Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

3 Eylül 2020 Perşembe

HJSGSJAGHSAFGHDSD (Öyle Yazıya Böyle Başlık)

Sanatta orijinallik ve esinlenme hakkında konuşmak istiyorum. Sebep? Çünkü yetkili merci olduğum için... Yok, ondan değil; çünkü neden olmasın? Bence herhangi bir şey için "Çünkü neden olmasın?" gayet geçerli bir sebeptir bu arada, sizce değilse de beni ilgilendirmiyor. Sanatta orijinallik mümkündür ama sanatın özü esinlenmeye ve hatta taklide/hırsızlığa dayanır. Birkaç örnek: Leonardo da Vinci'nin "Vitruvius Adamı" insan anatomisini yeterince taklit etmeden var olamazdı. Hani Hobbit ile başlayıp Silmarilion ile biten ve öncesinde fantastik edebiyat diye bir şeyin olmadığı o meşhur Tolkien eseri... Ha bu arada LOTR bazı kaynaklarda dendiği şekilde "fantastik edebiyatın ciddiye alınmasını sağlayan eser" değildir, bayağı fantastik edebiyat kavramını oluşturan eserdir; daha önce sadece efsane, destan ve masallar vardı (eğer inançsızsanız dini hikayeleri de ekleyebilirsiniz), fantastik edebiyat yoktu. Hatta Tolkien'den sonraki ilk dönem fantastik edebiyat yazarları düşük fantezi ya da karanlık fantezi gibi türlerde eser veren günümüz yazarları tarafından sıkça "Tolkien'in ucuz kopyaları" olmakla itham edilir ama kendi eserlerinde de Tolkien'in izini, imzasını gizleyemezler. Hoş bu adam zaten türün oluşumunu ve dolayısıyla onların o kitapları yazabilmesini sağlayan kişi olduğundan hiçbirinin Tolkien ile bir derdi yoktur ve çoğu Tolkien'in imzasını eserinde taşımayı gurur verici bulur, o ayrı. Hah, peki ya türünün ilk örneği olan LOTR orijinal midir? Bakıyoruz: "Elf" Kelt mitolojisinde peri demektir, Harry Potter serisinde de Kelt mitolojisindeki haline daha uygun/benzer kullanılıp Türkçeye "Cin" diye çevrilmiştir. "E, sadece ismi kullanmış? Orijinal bence?" Devam ediyoruz: İskandinav mitolojisinde Álfheim'in halkı olan "Ak Alfler/Işık Alfleri" (Bir de "Kara Alfler" var, onlar da Svartálfheim'de yaşar; Álfheim "Alf diyarı" demek hâlâ anlamadıysanız) uzun boylu, güzel görünüşlü, iyicil ve özgürlüğe düşkün bir ırktır. Alf, elf? Oluştu mu bir şeyler? Trol da hakeza İskandinav ve Kuzeybatı Avrupa mitolojisinde LOTR'daki özellikleri ile bulunur. Peki bu iki şey Da Vinci ve/veya Tolkien'in yaratıcılığına, sanatçılığına, hayalciliğine gölge düşürür mü? Elbette düşürmez. Bunu o ikisini tenkit etmek için yazmadım, sanatın özünün taklit ve esinlenme olduğunu anlatacak en iyi örneklerden oldukları için yazdım. İkinci raunda geçiyoruz: Gel bakalım Picasso... Aşırı orijinal, tamamen deli işi, değil mi? Tamam, ikinci kısım muhtemelen doğru; birinci kısım da doğru ama kübizmin başlı başına taklit olduğunu söylesem? Kübizm temelde çok boyutu daha az boyuta indirgemek (Picasso özelinde üç boyutu iki boyuta indirgemek) ve bunu yaparken de geometriyi kullanmaktır. Picasso'nun eserleri, boyasız ve eskiz halinde üçgenler, dörtgenler, elipslerden oluşur; kendisi bunlardan çok daha önce sirk resimleri çizmiştir ki bir sirk, bu tür bir şey çıkarabilmek için yeterince hayali hissettirir diye düşünüyorum. Özet olarak: "Picasso da mı esinlendi, taklit etti ulan?" sorusunun cevabı "Evet." Peki bu Picasso'nun sanatçılığına, yaratıcılığına, hayalciliğine, deli işi resimler çizmesine vs. gölge düşürür mü? Düşürmez bittabi, niye düşürsün? Koskoca Picasso lan adam, boru mu?

Biraz kendimden bahsedesim var, neden? Üstteki cevabın aynısı. Ben bilge bir adam değilim, ne çok zeki ne de çok yetenekliyim. İlgimi çekip merakımı cezbeden birkaç şey hakkında araştıran ya da gözlemleyen birinin rahatça elde edebileceği biraz bilgim var o kadar. Bunu neden yazdım? Benden çok bir şey beklemeyin diye, hoş benden çok bir şey beklenecek olsa bu blogun okunması da böyle olmazdı ya, orası ayrı. Daha önce de dediğim gibi okunup okunmamasını pek umursamıyorum, burası bir nevi... Ormanın ortasında bir taşa günlük kazıyormuş gibi, gelip geçenlerin okumasını, sözlerimin onlara ulaşmasını içten içe dilediğim ama çok umursamadığım. Çok umursasam ormanın ortasındaki taşa değil şehrin en görünür yerindeki binanın tekine kazırdım kelimelerimi.

Bu arada Ayasofya'nın tasvirleriyle ilgili cevabını aradığım bir soru vardı ya hani? "Fatih bunları kapattırdı mı, şayet o olduğu gibi bıraktıysa biz niye dandik dandik işlerle uğraşıyoruz?" Cevabını buldum nihayet, tam da tahmin ettiğim gibi o tasvirler uzun süre durduğu yerde durmuş. Neden böyle düşünüyordum? Birkaç sebebi var tabii ama temelde şunu bildiğimden: Osmanlı sarayındaki İslam anlayışı en baştan beri dikine bir Sünni anlayış değildi, son dönemlere kadar tam bir Türk İslamıydı, örneğin sarayda müneccimbaşı denen biri vardı ki İslam öncesi Türk devletlerinde de danışman kam bulunurdu hükümdarın yanında. Hatırlatırım, İslam'da fal bakıp baktırmak günahtır. Hanefilikte haram olmasına rağmen (diğer mezheplerde helal, evet) Fatih'in karides ve ıstakoz sevdiği her kayıtta, Osmanlı (saray) mutfağından bahsedilen her kaynakta söylenir misal (Önceki yazıda da dedim ya Osmanlı saray mutfağının deniz ürünleri açısından zengin olduğunu, niye bu kadar şaşırdınız?). Yine Türk kültüründe devlet ve inanç ilişkisi hakkında tam olarak meramımı ve böyle düşünmemin başlıca sebeplerinden birini anlatan bir yazı.

Zafer Bayramı kutlu olsun, tabii bu yazıyı ne zaman yayınlarım Allah bilir ama bu paragrafı 30 Ağustos'ta yazıyorum. Sonradan silindiği söylenen bir twit var hani "Ağustos ayında olmadı mı bu savaş?" diye. Daha önce de söyledim: Hiçbir şeye körü körüne bağlı değilim, hiçbir şeyi eleştirilemez ya da sorgulanamaz bulmuyorum. Bir şeylere bakarken iki taraflı düşünmek lazım, bilgisel tahrif son derece kolay bir şey; sırf olumsuz yerlere bakarsan bir şeyden nefret edebilir veya ettirebilir, sırf olumlu yerlere bakarsan da o şeyi kutsallaştır(t)abilirsin. Dolayısıyla ne Atatürk'ü veya başka herhangi bir yöneticiyi ne de o dönem ya da başka herhangi bir dönemi sorgulanamaz ve/veya eleştirilemez bulmuyorum. Tarihin her dönemi için saçmalık olduğunu veya başka bir şekilde halledilebileceğini düşündüğüm şeyler var, devrimler de bundan muaf değil. Tabii olayın sıcaklığı ve dönemin şartlarına da bakmak gerekiyor ama o konu bir kenarda dursun şimdi, bakabildiğimiz kadar bakıyoruz ona da. Hah, neyse; yalnız "Neden palto falan var?" demek için hem birden fazla konuda cahil hem de ağır gerizekalı olmak gerekiyor veya en hafif tabirle kötü niyetli. Birinci olarak, askeri üniforma diye bir şey var aq, öyle kafana göre "Sıcak ya, çıkarayım şunu" diyebileceğin bir şey değil o; tarihin hiçbir döneminde olmadı. Persler üniformalarının parçası olan lamellar zırhlara "fırın/ocak" anlamına gelen bir isimle sesleniyordu örneğin. İkincisi günümüzde, küresel ısınmaya ve 100 yıldır dünyadaki genel sıcaklığın kademeli olarak arttığı gerçeğine rağmen ormanlık dağ başları yazın en sıcak gününde bile serin olur. Hani şu "Sıcak Ege bölgesi" Muğla'da İztuzu plajı vardır, denizin kıyısı, dağın tepesinde de değil (yanında ama dağa bağlı değil), ormanlık da değil hatta Ege kıyıları arasında tabiri caizse çöle en çok benzeyen yerlerden biri, yani teknik olarak ülkede gece en sıcak olacak yerlerden biri (Apartmanların rüzgarı kesip etrafı seraya çevirdiği şehirler dışında yani ki 1920'lerde öyle bir şehirleşme de yoktu zaten. Ayrıca "Çöl gece soğuk olur zaten" demeyin kalbinizi kırarım, onu mu anlatıyoruz burada, bir şey anlatıyoruz, dinleyin az); orada gece bulundunuz mu hiç? Ben Temmuz-Ağustos ayında bulundum, üstüne hırka almayan kişinin donduğu, sahilde bırakıp da gündüz dönerken çözülmüş halini aldığımız vakidir. Yok tabii öyle bir şey, mübalağa ve söz oyunu bunlar ama soğuk oluyor, onu anlatıyorum. Dediğim gibi yüz yıldır dünyanın genel sıcaklığı da devamlı arttı, sadece şu son salgın döneminde genel sıcaklıkta hafiften bir düşüş olur gibi oldu ama onun dışında devamlı, devamlı arttı. İç Anadolu'daki dağ köylerinde yazın bile akşamları soba yakılır bazen çünkü soğuk olur; bu soğukluğu 100 yıl katlayın bakalım ne oluyor?

Bu arada ne zamandır yazıp yazıp sildiğim bir konu var, o da şu: Milliyet aidiyetinin kan ile bağı yoktur. Milli aidiyeti kan ve soya bağlamak yüz bile değil son elli, bilemedin altmış yılın olayı. Önceden kültürünün kimlerle aynı/benzer olduğu, konuştuğun dilin kimlerle aynı/benzer olduğu, kendini kimlerden olarak görüp kimlerden olarak konumlandırdığın ve belli bir seviyeye kadar da vatandaşlık bunu belirtirdi. Daha iyi anlaşılması için Türk tarihinden örnek vereceğim ama bu bütün dünya için böyleydi, hep de öyle olmuştu. Varan 1: Devşirme olduğu herkesçe bilinen yeniçeriler bozulma dönemlerine kadar kendilerine Türk dediler, kimse de itiraz etmedi. Üstelik yeniçeriler çocukluktan alınıp devşirilmiyordu genelde sanılanın aksine, gayet hangi milletten olduklarının bilincinde olacak yaşlarda devşiriliyorlardı. Varan 2: Anadolu Ermenilerinden ama gönüllü ama gönülsüz Müslüman olanlar Ermeni adını bırakıp kendilerini Türk, Zaza veya Kürt olarak nitelendirmeye ve Ermenice konuşmayı bırakıp Türkçe veya Farsça (Kürtçe ve Zazaca Farsçanın lehçesidir, Tacikçe ve Soğdca gibi; Türkiye Türkçesi, Azerbaycanca, Gagavuzca ve Türkmence de Oğuzcanın/Batı Türkçesinin lehçesi örneğin) konuşmaya başladılar, zaman içinde eski kültürleri de ya yok oldu ya da kendilerini yeni konumlandırdıkları yerlerde onun içinde genelleşip yaygınlaştı. Varan 3: Kıpçakların büyük boylarından Kangarogli (Konguroğlu) boyu var mesela, Kazak, Özbek ve Kırgızların atası olan Kangar Birliği bu boy içinde Kanglı (Daha doğrusu Kañlı) adında bir aile halindeydi; sonradan büyüye büyüye, Kazak Hanlığı olsun, Timurlular olsun, devam ede ede bugünkü hallerine geldiler ve şu anda Asya Kıpçaklarının en önemli temsilcileri bunlar. İyi, peki de; bu Kangarogli boyu Peçenekler içinden Kıpçaklara devşirilmiş bir obaydı, Peçenekler de Oğuzların büyük ve tarihi açıdan önemli boylarından biri tıpkı Avşarlar gibi. Bu arada "büyük boy" derken sayıca fazlalıktan değil tarihi önem, siyasi güç, bilinirlik gibi şeylerden bahsediyorum; örneğin Kayı boyu her daim Oğuzlar arasında sayıca en az boylardan biri olmasına rağmen büyük boylardandır, başlıca sebebi de İç Oğuz-Dış Oğuz sisteminde Oğuz Kağan'ın varisleri, dolayısıyla yönetici boy kabul edilmelerindendir. Yine Salgur (Günümüz Türkçesinde Salur/Salır) boyu bugün Çin'deki etnik gruplardan birinin (Salarlar) atasıdır, yine Türkmenistan, Özbekistan, Afganistan, Irak, İran ve Türkiye'de de bulunurlar; kalabalık bir boydur yani, üstelik içinden Kadı Burhaneddin gibi bilinir kişileri de çıkarmıştır; oysa ki pek önemi ve fazla bilinirliği olmayan küçük bir boydur. Birkaç devlet kurmuşlarsa da bu devletler fazla bilinmeyen, pek önemsenmeyen ya da önemsense bile gerçek devlet bile kabul edilmeyen devletlerdir. (Birinciye örnek: Salgurlular, ikinciye örnek Candaroğulları, üçüncüye örnek Kadı Burhaneddin Ahmed Devleti). Dolayısıyla sayıca kalabalık olmalarına rağmen küçük bir boydurlar. Koñuroğulları (Kañaroğılları) kendilerine Kıpçak dediler, öyle kabul gördüler. İşin ilginç yanı Kanglılar da daha önceden devşirilmiş halihazırda Kıpçak olan bir aileydi! Kıpçak-Oğuz-Kıpçak şeklinde bir durum var özetle. Varan 4: Az önce Asya Kıpçakları dedim, bir de Avrupa Kıpçakları var demek oluyor bu. Bunlara ne oldu? Zaten ilk gidenler Hunlar ile gittiğinden Macaristan'da kaldılar, kısa sürede Macar adını benimseyip Macarca konuşmaya başladılar (Örneğin bugün Macaristan'da Kapscog soyadına sahip birçok kişi yaşar, Kapscog ise Kıpçak'ın Macarca söylenişidir), Anadolu ve Doğu Avrupa'da yaşayanlar Malazgirt sırasında ve sonrasında Selçuklu hükmüne girdi; sonradan Rum diye sınıflandırılıp öyle mi davranıldılar (Çoğunluğu Hristiyan'dı neticede), Müslüman oldular da devlet içine mi dahil oldular ne halt yediler belli değil. Özet? Özet mözet yok, ana fikir bu işte: Milli aidiyetin kan ile herhangi bir ilişkisi yoktur, kişinin kendini konumlandırdığı yer, kültür ve dil ile ilişkilidir, alt birimlere ve benzeri şeylere bakarsan vatandaşlık ve din de işin içine girer. Geçen yazıda dediğim Pomak-Bulgar ayrışmasının tek sebebi dindir örneğin, ne dil ne de kültür önemli derecede fark arz etmez, vatandaşlık zaten aynıdır.

Bazı Türkçe pop şarkılara dümdüz değil de hafiften delilik gözlüğü ardından bakınca çok ilginç sonuçlar elde edebiliyor insan. Örneğin önce Aynur Aydın - Bi Dakika, hemen ardından Hadise - Prenses (Şu şarkının adını bulana kadar da canım çıktı bu arada, Songül - Ne Zaferinden Bahsediyorsun yazsam daha iyiydi) dinlerseniz ilginç bir diss deneyimi yaşayabilirsiniz. Gerçi popta eski sevgili ve onun yeni sevgilisi dışında kimseye de diss atılmaz ya, o yüzden deneyim daha da ilginçleşiyor. Ulan aslında aklımda tek bir şarkı için çok güzel bir örnek vardı, bu paragraf da zaten oradan aklıma geldi ama şu an hatırlayamıyorum onu.

Genelde Türk alfabesi denen, emin olmasam da galiba resmiyette de böyle geçen ve benim Türk Latin alfabesi demeye özen gösterdiğim (Zira Türk alfabesi deyince onun içine Hun da girer, Yenisey de girer, Orhun da girer, Uygur da girer, Osmanlı/Selçuklu da girer, Karaman alfabesi de girer... Girer de girer yani) şu an kullandığımız alfabeye ilk tanıtılırken "Alman kökenli Türk alfabesi" denmiş, iyi ki denmeye devam edilmemiş zira Enveri harfler başta olmak üzere yedi farklı adı olan Huruf-ı Munfasıla'nın adlarından biri de Alman yazısı, karışıklık olurdu. Aslında hem Ç'den hem şapkalardan hem de o dönemde Avrupa deyince (en azından Osmanlı'da) akla ilk Fransa geldiğinden ben hep Fransızca kökenli olarak düşünmüştüm günümüz alfabesini ama Ö ve Ü kabak gibi Almanca diyor, doğru.

Rahip modu (Monk mode) diye bir şey var. Bu arada "monk" rahip demek değil ki aq, keşiş demek, zaten olayın ismi de inzivaya gönderme yapmak için; şu sikik İngilizcemle ben yapmıyorum böyle hatalar. Neyse, özetle sevgili mevgili olayından soyutla kendini, işine ver, en tepeye çıkarsın. He, çıkarsın, he. Ben yirmi iki yıldır o moddayım bir hayrını göremedim, hadi ilk on dört yılı sayma sekiz yıl oldu lan. Yuvarla on. Hani bunun istediği zaman sevgilisi olabilen gevşekler için uydurulduğu o kadar bariz ki. Ulan ben muhtemelen yapayalnız ölecekken şerefsizlerin uğraştığı şeylere bak, gidin geberin ibneler. O değil yapayalnız öleceğim ve ahiretimi de pek iyi görmüyorum... En azından inşallah apartman dairesinin tekinde ölmeyeceğim, o konuda çok başka planlarım var. Apartmana sokayım.

Bu arada staj çok iyi geldi, aydınlandım resmen. Zincirlerimden kurtuldum, en azından bir kısmından. Otobüsler için kart var, bastım, "Kart boş." dedi. Hani daha önceden olsa "Eeeh" diye sinirli veya yetişeyim diye koşa koşa hareket ederdim, hiç sesimi çıkarmadan indim otobüsten, kartı doldurdum geri bindim. Otobüs bekledi bu arada ama beklemiş, gitmiş hiç umurumda değildi, "Otobüs mü yok aq, sonrakine bineriz." Bu işte ya, budur. İnsan böyle yaşar, böyle yaşaması gereken bir varlıktır. Tam olarak gelmek istediğim nokta buydu, gerçi beceremeyeceğimi düşünüyordum ama nihayet... Hadi baka'm, devam edece'z.

Yalnız o hale gelmek için önce bir şu staj raporunu bir hazırlayayım da... Salak salak sorular var raporda, aslında o sorulara verecek çok güzel cevaplarım var da değil düşük not alıp stajı tekrarlattırmak okuldan bile atarlarsa "Niye attınız?" demeye yüzüm olmaz. Ha belki "Niye attınız yea, ne dedik sanki" diyebilirim, orası ayrı. Bir notluk bir de samimi rapor hazırlamaya karar verdim, üşenmezsem veya hâlâ okula ve staj sorularına gıcık oluyorsam belki mezuniyetten sonra samimi raporu "Bir de şöyle bir şey vardı" diye ellerine verebilirim.

Eşitlik ve adalet hakkında hiç düşündünüz mü? Ben bütün hayatımı keşiş modunda geçirdiğimden (gerçi bu gönüllü bir tercih değil ama durumu değiştirmiyor) düşündüm. Eğer düşünmezseniz rahatlıkla eşit olanın adil, haliyle adil olanın da eşit olduğunu sanabilirsiniz. Oysa çoğunlukla durum böyle değildir, adil olan ayrımcı, eşit olansa adaletsizdir. Örneğin biri diğerinden bariz şekilde daha fazla kas gücüne sahip iki kişinin kavga ettiğini ve durumun bir şekilde cezalandırma gerektirdiğini düşünelim. Durumun daha iyi anlaşılması için diğer tüm değişkenler eşit: İkisinin de kavga tecrübesi yok, ikisinin de dövüş eğitimi yok, ikisinin de suçluluk payı aynı. Eşitlik aynı cezayı vermeyi gerektirir, oysa adil olan daha güçlü olana daha çok ceza vermektir. Böyle yani, her konuda tam eşitlik isterken de tamamen adil bir düzen isterken de dikkatli olmak lazım. Tam eşitlik için örneği verdim, tamamen adil bir düzense ayakkabı bağcığınızdan size ceza kesebilir. Örneğin zayıf olanın suçluluk payı büyükse, tamamen adil bir düzen güç farkı gereği daha fazla hasar almış olsa bile büyük cezayı ona keser. Bu dünya için uygun olan ikisinin dengede olup birbirini desteklediği bir düzendir, onu da henüz kuramadılar. İnancın düzeni bu dünya için değildir bu arada, öte dünya için olduğundan bu dünya için herkes birtakım eklemeler yapmış inançların düzenlerine bu dünyaya uygun olsun diye.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder