben çocukluğundan beri deli gibi böcek ısırma videosu izleyen, zehirli örümcek araştıran biri olduğumdan bu börtü böceklere çoğu insandan daha temkinli ve onların ne kadar tehlikeli olabileceğinin bilincinde yaklaşırım- akrebi pes ettirmiştim, savunma pozisyonundan kaçma hamlesine geçti. Akrebin üçüncü hamlesi de bu: Kaçınma. Akrep dediğin şey "Gideyim, onu bunu sokayım..." diye takılmaz (Yılanların da çoğu böyle takılmaz gerçi ama böyle takılan yılanlar da var.), sadece üstüne bastıysanız, yüzünüze bastırdıysanız ya da ona kaçacak yer bırakmadıysanız falan sokar. Onu da can havliyle yapar zaten, akrebin işi böceklerle, örümceklerle, diğer akreplerle falan. Neyse, akrebi kutuya alıp dışarı koydum; bir süre daha savunmada kaldı. O sırada "Bayağı şekil bir şeymişsin sen ha." diye düşündüm, böyle bacaklar sarı, kıskaçlar ve iğne kızılımsı, kabuk kahvemsi, siyah boğumları var... Müthiş bir şeydi. Tabii müthiş bir şey olması akrep olan bir evde uyuyamayacağım gerçeğini değiştirmiyordu, tamam "Onu bunu sokayım..." diye takılmaz ama uyurken yatağa girerse, bir de tehlikeli türse sıçtık; ölümü çıkarırlardı evden. Uyurken illaki tepesini attıracağız zira hayvanın, döneceğiz, vuracağız falan... Bir an "Beslesem mi ben bunu?" dedim de sonra vazgeçtim çünkü hem akrep koymaya kabım yok hem de doğadan yakalama olunca sürüngenler, örümcekler vs. çoğunlukla üç ayı göremeden ölüyor; hiç gerek yok şimdi, akrep beslemek istesem evcil üretim bulurum. En ideali en az üç nesildir ev ortamında olanlar oluyor, sonrasında tamamen evcilleşmiş oluyorlar. Ha sürüngendir, akreptir asla bırak kediyi köpeği, bir avurtlak (İng. "hamster") veya kuş kadar evcilleşemez ama ev, daha doğrusu teraryum ortamına alışkın olduğundan rahat rahat yaşar, zaten hem anası babası hem dedesi ninesi ev ortamında doğup büyümüş bir kertenkeleyi falan doğaya salsanız o zaman da o üç aya kalmadan ölür. Gerçi şu an beslemek, almak vs. yasak, biraz geç oldu ama sürüngenlerle ilgili yasayı nihayet netleştirdiler: Yassah hemşerim. Sizin "tehlike" algınıza ben... Öhöm, neyse. Fotoğrafını çekecektim ama savunmadan çıkıp gitmişti ben ona yeltendiğimde. Araştırma yaptım, ya Iurus cinsi ki bu durumda zararsız veya Anadolu sarı akrebi (Mesobuthus gibbosus) -hem tasvir açısından en çok buna uyduğundan hem de Anadolu sarı akrebinin dünyanın herhangi bir yerinde görülme olasılığı Iurus cinsine kıyasla daha fazla, Batı Anadolu'da karşılaştığım sarı renkte bir akrebin Anadolu sarı akrebi olma ihtimaliyse Iurus olma ihtimalinden katbekat fazla olduğundan (çünkü Iurusların hem yayılım alanları dar hem de zaten pek fazla karşılaşılmayan nadir türler) Anadolu sarı akrebi olduğunu varsayıyorum- ki bu durumda zehri öldürmeyen ama süründüren cinsten. Ben sokulmamaya dikkat ettiğim için akrebi uzaklaştırmam o kadar uzun sürdü ama bırak sokmayı, kıskaçlansam anında ambulansı arardım. Akrep de kutuda zaten, bir uzman bulup baktırırlar tehlikeli mi tehlikesiz mi. Gerçi öldürmeyen zehre de nasıl müdahale edeceksin, semptomanik tedavi uygular veya antibiyotik yazıp eve gönderirlerdi herhalde.

*Bu arada Türkiye akreplerinin çoğu tehlikesizdir, bir iki tane öldürmeyip süründüren, bir tane de ölümcül olan var; sarı olanların çoğu zararsız ama Türkiye'deki akreplerin çoğu sarı zaten, genel kurala baktığımızda sarıların tehlikeli olma ihtimali siyahlardan daha çok; Türkiye akreplerinin çoğu sarı olduğundan böyle genel kuraldan bir sapma yaşanıyor. Yani Avustralya'da, Amazon'da, Sahra Çölü'nde vs. "Aaa sarı, bir şey yapmaz." diye eğilip sevmeye kalkmayın ya da tekrar düşündüm de aklınızda öyle bir düşünce varsa yapın, bir daha fırsat bulamazsınız. Öleceksiniz zira sevmeye kalktığınız akrep sizi soktuğundan. Ha dersen ki "Ben uzmanım, zehirsiz bu." buyur, yap; sonra "Acıttı ama..." diye gelip bana ağlama. Niye bir anda böyle saçma sapan hallere, tavırlara girdim lan ben?

16 Aralık 2021 Perşembe

Ekonomik Ekleme (Ekonomist Oldum Çıktım aq, N'oldu lan Bana?), Zeytin Potansiyeli, Telefonunu Çıkar, Bulaşık ve Diğer Şeyler

Geçen yazıdaki Yen'dir, Yuan'dır, Ruble'dir şeylerine bir ekleme yapacağım. Neden? Çünkü şimdi aklıma geldi. "Tarım ülkesi olarak buğday ithal etmek"le de ilgili bu. Eğer kendi kendinize yetecek, hatta artacak kadar tarımsal üretim yaparsanız dolar 100 lira da olsa halkınızı besleyebilirsiniz (Danimarka bunu sırf balıkçılıkla sağlıyor mesela), eğer sadece veya çoğunlukla sizde bulunan ve bütün dünyanın sizin de içinde bulunduğunuz bir avuç tedarikçiye mahkum olduğu bir ürün varsa doların fazla olması işinize bile gelir çünkü ülkeye daha çok yerel para girecek (Rusya'nın doğalgazı var, bir örnek olarak), eğer hayvani bir sanayiniz varsa ve teknolojik olarak hemen hemen her boku üretebiliyorsanız yine doların fazla olması işinize bile gelir çünkü sürümden kazandığınız için ucuza satarsınız (G. Kore ekonomisini Samsung ayakta tutuyor örneğin ve Samsung bir telefon markası değildir, daha önce de söyledim: Kore ordusuna savaş gemisi üretiyor lan bu firma? Yeri gelmişken, Uzakdoğu ülkeleri "aman dolar çok fazla oynamasın da ekonominin ebesine atlanmasın" diye boyuna dolar alış verişi [evet, hem alıp hem satıyorlar] yapıyor.). Eğer gelirinizin tamamını ya da çok büyük kısmını turizmden elde ediyorsanız bir ihtimal sürümden kazanabilirsiniz. Peki... Eğer sanayiniz can çekişiyorsa (ve parçalarla hammaddeleri illaki ithal etmek durumundaysanız), sırf turist gelsin diye vatandaşınıza sokak köpeği muamelesi yapıyorsanız ("Ben aşılıyım" diye maske takılan vatandaş başka nerede var Allah aşkına, IŞİD bile yapmıyor millete şu muameleyi ya!), tarımınız öldüyse ve kendinize özgü, yurtdışında kapışılacak, para edecek bir şeyleriniz yoksa (Tarım ölmeseydi Taşköprü sarımsağı, Edremit zeytinyağı*, Zonguldak kestane balı [keh keh keh], Şirince şarabı, Van otlu peyniri, soslu Hatay dürüm [Ne?] falan vardı ama işte tarım öldü... Bu arada bor sayılmaz, mevcut durumda anca deterjan yapmaya yarıyor. Bir hidrojen yakıtlı arabadır, uçaktır falan yapıp yurtdışına satarsan anca o zaman bor o ta internet ülkeye geldiğinden beri "Şöyle zengin, böyle yararlı..." diye kafamızı siken potansiyelini gösterebilir.) doların fırlaması sizi Çin ya da Rusya yapmaz, ki Çin ya da Rusya olmak iyi bir şey de değildir zaten, Çin'de "A" demesi gerekirken dili sürçüp "E" diyeni sorgusuz sualsiz vuruyorlar lan (e onlar da haklı, tonlamayı azıcık değiştirince övgü hakarete dövüşebiliyor Çince dediğin karmaşada)? Rusların da %99'u ayık gezmiyor (içki bu kadar pahalı olmasa bizim milletin de yarıdan fazlası ayık gezmez). Kore ya da Japonya da yapmaz ki Kore olmanın da o kadar iyi bir şey olmadığını The Parasyte ve/veya Squid Game izleyerek görebilirsiniz. Bu şartlarda doların pahalı olması sizi neresi yapar peki? Suriye yapar (Bu arada Suriye lirası 2,5 dolarmış. Evet, iki buçuk.), Arnavutluk yapar (Lek 107 dolar lan, oha), Venezuela yapar, Kenya yapar, Afganistan yapar.

