Shinka no Mi'nin 11. bölüm yorumuna "boş bölüm" yazan insan var lan. Bu anime başından beri doluluk vadetmedi ki zaten, hep bomboş bir animeydi? Daha önceki bölümler çok mu doluydu da 11. bölümün boş olması sorun çıkardı? Dümdüz "beynini kapa, hunharca gül" animesi işte; dolu anime isteyen gitsin Evangelion izlesin. "Lan kardeşim dolu anime istedik, beynimiz kulağımızdan aksın istemedik" diyenler için Blue Period, "Azıcık fantastik olsun la, dolu dedik de..." diyenler için Ousama Ranking, "O da renk paleti gibi yav..." veya "Azıcık dedik la, komple fantastik önerdin?" diyenler için Kino no Tabi, "ya arkadaşım boş olmasın ama o kadar dolu da olmasın, yok mu şöyle beynimizi kapatmayacağımız ama kullanmaya da pek gerek duymayacağımız bir şeyler" diyenler için Super Cub, "Bunun biraz daha dolusu, daha iyisi yok mu; uykum geldi benim bunu izlerken?" diyenler için Yuru Camp, "gülerken düşünme" fetişistleri için Sayanora Zetsubou Sensei, "Yuru Camp gibi olsun ama bol bol gülelim" diyenler için de (siz de suyunu çıkardınız ama artık ha, bir bitmedi lan istekleriniz, yeter) Houkago Teibou Nisshi seçeneklerimiz var ki Eva abartıldığı kadar da "beyin eritici" bir seri değildir zaten, Monogatari serisi veya Higurashi falan çok daha karmaşık ve anlaşılmazdır (Higurashi bir sezonu "Bu ne aq?" bir sezonu "Bak şimdi şöyle oldu..." biçiminde ilerlettiği için aslında doğru sırayla ve düzgün bir şekilde izlerseniz rahatça anlarsınız bu arada). Eva'nın üstüne bu damganın yapışıp kalmasının sebebi Eva'yı anlamak için din ve mitoloji (özellikle erken Hristiyanlık), doğa bilimleri (özellikle evrimsel biyoloji) ve psikoloji bilmek gerekmesidir (dolu anime istiyorsanız önce kendinizin dolu olması gerekiyor haliyle). Ben mi? Ben "beynini kapa, hunharca gül" serilerini severim, günlük hayatta yeterince düşünüp gereğinden fazla dertleniyorum zaten; benim düşünmek için bir şeyler izlememe gerek yok. İlla bir materyale ihtiyaç duyarsam izlemektense okurum zaten. Benim direkt bir 15-20 dk. beynimi kullanmadan hunharca gülmem gerekiyor, baskı oluşuyor yoksa; yakıyoruz beyni. Buraya gelip depresif depresif, intiharın eşiğindeki birinin yazacağı türden şeyler yazıyorum sonra. Normalde düşünmüyorsanız düşündürücü seri, dolu seri vs. aramayın bu arada; pek fayda edeceğini sanmıyorum. Bak mesela normalde düşünmeyenlerin saçma sapan yorumlarıyla dolu o tür seriler de. Normalde de düşünüyor ama bir süre beyninizi kapatmaya ihtiyaç duymayacak kadar (yani dozunda, evet "az" değil dozunda zira ben gereğinden fazla düşünüyorum ve bundan pek de memnun olduğum söylenemez; kendi kendimin beynini yakmışlığım, kendi kendime Sokrates'in savunmasından hallice savunma vermişliğim/verdirmişliğim var ulan) düşünüyorsanız anca o zaman fayda eder.
Stardew Valley oynuyorum şu aralar, bayağı sarıyor. Oyun zaten hem güzel hem de ben bu tür "doğa" kategorili oyunların hastasıyım zaten (ARK Survival Evolved olsun, Minecraft olsun, dağda bayırda kamp yapıp avlandığınız simülasyonlar olsun...) ama muhtemelen insanlar ve hayat hakkındaki en eski "kaçış fantezi"min "dağ başına yerleşip çiftçilik yapmak" olmasının bu oyuna bu kadar bağlanmamda etkisi oldu. İnanılmaz sağlam oyun bu arada, lan bazı dizilerde filmlerde, hatta bazı kitaplarda olmayan kadar sağlam ve bağlantılı kurguplanı (kurguplan: edebiyat terimi olan "lore" için bulduğum karşılık) var oyunun; her şeye ve herkese arka plan hikâyesi yazılmış, "Bu da oluversin." diye eklenip sonra bırakılan hiçbir şey yok. Bir de kasaba halkı NPC'den öte, tamam zevkleri, davranışları vs. de sinematikler falan var, hani "bak bunların senin bilmediğin/görmediğin bir hayatı da var" algısını çok iyi kurmuşlar. Mesela başkan Lewis'in "uğurlu don"unu bulduğumuz yer hjhadgjakdsö... Çok güzel oyun lan, Warband'ın NPC'leri bu kadar kişilik gösteremiyor mesela. Niye Warband'dan örnek verdim? Çünkü kendisi de "dünyayı ele geçirme ama bunu at ve kılıç (İng. Mount & Blade) çağında yapma" fantezim için mükemmel olduğundan en sevdiğim oyunlardan biridir. Bak mesela Stardew Valley'de olayın geçtiği çiftliğin bütün bir adresi de var: Pelikan Kasabası, Zuzu Şehri (e, kasaba şehre bağlı haliyle), Yıldızçiyi Vadisi (eyalet ya da bölge gibi bir şey olsa gerek; gerçi Zuzu mu Yıldızçiyi'ne bağlı Yıldızçiyi mi Zuzu'ya onu tam anlamadım), Ferngill (Bunu niye Türkçeye çevirmemişler anlamadım, Yıldızçiyi'ni de Stardew diye bıraksaydınız o zaman? Bu arada azıcık baktım, tam nasıl çevrileceğine karar veremeyip öylece bırakmışlar gibi duruyor "fern" ve "gill"e ayırıp "gill"in anlamlarına bakınca, "Eğreltialtı" veya "Eğreltideresi" falan diye çevrilebilir.) Cumhuriyeti. Lan oyunun evreninde TV ünlüsü var, magazin "Soslar Kraliçesi"ni sarımsak yerken görüntüledi diye sarımsak karaborsaya düşüyor, benden bir haftada yüz sarımsak üretip teslim etmemi istiyorlar (E ama oha artık, yedi günde yüz sarımsağı kıçımda mı yetiştireceğim lan?).
Bir süredir İznik'teyim. Bir süredir dediğim de işte bayağı sonbaharın başından beri buradayım, çini almaya üçüncü ayda çıkabildim o ayrı. Yalnız... İznik acayip bir yer. Bak şimdi, Bursa'ya bağlı burası. Ama değil. Yani kültürel olarak değil. İskenderci yok lan burada, ne Bursa'sı? Normalde, bildiğimiz, orijinal İskender zaten yok da iskender yapan herhangi bir yer de yok. Kestane şekeri falan da görmedim ama kestane kavuruyorlardı. Höşmerim var yalnız, o ilginç. Balıkesir dışında görmeyi beklemiyordum, bir ara deneyeceğim farklı mı diye. Bazen adı aynı olan şeyin tadı, içeriği, yapısı vs. bambaşka olabiliyor. Mesela Osmanlı'dan kalma çeşitli kayıtlar ve tarifler, içinde tahin, patlıcan gibi şeyler olan taratorlardan bahseder. Höşmerim özelinde, Balıkesir'in tatlısı dışında yöresinden emin olmasam da tuzlu, doğrudan yemek halinde, "keşkekvari" bir versiyonu da olduğunu bildiğimden İznik höşmerimi -ki İznik Müzesi'nde seyahatnamelerden alıntılar olan bir duvar var, orada böyle bir şeyden bahsediyordu yani İznik höşmerimi diye bir şey en azından bir zamanlar varmış- ayrıca ilgimi çekiyor. Onun dışında, Bozüyük bozası satılıyor burada ki müthiş bir şeydir. Harbiden bak, Vefa bozası gibi birkaç aşırı ünlü boza türünü (evet, bunlar marka değil tür) saymazsak Türkiye'nin herhangi bir yerinde içeceğiniz bozaya bin basar (Balıkesir'de güya Pazarcık bozası satılıyor ama gidip Bilecik'te içtiğiniz bir Pazarcık bozasıyla ilgisi yok). Bir de İtimat diye bir ayran (aslında süt ve süt ürünleri) markası var, bu marka benim için biraz ilginç bir konumda duruyor yalnız. Şöyle ki: Benim resmî olarak Bilecik'e bağlı ama Bursa'ya Bilecik merkezden, hatta kendi bağlı olduğu ilçenin merkezinden bile -hem coğrafi hem kültürel anlamda- daha yakın olan köyümde düğün, dernek, mevlit kurulunca genelde İtimat ayran verirler. Hah, bu İtimat ayranın merkezini gördüm burada; demek ki yakın çevreye buradan gidiyor. Sokakta Allah bilir hangi devirden kalmış sütunun ayaklığının yanından geçiyorsunuz falan... Bir iş için kırtasiyeye gitmem gerekti mesela, Çandarlı ailesinin -hani Fatih'in Çandarlı Halil Paşa'yı idam ettirerek Osmanlı devlet geleneği ve yapısındaki köklü yerine son verdiği aile, geç Osmanlı için Köprülü ailesi neyse erken Osmanlı için de Çandarlılar odur- ilk mensuplarının, vezirlik yapan ilk Çandarlı olan Çandarlı Kara Halil Paşa'nın (Buradaki ironiyi görüyor musunuz? Al sana "forshadowing", böyle bir şey tesadüf olabilir mi? Niye dinî kanala bağladım lan ben? Neyse...) ve -emin değilim, tekrar okumadım tabelayı- iki oğlunun mezarlarının yanından geçtim mesela. Yatır gibi kalmışlar kaldırımın kenarında. Her gün "Tarla sürerken lahit buldu." diye haber çıkıyor, öyle çok altlarda da değil yani; toprağı azıcık eşelesen tarihî eser buluyorsun. Helenistik dönemde kalma ok ucu aldım mesela buradaki bir antikacıdan, öyle bir ok ucuna göre bedava denilecek bir fiyata hem de (Sofistike zevklerim var, ne yapayım? Siz zahmet etmeyin, ben kendi suratıma iki üç tane patlattım bu cümleyi düşününce.). Gerçi Helenistik olduğundan (Aklıma da Özer Aydoğan'ın "Helenistik heykel" karikatürü geldi "Helenistik, Helenistik..." deyip durunca) satıcı da emin değildi ama biz de boş adam değiliz, Helenistik değil daha geç bir çağa ait olsa bile antik Yunan usulü olduğu kesin. Yalnız lahittir, ok ucudur falan buluyorsun da... Mimari anlayışı Roma döneminde bırakmasalarmış iyiymiş. Benim tuvalette sifon yok mesela. Üst kat elektrik faturasını ödemediğinde benimkini kesiyorlar falan... Mimari anlayışı Roma'dan birazcık daha ileri taşısanız olmaz mıydı acaba? Evim de çok acayip bir yerde ha. Bir tarafa gidince artık İznik Müzesi olarak kullanılan Nilüfer Hatun İmareti'ne (ilk görüşte kilise sanabilirsiniz) ve onun hemen karşısındaki şimdi kim olduğunu unuttuğum bir şeyhin yaptırdığı, içinde kendisinin türbesi de bulunan camiye; öbür tarafa gidince uzun zaman önce yıkıldığı halde yakın zamanda -aslına uygun mudur değil midir bilinmez- yeniden yaptırılmış bir cami ve orijinal camiyi yaptıran ile çocuklarının vs. sandukalarının bulunduğu bir yere varıyorsunuz. Yeniden yapılmış camiye giderken bir yana saparsanız A101'e, öbür yana saparsanız ŞOK ve BİM'e çıkıyorsunuz. Acayip bir yer yani. Ha bak mesela cantık da bir acayip. Bilmiyorum biliyor musunuz, "cantık" Bursa'nın bir hamur işi. Benim Bursa ile organik bağlarım olduğundan kimse bilmezken yemişliğim vardır ama şimdilerde çoğu kişi biliyor galiba, emin değilim. Pastane pizzası ile lahmacun arasında bir şey, ha tat olarak ikisiyle de alakası yok ama görünüş olarak öyle. Yalnız bu İznik cantığı Bursa cantığından tamamen farklı, belki bu daha aslına yakındır onu bilemiyorum tabii. Daha pidemsi buranın cantığı, bir de kıymalıdan başka seçenekler de var. Bayağı kaşarlı, karışık vs. yapabiliyorsunuz. Ha karışık demişken, İznik'in yolda tarihî sütunun yanından geçme imkanından sonra en sevdiğim yanı da karışık pidesi. Karışık pideye sucuk koyuyorlar burada, hamuru da incecik oluyor buradaki pidelerin; harbi müthiş bir şey.
Bu arada börtü böcekle mücadelem devam ediyor. Kafam kadar tespihböceklerinden sonra dün bir akrep gördüm evde, satıcının havan olduğunu iddia ettiği ama bildiğin Roma kadehi olan demirden bir şeyim var (bunu buradan almadım, zaten vardı), temizleyip sırlamak için bekletiyordum, hemen onu kapattım üstüne. Şimdi "Manyak mısın, niye öyle bir şey yaptın?" derseniz, iki sebepten: Birincisi, altına sert bir şey koyup lüks restoranlarda üstü kapaklı getirilen -o değil de dört yıl gastronomi okudum, şu şeyin adını bilmiyorum; bir bakayım şu paragrafı bitirince, yazarım buraya da; bu arada adını bulamadım, Türkiye'de bu şeyin adını bilen yok belli ki- yemekler misali rahatça balkona, kapı önüne, bahçeye -ki bahçem yok- vs. postalayabilirsiniz. İkincisi: Akrepler temelde ve genelde gececildir, yani ışıkları onun için kapatmak (ama benim için açık olması) ikimizin de işine geliyor. O karanlık olduğundan savunmaya daha az geçecek ve öncelikli hamlesi tehlike olup olmadığını anlamak olacak. Nitekim öyle de oldu, akrep öncelikli olarak savunma yapmayı tercih ettiği için -örümceklerin çoğunun öncelikli hamlesi kaçmaktır mesela, gerçi kaçmak yerine savunmaya geçen türlerden biriyle karşılaştım burada ama olsun- yakalayıp evden atması da örümceğe kıyasla daha kolay oluyor. İkinci hamlesi saldırı olduğu için eğer tehlikesiz bir tür olduğundan* ve senin akrep sokmasına alerjin olmadığından emin değilsen -eğer arı sokmasına yoksa muhtemelen başka herhangi bir börtü böceğe de yoktur ama daima istisnalar olur- kağıdı dürüp atamazsın çünkü boşluk bulduğu anda iğneyi saplayıverir. Yalnız... Ben bu hayvanın altına koyacak sert bir şey bulamadım. Kocaman, otuz santimlik eğri uçlu akvaryum cımbızım var; gittim onu aldım, tuttum kuyruğundan, dışarı... İlk seferde kurtuldu, ben de yeniden kadehi üstüne kapatıp kapaklı bir kap aradım. Bulunca da o kaba akrebi koymaya çalıştım ama dikkatli olduğumdan -malum, karşımdaki tür tehlikeli mi tehlikesiz mi belli değil; bir de ben çocukluğundan beri deli gibi böcek ısırma videosu izleyen, zehirli örümcek araştıran biri olduğumdan bu börtü böceklere çoğu insandan daha temkinli ve onların ne kadar tehlikeli olabileceğinin bilincinde yaklaşırım- akrebi pes ettirmiştim, savunma pozisyonundan kaçma hamlesine geçti. Akrebin üçüncü hamlesi de bu: Kaçınma. Akrep dediğin şey "Gideyim, onu bunu sokayım..." diye takılmaz (Yılanların da çoğu böyle takılmaz gerçi ama böyle takılan yılanlar da var.), sadece üstüne bastıysanız, yüzünüze bastırdıysanız ya da ona kaçacak yer bırakmadıysanız falan sokar. Onu da can havliyle yapar zaten, akrebin işi böceklerle, örümceklerle, diğer akreplerle falan. Neyse, akrebi kutuya alıp dışarı koydum; bir süre daha savunmada kaldı. O sırada "Bayağı şekil bir şeymişsin sen ha." diye düşündüm, böyle bacaklar sarı, kıskaçlar ve iğne kızılımsı, kabuk kahvemsi, siyah boğumları var... Müthiş bir şeydi. Tabii müthiş bir şey olması akrep olan bir evde uyuyamayacağım gerçeğini değiştirmiyordu, tamam "Onu bunu sokayım..." diye takılmaz ama uyurken yatağa girerse, bir de tehlikeli türse sıçtık; ölümü çıkarırlardı evden. Uyurken illaki tepesini attıracağız zira hayvanın, döneceğiz, vuracağız falan... Bir an "Beslesem mi ben bunu?" dedim de sonra vazgeçtim çünkü hem akrep koymaya kabım yok hem de doğadan yakalama olunca sürüngenler, örümcekler vs. çoğunlukla üç ayı göremeden ölüyor; hiç gerek yok şimdi, akrep beslemek istesem evcil üretim bulurum. En ideali en az üç nesildir ev ortamında olanlar oluyor, sonrasında tamamen evcilleşmiş oluyorlar. Ha sürüngendir, akreptir asla bırak kediyi köpeği, bir avurtlak (İng. "hamster") veya kuş kadar evcilleşemez ama ev, daha doğrusu teraryum ortamına alışkın olduğundan rahat rahat yaşar, zaten hem anası babası hem dedesi ninesi ev ortamında doğup büyümüş bir kertenkeleyi falan doğaya salsanız o zaman da o üç aya kalmadan ölür. Gerçi şu an beslemek, almak vs. yasak, biraz geç oldu ama sürüngenlerle ilgili yasayı nihayet netleştirdiler: Yassah hemşerim. Sizin "tehlike" algınıza ben... Öhöm, neyse. Fotoğrafını çekecektim ama savunmadan çıkıp gitmişti ben ona yeltendiğimde. Araştırma yaptım, ya Iurus cinsi ki bu durumda zararsız veya Anadolu sarı akrebi (Mesobuthus gibbosus) -hem tasvir açısından en çok buna uyduğundan hem de Anadolu sarı akrebinin dünyanın herhangi bir yerinde görülme olasılığı Iurus cinsine kıyasla daha fazla, Batı Anadolu'da karşılaştığım sarı renkte bir akrebin Anadolu sarı akrebi olma ihtimaliyse Iurus olma ihtimalinden katbekat fazla olduğundan (çünkü Iurusların hem yayılım alanları dar hem de zaten pek fazla karşılaşılmayan nadir türler) Anadolu sarı akrebi olduğunu varsayıyorum- ki bu durumda zehri öldürmeyen ama süründüren cinsten. Ben sokulmamaya dikkat ettiğim için akrebi uzaklaştırmam o kadar uzun sürdü ama bırak sokmayı, kıskaçlansam anında ambulansı arardım. Akrep de kutuda zaten, bir uzman bulup baktırırlar tehlikeli mi tehlikesiz mi. Gerçi öldürmeyen zehre de nasıl müdahale edeceksin, semptomanik tedavi uygular veya antibiyotik yazıp eve gönderirlerdi herhalde.
*Bu arada Türkiye akreplerinin çoğu tehlikesizdir, bir iki tane öldürmeyip süründüren, bir tane de ölümcül olan var; sarı olanların çoğu zararsız ama Türkiye'deki akreplerin çoğu sarı zaten, genel kurala baktığımızda sarıların tehlikeli olma ihtimali siyahlardan daha çok; Türkiye akreplerinin çoğu sarı olduğundan böyle genel kuraldan bir sapma yaşanıyor. Yani Avustralya'da, Amazon'da, Sahra Çölü'nde vs. "Aaa sarı, bir şey yapmaz." diye eğilip sevmeye kalkmayın ya da tekrar düşündüm de aklınızda öyle bir düşünce varsa yapın, bir daha fırsat bulamazsınız. Öleceksiniz zira sevmeye kalktığınız akrep sizi soktuğundan. Ha dersen ki "Ben uzmanım, zehirsiz bu." buyur, yap; sonra "Acıttı ama..." diye gelip bana ağlama. Niye bir anda böyle saçma sapan hallere, tavırlara girdim lan ben?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder