Geçen yazıdaki Yen'dir, Yuan'dır, Ruble'dir şeylerine bir ekleme yapacağım. Neden? Çünkü şimdi aklıma geldi. "Tarım ülkesi olarak buğday ithal etmek"le de ilgili bu. Eğer kendi kendinize yetecek, hatta artacak kadar tarımsal üretim yaparsanız dolar 100 lira da olsa halkınızı besleyebilirsiniz (Danimarka bunu sırf balıkçılıkla sağlıyor mesela), eğer sadece veya çoğunlukla sizde bulunan ve bütün dünyanın sizin de içinde bulunduğunuz bir avuç tedarikçiye mahkum olduğu bir ürün varsa doların fazla olması işinize bile gelir çünkü ülkeye daha çok yerel para girecek (Rusya'nın doğalgazı var, bir örnek olarak), eğer hayvani bir sanayiniz varsa ve teknolojik olarak hemen hemen her boku üretebiliyorsanız yine doların fazla olması işinize bile gelir çünkü sürümden kazandığınız için ucuza satarsınız (G. Kore ekonomisini Samsung ayakta tutuyor örneğin ve Samsung bir telefon markası değildir, daha önce de söyledim: Kore ordusuna savaş gemisi üretiyor lan bu firma? Yeri gelmişken, Uzakdoğu ülkeleri "aman dolar çok fazla oynamasın da ekonominin ebesine atlanmasın" diye boyuna dolar alış verişi [evet, hem alıp hem satıyorlar] yapıyor.). Eğer gelirinizin tamamını ya da çok büyük kısmını turizmden elde ediyorsanız bir ihtimal sürümden kazanabilirsiniz. Peki... Eğer sanayiniz can çekişiyorsa (ve parçalarla hammaddeleri illaki ithal etmek durumundaysanız), sırf turist gelsin diye vatandaşınıza sokak köpeği muamelesi yapıyorsanız ("Ben aşılıyım" diye maske takılan vatandaş başka nerede var Allah aşkına, IŞİD bile yapmıyor millete şu muameleyi ya!), tarımınız öldüyse ve kendinize özgü, yurtdışında kapışılacak, para edecek bir şeyleriniz yoksa (Tarım ölmeseydi Taşköprü sarımsağı, Edremit zeytinyağı*, Zonguldak kestane balı [keh keh keh], Şirince şarabı, Van otlu peyniri, soslu Hatay dürüm [Ne?] falan vardı ama işte tarım öldü... Bu arada bor sayılmaz, mevcut durumda anca deterjan yapmaya yarıyor. Bir hidrojen yakıtlı arabadır, uçaktır falan yapıp yurtdışına satarsan anca o zaman bor o ta internet ülkeye geldiğinden beri "Şöyle zengin, böyle yararlı..." diye kafamızı siken potansiyelini gösterebilir.) doların fırlaması sizi Çin ya da Rusya yapmaz, ki Çin ya da Rusya olmak iyi bir şey de değildir zaten, Çin'de "A" demesi gerekirken dili sürçüp "E" diyeni sorgusuz sualsiz vuruyorlar lan (e onlar da haklı, tonlamayı azıcık değiştirince övgü hakarete dövüşebiliyor Çince dediğin karmaşada)? Rusların da %99'u ayık gezmiyor (içki bu kadar pahalı olmasa bizim milletin de yarıdan fazlası ayık gezmez). Kore ya da Japonya da yapmaz ki Kore olmanın da o kadar iyi bir şey olmadığını The Parasyte ve/veya Squid Game izleyerek görebilirsiniz. Bu şartlarda doların pahalı olması sizi neresi yapar peki? Suriye yapar (Bu arada Suriye lirası 2,5 dolarmış. Evet, iki buçuk.), Arnavutluk yapar (Lek 107 dolar lan, oha), Venezuela yapar, Kenya yapar, Afganistan yapar.
*Ülkede inanılmaz derece zeytin (ve yağı) potansiyeli var. Mesela Kilis'in zeytincilik açısından inanılmaz verimli bir yer olduğunu muhtemelen Kilislilerin bile çoğu bilmiyordur. Oleoturizm (zeytin, zeytinyağı ve zeytincilik turizmi; agroturizm yani tarım turizminin bir çeşidi kabul ediliyor, agroturizm de ekoturizm yani doğa turizmi içinde sınıflandırılıyor) konusunda tez hazırladım lan ben, gerçi ödevdi o ama bilimsel makale sonuç olarak (yayınlasam yayınlarım, bütün kurallara uygun); zeytine yüklenip önem verseydik hiç olmazsa bir İtalya olabilirdik. Makarnaya da alışkınız zaten, hem Avrupa'da "domates kesimi"ndeyiz; Akdeniz ülkesi muhabbeti de yıllardır sürüyor. Eğer yüzümüzü illaki Avrupa'ya döneceksek -ki ben hâlâ Asya'nın gelişmiş ülkelerini (tabii "gelişmiş" derken petrol zengini ülkeleri falan kastetmiyorum) model almamız gerektiğini düşünüyorum- bunun için İngiltere, Fransa falan gibi ne kültürel ne tarihsel ne yapısal olarak hiçbir benzerliğimizin olmadığı ülkeler veya ABD falan yerine Roma'nın varisi Akdeniz ülkesi İtalya'yı, olmadı İskandinav ülkelerini (Bu heriflerin ataları Viking değil mi aq? Avcı-savaşçı, yağmacı-tüccar göçebe toplum işte. Türklerden tek farkları biz bozkırda geziyorduk, onlar denizde. Zaten Kron ile TL alım gücü olarak olmasa da sayısal değer bazında çok da farklı değil.) temel almalıyız. Gerçi onun yerine gidip "Zeytin mi daha önemli tesis mi?" gibi laflar ettik.
Hataraku Mao-sama'nın ikinci sezonu geliyormuş lan... Yuh, kaç yıl oldu. Ben o zaman NGNL ikinci sezonu bekler, umarım arkadaşım; kaç yıl oldu lan insafsızlar. "Türkiye simülasyonu" diye dalga geçtiğimiz, adını unuttuğum bir isekai vardı, "gerçekçi kahraman" falan, onun da hiç beklemediğim halde 2. sezonu geliyor. İzleyecek miyim? Evet. Gelmese de olur muydu? Yine evet. Peki neden izleyeceğim? İsekai çünkü; boru değil.
"Telefonunu çıkar" argümanı da ayrı bir acayip. Biz interneti olmayan kişinin "zorunlu" olan eğitimi alamadığı 1,5 yılı bu adamlarla birlikte yaşamadık mı lan? Günümüzde internete bağlanan bir telefonunuz varsa neredeyse her şeyi yapabilirsiniz: Para veya kredi çekebilir, alım satım yapabilir, fotoğraf çekebilir, dil öğrenebilir veya herhangi bir şeyi araştırabilir, yazı yazabilir, doktordan randevu alabilir, hatta iş kurabilirsiniz. Eğer kaybolursanız bulunabilirsiniz veya bir kaybı bulursanız polisi arayabilirsiniz. Telefon dediğin şey günümüzde ev veya ayakkabıdan çok da farklı değil. Madem telefon lüks, ev de lüks ulan o zaman; git mağarada, çadırda falan yaşa. O değil de yarın bir gün bir sokak röportajında kiralardan, ev fiyatlarından vs. şikayet eden birine böyle bir laf edene telif davası açıp donuna kadar alırım, haberi olsun. Aha da buraya yazıyorum. Görür ondan sonra ne lüksmüş ne ihtiyaçmış. Hayır bir de velev ki ben zenginim, param var cebimde iki farklı markadan son model telefonla geziyorum; bu benim ekonomiden şikayetçi olamayacağım anlamına gelmez ki. Hatta tam aksine ekonomiden asıl şikayetçi olan/olması gereken zenginlerdir (dolar/Euro zengini değillerse tabii), fakirin ekonomi iyi olunca da parası yok zaten; alım gücünün düşüklüğü parası olanı daha çok etkiliyor. Ulan Cem Yılmaz'ın "Simitçinin cebinde iki Blackberry gördüm." dediği zamanlardan (Fundamentals) buralara nasıl geldik onu da çok merak ediyorum ha.
O değil de Oğuzhan Uğur kadar kariyerini linç üzerine kurmuş bir insan daha yok ya. Lan adam solcudan "Kes lan faşist" diye, sağcıdan "Sus lan anarşist" diye linç yiyor amk. Gülsem mi üzülsem mi bilemedim. Peki ben niye böyle saçma sapan bir şeyi düşünüp bir de yazıya dökme gereği duydum? Çünkü saat 08.47 ve dün gece uyumadım. Bir ara uyur gibi oldum, onda da hoparlörü kökleyince çok güzel ezan okuduğunu sanan müezzin tarafından uyandırıldım. Yok hayır bir de uzattıkça uzatıyor, lan bitir artık, sen okumayı bitirene kadar namaz vakti kaçıyor, aloooo? Bu müezzinin mıntıkasında ikindi namazı kılındığı vaki değildir. Neden mi? Herif ikindiyi okumayı bitirene kadar akşam ezanının vakti geliyor da ondan! Bu müezzinler arasında "En uzun ben okurum!", "En sesli ben okurum!" falan diye bir mücadele mi var nedir? Bu arada konu buraya nasıl geldi ya? Neyse.
Yıllar yılı bulaşık makinesi (ve tableti) üreticilerinin "bakterilerin öldüğü sıcaklığa da eliniz dayanmaz" diye bir geyiği vardır. Tamam, elde yıkamak su israf ediyor vs. ona katılıyorum, bana kalsa ben de elde yıkamam ama bu amk deterjanları ne halta yarıyor? Sadece koku ve parlaklık sağlıyorsa parfümle yıkayalım o zaman tabak çanağı? Etil alkole banalım, hem mikrobunu da kırar? 80 derece kolonyaya yatıralım, mis gibi, pasparlak olur? Ulan ayrıca, o zaman tek ve/veya az kişi için bulaşık makinesi üretip satın. Ben beş tabak yedi çatal için koskoca makineyi çalıştırdığımda elde yıkamaya kıyasla daha çok su israf oluyor? Ne yapayım, evde 150 tane tabak mı tutayım (ha tutarım ama şu an öyle bir imkanım yok, hangi açıdan anlarsanız anlayın)? E plastik tabak çatala düşsek... Biyoplastik (doğada çözünen -ama mikroplastiğe dönüşmeyen, gerçekten çözünen- bitkisel veya mikroorganizma kaynaklı plastik) daha yaygınlaşmadı, mesele "israf" ve "doğaya zarar" ise plastik kullanmak her halükarda daha çok zarar veriyor? Hatta konuyu ekonomiye, cebe taşıdığımızda bile sonuç değişmiyor? Hem bu sefer sadece su değil elektrik de işin içine giriyor? Ayrıca bu sular tesisata bağlı değil mi kardeşim, ucu nehre, denize falan çıkmıyor mu? Roma'dan kalma tesisatlar veya Osmanlı'dan kalma her daim akan çeşmeler gibi toprağa dökmüyoruz ki aq suyu? Ki o zaman da kaybolmuyor zaten. Su hakkında temel bir kural vardır: Eğer ortada kendi gezegenleri kuruduğu için dünyanın suyuna göz dikmiş uzaylılar falan yoksa su kaybolmaz. Kuraklık, suyun yokluğu değildir; "sıvı suyun yokluğu"dur (NASA o yüzden Ay'da, Mars'ta "su" değil "sıvı su" arıyor; yoksa Mars'ın kutupları buzla kaplı zaten). Su nem, buhar, buz (evet, kar ve buzla da kuraklık olur), kan, çamur, ıslaklık, idrar, nefes (bildiğin nefes, hani alıp verdiğimiz) olarak hâlâ oradadır ama kullanılabilir değildir. Bunu çözmenin yolu da doğanın yağmurlu, karlı, rüzgârlı döngüsüne -hani mahvettiğimiz, artık esamesi okunmayan döngüsüne- izin vermektir.
betmatik
YanıtlaSilkralbet
betpark
tipobet
slot siteleri
kibris bahis siteleri
poker siteleri
bonus veren siteler
mobil ödeme bahis
İS2CQ
mecidiyeköy
YanıtlaSilmaltepe
beşiktaş
alsancak
adana
XQC
شركة تسليك مجاري بالاحساء
YanıtlaSilشركة تسليك مجاري
مكافحة حشرات xUKdeapZK1
YanıtlaSil