*Ülkede inanılmaz derece zeytin (ve yağı) potansiyeli var. Mesela Kilis'in zeytincilik açısından inanılmaz verimli bir yer olduğunu muhtemelen Kilislilerin bile çoğu bilmiyordur. Oleoturizm (zeytin, zeytinyağı ve zeytincilik turizmi; agroturizm yani tarım turizminin bir çeşidi kabul ediliyor, agroturizm de ekoturizm yani doğa turizmi içinde sınıflandırılıyor) konusunda tez hazırladım lan ben, gerçi ödevdi o ama bilimsel makale sonuç olarak (yayınlasam yayınlarım, bütün kurallara uygun); zeytine yüklenip önem verseydik hiç olmazsa bir İtalya olabilirdik. Makarnaya da alışkınız zaten, hem Avrupa'da "domates kesimi"ndeyiz; Akdeniz ülkesi muhabbeti de yıllardır sürüyor. Eğer yüzümüzü illaki Avrupa'ya döneceksek -ki ben hâlâ Asya'nın gelişmiş ülkelerini (tabii "gelişmiş" derken petrol zengini ülkeleri falan kastetmiyorum) model almamız gerektiğini düşünüyorum- bunun için İngiltere, Fransa falan gibi ne kültürel ne tarihsel ne yapısal olarak hiçbir benzerliğimizin olmadığı ülkeler veya ABD falan yerine Roma'nın varisi Akdeniz ülkesi İtalya'yı, olmadı İskandinav ülkelerini (Bu heriflerin ataları Viking değil mi aq? Avcı-savaşçı, yağmacı-tüccar göçebe toplum işte. Türklerden tek farkları biz bozkırda geziyorduk, onlar denizde. Zaten Kron ile TL alım gücü olarak olmasa da sayısal değer bazında çok da farklı değil.) temel almalıyız. Gerçi onun yerine gidip "Zeytin mi daha önemli tesis mi?" gibi laflar ettik.

Hataraku Mao-sama'nın ikinci sezonu geliyormuş lan... Yuh, kaç yıl oldu. Ben o zaman NGNL ikinci sezonu bekler, umarım arkadaşım; kaç yıl oldu lan insafsızlar. "Türkiye simülasyonu" diye dalga geçtiğimiz, adını unuttuğum bir isekai vardı, "gerçekçi kahraman" falan, onun da hiç beklemediğim halde 2. sezonu geliyor. İzleyecek miyim? Evet. Gelmese de olur muydu? Yine evet. Peki neden izleyeceğim? İsekai çünkü; boru değil.

"Telefonunu çıkar" argümanı da ayrı bir acayip. Biz interneti olmayan kişinin "zorunlu" olan eğitimi alamadığı 1,5 yılı bu adamlarla birlikte yaşamadık mı lan? Günümüzde internete bağlanan bir telefonunuz varsa neredeyse her şeyi yapabilirsiniz: Para veya kredi çekebilir, alım satım yapabilir, fotoğraf çekebilir, dil öğrenebilir veya herhangi bir şeyi araştırabilir, yazı yazabilir, doktordan randevu alabilir, hatta iş kurabilirsiniz. Eğer kaybolursanız bulunabilirsiniz veya bir kaybı bulursanız polisi arayabilirsiniz. Telefon dediğin şey günümüzde ev veya ayakkabıdan çok da farklı değil. Madem telefon lüks, ev de lüks ulan o zaman; git mağarada, çadırda falan yaşa. O değil de yarın bir gün bir sokak röportajında kiralardan, ev fiyatlarından vs. şikayet eden birine böyle bir laf edene telif davası açıp donuna kadar alırım, haberi olsun. Aha da buraya yazıyorum. Görür ondan sonra ne lüksmüş ne ihtiyaçmış. Hayır bir de velev ki ben zenginim, param var cebimde iki farklı markadan son model telefonla geziyorum; bu benim ekonomiden şikayetçi olamayacağım anlamına gelmez ki. Hatta tam aksine ekonomiden asıl şikayetçi olan/olması gereken zenginlerdir (dolar/Euro zengini değillerse tabii), fakirin ekonomi iyi olunca da parası yok zaten; alım gücünün düşüklüğü parası olanı daha çok etkiliyor. Ulan Cem Yılmaz'ın "Simitçinin cebinde iki Blackberry gördüm." dediği zamanlardan (Fundamentals) buralara nasıl geldik onu da çok merak ediyorum ha.

O değil de Oğuzhan Uğur kadar kariyerini linç üzerine kurmuş bir insan daha yok ya. Lan adam solcudan "Kes lan faşist" diye, sağcıdan "Sus lan anarşist" diye linç yiyor amk. Gülsem mi üzülsem mi bilemedim. Peki ben niye böyle saçma sapan bir şeyi düşünüp bir de yazıya dökme gereği duydum? Çünkü saat 08.47 ve dün gece uyumadım. Bir ara uyur gibi oldum, onda da hoparlörü kökleyince çok güzel ezan okuduğunu sanan müezzin tarafından uyandırıldım. Yok hayır bir de uzattıkça uzatıyor, lan bitir artık, sen okumayı bitirene kadar namaz vakti kaçıyor, aloooo? Bu müezzinin mıntıkasında ikindi namazı kılındığı vaki değildir. Neden mi? Herif ikindiyi okumayı bitirene kadar akşam ezanının vakti geliyor da ondan! Bu müezzinler arasında "En uzun ben okurum!", "En sesli ben okurum!" falan diye bir mücadele mi var nedir? Bu arada konu buraya nasıl geldi ya? Neyse.

Yıllar yılı bulaşık makinesi (ve tableti) üreticilerinin "bakterilerin öldüğü sıcaklığa da eliniz dayanmaz" diye bir geyiği vardır. Tamam, elde yıkamak su israf ediyor vs. ona katılıyorum, bana kalsa ben de elde yıkamam ama bu amk deterjanları ne halta yarıyor? Sadece koku ve parlaklık sağlıyorsa parfümle yıkayalım o zaman tabak çanağı? Etil alkole banalım, hem mikrobunu da kırar? 80 derece kolonyaya yatıralım, mis gibi, pasparlak olur? Ulan ayrıca, o zaman tek ve/veya az kişi için bulaşık makinesi üretip satın. Ben beş tabak yedi çatal için koskoca makineyi çalıştırdığımda elde yıkamaya kıyasla daha çok su israf oluyor? Ne yapayım, evde 150 tane tabak mı tutayım (ha tutarım ama şu an öyle bir imkanım yok, hangi açıdan anlarsanız anlayın)? E plastik tabak çatala düşsek... Biyoplastik (doğada çözünen -ama mikroplastiğe dönüşmeyen, gerçekten çözünen- bitkisel veya mikroorganizma kaynaklı plastik) daha yaygınlaşmadı, mesele "israf" ve "doğaya zarar" ise plastik kullanmak her halükarda daha çok zarar veriyor? Hatta konuyu ekonomiye, cebe taşıdığımızda bile sonuç değişmiyor? Hem bu sefer sadece su değil elektrik de işin içine giriyor? Ayrıca bu sular tesisata bağlı değil mi kardeşim, ucu nehre, denize falan çıkmıyor mu? Roma'dan kalma tesisatlar veya Osmanlı'dan kalma her daim akan çeşmeler gibi toprağa dökmüyoruz ki aq suyu? Ki o zaman da kaybolmuyor zaten. Su hakkında temel bir kural vardır: Eğer ortada kendi gezegenleri kuruduğu için dünyanın suyuna göz dikmiş uzaylılar falan yoksa su kaybolmaz. Kuraklık, suyun yokluğu değildir; "sıvı suyun yokluğu"dur (NASA o yüzden Ay'da, Mars'ta "su" değil "sıvı su" arıyor; yoksa Mars'ın kutupları buzla kaplı zaten). Su nem, buhar, buz (evet, kar ve buzla da kuraklık olur), kan, çamur, ıslaklık, idrar, nefes (bildiğin nefes, hani alıp verdiğimiz) olarak hâlâ oradadır ama kullanılabilir değildir. Bunu çözmenin yolu da doğanın yağmurlu, karlı, rüzgârlı döngüsüne -hani mahvettiğimiz, artık esamesi okunmayan döngüsüne- izin vermektir.

8 Aralık 2021 Çarşamba

Durum Raporu: Cahile Link Vermek, Vatandaşı Olmasan Eğlenceli Ülke, Higurashi:Gou (Anime Değil, Sadece Higurashi) ve Diğer Şeyler

Güzide Türkçemizde "cahile laf anlatmak" biçiminde bir deyim, bir yorgunluk belirteci (belirteç mi?) vardır. Hatta kimin olduğunu unuttuğum, anonim olma ihtimali de olan "İnan sana değil kastım/Cahille sohbeti kestim" şeklinde bir dizemiz de var (Hüseyin Karakuş'a aitmiş bu arada, Hüseyin Karakuş kim onu bilmesem de). Ben artık link atıyorum, bu millete laf anlatılmaz. Herife "Köpeğin doğal ortamı yoktur, insan üretimidir" diyorum bana Afrika yaban köpeğini, dingoyu falan örnek gösteriyor aq cahili. Daha köpek denen hayvanın evcilleştirilmiş kurttan başka bir şey olmadığını bilmiyor, "Doğaya salsan yaşar ki." diyor. Yarağımı yaşar bu arada, evcil yılanı bile doğaya salınca %10 ihtimalle yaşıyor lan, korunaklı ortamda büyümüş yediği önünde yemediği ardında evcil köpeği bırak doğayı, sokağa salsan %5 ihtimalle mi ne yaşıyor, ormanda, vahşi doğada ihtimal daha da az. Zaten o ihtimal yüksek olsa bizimki gibi her canı sıkılınca köpek alan (evet, alan; para veriyorlar zira bu tipler genelde), sonra sıkılınca onu ormana, dağa salan bir ton tipin olduğu ülkede faunanın ırzına geçilir, köpekten başka yırtıcı kalmazdı. Peki ben ne yapıyorum bunlara karşı? Hiç sinirimi bozmuyorum (bilmediğini bilmeyen beni sinirlendiriyor, bilmediğini bilse de öğrenmek istese ya da oraya kendi fikriyle, düşüncesiyle teorik olarak varsa bir şey demeyeceğim), gidip köpeğin evcilleştirilmesiyle, seçici üretimle, köpekler ve kurtlar arasındaki benzerlik ve farklılıklarla, dingo ve diğer "yabanileşmiş" (evet, yabanileşmiş; onlar doğal hayvanlar değil, dingo da bir nevi sokak köpeğidir) türlerin tarihçesiyle ilgili link atıyorum. "bunlarıbiliyormuydunuz.blogspot.com"dan (Ulan inşallah yoktur böyle bir site, durduk yere başımıza bela almayalım) atmıyorum ama: Arkeofili'den, Dergipark'tan, konuyla ilgili spesifik sitelerden (mesela burada örnek olarak köpeği verdik, yani bir köpek eğitim firmasının sitesinden vs.) falan atıyorum. Hatta şu yıllar yılı bitmek bilmeyen "laboratuvar üretimi kedi/köpek" geyiğine de buradan link atarak son veriyorum: Link1 (Coğrafi keşifler çağı Hawaii'sinde ne laboratuvarı, ne geni aq?), link2 (Bu millete seçici üretim nedir öğretmek lazım artık, yeter ulan).

O değil de hâlâ Osmanlıca diye bir dil olduğunu düşünenler var. Ha Osmanlıca diye bir alfabe vardır bak, Arap kökenli Fars alfabesini (evet, Arap alfabesini değil) temel alır; ama hiç Karac'oğlan, Yunus Emre, Köroğlu falan okumadınız mı lan? Divan şiiri vs. sayılmaz bu arada, sarayda gerçekten halka kıyasla Arapça ve Farsça ögelerle dolu ve çok daha ağır, kelime yapıları ve ses değerleri azıcık ucubeleşmiş bir dil kullanılsa da vezir de günlük hayatında Su Kasidesi gibi konuşmuyordu (bu arada Su Kasidesi Türkçedir, eklerden anlayabilirsiniz), en fazla mevcut iktidardan biraz daha ağır veya günümüzün "dinî sohbet" bahşilerinden (Bahşi: Söz söyleyici, sohbet başı, destancı, duahan vs.) dilin biraz daha az ırzına geçen bir biçimde konuşuyordu. Bu esnada Selçuklu'nun geride tek bir Türkçe kayıt bırakmadığını, bırak konuşmayı Türkçeyi nasıl yazdıklarını bile bilmediğimizi, Selçuklu'dan kalma her türden yazının Farsça olduğunu ve Osmanlıca denen alfabenin kendisinin de Selçuklu'dan kalmış olduğunu (Karahanlılar eski Uygur alfabesi kullanıyordu) da tekrar hatırlatalım.

"Vatandaşı olmasan eğlenceli ülke" diye bir laf vardır yıllar yılı, Türkiye hakkında söylenmiş. O lafın bugünkü kadar anlamlı olduğu hiçbir dönem olmamıştı daha önce. Youtube'dan Türkiye'yi (de) gezen yabancı kanallar izliyorum, hepsi çok memnun, bayılıyorlar Türkiye'ye. Bu ülkenin %90'ından daha çok seviyorlar bu ülkeyi. Neyse, oranın fazla olduğunu mu düşünüyorsunuz? Ülkeyi değil sadece hükümeti sevenleri de dahil ettiğim için o kadar yüksek. Bu arada ülkeyi sevip hükümeti sevmeyenleri dahil etmediğim halde bu kadar yüksek, bizde hükümeti seven de sevmeyen de "devlet=hükümet" kafasında oluyor genelde. Eh, tarihi ve doğası -her ne kadar her ikisinin de ırzına geçmekte bir dünya markası olsak da- güzel tabii Türkiye'nin. Ayrıca, ben de yere düşse almaya tenezzül etmeyeceğim parayla marketi alabildiğim bir yeri gezsem ben de oraya bayılırım amk, sinirlendim durduk yere. Turistin buraların cefasını çekmesine de gerek yok... Eh, bunu istemek ekonomik ve uluslararası açıdan sorunlu zaten* ama biz sefasını süremiyoruz ki bu ülkenin. Zaten gidecek bir yerimiz yok, bir kısmımız da inatla kalıyor ve bir şeylerin düzeleceğine dair umut etmek istiyor. Bu arada bizim millet inanılmaz sabırlı ha. Sadece bugün değil, geçmişte de öyleydi. Olmasaydık bin yıldan fazladır iç savaştan başımızı kaldıramazdık zira.

*Rusya'nın, Çin'in para biriminin değersiz sebebi onların bunu istemesi bu arada, ayrıca Çin halihazırda var olan, Rusya geçmişten gelen komünist/sosyalist politikayla üretebildikleri her siki kendileri üretiyor, biz "üzüm kuşağı" ülkesi olarak meyve sebze, göçebe-hayvancı millet olarak sığır ithal ediyoruz; bir de Çin vizesiz, pasaportsuz olarak sınıra yaklaşanı ya vurur ya ülkesine iade ederken biz sınırda gördüğümüzü kolundan çekip rastgele şehirlere yolluyoruz, kayıt mayıt da tutmuyoruz, "Bu adamlar ne yapıyor, öldüler mi kaldılar mı, yerel halkın durumunu nasıl etkilediler, daha kendi halkımıza 'kuru ekmek yiyebiliyorsan aç değilsin' diye yaklaşıyorken, bu çağda milletin koskoca şirketleri yönettiği cep telefonunu, interneti hâlâ 'ihtiyaç değil lüks' olarak sınıflandırırken bir de böyle şovmenlik yapmak, 'şunlara şu kadar para harcadık' şeklinde övünmek ağır tahrik ve fitili çekilmiş bomba değil mi, millet sokakta birbirine (ve mültecilere) dalmaya başlarsa bunda kendimizde suç aramamız gerekmez mi?" diye de katiyen bakmıyoruz; dolayısıyla salak salak Yuan (Çin'in para birimi Yuan'dır bu arada, Yen Japonya'nın)-TL karşılaştırmaları yapmayın. Japon Yen'inin değersiz olma sebebi farklı gerçi, ki "tarım ülkesi" bile olmayan Japonya mevcut durumda bizden fazla tahıl üretiyor hem de pirinci dahil etmeyip sadece arpa, buğday gibi "karasal" tahılları sayarsak bile sonuç aynı çıkıyor, Okinawa'da istedikleri anda Japonya'yı işgal edebilecek bir Amerikan üssü (Bizdeki İncirlik gibi değil, gerçekten istese en azından Okinawa'yı ilhak edebilecek bir üs; hep 2. Dünya Savaşı'nın getirisi bunlar) olması da bu olayın ardını anlatıyor zaten.

O değil de Higurashi'de Gou'ya gelebildim nihayet, yalnız... Satokowashi-hen acayip yoruyor ya, zaten bu Ryukichi mi neydi (işte oyunların moyunların her haltın en başındaki kişi, İngilizcede "creator" denen ve Türkçe bilmeyen çevirmenler tarafından genellikle "yaratıcı" diye çevrilen tip) onun Satoko'yla ne derdi varsa en iç sıkan, en bunaltan, en klavyeyi masayı kemirten, en diğer karakterlere ve figüranlara sövdüren bölümler hep Satoko'ya odaklanan arklar oldu şimdiye dek. Yeter ulan, nedir bu kızın çektiği? Yalnız yorumlarda müthiş bir şey gördüm... "Nikita" rumuzlu biri tarafından yazılan bir yorum: "Rika bırak bu St. Lucia hayallerini, gel biz senle Adana'da dürümcü açalım" (Higurashi: Gou, 21. bölüm) ama asıl olay ona verilen cevapta. Yalnız cevaba geçmeden önce bu St. Lucia da amma kanser yermiş, Ange'yi de yemişti burası. Shion nasıl dayandı lan buraya o kadar? Arada yerine baksın diye Mion'u koyuyordu herhalde. Hah, cevap demiştik... Cevap şu: "Adana'da 14 yaşında olup 110cm boyundaki yuvarlak yüzlü 'Çinli' gibi gözüken bir kızın kebapçıda çalışmasını hayal bile etmek zor. Tezgaha uzanamaz. Bir de insanların garipseyeceğini düşünüyorum: çocuk mu çalıştırıyorsun?. . çin çan çon mu? ....vesaire vesaire" ("re;Iz", Higurashi:Gou, 21. bölüm) jsaujds. Ulan... Hayır işin ilginci ben bu olayı gayet rahat gözümde canlandırabiliyorum. Tabureye çıkmış tezgaha uzanan Rika, kenarda döner gibi bir şey var falan... kabaksndaslç... Lan insan niye ve nasıl bunu zerrece zorlanmadan gözünde canlandırabilir? Umineko da dahil Higurashi serisini kronolojik sırayla ta en baştan izlediğimden mi acaba? "Yetişkin" Keiichi'ye "Ya bırrrrak, bilmiyoruz sanki senin ne halt olduğunu" diyecek, Mion hileli kartları çıkarınca sevinç çığlığı atacak hale geldim; oyun kulübünün parçası, Hinamizawa yerlisi oldum adeta. Can Kıpçak'ın (artık ünlü sayılır, en azından Türk anime camiasında çoğu kişi tanıyor; benim uğursuz dilim bir zeval getirmez daha bu adama) "Ses ver Adana"sı mı etkili oldu lan acaba? "Keko Taiga" görseli de etkili olmuş olabilir, Adidas eşofmanlı, yere çökmüş Taiga jkdbbköfdv. Rus yapımı bu arada ilgili Taiga görseli. Rika millete acı biber turşusu verip "Nipaa~" diyor falan... Kğaskşa.s... Ulan... Hâlâ gülüyorum ya. Yorumu görmeden önce can sıkıntım çok yoğun değildi çünkü bölümün sonu efsaneydi, o ne parmak şıklatmaydı be... İşte size "Trapmaster Satoko".  aknlaŞAS.. Ulan... İzin verin ben azıcık daha millete Adana dürüm satan Rika ve arkada "Bu şimdi lahana mı yoksa marul mu?" diye düşünen Satoko düşünüp yarılacağım. jkanlsaç...

Bu ülkede, sosyal medyada (Ekşi de sosyal medyaya dahil bu arada) düzenli olarak erkekler ve kadınlar birbirlerini toptan suçluyor. Yani şöyle: "Bütün erkekler/kadınlar aynı." Meselenin cinsiyet olmadığını, insan denen yaratığın doğuştan ve topluca hıyar, hain ve şerefsiz olduğunu ne zaman fark edecek acaba bu millet? Bu arada bu tür laflar eden biri, kendi cinsi topluca suçlanınca bir şey deme hakkını da kendi eliyle itmiş oluyor. "Bütün kadınlar para avcısı" diyen birinin "Bütün erkekler pislik" diyen birine laf etme hakkı yok, aynısı tam tersi için de geçerli.

30 Kasım 2021 Salı

Hz. Muhammed'in Kılıçları

Şimdi ben bu içeriği neden yaptım, nasıl yaptım? Öncelikle: Youtube'da Ortaçağ Envanteri kanalını izleyip gaza geldim (ulan bunu dedik de adamın ya da kanalın başına bir iş gelmez inşallah) ve şu iki yazı önce bahsettiğim hançeri bileme işlemine devam ettim (Taşla törpüyle sıfırdan ağız açmak öyle ha dedin mi olmuyor tabi..), sonra da Türkçe kaynaklarda bu konuda inanılmaz bir eksiklik var. Örneğin İsmailağa Cemaati, bu kılıçları listelemiş ama listelerken hem Arapçanın hem Türkçenin içinden geçmiş, ayrıca hangi kılıç nedir, nasıl görünür zerrece belli değil. Burada ben şöyle yapacağım: Bu kılıçların Türkçe, Arapça ve İngilizce (çünkü İngilizce temelli modern Arapça latinizasyon ile aradığınızda replikasını alacak sitelere bile varabilirken Türkçe arattığınızda söz konusu İsmailağa sitesini bile bulamıyorsunuz) adını, adının anlamını, türünü, hikâyesini/kaynağını ve görselini koyacağım. Başlayalım o zaman:

EL-ME'SÛR, AL-MA'THUR, المأثور

"Rivayet yolu ile (elde edilmiş)"


Türü: Doğru kılıç (Arap palası)

Hikâyesi: Aslen Hz. Muhammed'in babasının kılıcı olup Osmanlılar tarafından kını ve kabzası değerli taşlar ve işlemelerle süslenmiştir. Bugün Topkapı Müzesi'ndedir (Yani, ben gittiğimde [de] oradaydı).

Özellikleri: 99 cm uzunluk, altın kaplama sekiz ölçülü kabza, ejderha başı şeklinde balçak, namlu üzerinde "Resulullah" yazısı, 85 cm.lik kının arka yüzünde çiçek ve servi işemeleri

?, AL-RASUB, الرسوب

"Suçluluk" (?)


Türü: Ortadoğu tarzı büyük kılıç ("greatsword", daha fazla bilgi için)

Hikâyesi: Hz. Ali tarafından, Beni Tay'dan ganimet olarak elde edilmiştir.

Özellikleri: 140 cm. namlu uzunluğu, kın üstünde Cafer es-Sadık'ın adının yazılı olduğu altın halkalar

HATF, حتف 

"Ölüm"


Türü: Ortadoğu tarzı melez kılıç (melez kılıç daha fazla bilgi için)

Hikâyesi: Hz. Davut tarafından El-Bettâr'ın (aşağıda, üç kılıçtan sonra) daha ihtişamlı bir replikası olarak yapılmış olup Beni Kaynuka'dan ganimet yoluyla elde edilmiştir.

Özellikleri: 112 cm uzunluk, 8 cm genişlik

KALAÎ/KULAY/KALÎ, QAL'I/QUL'AY, 

"Kulalı, Kulaî, Kulavari, Kula usulü" veya "Kalay" veya "Beyaz kurşun"


Türü: Doğru kılıç (Arap palası)

Hikâyesi: Beni Kaynuka'dan ganimet yoluyla alınmıştır.

Özellikleri: 100 cm. uzunluk, namluda Arapça yazı

EL-MİHDEM/EL-MIHZEM, AL-MIKHDHAM, المخذم

"Yonca" veya "İftira" (?)


Türü: Arap eğri kılıcı (Suriye palası)

Hikâyesi: Hz. Ali tarafından Beni Tay'dan ganimet olarak alındı.

Özellikleri: 97 cm namlu, üstünde Zeynelabidin yazmakta

EL-ADB/EL-AZB/EL-AZAP, AL-'ADB, العضب

"Kesici, keskin"


Türü: Doğru kılıç (Arap palası)

Hikâyesi: Bedir Savaşı'ndan önce sahabelerden biri tarafından verilmiştir.

Özellikleri: Küt uç, düz kabza

EL-KADÎB/EL-KAZÎB, AL-QADIB, القضيب

"Sopa, dal, değnek"


Türü: İnce pala

Hikâyesi: Medine döneminde Hz. Muhammed'in kuşandığı kılıç.

Özellikleri: 100 cm uzunluk, boyalı deri kın, gümüş renkte "Allah'tan başka ilah yoktur, Allah'ın Resulü Muhammed - Muhammed bin Abdullah bin Abdülmuttalib" yazısı, altın toka ve balçak

EL-BETTÂR, AL-BATTAR, ألبتار 

"Keskin"


Türü: Ortadoğu tarzı geniş kılıç ("broadsword", daha fazla bilgi için)

Hikâyesi: Hz. Davut tarafından Calut'tan ganimet yoluyla alınmış, ayrıca Hz. Süleyman, Hz. Musa, Hz. Harun, Yûşa peygamber, Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve Hz. İsa tarafından da kullanılmıştır. Mesih'in Deccal'i yenmek için kuşanacağı kılıç olarak bilinir, "peygamberler kılıcı" da denir. Hatf, bu kılıcın Hz. Davut tarafından daha ihtişamlı ve daha keskin bir replikası olarak yapılmıştır.

Özellikleri: 101 cm namlu, Nebatice (muhtemelen) yazılar, Calut'un (muhtemelen) başını kesen Hz. Davut (muhtemelen)


Not: Söz konusu iki kaynakta Zülfikar'dan bahsedip bir de üstüne Zülfikar olduğu söylenen bir kılıcın görseli bulunuyor ancak bildiğimiz, alıştığımız Zülfikar tasvirine hiçbir şekilde uymadıklarından; üstüne, yazılı tasvir ile görsel de uyuşmadığından (İngilizce kaynakta "iki uç" ayrıntısı var ama görseldeki kılıç iki uçlu falan değil, "iki oluk" ile açıklamışlar ama Topkapı Sarayı envanterinde Hz. Osman'a ait bir "iki uçlu kılıç" halihazırda var, yani Araplar "iki uçlu kılıç", "çatallı kılıç" nedir, neye benzer biliyordu Hz. Ali'nin yaşadığı dönemde. Eh, üstüne Türkçe kaynaktaki anlatım benim gözümde bildiğin burmalı kılıç gibi bir şey canlandırıyor alışıldık, bilindik Zülfikar tasviri yerine, böyle de bir çelişki var.

Aha bahsettiğim Hz. Osman'a ait kılıç da bu bak, Zülfikar düzse bile buna benziyor olması gerek:


Kaynaktaki Zülfikar olduğu iddia edilen kılıç da şu (Neresinde boğum var lan bunun? Boğum ayrıntısı Türkçe kaynakta var bu arada.):



Kaynaklar:

https://damas-original.nur.nu/Bilder/pic_Prophet-swords.html

https://www.ismailaga.org.tr/peygamber-efendimiz-sallallahu-aleyhi-ve-sellemin-harp-kiyafetleri-ve-kiliclari

29 Kasım 2021 Pazartesi

Sezon Ortası Anime Yorumu (Çünkü Niye? Çünkü Anime Kısmı Hayvani Uzunluğa Vardı, Başka Konu da Aklıma Gelmiyor... Zaten Şu Ara Yazacak Halim de Yok)

İlk zamanlar Mieruko-chan'a fanservisin suyunu çıkarması yüzünden laf ettim ama çok iyi ilerliyor lan. Gereksiz kırpmalar yapmadan konuyu doğru düzgün aktarıyor, gördüğüm orijinale en sadık uyarlama bile olabilir. Demek ki neymiş, isteyince yapılıyormuş; "bütçe yok", "zaman kısıtlaması" gibi şeyler sadece bahaneymiş. Hocanın (kedici olan) okula geldiğindeki hissi çok iyi verdiler yalnız, mangayı okuyup adamı tanıyıp bildiğim halde gerildim. Şimdi spo vermeyeyim diyeceğim ama 9. bölümde aşikar edecekler zaten adamın geçmişini (etmediler ama 10'da kesin edecekler, aradaki kısımları unutmuşum ben), ben bu yazıyı yayınlayana kadar da en az 10. bölüm çıkmış olur (çıkmadı, mukadderat; kırmızıyla işaretliyorum Mieruko-chan spo sonunu, oradan devam edin); o yüzden spo mpo dinlemeyip söylüyorum: Hoca çıktığında "Adam geldi adam" nidalarım, kedi ruhlarının çıkmasıyla dehşete dönüştü ki o kedi ruhlarının neden oralarda olduğunu, adamın geçmişini falan biliyorum bak... "Kedi kesen manyak" imajını çok iyi verdiler, mangada da animede de. MİERUKO-CHAN SPOSU BİTTİ AMA MUHABBETİ DEVAM EDİYOR Hangi stüdyo yapmış bunu ona bir bakayım, Passione yapmış. Diğer işlerinden bazılarını görünce, bu stüdyoya güvenmemek için bir sebep göremiyorum: Citrus, Higurashi (Gou ve Sotsu sezonları), Joshikousei no Mudazukai (SoL animeler arasında keşfedilmemiş cevherdir bu arada, benim gibi SoL müptelalarının bile çoğu eğer yayınlandığı dönemde güncel izlememişse bilmez ama müthiş bir animedir), Hinako Note (izleyicilerin %99'unun -ki bu %99'a ben de dahilim- yan rol Kuina için izlediği bir SoL), Rokka no Yuusha. Güvenmemek için bir sebep buldum bak: DxD'nin (Highschool olan) sikik çizimli sezonlarını bunlar yapmış ama oralarda şu gerçek devreye giriyor: Ranobe ve manga çizimleri Passione'nin yaptığı gibi zaten (Ben okuyanın yalancısıyım, henüz ömrümün DxD romanı okuyacak kadar sıkıldığım kısmına gelmedim zira.). Hah, neyse, bundan sonra Passione'ye (Passione'a?) koşulsuz şartsız güvenirim ben, böyle bir istikrar boru değil yani. O değil de Tsuki to Laika to Nosferatu'yu her an İrina'yı harcayacaklar korkusuyla bir ağız tadıyla izleyemiyorum. Tamam şerefsiz müdür yardımcısını uzaklaştırdılar da daha her fırsatta İrina'ya laf sokan sarı kız var ki bence Lev'e aşık bu hatun (ama bu şerefsiz olduğu gerçeğini değiştirmez), sonraki bölüm fragmanında oturup konuştukları bir bölüm var zaten, anlarız sonraki bölüme (sarışının olayı hiç beklemediğim bir şekilde açıklandı lan, neyse; en azından doğru düzgün bir motivasyon, alt metin yazmışlar da hatunu "şerefsizin teki" imajından kurtarmışlar). Sonra o yönetimde "İnfaz!" diye bağıranlar var. Rahatlamalı sevimli bölüm de (evet, -de değil, "de") "aman vampir kızımıza bir şey olmasın" diye diken üstünde izlediğimiz bölümde (bu sefer -de) nasıl rahatlayabiliriz aq? Fırtına öncesi sessizlik etkisi yapıyor bu. Shaman King'in yeni versiyonunda (Yeniden yapım diye geçiyor bu de' mi?) Anna ile Yoh'nun (evet, Yoh'un değil) nasıl tanıştıklarına, geçmişlerine vs. bir ark ayırmaları iyi olmuş bak. İlk versiyonda hiç yoktu öyle bir şey, tamam ailenin ayarladığı nişanlı da beşik kertmesi bile olsalar (Japonlarda var mı lan acaba beşik kertmeliği?) nasıl tanıştılar, ilk tepkileri ne oldu vs. bir bok bilmiyorduk. Yalnız aklıma şey takıldı, ilk versiyonda Hao'nun motivasyonu gidip onun adamı olmayı istetecek kadar sağlam argümanlara dayanıyordu ama burada şimdilik "Milletin ruhunun olumsuzluğu içine aktı, şeytanlar üretti." diye geçiştirdiler. Hao'nun mangada doğru düzgün bir motivasyonu yok mu oğlum, tamam sebep bu olsa bile şunu doğru düzgün açıklayın (Anna üzerinden yapılanı kabul etmiyorum, hayır. O Anna'nın motivasyonu, Hao'yla ilgisi yok.); adamı hasta etmeyin lan. "Kyoukai Senki" diye bir anime çıkmış, daha doğrusu Türkanime'ye gelmiş. Konusu, Türkanime'de şöyle: "MS 2061 yılında Japonya egemenliğini kaybetti. Japon halkı, dört büyük ticaret fraksiyonu tarafından bölünüp yönetildikten sonra günlerini ezilen vatandaşlar olarak geçirir. Bir gün, makineleri seven bir çocuk olan Amou Shiiba, özerk düşünen bir yapay zeka olan Gai ile tanışır. Bu tanışma, Amou'yu Japonya'yı geri alma savaşına iterek kendi kurduğu AMAIM Kenbu'ya pilotluk etmesine yol açar. Ülke, her ekonomik birlik tarafından insansı bir özel mobil silah olan AMAIM'in konuşlandırılmasının ardından dünyanın ön saflarında yer aldı." E iyi de... Biz bu hikayeyi izledik zaten? Code Geass ulan bu! Kapakta bile Lancelot çakması bir "mecha" var (gerçi iki "mecha" birbirinden tam olarak ne kadar farklı görünebilir, o da ayrı bir konu).

