Birinci olarak daha önce "Hayatım boyunca mı çalışacağım yaa 😫😫😫" sızlanmalarıma rağmen tıraş zorunluluğu* ve benzeri birkaç şey olmasa hayatımı otel ve restoran mutfaklarında geçirmeye hiç de itirazım yokmuş.
İkincisi, cidden masa başı iş yerine gerçek aksiyon aldığım işlere daha uygun olduğumu. Aslında bunu hep biliyordum da millete anlatamıyordum, "Zor yavrum zor". Zor da sana mı zor? Belki ben mazoşistim, Allah Allah?
Üçüncüsü bıçak, kılıç ve türevlerini sandığımdan bile çok seviyormuşum. Hayatımı kılıç yapımcısı olarak idame ettirebilirim, tek bir müşteriden büyük paralar gelir ama önce eğitim ve atölye gerekecek. Eğitimi yalapşap da olsa kendim halledebilirim; neticede kemangerlerin ve Batılı ya da Uzakdoğulu kılıç yapımcılarının aksine Türk, Orta Asyalı ve/veya Ortadoğulu kılıç ustaları sırlarının çoğunu mezara götürmeyi tercih ettiler. Mesela Türk usulünde kılıç suyuna bir şeyler katılır, Japonlar da katar; Japonların ne kattığı bellidir. Avrupalılar dümdüz suya sokup çıkarır, hatta kış aylarında kar kullanır. Türkler? Bir şeyler katıyorlar ama ne kattıkları belli değil, ne kayıt tutmuşlar ne millete öğretmişler kılıç suyunun tarifini. Bu durum da her ustanın kendi kılıç suyu tarifi olması ve kılıç yapımının otomatik olarak doğaçlama ve deneme yanılma temelli bir şekle bürünmesine, haliyle zaten pratikte kendi kendine öğrenilip herkesin kendi usulünü türettiği bir zanaat olmasına neden oluyor. Zaten kılıcın belli bir şekli şemali olsa da bu son derece değiştirilebilir bir şekil şemaldir, öyle olmasaydı ne yalmanlı kılıç ne çatallı kılıç ne de katana var olamazdı zaten, hatta yaprak kılıç bile olmazdı; düz kılıçlarla takılmaya devam ederdik, anca ince kılıç, uzun kılıç gibi uzunluğu ve genişliği değişirdi; haliyle sadece kılıç suyu değil dövme kısmı da kendine ait. Özellikle Orta Asyalı ve Tatar kılıç ustaları tarafından at idrarı kullanılmış, İstanbullu ve Bursalı kılıç ustalarında soğan suyu ve narenciye kabuğu öne çıkıyor, Moğollar hakkında Avrupalılara ait, kılıçlarını at kanında soğuttuğu hakkında bir efsane var ama onlar da kayıt mayıt tutmadıkları için ne kadar doğru bilmek mümkün değil. Ha bir de tek müşteriden büyük paralar kazanırsın ama on yılda bir müşteri gelir belki. Aslında koleksiyoncunun tekiyle replika için anlaşma yapmak mantıklı (Replika derken müzede veya kurgusal bir eserde bulunan bir kılıcın aynı malzemelerle yapılmış birebir kopyasını kastediyorum, ucuz ve işe yaramaz taklitleri değil). Neyse, bu konu bir kenarda dursun. Zaten ilerisi için derin ve uzun planlamalar yapınca işler daima sarpa sarıyor, o yüzden de sadece yakın zaman için ayrıntılı planlar yapıyorum artık; kafamda birkaç alternatif yol haritası oluyor.
Dördüncüsü el emeği vermeyi acayip seviyormuşum, bir işe yaradığını bildiğimde yani. Hoş el emeğinden nefret ettiğimi hayatımın hiçbir döneminde düşünmedim ama sevdiğimi bilmiyordum, daha çok nötr gibi hissediyordum.
Beşincisi okuluma düşündüğümden de gıcıkmışım, en azından market alışverişini veya yemek işini çevrimiçi halledebileceğim bir yerde en az iki yıl kalmak istiyorum. Tabii sırf çevrimiçi alışveriş değil olay, hatta bu en az umursadığım şeylerden ama bir şeyi "diğer hepsine katlanabileceğim bir fazlalık" ilan edip patlamam gerekiyordu, bunu seçtim. Bence gayet mantıklı bir seçim.
