Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

16 Şubat 2022 Çarşamba

Kitabım Yayımlandı! Ejderin Mührü

Ulan çok heyecanlıyım, hâlâ gerçek gibi gelmiyor. Bak elim ayağım titriyor… Evet, başlık açık: Kitap yazdım, yayımlandı. Aha "Son zamanlarda olumlu gelişmeler oluyor." ve "Kariyer ilerlememde 3." dediğim buydu işte. Bu arada ben reddedilmeye epey hazırlamıştım kendimi, şimdi elimi kolumu nereye koyacağımı bilemiyorum. O değil de iyi yoruma/eleştiriye nasıl cevap vereceğini bir türlü kestiremeyen, kötü yoruma/eleştiriye de -doğru olup olmaması fark etmez- morali bozulan biri olarak 630 sayfalık kitabı yayınevine gönderebilmiş olmam da ayrı bir mucize, ayrı bir şov. Bu arada 630 sayfa boyunca ne yazdım ben de bilmiyorum, o kadar tutmaz bence ama yayınevi öyle hesaplıyor. Şimdi, bu samimi bir yazı olacak ama ben heyecandan öleceğim öyle olursa; yani… Soru-cevap şeklinde gideceğim. Çünkü neden olmasın? Ha bu arada şurada zaten 2, bilemedin 3 kişisiniz; o yüzden bir ricam var: Eğer Ejderin Mührü (burada mevzubahis olan kitap) ilginizi çekmiyorsa, almaya niyetiniz yoksa bile etrafınıza söyleyin, tanıtın. Bakın burada bir hukukumuz, hatırımız var; ben sırf 2 okuyucu var diye hâlâ blog yazıyorum. Hiç okunma almasaydım çoktan blog yazmayı bırakır, Word’de falan günlük tutardım. Bu arada bu yazı samimi versiyon, yayınevi muhtemelen bana resmî bir versiyon da verecektir yayınlamam için (yani, ben olsam verirdim ama bu dünyadaki çok az, bu ülkedeki daha da az şey benim yapacağım şekliyle yapıldığından vermeme ihtimalleri de yüksek -ki vermediler); o yüzden tam ne diyeceğimi falan da bilemiyorum… Eh bir de heyecanlıyım, mazur görün. Kitabı yayımlatmak konusunda türlü badireler atlattım. Yayınevim benimle her iletişime geçtiğinde heyecandan ölecek gibi oluyordum.

Nedir şimdi bu?

Ejderin Mührü, kitap. Ben yazdım, Erdem Ö. Hayali olarak (tabii ki mahlas bu). Elpis Yayınları'ndan çıktı. Fantastik kurgusal eser. Blogda yayınladığım “Ejderha ve Mühür”ün kitap hali aslında. Fiyatı 79 TL (Evet, bence de oha ama fiyatı ben belirlemiyorum; hatta bırak belirlemeyi fiyat üstünde en ufak bir yetkim bile yok.), D&R, Kırmızı Kedi, Remzi, BKM ve Kitapsan’da var (başka yerlerde de vardır herhalde, pek de küçük bir yayıneviyle çalışmıyorum zira ki şaşkınlığımın bir sebebi de bu zaten). Yalnız hemen yarın giderseniz bulamayabilirsiniz (Daha yeni basıldı ulan, bir sakinleş.) ama Elpis Yayınları'nın sitesinde var.

Ejderha ve Mühür’ü okudum ama ben?

Hah, işte orada şu devreye giriyor: Ejderha ve Mühür, yarım bir hikâye; sadece ilk perde. Zaten o yüzden blogdaki son bölümün adı “1. Perdenin Sonu”. Ayrıca, hikâyenin tamamlanması dışında birtakım değişiklikler de var. Yalnız bu olay “Oooh, biz hikâyenin sonunu görebilelim diye sana para verelim…” işi değil (Ayrıca fiyatı ben belirlemediğim gibi o ücret içinden doğru düzgün bir kazancım bile yok; kitap yazma amacım para kazanmak olmadığından [Zaten öyle olsa fantastik roman değil kişisel gelişim veya dua kitabı yazardım.] bu benim için pek de sorun değil gerçi.), zaten başta benim Ejderha ve Mühür’ü kitap haline tamamlama planım bile yoktu (kitabı alıp önsözü okursanız ayrıntılı açıklaması var [ben ömrümde böyle reklam görmedim]), ismini değiştirmeye bile kitap bitip yayınevlerine başvurmak için biraz beklerken (Arada aklıma gelen değişiklikler vs. olursa diye beklerken ki oldu da. Hâlâ bile oluyor.) karar verdim.

Şimdi niye kitap yazdın ki sen? Hadi yazdın, niye yayımlattın?

Geride bir dikili ağacım, matbu eserim olsun istedim. Evet, tek sebebi bu. Bir de tabii bir tane kitabın yayınlanınca yeni bir kitap yazıp onu yayımlatmak da daha kolay oluyor (hem psikolojik hem sektörel anlamda). Ha yazı yazma sebebim yaşamaya devam edebilmek, sonuçta psikolojim bitmiş okeye dönüyor, ben de daha da birikmesin diye yazıyorum ama öyle olsa blog, defter ve MS Word yeterli olurdu. Son zamanlarda "Ölümümden 10 yıl sonra kimse adımı hatırlamayacak, hiç var olmamışım gibi olacak." krizlerine girmeyip tamamen "yalnızlık" -ve ülke gündemi gereği zorunlu olarak ekonomi- temasına batma sebebim bu işte.

Hişt hacı, neleri sevdiysem bunu da severim? De bir hele.

Vallahi hiçbir fikrim yok. Tür olarak da zaten hafif fantezi gibi ama tam da öyle olmayan garip bir yerde duruyor. Ben kendi eserimi övemiyorum ya. Vallahi bak, yok bende o özellik. Zaten övgüye doğru düzgün cevap veremiyorum, kem küm kalıyorum öyle. İstersem Nobel ödülü alayım bununla yine övemem. Kendi yapıtını övme fonksiyonum yok benim, varsa da hiç gelişmemiş. Ha kitap güzel, ben kendim zevkle okurum ki zaten bir yazar okumak istediği ama henüz yazılmamış şeyler olduğu için bir yazar olur. Kimin sözüydü hatırlamıyorum, bir yazarın neden yazdığını en iyi ifade eden cümle şudur: “Kişinin yazdıkları, okumak istedikleridir.” (Tezer Özlü’denmiş). Yine de… Bakalım… Telepati serisi (Leonardo Patrignani) vardır, onu sevdiyseniz aslında olabilir. Ya fantastik eserdir, kaçış edebiyatıdır seviyorsanız sevebilirsiniz işte be. Bu arada bu “kaçış edebiyatı” kavramına çok laf edilir ama bu tür eserler okuyucudan önce yazar için bir kaçıştır, yani her ne kadar küçümsemek için ortaya çıkmış bir tabir de olsa ben bu kavrama karşı değilim. Hem belli başlı türleri veya tam olarak bir türe girmeyen eserleri de topluca sınıflandırmamıza olanak sağlıyor, örneğin John Flanagan’ın Kardeşlik Savaşçıları serisini “fantastik” olarak etiketlemek -her ne kadar öyle yapılmış olsa da- mümkün değil, hiçbir doğaüstü olay yok kitaplarda. Sırf farklı bir evrende geçtiği -ki o evren de bizimkinden o kadar da farklı değil, başkarakterin annesinin milleti direkt İngilizler mesela, genel olarak da bu bir Viking/İskandinav hikâyesi- için fantastik olarak sınıflayamayız (öyle yapıldığı halde) ama doğrudan “kaçış edebiyatı” içine koyabiliriz. Ulan Geekyapar falan bir yerden bulup tanıtsa da şu kitabı ben de neyi seven bunu da sever neyi sevmeyen sevmez öğrensem keşke. İsekai seviyorsanız muhtemelen seversiniz bu arada, bak şimdi aklıma geldi; emin değilsem de “emine yakın" olabileceğim tek konu bu.

Şimdi senin bu kitaptan beklentin nedir?

Hayırlısıyla ikinci baskının çıkması, okuyanların zevk alması, ölüp gittikten sonra geride bir iz bırakabilmiş olmak. Bu yani, bu kadar. Böyle de önceden hazırlanmış ödül töreni konuşması gibi oldu, neyse.

Ya birader iki üç alıntı malıntı yok mu, neyle karşılaşacağımızı bir bilelim?

Şimdi “Blogda hikâyenin orijini var (orijinali değil orijini), gidin okuyun.” diyeceğim, olmayacak. Ben en iyisi iki üç afili cümle, ne bileyim derin diyalog falan bulup çıkarayım da kitaptan -kendi yazdığım kitapta dönüp dönüp okuduğum kısımlar var zaten- siz de görün. O zaman… İşte alıntılar; bir kısmı 1. Perdenin ilk (blog) versiyonundan, bir kısmı 1. Perdeden ama orijinal (blog veya Sweek) versiyonunda olmayan şeyler, bir kısmı da 2. Perde yani kitabın asıl olayından:

"Yine de katlanılmaz biri olduğum gerçeği değişmeyecek. İnsanlar değişebilir ama bu göründüğü ve didaktik eserlerde işlendiği kadar kolay bir şey değildir. Hele basit hiç değildir. Kişiliği temelden sarsmak iradeden daha fazlasını gerektirir."

"Halbuki insan kendini ahmakça şehirlere hapsetmiş olsa da doğanın bir parçasıdır ve doğanın acıma duygusu yoktur. Gerçi sadece doğa da değil. Doğa, aşk, Tanrı veya Güneş… Kutsal olan şeylerin hepsi acımasız, bencil ve insanlara karşı vurdumduymazdır. İnsan en güvendiğinden darbe alır ve bunlar da içgüdüsel olarak -ayrıca Tanrı’nın kötü espri anlayışının kanıtlarından biri olarak- doğa, aile ve aşk gibi dünya üzerindeki en kutsal şeylerdir."

"Alacakaranlığın içindeydim. Demir sütunlarla ayakta kalan devasa bir binadaydım. Her sütunun dibinde, bana dönük tarafında, tunçtan yapılma birer bahçe şöminesi vardı ve içindeki olağandan parlak, kırmızı altın rengindeki korlar etrafı ışıtıyordu. Ateşliklerin üstünde leoparların, kaplanların, aslanların ve bunlarla dövüşen göçebe avcıların tasvirleri vardı. Önümde yarımay biçiminde sıralanmış çeşit çeşit tahtta pek çok varlık oturuyordu. Her birinin de önünde bakırdan birer bahçe şöminesi içinde gümüş gibi ışıyan küller vardı."

"Cehennem’in alevleri dünyayı kavururken onu kendisi yakmak için zerrece düşünmeyecek kara alevler şamanı, itfaiyenin başı olmak kaderinden zevk aldığı gerçeğini yüzünün görüntüsünden sakınmıyordu."

Veeee işte 2. Perde’nin başı:

“Ezail ve Pusat Ata beni sanki bin yıldır unutulmuş ve oraya giren kayıp gezginler de ilahî güçlerce Ashab-ı Kehf misali uyutulmuş gibi görünen bir yere getirdi. Uçurum mu, dağ mı yoksa başka bir şey mi olarak tanımlayabileceğimi bilmediğim şeyler tarafından üç tarafı çevrilmiş bir aralıkta üç büyük heykel vardı. Heykellerden biri Rönesans tarzı bir melek heykeline benziyordu, bu doğu tarafta kalıyordu. Batı taraftaki heykel grotesk bir şeytan heykeliydi. Tam önümde, kuzey yönündeyse devasa bir balbal vardı. Tanıdık geliyor ama… Başında Erlikli tacı vardı bu balbalın ve üç heykelin ortak özelliklerinden biri yosunlarla, çamurla, sarmaşıklarla, çatlaklarla sarılmış olmalarıydı.”

Sonsöz (Namıdiğer Yazar Serzenişi)

Daha önce mutlu olmaktan korktuğumla ilgili bir laf etmiştim bu blogda. Evet, cidden öyle oldu… Kitap yayınlandığından beri yazamıyorum. Aslında, belki de bir çeşit mola ihtiyacından kaynaklanıyordur; bilmiyorum, içsel bir yolculuk iyi gelecek belki. Neyse, şanslı olduğum nokta şu iki halihazırda tamamlanmış olan bir başka roman var elimde ve onu düzenlemekle uğraşıyorum şu sıralar. Tamam, şey, yazma amacım bu dünyanın iğrenç olmasıydı ve… Dünya artık benim için eskisi kadar iğrenç değil. İronik ha? Hayatım yoluna girmeye başladığından motivasyonumu kaybettim. Eh, neyse, zaten Ejderin Mührü ve şu an düzenlemesini yaptığım roman dışında birilerinin okuması için yeterli gördüğüm pek de bir şey yazmadım. İşin garibi bu düzenlemeyi yaparken zorlanmam çünkü onu yazdığım sıralarda hayatımın en kötü dönemlerinden birini geçiriyordum ve o dünyanın tasviri bir yerden sonra cehennemden hallice oldu. Artık o kadar karamsar değilim, umuttan korkmak yerine umut etmeyi sevmeye başladım… Neyse, ne olacaksa olur artık. Bu arada bu kısmı yazarken iç sıkıntısı çekmeye başladım ama bir yere yönlendirebiliyor muyum? Hayır. Aslında şu an başka gündemlerim de var, özellikle enveriye kaması formundaki hançerin kabza ve kınıyla uğraşıyorum; yani motivasyonum yazmaktan oraya kaymış olabilir. Kayıyor çünkü; daha önce de oldu bu: Bir şeyle daha fazla uğraşmaya başladığımda diğerlerinde tıkanıyorum. Gerçi küçük, yuvarlak bir kalkan yaptığım (kalkanın süslemesini/işlemesini yaptığım diyelim) zamanlarda sıkıntı çekmediğimden odağımı bir yere kaydırdığımda diğerlerinin bloke olduğunu unutmuşum. O değil de şu serzenişin motivasyonunu hikâyeye kaydırsam hiçbir sıkıntı olmayacak, şu hale bak. Bir de gelecek ve diğer şeylerle ilgili artık kafam eskisi kadar karışık değil (üniversitede ne bölüm okuyacağıma bile son anda karar verdim, kafa karışıklığımı siz hesap edin), net adımlar atıyorum; yani… Aslında, yaptığım her şey benim için nefes almanın bir yolu; yani birine odaklandığımda diğerlerinin tıkanması aslında doğal. Bu arada, fark etmişsinizdir ama bu yazıyı daha kitap basılmadan, editördeyken yazıyorum (Bu konunun nasıl bir gelişim gösterdiğini son üç dört yazıda görebilirsiniz.). Bakalım, kitap çıkana kadar neler olacak?

Aslında tekrar düşününce, ben zaten düzensiz biriyim: Aniden aklıma bir hikâye gelir, yazıya dökerim. Bir cümle gelir, yazdığıma yediririm. Zaten öyle olmasa elimde bir kısmını imha ettiğim, bir kısmını kaybettiğim, bir kısmının da nerede olduğunu bilmediğim bir sürü sadece başlangıçları olan roman, tasarlanmış ama hikâyelendirilmemiş evrenler (yani çıplak, saf, sade halde kurguplan -"Kurguplan nedir lan?" sorusunun cevabı için Ejderin Mührü'nü -önsöz ve sonsözle beraber- okuyun.) vs. kalmazdı, tamamlanmış birkaç roman, hikâye falan olurdu. Bu arada Eiga Daisuki Pompo-san diye bir anime filminden kopya çeke çeke yazıyorum burayı*. Önce “Mutluluk yaratıcılığın düşmanıdır.” dedi, sonuç yukarıda. Sonra “aniden bir ışık canlandı” gibi bir şey dedi (ulan daha iki dakika önce izledin o kısmı?), sonuç burada. Zaten ben filmleri, dizileri, animasyonları vs. de edebiyatın kolu olarak görürüm. Benim için çizgi romanlar da edebiyat zaten (DDLC'den Natsuki ile aynı kafadayım yani.), hatta hikâyesi veya doğru düzgün kurguplanı (Hadi söyleyeyim zaten blogda daha önceden söyledim: "Lore") olan oyunlar bile (GTA, Stardew Valley, galge ve otomelerin alayı, neredeyse bütün simülasyonlar, Genshin ve avenesi, There Is No Game ve hep onunla karıştırdığım oyun…) edebiyat. Bunların hepsi bir hikâyeyi anlatmanın farklı yolları, farklı üslupları; temelde de o hikâyeye en uygun anlatım tekniği hangisiyse onun kullanılmasını gerektiriyor. Zaten o yüzden uyarlamaların tamamına yakını orijinale göre berbat oluyor çünkü o hikâye o şekilde anlatılmak için tasarlanmadı. Tabii orijinale göre berbat olması bağımsız olarak veya kendi klasmanında efsane olmasını engellemez, fantastik edebiyatın ağır topları bunun en iyi örnekleri: LOTR, Harry Potter ve iğrenç finalini saymazsak GoT. Dizi/film uyarlamaları kitaplara kıyasla iğrençtir ama kendi başlarına düşünürsek, onları uyarlama değil orijinal olarak varsayarsak efsane olduklarına itiraz edilemez zannımca.

Haaa, bekle lan, mutluluk değil ki yazamamamın sebebi (Yazamıyorsan bu paragraf ne lan?), amaçsız hissediyorum. Ahahahah… Amacıma ulaştığım için boşluğa düştüm. Tamam, şey, yaşamaya devam etmemi sağlayan şeyi elde ettim ve bu, eskisi kadar ölmek istemediğim bir döneme rast geldi. Vay arkadaş ya… Neyse, geçer herhalde. Aslında ben… Benim bir derdim vardı, evet, kendimi ve bir şeyleri anlatmak için yazıyorum ama… Artık anlatmak istediğim bir şey kalmadı ki. Eteğimdeki tüm taşları ama blogda ama Ejderin Mührü’nde ama şu an düzenlemesiyle uğraştığım romanda (kendisi de SKvKC ha, öyle bilmediğiniz etmediğiniz bir şey değil) ama bahsettiğim o yarımlarda ama başka yerde döktüm zaten. İşin iyi yanı şu ki hayat devam ediyor ve şu bahsettiğim adımlar ile daha fazla taş biriktireceğim. Eh, neyse. Aslında tekrar düşününce, ilhamımı içten alsam da bunu dökebilmek için dışsal bir kaynağa ihtiyacım var ("Fi dom Ne aux" sorunları); ne zamandır da ilhamımı katlayıp hayata geçirebilecek bir şey okumadım. İşte önce roman olduğu iddia edilse de kesinlikle olmayan Akra’da Bulunan Elyazması, şimdilerde Tarihe Yön Veren Silah: Kılıç, bir de çevrilip yayınlandıkça Re:Zero ve You-Zitsu’nun netromları (Netrom: WN); haliyle, roman okumadan roman yazamam. Bak şimdi tekrar düşündüm (bir günde üç kere de teori değiştirmezsin be adam), aslında şu an düzenlemesiyle uğraştığım (bu iş yazmaktan daha yavaş ilerliyor bu arada) SKvKC’yi bitirdiğimde de uzun süreli bir boşluğa düşmüştüm. Onun tamamlamayı başardığım ilk şey olmasından böyle olduğunu düşünmüştüm ki şimdi Ejderin Mührü isimli kitaba dönüşmüş olan Ejderha ve Mühür, o dönemde kafa dağıtmak için yazmaya başladığım bir şeydi; her yazdığımı tamamlayınca böyle olacaksa oynamıyorum ama ben, bana ne. 

Tekrar düşündüm (bu kez inşallah gerçekten son) o tamamladığım ilk şeydi, bu yayımlattığım. Haliyle, ilk bitişlerle bir sıkıntım var gibi. Aslında SKvKC’yi düzenlemeye çabalarken bir şey fark ettim: Her ne kadar bitirebildiğim ilk şey olsa da aslında fazlaca ham, kafası karışık ve neredeyse yüzeysel (yüzeysel değil, neredeyse yüzeysel) bir iş. En azından henüz düzenlemesine gelemediğim belli bir kısma kadar. Belki de nihayet bir şeyi tamamlamayı başarmış olduğumdan duygusal davranıyordum, her ne kadar SKvKC’yi “başyapıtım” olarak nitelendirsem de şimdi baktığımda Ejderin Mührü çok daha nitelikli bir eser. Belki SKvKC’yi yayımlatmam bile veya her şeyi sıfırlayıp en baştan yazarım. Karakterler bir yerden sonra derinleşiyor, evren girift (Ama Ejderin Mührü, bizim dünyamızı baz alan bir evrende geçmesine rağmen ilginç biçimde SKvKC’den çok daha özgün bir evrene sahip. Nasıl olduğunu ben de pek anlayamadım.), anlatmak istediğim şey açık ama… Aslında SKvKC, şu anki kişiliğimi oluşturan iki, belki de üç kırılma döneminden önce yazmaya başladığım ve o kırılma dönemlerinden ilkini tam onu yazarken yaşadığım bir eser; dolayısıyla kısmen toplumsal bir tarafı da var. Zaten gitgide karamsarlaşıp karanlıklaşan bir hale geliyor ilerledikçe. Bilmiyorum, şu an çok çiğ gibi geliyor. Başka biri yazmış olsaydı muhtemelen Ejderin Mührü’nün şu anki halini SKvKC’nin kesinlikle değişecek “şimdilik” son halinden daha iyi bulurdum. Belki onu yazdığım vakitler yaşadığım kötü döneme benzer ama daha oturaklı ve azıcık daha bilge bir kişiliğim varken yine kötü bir dönem geçiriyor olmam bunlara yansıyordur. Bunu yazmaktan blog yazamadım bu arada. Neyse. Bu arada gönderme açıklayıcısı bazı dipnotlar var Ejderin Mührü’nde, onlar benim marifetim değil; editör kendi kafasına göre ekledi. “Neden itiraz etmedin?” derseniz… Gerek görmedim. Bu arada SKvKC konusunda ne yapacağıma karar verdim ama söylemem (kitabın resmen çıkmasını bekledikçe ben de sağa sola sarıyorum işte). Bu arada artık “Öldükten on yıl sonra adımı kimse hatırlamayacak…” krizlerine girmiyorum çünkü neden (Bu kısmı ta o zaman yazdım bak, çıkarmıyorum ulan.)? Çünkü geride bir zamanlar var olduğumu kanıtlayan bir şey bırakmış olacağım, gerçek adımla yazmamış olsam da. Gerçi diğer krizlere (“Yapayalnız öleceğim lan…” başta olmak üzere) hâlâ giriyorum ama sayı bir azaldı, buna da şükür.

*Bu arada gidin izleyin şu filmi, mükemmel bir şey. Zaten anime filmler genel olarak B sınıfı Hollywood filmlerinden de anime dizilerden de daha iyi olur ama bu bayağı Miyazaki, Makoto Shinkai, Naoko Yamada vs. seviyesinde bir iş; hatta efsanelerin dışında, standartların içinde kalan Hollywood filmlerinin en iyilerini bile katlar (efsanelere, bir de efsane olmasa bile Hollywood klişelerinden sıyrılmış yapımlara laf söyleyemeyiz elbet). Gene’e geçen hisler doğruca bize de geçiyor, duygu aktarımı mükemmel. Tabii filmin de söylediği gibi, o duyguyu almanız için filmde kendinizi bir şekilde bağdaştırabileceğiniz birini bulmanız gerekiyor. Hele geçişler ve iç içe geçmiş sahneler… Bak bunu da yazarken kullanamazsın, bilinç akışı tekniği yakın ama o bile bu havayı ve hissi veremez; işte bunlar hep hikâyenin uygun formatta anlatılması. Uyarlama konusundan bahsediyorum.

Son Düzeltme

Bir de kitap hakkında temel bir pişmanlığım var. Ha hâlâ “Ulan keşke şu kısmı çıkarsaydım, şuraya şöyle bir şey ekleseydim…” diye düşüncelerim var -ki kitap elime geçince bizzat kitap üstüne ilgili notlar ekleyeceğim zaten. Editörle benim aramda defalarca gidip geldi kitap ama Göktürkçe bir cümle yanlış kurulmuş durumda (Ulan zaten iki tane mi üç tane mi ne Karahanlı öncesi Türkçeyle kurulmuş cümle var kitapta, nasıl biri bu kadar rahat aradan sıyrılabiliyor ya?). Kitaptaki hali şu:

“Tünkürgiŋ ud çakgıŋ erneklergi ançıp Küneş türilip ıltuzlar bulaŋıp sönmeten ud tağlar ürütilip erdeŋ çıkan kıyand kişilergi tanımazçılık ile suçlamadaŋ mir kan dökimgi önüçinde barlağaçak.”

Nasıl olması gerekiyordu? Şöyle:

“Tünkürgiŋ ud çakgıŋ erneklergi ançıp Küneş türilip ıltuzlar bulgaŋıp sönmeten ud tağlar ürütilip yérdeŋ çıkan kıyand kéşilergi tanımazçılık ile suçlamadaŋ bir kan dökimgi önüçinde barlağaçak.”

Çok da önemli ve fazla hatalar yok ama hata hatadır arkadaş. Ya nasıl kaçtı bu gözden ya? Kam Erlik'in cümlelerini bile ne biçim imli harflerle falan bezedim, buna nasıl "Doğru o yea." diye hiç bakmadım?