Bir çevirmen bir animenin bir bölümünü çevirip sonuna da "Yorum yaparken haddinizi bilin." yazmış. Ulan! Bir-iki haftalık bir gecikme değil ki aq bu, ta geçen sezonun animesini yeni çevirip bir de ne artistlik yapıyorsun? Ben hangi çevirmene saygı duyup hangisine duymayacağımı çok iyi bilirim. Mesela aylarca bölüm atmayıp sonra kendi çevirene laga luga yapan PuzzleFansub'a katiyen saygı duymam. Bu arada bu yamuk hassas noktam, devamlı bahsini açıyorum da kişisel değil, yani kısmen kişisel de bana yapılan bir olay değil. Neden hassas noktam olduğuna gelince: Facebook arkadaş listemde kendisi (yüz yüze tanışmıyoruz ama adam hakkında yüz yüze tanıdığım çoğu kişiden daha fazla ayrıntı biliyorum, "sosyal medya asosyal yapıyor" diyenlere gelsin) ve anime zevki hakkında düşüncem şu: "İyi dediğine itimat ederim ama kötü dediğine itimat etmem." İyi deyip de sevmediğim herhangi bir seri olmadı ama kötü dediği halde sevdiğim çok seri oldu. Öte yandan, saygımı kelimelere döksem divan şairine dönüşeceğim çevirmenler var: Tayg-hen Fansub'dan Tayg-Hen, Epiknovel'den Clumsy, MangaHanta'dan abc1234 ve Türkçe Light Novels'den Fatoshime. Bu çevirmenlerin ortak özelliği nedir, biliyor musunuz? Okuyucuya/izleyiciye saygılıdırlar, öyle laga luga yapmazlar. Bölüm atmama ihtimallerini önceden belirtir, beklenmedik bir şey çıkıp bölüm atamadıkları zaman da "Haddinizi bilin!" gibi laflarla aba altından sopa göstermek yerine doğru düzgün açıklama yaparlar, işlerini doğru düzgün yaparlar, "Gönüllü yapıyoruz biz bu işi!" diye çemkirmezler; mesela Türkçe Light Novels'in You-Zitsu çevirisi insana sanki o seri çevrilmemiş de zaten başından beri Türkçe yazılmış gibi hissettirirken -ki bu iyi çevirinin en önemli özelliğidir, değilse de olmalıdır- MangaHanta'nın Kaguya-sama çevirisi bütün kelime esprilerini -ki Gintama'dan fazla kelime esprisi var Kaguya-sama'nın mangasında, animede çoğunu yediler- anlayabilmenizi sağlar ama bunu Japonca kelime esprilerini Türkçe kelime esprilerine dönüştürerek yapmaz ki çeviriden anlamayanlar buna karşı gelse de o türden dönüştürmeler de gayet iyi çevirinin göstergesidir. Mesela "it's raining cats and dogs" ifadesini "kedi köpek yağıyor" diye çevirmenin tam olarak ne anlamı var? Sağanak, bardaktan boşalırcasına (ki o beğenmediğiniz Translate bile bu ifadeyi "kedi köpek yağıyor" diye değil "bardaktan boşalırcasına yağıyor" diye çeviriyor) vs. demeniz lazım ki konu anlaşılsın. Mesela aynısı "when the fish come to the poplar" diye bir cümle kurmakta da var, bunu "balık kavağa çıkınca"yı aşağı yukarı karşılayacak bir İngilizce deyimle (örn. "on the Greek calends") değiştirmeniz lazım ki yaptığınız bir boka benzesin. Hele Türkçede adı (tamam, adlarından biri diyelim) Trabzon hurması olan şeyin doğru adını yazınca "Ne Trabzon'u yeaaa?" diyen cahilleri çevirmen yaparsanız böyle olur. Yeri gelmişken, "roe"yu "karaca" diye çeviren çevirmenlerden de yıldım. Lan suşinin içinde karacanın ne işi var aq, havyar demek o ("Peki ya cavier?" diyecekler şuradan).

20 Kasım 2021 Cumartesi

Durum Raporu: Çin Atasözü, Bıçakçılıkta Önce Namlu Yapımı, Topkapı'da Sergilenemeyenler, Türkanime'ye Sövüş

Geçen yazıyı tekrar okurken (manyağım ben çünkü; yayınladıktan sonra da birkaç kez okurum. Onca tekrar kontrole karşın hâlâ az sonra bahsedeceğim gibi hatalar yaptığım için de bunu yapmakta ziyadesiyle haklı olduğumu düşünüyorum) birleşik kelimeler kısmında "biri ya da diğeri" diye bir laf etmişim. "Biri ya da diğeri" ne aq, "biri ya da her ikisi de" olacak o.

Gerçi artık pek göremiyoruz ama bizim halkın Çinlilere atasözü, şairlere aforizma konusunda bu denli güvenmesi bitiriyor beni. Herif "Bu ne aq Çin malı" diye yarım saat sövdükten sonra konuyu "Bir Çin atasözü der ki..." diye bağlıyor. Çinlilerin öyle bir atasözü var mı? Meçhul. Bakın, gidin saçma sapan bir söz yazın ("Sevmek, sevmekse eğer... Sevmek, sevmemektir."), sonra altına yapıştırın "Bir Çin atasözü" ifadesini veya ünlü bir şairin/yazarın (tercihen Can Yücel, ne çekti be adam; öldü, hâlâ kurtulamadı) adını, kimse "Ne diyor bu aq salağı?" diye sormayacak, herkes "Heee, anladııııım..." (Usta bizim Cemler iki oldu! [bkz. Ünlüye adıyla hitap etme tribi]) diye tepki verecek. Gerçi ne zamandır görmedim bu olayı, belki artık iş yapmıyor olabilir. Hayır ayrıca bu ifade de garip, "Bir Türkiye atasözü", "Hindistan atasözü", "Yunanistan atasözü" falan diyor musun sen arkadaşım? Çinli atasözü olacak o.

Şimdi, kılıç bıçak yapılırken şöyle bir usul vardır: Önce namlu* yapılır, bilenir, sonra kabza ve balçak vs. takılır. Bu yalmanlı kılıç yaparken de böyledir, yatağan yaparken de katana yaparken de meç yaparken de uzun kılıç*** yaparken de. Ben uzunca bir süre bunun bir çeşit intikam yöntemi olduğunu düşündüm: "Ben burada demiri eriteyim, koca çeliği döveyim; sen orada bir ahşap oy (kabza işi bu kadar basit değil de namluyu dövenin bakış açısından esas işi yapan o) sonra kazancıma ortak çık (Avrupa'da işler nasıl bilmesem de Türk ve Japon kılıçlarında namluyu döven, kabzayı oyan, birleştiren hatta bilemeyi yapan kişiler genelde farklıdır. Mesela Fatih kılıç kını yapmak gibi bir hobiye sahipti ama kabza yapmaz veya kılıç dövmezdi. Türk ve Japon kılıçlarında böyle olduğu için Asya kılıçlarında genel olarak böyle olduğunu varsayıyorum.)" şeklinde bir düşünceyle "Al, kes elini de gör gününü." biçiminde bir intikam yöntemi. Sonra geçen bir fırsat oldu, bir hançer dövdüm (Ekmek bıçağını hançere çevirdim diyelim, daha doğrusu ekmek bıçağının namlusunu hançer namlusuna. Ne çektim be arkadaş... Kalitesiz normal çeliği Hint çeliğine [aşağıda üç yıldızlı notun makalesinde ayrıntılı bilgi var bu konuda, yormayın beni] çevirmek eğer çeliği eritebilecek fırının yoksa ne kadar zor senin haberin var mı? İstediğim kadar eğri olmadı ama o kısmen benim salaklığımdan kaynaklandı, her halükârda şu an kabzası ve kını [bir de bileyi] için bekleyen bir Hint çeliği hançer var elimde.); işte o zaman aydınlandım neden böyle olduğu konusunda. Lan namluyu bilemeden kabzayı ya da balçağı yapmak mümkün değil ki. Kabzayı ve balçağı taktıktan sonra bilemekse mümkün ama çok zor, netice itibariyle en mantıklı yöntem önce namluyu bileyip kabza ve balçağı ona göre tasarlayıp takmak.

*Keskin, demir kısım. Türkçede "timur" ve "demren" de denir. "Temren" değil, oklarda ve mızraklarda oluyor o; gerçi bir zamanlar aynılarmış, belli. Zaten üçü de "témïr" yani "demir, metal**" kökünden geliyor. Bu arada bu "témïr"i te'mir, te-myir, te mûir, tehmir, te-e-mhyîğr... gibi biçimlerde günümüz Türkiye Türkçesi alfabesine çevirebiliriz; gördüğünüz gibi çevirmeyip É ve Ï seslerini öğrensek daha mantıklı bir iş yaparız. Hadi acıdım, onu da ben söyleyeyim: É kısa ve kapalı ama Ə veya Ä seslerine pek de benzemeyen, kısa olmasına rağmen keskin ve hafiften, belli belirsiz İ'ye kayan (Ə ve Ä'den en büyük farkı da bu zaten) bir E sesi, mesela bugün "yaban eller" derken olduğu gibi aslına yakın bir formunu da hâlâ kullandığımız ama genel anlamda "il" biçimine (il sınırı, ilçe vs.) dönüşmüş kelimenin aslı "él", organ/uzuv olanın aslı da "əl", daha da eski, Batı Oğuzca öncesi (Ə sesi komple Batı'daki Türk dillerine ait bir ses zaten) bir formuysa "äl". Ï de belli belirsiz bir Y sesiyle birleşik, İ ile I arasında bir ses, Î'den farkı sündürülmemesi; mesela Türkçesinde Türkçesinde "yıl" olarak söylediğimiz sözün aslı "ïl", Azerice "il", Kazakça "jıl" (dümdüz, Türkiye Türkçesindeki J ile aynı şekilde sesletiliyor; C'ye falan kaymayın hiç) biçiminde; ortalamasını alın işte bunların.

**Bir önceki yazıda hem genel hem özel anlamlı sözlerden bahsetmiştim, Türkçede onlardan biri de "demir". Hem özel olarak Fe sembollü element anlamında hem de genel olarak metal anlamında kullanılıyor, Çincede de altın anlamına gelen ve Çince yazılışını hatırlasam da Pinyin yazılışını, haliyle okunuşunu unuttuğum kelime aynı şekilde hem altın hem de metal anlamına geliyor. Aynı harfin (evet, tek harfle yazılıyor) Japonca okunuşu "kin" ama Japoncada da durum bu mu bilmiyorum, yani altın aynı zamanda genel anlamda metal olarak kullanılmıyor olabilir Çincenin aksine. Yoksa temren veya demren/timur (bu da Türkiye Türkçesinde demren anlamındayken başka Türk dillerinde direkt demir, çelik, metal gibi anlamlara gelmekte)/namlu genelde demirden değil çelikten yapılır; tunçtan, bakırdan vs. de yapılabilir ama kökü "demir", yani "metal". Metal olmayan ok uçları için de günümüzde okçular "temren" diyor ama aslında Türkçede onlar, özellikle de kemikten yapılanlar, için ayrı bir ifade var: "soya" (fasulye olanla ilgisi yok ki soya fasulyenin de bildiğimiz fasulyeyle pek bir ilgisi yok zaten).

***Bu arada bence bunun birleşik yazılması lazım. Uzun olan herhangi bir kılıç değil ki ulan, standardı 100 cm'lik, sapma payıyla beraber 90 (hadi 80 diyelim, sizin istediğiniz olsun)-120 cm Avrupa tipi, çok ince olmasa da kesinlikle kalın olmayan düz kılıcın adı ki "düz kılıç****, Avrupa kılıcı" dediğimizde aklımızda (en azından bu işlerden az buçuk çakanların aklında) canlanan kılıç işte. Kalın olanlar ASOIAF kitaplarında "büyük kılıç" diye çevrilmiş "greatsword"lar ile birebir çevirisi "geniş kılıç" olan "broadword"lardır, bir de Türkçeye melez kılıç veya piç kılıç diye çevrilen, hatta "bir buçuk elli kılıç" gibi gudik bir çevirisi de olan "bastard sword"lar var ama onları geçiyorum. Bu arada Topkapı'da müthiş bir Macar "greatsword"u vardır, hâlâ aklımda; aha burada, ortadaki (Bu arada bu yazıdaki görsel linkleri buradan itibaren çığırından çıkacak, dolayısıyla "Uğraştırma beni" diyenler için en alta görsel listesi yaptım) ama görselden ne kadar heybetli ve devasa olduğu pek belli olmuyor, Fatih'in kılıcında da aynı sorun vardır misal, görsellerde standart bir erken Osmanlı kılıcı gibi dursa da (en azından ben gidip görene dek öyle olduğunu varsaymıştım) inanılmaz ihtişamlı ve devasa bir kılıçtır (e boru değil tabii, tören kılıcı; ama bahsettiğim Macar kılıcı pek süslü vs. olmadığına göre o direkt savaş kılıcıydı muhtemelen), gidip yerinde görmek lazım bunları.

****Aslında ironik olan şu ki biz Türkiye vatandaşlarının "düz kılıç" deyince aklına benim Arap palası demeyi tercih ettiğim ama Türkler de dahil olmak üzere coğrafyadaki neredeyse bütün halklar tarafından kullanılmış ve diğer dillerin durumunu bilmesem de ne Türkçede ne Arapçada ayrı bir adı olmayıp dümdüz "düz kılıç, doğru kılıç" denen ucu küt, kuyruğu (sapı, kabzası) genellikle kıvrık şu kılıçların veya düz namlulu şemşirlerin gelmesi gerek. Düz namlulu şemşirde de tuhaf bir durum var aslında, şöyle ki: Şemşir, Türkçede Pers/İran süvari kılıcına verilen isimdir ki mucitleri ve esas kullanıcıları Soğdlar olduğundan aslında skorun İran değil Tacikistan'ın hanesine yazılması gerekir. Dolayısıyla düz namlulu şemşir olmaz aslında; ama Farsçada şemşir, doğrudan doğruya "kılıç" demektir (Bu kısım biraz karışık, şimdi şemşirin eğriliğine vurgu yapan yan anlamlar, ek etimolojik teoriler vs. gibi kısımlara girersem uzun sürer ama temelde böyle.) ve düz İran kılıcına da -ki İrani/Farisi kılıçlar başta düzdü zaten, Türkçede şemşir denen kılıç Soğdlar tarafından Türk kılıcından modellenmiştir ki Soğdların neredeyse her şeyi Türk kökenlidir zaten- şemşir denir, eğri Pers kılıcına da. Batılılar için de Türkçe böyle aslında: Biz kılıç derken her türden kılıcı kastediyoruz, hatta bazen aslında kılıç olmayan fazla uzun bıçaklara, kamalara vs. bile kılıç diyebiliyoruz ama "kılıç" kelimesinin Avrupai hale getirilmişi olan "kilij" sadece yalmanlı kılıçlar için kullanılıyor Batılılar tarafından. Biz açıklamak için Türk kılıcı, yalmanlı kılıç, (doğru bir tabir olmasa da) Osmanlı kılıcı gibi ifadelerle söz öbeği kuruyoruz. Aynısı Farsçanın şemşirinde ve Japoncanın katanasında (Japonca hele iyice beter bu konuda, düz kılıç, Avrupa kılıcı ya da dışarlıklı herhangi bir kılıç için "ken" diyorlar ama o da aslında "jian" benzeri düz bir Japon kılıcının adı, hele "yaiba" diye bir ifade var ki dümdüz "delici/kesici alet" diye bile çevirebilirsin ama ekmek bıçağına der misin demez misin meçhul [Benim için meçhul, o kadar Japoncam yok benim.].) falan da var işte. Bu arada Osmanlı kılıcı tanımı niye doğru değil? Çünkü yalmanlı kılıç dediğin ta Hunlardan beri var (misal bakınız, Attila'nın kılıcındaki namluyla yekpare ve namlunun neredeyse yarısı uzunluğundaki yalman açıkça belli oluyor), ayrıca Osmanlı dışında bunu Safeviler de kullandı, Babürşahlar da kullandı, her ne kadar zaman içinde Kafkas eğri kılıçlarına (şaşka) benzeyen (Memlüklerde Türklerden sonraki en büyük yönetici ahali Kafkaslardı ki Kıpçak hanedanın soyu tükenince Çerkez bir hanedan başa geçti, muhtemelen bununla ilintili), kendine özgü bir formu olan bir kılıca (Bak bu da Memlük yalmanlı kılıcı [soldaki Memlük, sağdaki Osmanlı], 16. yy.  [görselin asıl kaynağı]) sahip oldularsa da Memlükler de... Geç Osmanlı, erken Osmanlı, Osmanlı subay kılıcı vs. doğru tabirler bak çünkü belli bir genel tipi belirtiyorlar. Örneğin erken Osmanlı kılıcının şekli şemali gayet nettir: Namlu geniştir ve eğriliği azdır, kabza topuzu olmayıp sapta hafif bir kıvrıklık vardır, yalman namlunun 1/4'i boyutta, kocaman ve dışbükeydir vs... Ayrıntılı bilgi için Harp Tarihi Dergisi, Sayı 2'de yayınlanmış Batuhan YILDIZ imzalı "Hunlardan Osmanlı Dönemine: Türk (Eğri) Kılıcının Gelişim Süreci" makalesinde ta Hun kamasından Osmanlı subay kılıcına dek Türk kılıcının tarihsel gelişimini ve çeliğini, suyunu vs. görebilirsiniz. Görsel de var. Bu arada bence bu yazının İskit kılıcından/kamasından başlatılması gerekiyordu, "kilij" olsun, şemşir olsun, ki makalede şemşir ile Türk kılıcı arasında tam olarak hangi farkların olduğu da var, dao (Çin palası. Bunu böyle tanımlayan kimseyi göremezsiniz bak ama daoyu en iyi betimleyen ve dahi tanımlayan ifade Çin palasıdır. Gerçi birkaç kez çevirilerde daonun pala diye çevrildiğini gördüm ama sadece o kadar.) olsun bütün Orta Asya kılıçlarının (Evet, dao Orta Asya kılıcıdır; kullanım coğrafyasını ve tarihçesini araştırın neden böyle dediğimi anlarsınız.) kökeni fazlaca büyük bir üçgen kama olan İskit kılıcı sonuçta. Yalnız bu makale yazıldıktan sonra bir değişim oldu: O zamanlar Osmanlı döneminden kalma en eski kılıçlar Fatih'e ait olanlardı (görselin asıl kaynağı) ama sonra Abdullah Mihalgazi'nin kılıcının da müzelerde bulunduğu ortaya çıktı. Aslında Osman Bey'e vs. isnat edilen kılıçlar halihazırda vardı ama onlar Türk kılıcı formunda olmayan ve büyük ihtimalle hediye, yağma gibi yollarla ele geçirilmiş kılıçlardı, mesela şu kılıcın aslen Hz. Osman'ın kılıcı olup sonradan Osman Bey'e geçtiği yaygın bir anlatıdır; böylece bu kılıç (Köse Mihal'in kılıcı) erken Osmanlı kılıcının bilinen en eski formu haline geldi artık. Ama Osmanlı kılıcı çok değişken bir şey, "Osmanlı yalmanlı kılıcı" dediğinde bile bunun dönemsel olarak bambaşka üç tipi var; bunun bir de daha çatal ağızlı kılıcı (çatallı kılıç ya da Zülfikar pala değil; bu arada bu Zülfikar palaların sadece Babürlülerde kullanıldığını sanıyordum ben ama Osmanlı'da da varmış, ayrıca bu ortadan kanat gibi ayrıklara da klasik çatallı kılıçlar gibi Zülfikar denilebiliyormuş), palası (bildiğimiz pala, yalmanlı pala/Osmanlı palası/Türk palası/eğri pala), yatağanı, burmalı kılıcı (düz burmalı kılıç, eğri burmalı kılıç [sağda, ekrana yakın yerde]), meçi, hatta şu yukarıda dediğim Arap palaları ve üstüne suredir, duadır, şiirdir kazınmış/yazılmış Avrupa kılıçları (ganimet ve yağma yoluyla elde edilip kullanılmış, kılıç bu, boru değil) falan da var; eh, ayrıca Osmanlı'dan önce de vardı o tür kılıçlar ve dediğim gibi Osmanlı ile aynı/yakın dönemde ortak özellikleri Türk olmak olan başkaları da kullandı yani her halükârda hatalı bir ifade. Zaten Osmanlı'da geç dönemde, bilhassa Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra Türk kılıcı neredeyse kalmamış durumda, Osmanlı subay kılıçları bütünüyle Avrupa süvari kılıçları olan "saber"lar temel alınarak yapılan şeyler.

Yeri gelmişken, Topkapı'da inanılmaz derecede yer yokluğundan sergilenemeyen eser varmış ki gidip gördüm, hakikatten yer yok Topkapı'da. Depo müze falan bir haber vardı, uzmanlar zayiat olması kesin deseler de -hele restorasyon adı altında tarihî binaların ırzına geçildiği şu devirde- yine de durduğu yerde çürümelerinden iyidir diye düşünüyorum. Mesela şu yukarıdaki linkini verdiğim kılıçlardan bazılarını hiç görmedim ben Topkapı'da, ki kılıçların olduğu yerde geçirdiğim vakit geri kalan yerlerde geçirdiğimin iki katı falan, öyle eserler depoda çürütülür mü lan? Yine de gerçekten yer yok, sıkış tepiş, sergiye açık bir depo görünümü olmadan daha fazla kılıç, bıçak, yay, tüfek falan sığmaz oraya.

Türkanime iyice yarak gibi oldu he. Seriler çevrilmez, bir açıklama yapılmadan yarım bırakılır... Tepe aşağı düşüyor. Bütün o izlenmişler, izlenecekler, yarımlar vs. listesini firesiz, olduğu gibi başka bir siteye taşıyabilsem zerrece durmam Türkanime'de. Zaten saçma sapan ban kuralları getirdiğinden beri çöp olmuştu, gitgide daha da çöp oluyor. Sırf koskoca liste var diye katlanıyorum, yoksa çekilecek dert değil. Bundan böyle TRAnimeİzle'den başkası yalan, şu listeyi taşımanın bir yolu olsa dakika durmam Türkanime'de. Türk anime kitlesi zaten çöp, Türkanime de bu çöplüğün ağası gibi oldu iyice. Yeter ulan. Eskiden başka pek seçenek de yoktu Anizm dışında bu diğer seçeneklerden doğru düzgün olan da yoktu ama artık yeter, yıldık be. Ben bu listeyi elle taşımayı çekemeyecek olmasam vallahi anında uçarım TRAnimeİzle'ye. TRAnimeİzleciyim bundan böyle, yeter lan.

Bu arada bu yazı epeydir sadece son kontrollerini yapıp yayınlamak için bekliyor ama malum haber hâlâ tazeyken bu denli kılıç-bıçak muhabbeti yapılan bir yazıyı yayınlamanın etik olmadığını düşündüm, dolayısıyla şimdiye dek bekledi.

Topkapı'daki Macar "greatsword"ları (Esas önemli olan ortadaki, 3 metre lan):


Arap palası dediğim model:













Düz namlulu şemşir (Görsel kaynağı):


Normal (eğri) şemşir:



"Jian" (Çin düz kılıcı):


Ken (Japon düz kılıcı):

Attila'nın kılıcı, nam-ı diğer Mars kılıcı, Hadúr (Macar Şamanizminde savaş tanrısı ve orduların başı olan ruh, Türklerde aşağı yukarı Kızagan Han'a denk geliyor.) kılıcı, Tanrı kılıcı:


Şaşka ve Kafkas kamaları:


Şaşka benzeri Memlük kılıcı (Hun kılıcını da andırıyor gördüğünüz üzere):


16. yy. Memlük (sağda) ve Osmanlı (solda) yalmanlı kılıçları (Görsel kaynağı):


Osmanlı subay kılıcı (En sevmediğim eğri kılıç tipidir ayrıca; çünkü Türk kılıcı desen Türk kılıcı değil, Avrupa süvari kılıcı desen o da değil...):


Dao yani Çin palası:




İskit kaması:


Fatih'in kılıçları (Meşhur tören kılıcı bunlar arasında yok, en üstteki benziyor ama aynı kılıç değil; görsel kaynağı da baş başa olan Memlük-Osmanlı yalmanlıları ile aynı.):


Abdullah Mihalgazi'nin kılıcı:


Hem Hz. Osman'a hem Osman Bey'e isnat edilen kılıç:


Çatal ağızlı kılıç (Görsel kaynağı)


Çatallı kılıç:


Osmanlı Zülfikar palası (Görsel kaynağı):


Babürlü Zülfikar kılıcı:


Pala (Görsel kaynağı):


Eğri pala: (Görsel kaynağı):


Düz burmalı kılıç:


Eğri burmalı kılıç (Sağda, ekrana yakın yerde):


Hazır yeri gelmişken şu görseli de koyayım zira daha önce canım çıkana kadar arayıp tekrar bulamadığım bir görsel kendisi (bu seferki Fatih'in meşhur tören kılıcı bak):


Meç:


Bu da "rapier", şu iki kılıcın farklı şeyler olduğunu öğrenin artık; ha "rapier"e Fransız/Avrupa/Batı meçi veya meçe Osmanlı "rapier"i diyebilirsiniz elbette ve meç haliyle Batı menşeli, kökeni "rapier" ile aynı olan bir kılıçtır -hatta hem İngilizce "rapier"ın hem Türkçe "meç"in geniş anlamıyla ne kastedildiği çok da belli olmuyor bazen- ama farklı kılıçlardır. Misal şurada ayrıntılı bir konuşma dönmüş bu konu hakkında (Kanuni'ye ait müthiş bir meç görseli de var).