Altıncısı "Zor olur be, uğraşamam" deyip vazgeçtiğim dağ başında yaşama olayı o kadar da zor gelmezmiş. Zaten ben o psikolojiye milletin gazıyla girdim. Bir süre hizmet alarak yaşadıktan sonra bunu yapmayı ciddi ciddi düşünüyorum. Tabii üstte de dediğim gibi bunun için aklımda birkaç yol haritası olsa da kesin bir planlamam yok. Kesin planlama illaki sorun çıkarıyor. Aksiyon aldığım yorgunluğu seviyorum, zaten dağ başında rutin işler haricinde devamlı bir şeyler çıkacak. Tilki gelecek, böcek gelecek, uygun bir yerde at bile gelir vallahi (Araştırma konusu: Türkiye'de nerelerde yılkı bulunur?). Onun dışında döşemenin bozulması, kümes, kovan ya da her neyse su akıtıyor falan... Esasen mutfaktan pek farklı değil yani, alan ve konsept daha geniş sadece; o da sana bağlı biraz. Yani ticari şekilde değil de kendine yetecek kadar üretim yaparsan rutin işler pek zor olmaz. Zaten üretim gibi bir derdin yoksa ne tavuk ne koyun ne de havuz balığı** ekstra çıkan işler dışında rutin olarak özel bakıma ihtiyaç duyan hayvanlar değiller (Atlar rutin olarak özel bakıma ihtiyaç duyuyor mesela; ister et, ister süt, ister binek atı olsun. Süt inekleri de rutin olarak özel bakıma ihtiyaç duyan hayvanlar). Yalnız buradan "Bakıma ihtiyaçları yok" anlamı çıkmasın, rutin bakıma elbette ihtiyaçları var, cansız nesnelerin bile rutin bakıma ihtiyacı var lan? Arabayı temizliyor, kapıyı yağlıyor, bıçağı biliyorsun. Bunlar sadece rutin olarak özel bakım/ilgi istemiyorlar, o kadar. Mesela süt ineklerinin günlük olarak sağılması gerekiyor, atların taranması falan. Bunlar "rutin özel bakım." Özel bakım olmamasının sebebi bunları ya seve seve ya sike sike yapmanız gerekmesi bu arada, süt ineğini belli süre sağmazsanız sütü fazla gelip çatlar hayvan, ha keza atı taramamak da bir sürü soruna yol açar; yani bunlar o hayvanlar için rutin bakım içindedir ama diğer hayvanlar için (çoğunlukla) gereksizdir, o yüzden de "rutin özel bakım". Yem vermek falan gibi şeyler de "Rutin bakım". Hastalık mastalık gibi şeylerde olan da "Ekstra iş" ve "Özel bakım" oluyor zaten. Bir de alışveriş için araba, onun için de ehliyet şart; eh, gider alırız, gerçekten kafaya koyduğum bir şeyi hallederim. Tabii gerçekten kafama koyarsam, ona da şimdi karar vermem; verirsem sorun çıkar. Benim sorunum çok az şeyi gerçekten umursamam ve sadece gerçekten umursadığım şeyler için gerçekten çaba göstermem, geri kalan şeyleri yapamıyorsam yapamıyorumdur, zorlamanın alemi yok. Neyse, ona o zaman gelince bakarız. Uzun geleceği planlamak şimdiye kadar hiç iyi gitmedi, ben de düşünceleri zamanı gelince yönelmek ve ayrıntılandırmak üzere bir köşede bekletiyorum şimdilik; yukarıda da dediğim gibi.
Yedincisi: Nefret ettiğim tırnak kesme işini haftada iki kez yapabildiğim. Sadece tırnak kesmekten değil, aynı zamanda (çok) uzun tırnaktan da nefret ettiğimden oyumu ona kullanmıştım, haftada bir kesiyordum zaten ama haftada iki kez kesebiliyormuşum. Aslında aşçılık yapacaksam en büyük endişem buydu, "Her gün her gün tırnak mı kesilir lan?" şeklinde ama endişeye mahal yokmuş meğer.
