Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

17 Aralık 2020 Perşembe

"Bak Şimdi"

Bak şimdi, Britanya kısa tüylüsü ile İskoç kırıkkulağı diye kedi cinsleri var (Bu çevirileri birebir çeviriyle kıçımdan uydurmadım bu arada, gerçekten öyle çevriliyor British shorthair ve Scottish fold); ben bunların ismine takıldım yalnız. Neden? Çünkü bu iki kedi ırkı (Bütün kedilerin cinsi Felis'tir, evcil kedilerin hepsinin türü Felis catus'tur; günlük hayatta mevzu kedi-köpek olunca "cins"i ırk anlamında kullanıyoruz ama yanlış) teknik olarak aynı kedi ırkı. Dalga geçmiyorum, "Yok denecek kadar az farkı var" demiyorum bak; aynı kedi ırkının varyeteleri bu ikisi. Birinin kulakları düz, öbürününkiler kıvrık; onun dışında genetik olarak vs. de bu fark dışında aynılar. Hatta İskoç kırıkkulakları birbirleriyle çiftleştirildiğinde doğan yavrular çekinik genlerin üst üste binmesinden dolayı kronik sorunlarla doğduğundan (akraba evliliğinde de aynı olay vardır misal) Britanya kısa tüylüleri ile çiftleştirilmesi gerekir. Üreticiler öyle mi yapıyor? Tabii ki yapmıyor çünkü yavruların çoğunun/yarısının değil hepsinin kıvrık kulaklı olmasını istiyorlar, o neden? Dinleri imanları para olduğundan. Hah neyse, yalnız dediğim gibi isimlere takıldım ben: Düz kulaklı olan Britanyalı, genel de kıvrıklar neden İskoçlara itelenmiş? "British fold" denemez miydi mesela? Muhtemelen İskoç kırıkkulaklarının atası olan ilk kıvrık kulak mutasyonuyla doğan (Bu bir mutasyon, evet; "Mutasyon" deyince hemen Hulk gelmesin aklınıza. Mavi ve yeşil insan gözü de teknik olarak mutasyon mesela*, hatta kanser hücreleri bile teknik olarak "Mutant".) Britanya kısa tüylüleri İskoçya'da doğdu, oradan yayıldı ama isimlere bakınca Britanya'nın sahibi olan İngilizler (Bayağı adamların tapulu malı lan koskoca ülke, öyle alışılagelmekten, tarih derslerinde Türklerin Anadolu'ya gelişi kısmındaki gibi "Artık kalıcılar" olayından bahsetmiyorum; bildiğin, dümdüz İngiliz kraliyet ailesinin arazisi bütün ülke) "Düz kulaklı olanlar bizim olsun, kıvrıkları da size verdik hadi." demiş gibi duruyor.

*"Mavi göz şu ortamda şurada çıktı, o yüzden mavi gözlü herkesin kökeni oraya dayanıyor." diye bir bilgi dolanır internet aleminde. Mavi göz asli olarak gözde renk pigmenti olmamasından çıkar, yani teknik olarak kahverengi göz renkli, mavi ve kırmızı (albino insanlarda kırmızı göz olabiliyor ama hayvanların aksine insanlarda mavi göz daha yaygın albinizm içinde) ise renksiz gözdür. Ulan yine konu dağıldı, ne diyordum ben? Hah, evet; mavi göz üstte de dediğim gibi teknik olarak mutasyon olduğundan bu doğru olabilir ama mutasyon, genetik bilgiden biraz farklıdır. Genetik bilgi hatalı şekilde bozulduğu/değiştiği için ortaya çıkar, bu da tamamen alakasız zamanlarda ve ortamlarda aynı/benzer genetik mutasyonun görülebileceği anlamına gelir. Şimdi "Mavi göz olumsuz özellik mi?" diye sorabilirsiniz, dediğim gibi gözdeki pigment eksikliği bu renge sebep olur o nedenle biyolojik olarak olumsuz, hatta hata kapsamında bir özelliktir. Yani sonuç olarak mavi gözün ilk olarak Karadeniz'de görülmüş olması, eğer mavi göz mutasyon değil kodlanmış bir genetik özellik olsaydı (yani bu değişim hatalı bir değişim değil de normal, olması gereken bir değişim olsaydı; onun ayırdı da mavi gözün günlük hayatta mavi gözün az görüldüğü Ortadoğu, Uzakdoğu gibi coğrafyalarda genel olarak çekici bulunması haricinde herhangi bir avantajı olmaması, bir avantajı olsa normal bir değişim olurdu.) tüm mavi gözlüleri Karadeniz'e yamayabileceğimiz anlamına gelirdi; ama mutasyon dediğin şey farklı zamanlarda, farklı koşullarda, farklı canlılarda aynı/benzer biçimde görülebilen bir şeydir, zaten o yüzden "Genetik farklılaşma", "Moleküler evrim" vs. değil "Mutasyon" denir. Örneğin albinizm ve melanizm de mutasyondur, bütün canlılarda herhangi bir zamanda ve herhangi bir yerde görülebilir; "Bütün kara panterler (yani melanistik leoparlar) şuradan gelmiştir." demek mümkün değildir, o nedenle "Bütün mavi gözlüler aynı yerden gelmiştir." de denemez. Öyle olsa kanser genetik hastalık olurdu zaten, oysa herhangi bir kişide herhangi bir şekilde ortaya çıkabiliyor. Mutasyon genetik olarak çekinik gen biçiminde aktarılır bu arada, mesela evcil hayvan olarak en çok tercih edilen kırmızı gözlü, beyaz tüylü tavşanlar albino tavşanlardır ve albino tavşanların çiftleştirilmesiyle üretilirler. Neden? Albino tavşan ve albino olmayan tavşanı çiftleştirirsen albino elde edebilirsin de edemeyebilirsin de. Şu anki süslü Japonbalıklarının ilk örnekleri de pigment bozulması nedeniyle kırmızımsı (günümüzdekiler gibi tamamen turuncu değil de daha çok bakır rengi gibi) hale gelen ve Çinlilerin yemek için havuzlarda beslediği yarı-yabani japonbalıklarıydı (Ki bu arkadaşların yaşadığı her yerde zaman zaman aynı mutasyona sahip bireylere rastlayabilirsiniz). Bu arada yabani japonbalıkları Japonların kullandığı ilk suşi malzemesiydi, tabii günümüzde "Ben suşi çok severim" diye gezen ortalama bir Türk'e, Avrupalıya ya da Amerikalıya versek "Bu ne lan?" diyeceği bir formdaydı o zamanlar: Narezushi/Funazushi, Japonya'da hâlâ bulmak mümkünmüş. Hah, mutasyon çekinik gen olduğu için evet; çıktığı ortamda genetik olarak aktarılır ve iki çekinik birbirini bulunca ortaya çıkar ama aynı zamanda mutasyon dediğin şey alakasız zamanlarda, yerlerde vs. ortaya çıkabilir; zaten öyle olmasa kanser dediğin şey genetik hastalık olurdu ama herhangi bir kişide herhangi bir zamanda ortaya çıkabiliyor. Hatta (mavi göz konu, oradan devam edelim) mavi gözlü biriyle hiç mavi göz karışmamış birinin çocuğu da benzer bir mutasyon sebebiyle mavi gözlü olabilir (Açın Mendel genetiği okuyun, bana açıklama yaptırtmayın. Genetik dediğin şey Mendel'den sonra çok ilerledi, herifin muhtemelen tahmin bile edemeyeceği yerlere gitti ama neyse; bu dediğimi açıklamak için en basit ve doğru yol hâlâ Mendel'inki.)

Normalde yalnızlığıma taktığım dönemlerde tükettiğim romantik komedi yapımları (Bunlar bir zamanlar sanattı ama günümüzde sanatın kendi bile tüketim malzemesi, haliyle) beni sinir eder, daha da karamsarlığa iter (Doğal halim zaten karamsar olduğundan "karamsarlığa iter" diyemiyorum elbet); bu da temelde ot gibi yaşadığımı ve çok büyük bir sürpriz falan olmaz da her şey beklediğim gibi giderse ot gibi yaşamaya devam edeceğimi anımsatması hasebiyledir. Yalnız şimdilerde bir anime izliyor, bir de manga okuyorum romantik komedi türünde; birincisi Tonikaku Kawai, ikincisi Mobu'lu bir şey, "Mobu manga" diye girince çıkar muhtemelen. Heh, bu ikisi üstümde hiç o "Millet ne kadar mutlu aq ya, ühü ühü" etkisini yapmıyor; tam aksine beni böyle yumuş yumuş ediyor, öyle bir etkileri var. Hatta Tonikaku Kawai'nin Japonya'daki evlilik oranlarını artırma (Malum bu hikikomoriler, otakular falan böyle giderse birkaç yüzyıl sonra Japon diye bir millet kalmayacak.) projesi olduğuna dair bir komplo teorim de var (Şimdi buldum). Tonikaku Kawai neyse de Mobu'ya Serimanga'da ismine rastgele tıklayarak başladım, hayranı oldum manganın. Türkçeye çevrilmiş son bölüm olan 42. bölümde de birebir öyle bir yorum var 2 beğenili; biri benim. Yani ben hariç en az 2 kişi var aynı durumda olan. Buradan her türlü romantik komedi işiyle uğraşan her Japon'a hatta her Uzakdoğuluya sesleniyorum*1: Romantik komedi dediğin böyle olur lan, milleti kanser etmeyin. Kimi ni Todoke'nin o 2. sezonu neydi öyle Allah aşkına ya? Hayır Mobu neyse de (Onda ana karakterin, pardon ana karakter dedim*2, durumu nedeniyle olumlu etki yapıyor da olabilir çünkü) Tonikaku Kawai'nin her şeyden çok yalnızlığımı yüzüme çarpması gerekirdi ama konuyu iyi işleyince, kanser ögeleri atınca veya en azından azaltınca falan olumlu -yani olması gereken gibi- etki yapıyor demek ki. SoL animeler ve yalnızlık ile ilgili bir yazıresim bulunmaktaydı ama şimdi onu arayıp bulamam, bulsam koyardım. Bak Tonikaku'nun hissi erkek ana karakterimiz Nasa efendinin gerizekalılığı romantik değil başka türden bir gerizekalılık olduğundan da olabilir*4; herif tam yin-yang yav*. Bazı konularda zeka fışkırıyor, bazı konularda tam gerizekalı, bir de üst düzey sapık ama o sapıklığı genellikle gördüğümüz gerizekalı türden değil de daha çok elemanın tuhaf tasvir şeklinden kaynaklanıyor. Herif el ele tutuşarak uyumayı öyle bir tasvir ediyor ki cinsellik hakkında bildiğin her şeyi unutuyorsun lan, adam fantezilerini (onlar da el ele tutuşarak uyumak, etrafta pek insan olmayan bir yerde sarılmak, birbirine lokma yedirme hareketi falan ha; fantezi dedim diye illa aklınız oraya kaymasın) anlattıktan sonra "Ejakülasyon sonrası sendromu"na (Açın Cem Yılmaz izleyin ya da Ekşi'ye bakın) giriyorsun. Ha bazen sapıklığının daha üst seviyeye çıktığı kısımlar da oluyor. Ulan tam "Hangimizin olmuyor ki?" diye bitirmelik cümle oldu be; ama öyle bitirsem de cümlemden razı olmayacaktım.

*1: Çinli ve Koreliler de bu işte pek başarılı değiller gibi zira; gerçi bunun temel sebebi Batı ve Doğu arasındaki sevgi algısıyla ve sevgiyi göstermeyle ilgili kültür farkı, bizim ülke bu konuda da çoğu konuda olduğu gibi doğu ve batı arasına sıkışmış olduğundan sevgi algımızın ve kültürel gösterme biçimlerimizin yarısı doğudan yarısı batıdan geliyor; o yüzden bütün ülke manyak gibi, sosyopat gibi dolanıyor ortalıkta.

*2: Buradaki espriyi anlamak istiyorsanız gidin okuyun mangayı, tam adı Kubo-san wa Boku (Mobu) wo Yurusanai. Yani "Kubo-san (Bu "san" aslında Bay/Bayan, Bey/Hanım diye çevrilir de burada öyle çevrilmeye pek uygun değil) beni (Mob'u*3) rahat bırakmıyor" anlamında. Hatta tam olarak mangayı anlatan "Kubo-san beni (Mob'u) bir salmıyor" diye de çevirebiliriz, en uygun böyle oldu; evet. Ben de Shakespeare çeviren Can Yücel'e döndüm iyice bunu böyle yaparak, hatta şöyle çevireyim tam olsun: "Kubo, Kızım Bir Sal Beni (Figüranı) Allah Aşkına Yav" (O Kubo-san en iyi "Kubo, kızım" veya "Kubo, abla be" diye çevriliyor ağa, ben ne yapayım? Ama aynı yaştalar, o yüzden ablalı çeviriyi yapamıyorum). Takagi-san'dan (Bak buradaki "San" da yine o şekil, çevrilince sakil duran bir "san") sonra çıkan (veya popülerleşen, tek tek hangi manga ne zaman çıkmış bakamayacağım ona ama ilk Takagi-san'ın animesi çıktı, sonra Uzaki'nin, sonra da Nagatoro'nunki onaylandı; yani manga açısından değilse de anime açısından ilki Takagi-san) alay ustaları (Teasing Master) mangalarından bu da.

*3: Mob derken Minecraft'taki mob gibi düşünün. Figüran, önemsiz yancı karakter, NPC falan anlamında.

*4: Kanser etse de etmese de romantik komedide en az bir gerizekalı bulundurmak mecburiyeti var herhal', çoğu yapımda erkek ana karakter oluyor Tonikaku'da ve Mobu'da da olduğu gibi ama Horimiya gibi onu yan veya ikincil, üçüncül karakterlerle ikame eden yapımlar da var.

*Bu arada bizim ülkede genelde Ying-Yang diye biliniyor bu ama öyle değil; birinci sert, kesin ve keskin bir N hatta Japoncada da olan kelime sonlarındaki gibi süreksiz, uzatılmaması gereken ɴ ile biterken ikinci Ŋ'den bozma bir Ng ile bitiyor.

Bak şimdi, şöyle bir hareket vardır: Masaya, sehpaya veya başka bir ahşap eşyaya eliyle kapı tıklatır gibi tıklatır herif (Herif diyorum çünkü bunu ekseriyetle erkekler yapar) sonra da "Ceviz bu." der. Başka bir ağaç da olabilir ama genelde "ceviz" denir bak, ikinci en popüler cevap da (Yüz kişiye sorduk on popüler cevap aldık) "masif"tir. Şimdi, amacın nedir birader? Abanoz demedik ki; umursuyorsak biz de biliyoruz onun ceviz olduğunu, hangi ahşaptan yapıldığı umurumuzda değilse daha da anlamsız bir hareket oluyor. Ha ama zevkli, eğlenceli bir hareket bak; orası doğru. Ara ara yaparım ben de evde.

Bak şimdi, belli bir temayı içeren hikayelerde bir karakter kalıbı vardır. Bu hikaye ister dizi olsun, ister film, ister çizgi roman, ister anime, ister kitap... Karakterlerden biri -ki genelde ya başkarakter ya da ikincil karakter olur, olmasa da mutlaka ana kadrodan ve önemli bir karakter olur- yeni yetmedir, pek bir şey bilmez, hatta hikayenin başında ilgisi bile yoktur olaya, rastgele bulaşmıştır çoğunlukla. Galiba Tsurune'de yoktu öyle bir karakter bak, şimdi aklıma geldi. Hah, neyse; bu karakterin amacı nedir peki? (Hikayedeki amacını değil hikayeci açısından amacını soruyorum.) Şudur: Çünkü o hikayenin konuyu bilmeyenlerin de zevk aldığı bir hikaye olması gerekir ve bir kişi konuyu bilse bile tüm ayrıntılarına hakim olmayabilir, dolayısıyla olayın anlatılacağı biri gerekir. Fantastik, bilimkurgu vs. eserlerin başkarakterlerinin başlangıçta önemsiz, köyünden çıkmamış karakterler olması da bu sebeptendir. Böylece "Ona anlatıyoruz" ayağına seyirciye/okuyucuya anlatılır olay da evren de diğer şeyler de. Hatta konu bile buna anlatılarak anlatılır seyirciye. Bu karakterin olmaması da anlatıcı açısından sıkıntıdır çünkü seyirciyi/okuyucuyu direkt "uzman" kapsamına koyar ve hedef kitlesini daraltır. Ve hiç kimse, ister para için ister zevk için ister anlatmak istediği bir derdi olduğu ("Sanat toplum içindir" diyenler de bunlar misal.) için yapsın, yaptığı işin hedef kitlesini küçültmek ve potansiyel müşteriyi kaçırmak istemez.

"Netflix (Ben niye taktım lan bunlara?) Orijinal Serisi" diye bir yazı var... Var da bunların "Orijinal seri" kavramıyla benimki bir değil. Ulan uyarlamalara da basıyorlar bu "Orijinal Seri" şeysini, gerçekten orijinal olanlara da. Uyarlama, adı üstünde uyarlama lan; nasıl sizin orijinaliniz olabiliyor? Neyse, sakinim.

Bizim dizi sektörü "Tarihsel kurgu" ile "Tarihi dizi" farkını bilmiyor. Farkı şudur: Tarihi dizi, aşağı yukarı gerçek tarihi yansıtan dizidir. Tabii bakış açısına göre olayları yorumlayabilir ya da heyecanı diri tutmak için bir şeyler ekleyebilirsin, bazı kısımlar için ek karakter ekleyebilirsin vesaire ama unvanı isim yapmak, coğrafya bilimini katletmek gibi şeyler yapamazsın arkadaşım. Tarihsel kurgudaysa belli bir dönem ya da kişiler üzerinden bir kurgu oluşturursun, o zaman da ister işin içine fantastiklik katarsın, ister Kral Arthur'u siyahi yaparsın, istersen de Cengiz Han'ın eline tüfek verirsin. Aslında bu sonuncu o kadar da garip olmazdı bu arada; tüfeklerin ilk prototipleri Çinlilerden Moğollara, Moğollardan Türklere (Önce Tatar ve Özbekler, onlar üzerinden Osmanlı), Türklerden Avrupa'ya geçmiştir aslında. Avrupa'da ateşli silah kullanan ilk ordu Osmanlı'nın yeniçerileridir misal. (Hazır yeri gelmişken: Dünyanın ilk profesyonel ordusu da yeniçeri ocağıdır aslında.) Tabii sonra Avrupalılar modern tüfekleri ya da en azından modern tüfeklerin ilk örneklerini geliştirip dünyanın ebesine atladılar; biz de Avrupa'nın ateşli silah kullanan ilk ordusunun "Biz bunu istemeyiz, keçeye kılıç çalmak isteriz" deyip kazan kaldırıp durmalarıyla uğraştık o ayrı bu konu. (Öyle bir yetkisi/gücü olsa ateşli silahları neredeyse yok olacak raddede kısıtlatıp bütün orduları yayla mızrakla savaşmaya mecbur bırakacak adamın ettiği lafa bak lan.)

Vikipedi'deki Barnabas İncili maddesine takıldım biraz. "Bu İncil uydurmadır; çünkü şöyle, şöyle..." deniyor. E, tamam; Barnabas İncili sonradan yazılmış olabilir, olmayabilir de. Ama "Barnabas İncili'nde şöyle deniyor halbuki Kitab-ı Mukaddes'e göre böyle." diye savunma olmaz lan. Arkadaşım, bunu yazan, sana diyorum: İslam'ın söylediği zaten şudur: "Hristiyanlar İncil'i kafalarına göre değiştirdi, Allah'ın yazdığını bozdular." E, Barnabas İncili de bu Kuran'da bahsedilen "Değiştirilmeden önceki, Allah kelamı olan İncil" ya da en azından ona en yakın olan İncil olarak görülür genel olarak. Peki arkadaşım, o zaman "Barnabas İncili'nde böyle diyor ama Kitab-ı Mukaddes'te böyle, o zaman bu uydurmadır." ne çeşit bir kanıt lan? Zaten onu diyorlar, Kitab-ı Mukaddes'in tahrif edilmiş olduğunu söyleyen bir inancın takipçilerinin "Orijinal ya da en azından ona en yakın İncil bu" söylemine karşı Yeni Ahit'ten kısımları kanıt göstermek ne türden bir paradoks lan? Adam da onu diyor zaten, "Siz böyle diyorsunuz ama aslında böyle." diyor adam da zaten! Niye bu kadar gaza geldiysem ben de. Yalnız bir de "Bu şehir nehir kenarında ama yazar Akdeniz'de olduğunu sanıyor, kıyı diyor." savunması var ki iyi güldüm. Nehrin kıyısı yok mu lan? Neyin peşindesin? Karbon testlerinden, dilin tarihi farklarından bahsederken gayet iyi gidiyordun halbuki; sonra ne oldu? Bu arada "Barnabas İncili orijinal veya ona en yakın İncil'dir." gibi bir iddiam yok benim, itikadım İslam olduğundan Kuran'daki İncil'in değiştirildiği söylemini inkar etmem mümkün değil elbette. Gerçi benim inanç yapım ve anlayışım da bayağı karmaşık, arada acayip fikirler de gelebiliyor aklıma; o yüzden Yeni Ahit hakkında "Aslı bu ulan!" gibi bir iddiam yok pek. Bu arada "Burada Muhammed'den bahsediliyor, o yüzden bu İncil sahte." diye de argüman varmış lan, şimdi baktığımda gördüm. E, iyi de birader; zaten İslam'a göre Hz. İsa, son peygamber Hz. Muhammed'i müjdelemiştir ve zaten İslam'a göre bütün inançlar başlangıçta aynıyken sonra bozulmuştur, nasıl argüman lan bu? Sen İslam'ın bir söylemini alıp bir diğer söyleminin içine yerleştirdikten sonra "Böyle diyor, o yüzden bu İncil sahte." diyorsun; kafan mı güzeldi bunu yazarken, hayırdır? O da onu diyor lan zaten! Neyse, sakinim. Bu arada beni inanç konusundaki farklar vs. bu kadar germez, zaten kendilerine uymayan herkesi tekfir eden Selefilerdense herkesi doğru kabul eden Bahailere daha yakınım bu konuda; beni bu kadar geren tek şey salaklık. Aynı inancın argümanını taşıyan ve o inanç mensuplarınca uydurulmuş olduğunu söylediğin kitap hakkında o argümanı kullanarak hata aramak neyin kafası lan? Bak bu konu şu aşağıdaki diyalogla birebir aynı geri zekalılık seviyesinde:

Beyazcı: Bu masa beyaz. Hem bendeki etikette beyaz diyor hem de gözümle görüyorum.

Siyahçı: Masanın siyah olduğu bendeki etikette açıkça belirtilmiş ama sen beyaz diyorsun.

Bu ya bu, siyahçının söylediğinin kulağa ne kadar malca geldiğinin farkında mısınız? Farkındaysanız diyalogdaki masanın rengini belirtmedim çünkü tarafsız bir diyalog olması gerekiyordu. Beyazcı masanın beyaz olduğunu söyledi ama o kendi bakış açısı, onun demesiyle masa beyaz olmuyor. Beyaz da siyah da hatta kırmızı bile olabilir masa; renginin bir önemi yok. Sadece argümanın ne kadar düşünülmeden ortaya konduğunun önemi var. X=X ya da 1=1 bulunan çözüm hataları gibi argüman yazmış lan herif! Tek derdim bu, Barnabas İncili gerçektir gibi bir iddiam da yok, tekrarlıyorum bak bunu.

Geçen bir alıntı okudum, kimden olduğunu hatırlamıyorum şimdi (Ulan keşke not alsaydım, neyse.): "Ben şair olmak istemiyordum, şiir olmak istiyordum." Ve sonuç olarak... Yaptığım şeylerin çoğunun motivasyonunu buldum nihayet; daha önce de yazdım bunu "Figüran olmak değil kahraman ya da kötü adam olmak istiyorum." şeklinde bir yanılgı halinde. Artık daha iyi anlıyorum ama; ben kahraman ya da kötü adam falan olmak istemiyorum... Hikaye olmak istiyorum, hikayenin kendisi. Yazma sebebim hikaye olmak istediğim için, gelecek planlarım, isteklerim, hatta hobilerim... Hepsi, hepsi ama hepsi bunun için: Hikaye olmak için. Başarı bir hikayedir, başarısızlık öyledir, kahramanlık, kötülük, gizem, hatta gezi... Hepsi bir hikayedir. Ve ben okunur bir hikaye olmak istiyorum. Figüranların hikayesini kimse umursamaz. Onların geçmişi yoktur, hayatı yoktur... Sadece orada olmaları gerektiği için oradadırlar, tek görevleri sahnedeki boşlukları doldurmaktır. Küçüklüğümden beri memurluk yapmak istememe sebeplerimden biri de bu demek ki; memurların hikayesini kim neden umursasın ki? Aksiyon almam gerek, duyulmak istenen bir hikaye. Öte yandan, ne önemi var ki? İyi bir şey olmadı, olmayacak da. Ne kadar çabalarsam çabalayayım, anlatmaya ve duyulmaya değer bir hikaye olsam dahi unutulup gideceğim. Hiç var olmamış bir zamanın ot gibi yaşayan hayaletinin hatıralarını kimse umursamayacak, bir de üstüne o hayalet bu günahkarlık seviyesiyse sonraki hayatını cehennem odunu olarak geçirecek muhtemelen. Deniz taşlarını ve deniz kabuklarını topluyorum; onların bir hikayesi var. Üstü delikli deniz kabuklarının avcı salyangozlarca bitirilen, anlatmaya değer hikayeleri var. Ortasında beyaz bir şerit olan deniz taşlarının gerçek anlamda evliliğe benzer bir hikayesi var, bir zamanlar iki ayrı hikayesi olan iki ayrı taştı onlar. Balıklar, işte onların çok ilginç hikayeleri var. Gizemli deniz yaratıklarıyla, insanların umursamadığı şeylerle, balıklardan ve insanlardan avcılarla, zehirli böceklerle, kirlilikle ve onlar gibi şeylerle veya akvaryumlarla, su düzenleyicilerle, kepçelerle, filtrelerle dolu oldukça ilginç hikayeler. Belki o yüzden küçüklüğümden beri balık çiziyorumdur. Bak bu da ilginç bir konu, geçen "Neleri çizemiyorum lan ben?" şeklinde bir liste yaptım, sonuç şu: Yapraklar, balıklar, kılıçlar/bıçaklar ve böcekler dışında pek bir şey çizemiyorum. Ben sadece insanlarla sıkıntım olduğunu düşünüyordum ama bu üç şey dışında hemen hemen hiçbir şey çizemiyormuşum. Eh, neyse; ona zamanla bakarız ya da bakmayız. Hikayenin değerli olup olmadığı hemen karar verilebilecek bir şey değil. Evet, kimi kandırıyorum ki? Şu sıralar sevilmekten başka bir şey istemiyorum. Ailevi bir sevgi değil, arkadaşça da değil; genel olarak insanların beni sevip sevmediği pek umurumda değil. Uyum sağlayıp rol yaptığım zamanlarda seviliyorum ama uyum sağlamaya çalışmasam ve rol yapmasam... Aslında düşündüm de hayatımda uyum sağlamak için kendimi zorlamadığım ve çok daha az, herkes kadar rol yaptığım yer ve zamanlar da vardı; oralarda sevilmiyor değildim genel olarak. Eh, her neyse; tek bir kişinin (öyle belirli bir kişi yok şu an, olunca da kendi kendimin ağzına sıçmasından başka bir şeye yaramıyor zaten.) sevgisine ihtiyacım var, romantik açıdan bir sevgi. Peki, sadece kabul edilebilir bulunsam bile yeter aslında; her neyse. Ne anlatıyorum ben? Kafam dağınık, neden? Bu kısmın cevabını verdiğini düşünüyorum. Daha ne kadar dünyada oyalanmam gerekiyor ki benim? Yapacak işleri olanlar onları tamamlayamadan göçüp gidiyor, ben sadece boş vaktimi kullanmak için bir şeyler yapmak istiyorum ama işe bakın ki onu da yapamıyorum. Ekonomi, zaman, bilmem ne... Bir sürü sebep var bunun için; muhtemelen bin yıl yaşasam yine de onları -en azından istediğim seviyede- yapamayacağım. Ne arıyorum ki o zaman burada? Dünyanın kaynaklarını boş yere tüketmeye hakkım yokken neden hâlâ nefes alıyorum? İyi bir şeyler olmayacaksa -ki olmayacak- yaşamanın ne anlamı var ki? Son zamanlarda neye elimi atmaya kalksam hemen elimi çekiyorum, değil yarım bırakmayı başlayamıyorum bile. Çünkü "Yapsam ne olacak sanki?" Ne gereği var ki? İstediğim seviyede olmayacak zaten, kendim de dahil kimseye bir faydası olmayacak zaten. Ya da sadece her şeyi abarttığım o klasik zamanlardan birindeyim ve bir süre sonra daha az karamsar hale geleceğim. Doğduğumdan beri asla iyimser biri olmadım. Neden olayım ki lan? Zaten iyi bir şey olmayacak, dünya sik gibi bir yer zaten. Neden olsun? Neyse, daha az karamsar hale geleceğim ve gülmek yeniden ruhumu çok kısa süreliğine de olsa yalancı ve geçici de olsa yatıştırabilecek. Neyse ne, bu blogun (bu kısmını) içimi dökmek için kullanıyorum zaten. Aslında bu blogu açma amacım da buydu, içimi dökecek bir yere ihtiyacım vardı. Eteğimdeki taşları artık taşıyamayınca siz de böyle yazılar okumak zorunda kalıyorsunuz. Ben, öylece gidip konuşamam. Boş yaparım, güzel boş yapıp devamlı konuşabilirim ama böyle gerçek şeyler konusunda ketumumdur. Neden olmayayım ki zaten? İnsanlar bencil varlıklardır, ben de öyleyim; kimse kimseyi gereğinden fazla umursamaz. "Ben" ve "Diğerleri" arasında "Diğerleri" seçimini yapanları "Kahraman" olarak anıp saygı duyuyoruz ama bunun sebebi bizim onu yapamayacak aciz varlıklar olmamız. "Ben" seçimini açıkça yapanlara da sövüyoruz çünkü hatırlamak istemediğimiz kendi iğrenç benliğimizi hatırlatıyorlar. Neyse; içimi dökecek yer... Çok da yeni değil, küçüklüğümden beri artık eteğimdeki taşları saçmam gerektiğinde yazardım; ilk yazılarım böyleydi zaten. Neyse ne, zaten istesem de istemesem de hayatın getirdiklerini izleyeceğim.

Şu sıralar tekrar DDLC oynuyorum, ikinci oynayışım olduğundan daha istediğim tarzda seçimleri yapabiliyorum tabii. Daha önce fark etmediğim şeyleri de fark edebiliyorum. Mesela Madoka Magica ile inanılmaz benziyor, ikisi de klasik sevimli, rahat günlük hayat (SoL'da fantastiklik olamaz diye bir kural yok, bir ton fantastik evrende geçen SoL var. Hatta isekai SoL bile var ki net en sevdiğim animeler onlar; millet isekai'de milletin ağzını burnunu kıran karakter görmek istiyor, ben balçıklarla çamaşırhane açan, ayı kostümüyle pizza yapan karakterlerden memnunum.) Tadında başlayıp sonra psikolojik korkuya, drama bağlıyor. (Ne sposu lan? Bu ikisinin psikolojikliğini bilmeyen mi kaldı allasen?) Ha gerçi ilk oynayışımda Madoka'yı izlemiş olsam benzerliği fark ederdim muhtemelen. Bir de şöyle bir şey fark ettim: Sayori bildiğin benim kız halim lan. Aksiyon alışları da kendine yönelttiği suçlamalar da benle birebir aynı. Lan o değil kendi kendimi inkar olacağından "Yok, öyle değil." falan da diyemiyorum. Kurgu karakterle konuşuyorum ben böyle, evet; günde yaklaşık on, on beş kere en az bir kurgu karaktere evlenme teklif ediyorum. Çok yalnızım lan, kurtarın beni. Neyse, konuya dönersek; ben her ne kadar psikolojik korku da olsa galge'den bozma bir oyunun karakterinden bile daha korkak olduğumdan sonumuz benzemeyecek muhtemelen. Hayır o değil ne cins sokuk bir herifsem bütün karakterleri anlayabiliyorum, olumsuz (kendilerince olumsuz) kısımlarını yani. Bu arada buradan şunu söylemek istiyorum: Monika, şerefsizsin kızım. Öyle böyle değil, ağır şerefsizsin. İlk oynayışımla şimdiki arasındaki aynı olan tek görüşüm bu, ha bir de karakterlerin ne kadar şirin olduğu. Gerçi birincide fark var denebilir çünkü ilk oynayışta Monika'dan nefret etmiştim ama şimdi sevdim bu karakteri de. Şerefsiz olup sevilen bir sürü karakter var bu arada, "E hani şerefsizdi?" demeyin. Şerefsiz olması karakteri sevemeyeceğim anlamına gelmiyor.

1 yorum:

  1. Foto problemleri çok oluyor, o yüzden bir yerden sonra kontrol etmemeye başladım ama düzeltirim.

    YanıtlaSil