Sekizincisi: İstediğim "sakin, dayanıklı ve gizemli" hale gelmek için itici güçlere, biraz burnumun sürtülmesine ve gerçeği yerinde kendim tetkik etmeye ihtiyacım varmış; ilk kısmı hallettim, eskisine göre çok daha sakin biriyim artık. Dayanıklılık derken hem mental hem fiziksel ama öncelikle fiziksel dayanıklılığı kastediyorum, onu da spor mpor bir şekilde halledeceğiz. Kendime ait bir savaş sanatı oluşturup*1 talimlere başlayınca hallolur o kendi. Üçüncü için... Hiç havalara giremem, o konunun benle bir ilgisi yok. Tatmin oldum ben, şimdilik yani.
Dokuz: Etrafta kadınlar yokken erkekler harbi felaket bir duruma geliyor. Hani daha liseli erkek muhabbetinden bahsetmiştim ya? İşte onun sonlanması/azalması kişi büyüdüğü için değil, sadece erkeklerin bulunduğu ortamlara daha az girmesinden kaynaklanıyormuş. Hoş liseli erkekler o muhabbeti sınıfın ortasında bağıra çağıra da yapabilecek tıynettedirler, orası ayrı.
*1: Onu da birilerine aktaramayacak olduktan sonra ne anlamı var ki? Bu bütün hevesimi kaçırıyor işte. Bu gerçekten umursadığım bir şey, haliyle çaba harcarım ama sonra? Her gün kendi başıma talim kuklası yumruklamamın ne anlamı var ki tam olarak?
*"E ne biçim saçlı sakallı şefler var?" Evet var; ama ya zengin olduklarından bir restoran açmışlar yollarını buluyorlar ya eskilerin pek ciddiye almadığı kafeden hallice yeni nesil yerlerde bulunuyorlar ya da kaç senedir meslekte olduklarını sorsak uzaklara dalıp öylece kalır, sonra da "1678'den beri o restorana hiç kimse gitmedi, gidenler de geri dönmedi." deyip ellerindeki malzemeyle uğraşmaya dönerler; o kadar uzun süredir meslekte bulunmuşlardır. Bak adam hâlâ çalışıyor dikkat ettiyseniz. Zaten bu saçlı sakallı şeflerin şu yeni nesil yerlerde olmayanlarının hepsinin kendi restoranı vardır dikkat ederseniz, hiçbiri otel mutfağında ya da başka bir restoranda çalışan olarak bulunmaz. Hadi restoran falan neyse de otelde siksen bulamazsın. Tabii işler pratikte (şefine de bağlı olarak) her zaman öyle işlemiyor ama aslında Chef de Cuisine (Bkz. Terim. Türkçesi "Mutfak/ocak müdürü" lan bunun? Koskoca baş aşçıyı çorbacıya döndürüyorsun. Ha "Mutfak şefi" ya da "Baş aşçı" denilebilir tabii) mutfakta "Onu öyle yap, şurası da şöyle olsun." demekten ve yapılan işlere kusur bulmaktan başka pek bir şey yapmakla görevli değildir, esas işi yapmakla görevli olanlar rütbesiz (bunun adı bu değildi ama neyse) sıradan aşçılar, su şefi (Sous chef; yani aşçıbaşı yardımcısı. Gerçi güya yardımcı ama görev tanımına bakarsan bildiğin hamal, angarya işler müdürü ve baş aşçının yapmak istemediği, daha doğrusu yapmak istediği ama kendi uğraşmak istemediği her türlü şeyi yapan bir insan evladı) ve steward yani bulaşıkçılardır. Dolayısıyla bu adamlar zaten işlere pek elini sürmediğinden ya da pratikte hemen her şeyi kendileri yapsalar bile görev tanımları bildiğin "işe elini sürmemek, iş buyurmak ve kusur bulmak" üzerine kurulu olduğundan bu bir sorun oluşturmaz.
**Aslında bu "yabani japonbalığı" denilebilecek Carassius carassius'un Türkçe adıdır ama burada sazan, alabalık gibi gıda olarak yetiştiriciliği yapılan/yapılabilen tatlısu balıklarını kastediyorum. Hatta dur tam listeyi sayayım: Sazan, alabalık, tilapya, yayın balığı, kerevit, yılanbalığı (gerçi bunun için akıntı motoru lazım ve Türkiye'de kime satacaksın, anca suşi restoranları; ha doğru, bir de doğada tuzlusuya yumurtluyor bu aslen tatlısuda yaşamasına rağmen ama o sıkıntı olmaz herhalde, doğasında uyum var bu hayvanın. Kontrol ettim, çiftliklerde tatlısu kullanılıyormuş, evet; teorim doğruymuş yani), turna balığı (Esox lucius*1), sudak (Bu da bildiğin levreğin tatlısuda yaşayanı zaten. Binomial adı Sander lucioperca***), beyaz balık (Coregonus sp. Bunun zaten Türkçe adı yok, neticede Türkiye'de bulunmayan bir hayvan; "beyaz balık" adı da İngilizce adından doğrudan çeviri zaten). Ha "Ben akvaryum balığından yolumu bulurum" diyorsan o zaman koi, Japonbalığı, kiraz karides, çelıncır vs. diye değiştirilebilir liste, bunlar da profesyonel üretimhanelerce havuzlarda yetiştiriliyor. Yine aynı şekilde tuzlusu balıkları da var bu şekilde ama yetiştireceğiniz şey kara veya mavi midye*2, yani dolmalık midyeyle sınırlı olmayacaksa tuzlusu daima tatlısuya kıyasla zordur, tuz dengesi önemli olduğu için buharlaşma kırk takla attırır adama. O yüzden deniz akvaryumlarında aman su buharlaşmasın, aman tuz dengesi bozulup iletkenlik fırlamasın diye otuz farklı ekstra ekipman, sistem, buharlaşma kuyusu (Sump'ı "kuyu" diye çevirdim) gibi şeyler kullanılır, haliyle maliyet artar; havuz da pek farklı bir şey değildir, akvaryumların kökeni Çin'deki sazan havuzları, onların kökeni de Antik Mısır'daki havuzlardır ve bu iki havuz da etlik balık yetiştirmek için yapılmıştır.
*1: Balıkların adlandırmasında yöresel adlar acayip sıkıntı çıkarıyor, o yüzden Latince adını da veriyorum. Mesela aynı yöredeki iki farklı köyde aynı balığa farklı isim ya da alakasız balığa aynı isim verilebiliyor. Turna balığı da bu konuda sıkıntılı olan bir balık, bunu bildiğim için binomial adını koydum paranteze. Binomial deyince bilimsel oluyor, "İkili ad" deyince "Ne saçmalıyor bu?" deme ihtimali olan hiç de az kişi yok bu ülkede. Türkçeye bilimsel ad diye çevrilmiş zaten bu durum fark edilip.
*2: Kara midye/Akdeniz midyesi: Mytilus galloprovincialis. Esas yetiştiriciliği (ve avcılığı) yapılan tür. Mavi midye: Mytilus edulis. Bu da kıyılarda falan görmeye alıştığımız, özel (ya da profesyonel) olarak kara midyelerle farkı ve kara midyelerin nerelerde (daha çok) bulunduğunu bilmeyip de kendi halinde kıyıdan köşeden toplayıp yiyenlerin ister istemez kendisini ya da kara midye ile melezini daha çok tercih ettiği/etmek zorunda kaldığı tür.
***Gereksiz bir not: Lucioperca uzun levrek veya mızrak levreği diye çevrilebilir ki sudak balığının Türkçedeki bir adı da uzun levrektir zaten, İngilizcede de asıl ismi Zander'dir (Latince ismindeki Sander ile aynı kökten geldiği aşikar olsa da tam olarak etimolojisine dair bir şey bulamadım), ayrıca Pikeperch yani mızrak levreği de denir. Yalnız asıl olması gereken çeviri mızrak levreği, bir de emin olduğum bu bilgiyi teyit etmek için canım çıktı, az kalsın siliyordum "ışık levreği ne lan?" diye. Alın size kaynak, sözlükle, Google Translate ile, internetle uğraşırsanız ya kafayı yer ya da "Ağır sallamış ibne" dersiniz: https://www.merriam-webster.com/dictionary/Lucioperca#:~:text=%3A%20a%20genus%20of%20usually%20large,food%20fishes%20%E2%80%94%20see%20fogas%2C%20zander
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder