Kültür emperyalizmini Japonlar kadar estetik yapan millet yok, belki diğer Uzakdoğulular. Amerikalılar her filmde, dizide zaten gözümüze gözümüze soktuğundan kusturacak raddeye getiriyor, Avrupalıların nadiren öyle bir derdi olduğundan öyle bir dertleri olduğunda sıçıp sıvıyorlar, bizim dünya çapında meşhur diziler, filmler falan zaten malum; bu ülkede yaşamıyor olsam inanacağım. Hint dizilerinde/filmlerinde öyle bir olay var mı yok mu belli değil, gerçi bizimkilerin de muhtemelen "Millet izlesin de para kazanalım"dan fazla bir derdi yok, orası ayrı. Bütün dizi sektörü yabancı işlerin uyarlamaları ve yıllar önce yapılıp tutmuş matematikler (şive komedisi, entrika, tarih, töre...) ile ayakta durduğundan böyle bir sonuç ortaya çıkıyor tabii veya tam tersi, "Millet izlesin de para kazanalım" bu sonucu ortaya çıkarıyor; arada sırada çıkan orijinal TV işleri de (İnternet dizileri, özellikle "internet dizisi" algınız Netflix ile sınırlı değilse çok daha farklı dinamiklere sahip olduklarından kural dışı işler yapılabiliyor ve tutabiliyor) çok geçmeden ağızlarının payını alıp oturuyorlar oturdukları yere (İstisnası var elbet). Örnek vermeye gerek duymuyorum zira hepinizin aklında en az bir dizi canlanmıştır, bir sürü var böyle. Ama arkadaş Japonlar bu işi öyle ustaca yapıp hikayeye ve temele öylesine yediriyorlar ki o kısımları çıkarsan yapı parçalanıyor, hikaye bırak eksik kalmayı hiç oluşmuyor bile. Dolayısıyla ne Amerikalılar gibi "Tamam be anladık" dedirtiyor ne Avrupalılar gibi "Al işte gırdın gırdın" tavrı oluşturuyor ne Hintliler ve Türkler gibi "Yani, sonuç?" gibi insanı derin sorgulama dehlizlerine çekiyor; aksine buna maruz kalmaktan zevk alıyorsun. Mesela gidin bir anket yapın, "kılıç" deyince çoğu kişinin aklında canlanan ilk iki imge uzun kılıç ve katana olur (sıralama değişebilir). Neden? Amerikalılar ve Japonlar yüzünden. Aslında işin ilginç yanı Amerikalıların bellerindeki kılıçlar saber'lardı, uzun kılıçlar değildi ama Ortaçağ'da o toplumun temelini ve esas kültürünü oluşturacak halklar hâlâ Avrupa'da yaşıyor ve dönemine uygun olarak düz kılıçlar kullanıyorlardı. Eğri kılıçlar ise sadece özel olarak bilenlerin, ilgi veya yetki alanına girenlerin aklına gelir; halbuki bu topraklarda eğri kılıçlar akla ilk gelenler olmalıdır. Sonuçta kökeni, kanı, milleti ve inancından bağımsız olarak Anadolu toprakları eğri kılıçlarla şekillenmiştir. Yunanların "kopis"leri, Arapların "saif"leri, Pers ve diğer Farisî/İranî halkların şemşirleri, Türk-Moğol halklarının yalmanlı kılıçları ("kilij"leri) (Türkiye Türkleri ağırlıklı olarak Türkmen-Oğuz kökenli olsalar da bu coğrafyayı şekillendirenler arasında Ak Kıpçaklar var, Tatarlar var, Moğollar var, Özbekler var, Türk olanları -Çerkez olanları da var bunların- genellikle Kıpçak, özellikle de Kazak olan Memlüklüler var, Nogaylar var, Karaylar/Karaim Türkleri -Hazarların torunları olurlar- var, Kumuklar var... Var oğlu var.), Ermenilerin "ordynka"ları, Kafkaslıların ve Slavların (Evet, Slavlar da Anadolu'yu şekillendiren halklardan. Batı Anadolu için ağırlıkla Bulgarlar, Doğu Anadolu için ağırlıkla Ruslar) şaşkaları, Antik Mısırlılar ve Mezopotamyalıların kopeşleri... Bunların hepsi eğri kılıçlar. Tabii bunlar arasında Türkler ve Moğollar haricinde bütün halkların düz kılıç kültürleri de vardı ama eğri kılıçlar yıllarca Anadolu coğrafyasında egemen oldu ve bu coğrafyanın tarihini bunlar yazdı.
Şabut balığı diye bir balık var. Var da Türkçe kaynaklarda hakkında hiçbir şey belli değil. Yok sadece Fırat ile Dicle'de yaşarmış... O değil bir bilimsel ad bulana kadar canın çıkıyor (Arabibarbus grypus), sonra o bilimsel adı bulup kontrol ediyorsun yaşam alanlarını; İran var, Yemen var, Keban Barajı var... Fırat-Dicle yok mu? Var ama bir sürü başka yer de var. Gerçi orada kastedilen Türkiye'de sadece Fırat-Dicle de olabilir ama Keban Barajı? Ayrıca "Cumartesi balığı" diye balık mı olur arkadaşım, isim mi bulamadınız? Hah, neyse; Türkçe ve İngilizce kaynakların ortak olduğu bir konu Yahudilerin bu balığın etini domuz eti yerine kullandığı. Bu bilgi esasen bayağı ilginç geldi bana, neden? Çünkü bir malzemeyi başka bir malzeme yerine kullanıyorsan onun tat ve yapı olarak o şeye benzemesi gerekir. Örneğin yemeklerde şarap yerine sirke kullanımının prensibi budur: Sirke ve şarap yapısal olarak benzerler ki zaten belli bir evreye kadar aynı şeylerdir (Hayır, üzüm suyundan bahsetmiyorum). Demek ki tadı benziyor? Çünkü "Elimizde bu balık var, bize domuz yasak... Hadi bunu kullanalım." diye mantık olmaz; öyle olsa keçi ya da koyun eti kullanırlardı. Özel olarak bu balık yetiştiriliyor İsrail'de, neden o kadar zahmete girsinler? Zaten Türkçe kaynaklarda "Domuz eti yerine kullanılır" denirken İngilizce kaynaklarda "Domuz etinin tatsal olarak koşer eşleniği" gibi bir ifade yer alıyor (Düşün bak, benim Türkçe olarak kuramadığım bu ifadenin İngilizcesi yer alıyor. Araştırma sırasında neler çektiğimi anlayın işte), İngilizce kaynakta bir de ayrıca tada vurgu var yani. Yine de bu hâlâ şaşırtıcı geliyor bana, sonuçta biri toynaklı bir kara hayvanı, öbürü balık; en fazla ne kadar benzeyebilir ki etlerinin yapısı ve tadı? Bir de bak şimdi aklıma geldi, bu Yahudiler domuz etini ne zaman yemişler de tadının neye benzediğini biliyorlar lan? Ona göre bir de yerine kullanılacak et seçmişler? Altın Buzağı döneminde yemiş olabilirler gerçi, şimdi aklıma geldi. İşi gücü bıraktım bunu düşünüyorum, tamam; çeşitli benzer koşullar tat benzerliği sağlayabilir (Tada etki eden bir sürü şey var... Hem üretimde hem de tüketimde ortamdaki müzik ve renkler bile tada etki eder, tam da o sebepten "Dark dining" diye bir şey var olabilmiştir, tam da o yüzden bira içirilip masaj yapılarak yani biraz düşündüğünde bayağı bildiğin psikopatça yetiştirilen ineklerin eti olan Kobeniku dünyanın en pahalı etidir) ama "tatsal eşlenik" oluşturacak kadar benzeyebilir mi su altı ve kara koşulları? Aslında düşününde evcil domuz bayağı bildiğin çamurun içinde yuvarlanan bir hayvan, bu balık da çamurlu suları tercih ediyorsa ve tıpkı kendi gibi dip balığı olan yayın balıklarında da görüldüğü üzere yemek konusunda pek seçici değilse olabilir.
Bilgisayar kullanarak veya bilgisayar destekli çizim yapmanın elde çizim yapmaya kıyasla birçok avantajı var. Bu konudan neden bahsediyorum? Çünkü bahsetmek istedim. Birinci olarak kağıt-kalem kullanırken her şeyi tekrar tekrar çizmen gerekir, bilgisayar destekli çizimdeyse bir ortamı, eşyayı vs. bir kez çizip stoklaman yeter; her gerektiğinde kullanırsın. İkinci olarak kağıt-kalemle çizim yaparken bir çizimin üstüne çizim yapmak imkansız, mesela bir karikatür karesi için: Önce her şeyi kapatacak olan konuşma balonlarından başlaman gerekir, bilgisayar destekli çizimdeyse daha mantıklı bir şekilde çizime arkaplandan başlayabilir ve üstüne rahatlıkla ekleme yapabilirsin. Bu, örneğin bir duvara açacağın bir delikte de iyi sonuç verir. Ayrıca temel bir iskelet üzerine insan oturturken de daha gerçekçi sonuç verecektir. Üçüncü olarak elde yapılan çizimin illaki taranması gerekiyor, bu başlı başına bilgisayar/tablet kullanırken yaşamayacağın bir angarya olduğu gibi çoğu kağıt pürüzlüdür ve ton farkı vardır, dolayısıyla bilgisayarda bunları düzeltmek için öncesinde resmin genelini bir eşitlemek gerekir. Gidip renksiz bir çizim yapın A4 kağıdına, sonra bilgisayarda boyamaya çalışın anlarsınız ne dediğimi. Ha evet, boya. Dördüncü olarak elde çizim yaparken boyalar da size bakar, bilgisayar destekli çizimde büyük alanları tek hamlede boyayabilir, gölgelendirme, parlaklık, "yapı" ve ton farklarını istediğiniz gibi ayarlayabilirsiniz. Bu "yapı" dediğim şeyin aslında özel bir adı vardı ama unuttum, kastettiğim şu: Kum ve insan derisi aşağı yukarı aynı renk olabilir (insan derisinin de kumun da rengi çok değişken olsa da "kum rengi" dediğimizde aklımıza gelen ve "ten rengi" dediğimizde aklımıza gelen renk benzer) ama dokusu farklıdır. Ha, evet; "doku" bunun adı bu. Yine gümüş renginde tüyleri olan bir hayvan ile gümüş bıçağın doku farkı vardır, bilgisayar destekli çizimde bunu çok rahat halledebilirsiniz. "Boyalar o kadar önemli mi gerçekten?" diye düşünenler varsa şunu söyleyeyim: Japon mangalarının günümüzde hâlâ özel bölümler gibi şeyler haricinde renksiz olma sebebi manganın ortaya çıktığı çağda birden fazla renk içeren şeyleri üretmenin de basmanın da imkansıza yakın olmasıdır. Beşinci olarak bilgisayar destekli çizimde hatalarınızı geri almak, silmek vs. daha kolaydır, kağıt-kalem kullanıyorsanız tam bir çiledir. Elde çizimin tek avantajı kağıdı ve kalemi hissetmen; şahsen sadece kağıt-kalem ve bilgisayar faresi kullandım çizim yapmak için. Bilgisayar faresiyle doğru düzgün çizim yapamıyorum, kağıt-kalem... Aslında kağıt kalemin elde oluşturduğu sızıyı, verdiği hissi seviyorum; sadece çizerken değil yazarken de böyle ama uzun zamandır düzenleme, ekleme, çıkarma kolaylığı ve benzeri şeylerden ne yazacaksam bilgisayarda yazıyorum. Bu arada "Ulan çizemiyorum ama bir çizim tabletim olsa süper olacak, her şeyi yapacağım" kafasında değilim, çizemiyorsan çizemiyorsundur; o iş için kağıt-kalemle gelişmeye çalışmak daha mantıklı hatta. Bilgisayar destekli çizimin öyle bir konuda tek avantajı işte hazır kalıpları rahatlıkla kullanıp sonra kolayca silebilmek; çember çizemiyorsan tıkla çember çizme sembolüne, istediğin ebatlarda muntazam bir çember çiz. Zaten benim dediğim tek bir kompozisyondan oluşan tekli resimler için değil de animasyon, çizgi roman gibi her karesi farklı bir kompozisyon olan çoklu işler için dikkat ederseniz.
Türkçedeki Uygar ve Türkçeye de geçmiş Arapçadaki Medeni kelimeleri hakkında çok ilginç bir bağ var. Şöyle ki: Türkçedeki Uygar, Uygurları; Arapçadaki Medeni ise Medinelileri ima eder ve bu referansın temel bağlamı bu halkların yerleşik olmasıdır. Uygurlar, Türk boyları içinden yerleşik hayata geçen ilk halk ki bu yüzden Kaşgarlı Mahmud onları "Çinli" diye tanımlar. Bu arada Uygurlardan önce de Kuzey ve Kuzeybatı Çin'de ve o zamanlar Roma İmparatorluğu sınırları içinde kalan Batı Asya'da yerleşik hayata geçen Türk, Çin için aynı zamanda Moğol obaları vardı ama bunlar yerleştikleri kültürü kabul etmiş, hatta kendilerine Çinli, Romalı diye hitap eden/edilen kişilerdi. "Urum" denen bir Türk halkı vardır örneğin ki Urum, Rum demektir. Sadece Türklerin ve Moğolların değil bütün göçebe halkların göçebeliği bırakınca bulunduğu çevredeki kültürü benimsemek gibi bir özelliği vardır. Bugün birbirlerini, her boyun hatta uruğun (aşiretin) kendine özgü saç örgülerinden ve o saç örgülerine uygun dizayn edilmiş börkler ile süslerden tanıyan Türkmen akıncılarının torunları olan Türkiye Türklerinin saçı uzun olana kız yakıştırması yapması da askeriyedeki tıraş kuralları da Bizans'tan mirastır. Gerçi günümüzdeki tıraş kuralları Alman ordusundan alınma, Enver Paşa sağ olsun ama yeniçerilerin de tıraş kuralları vardı; hoş zaten Alman ordusundaki tıraş kuralları da Roma'dan kalma olduğundan çok da fark etmez. Yine aynı şekilde kültüründe alpkız diye bir figür, tarihinde Bacıyan-ı Rum diye bir kurum olan Türkiye Türklerinin yıllarca kadınları eve kapatması da günümüzde hâlâ güçsüz görmesi de Arap kültüründen* alınmadır. Uygurlara dönersek: Onlar yerleşik hayata geçmelerine rağmen aslî kültürlerinin büyük çoğunluğunu koruyabildikleri için özel bir konumdadır, o yüzden "uygar"dırlar. Ve "uygarlık" sözü de tam olarak o yüzden şehirler kurmayı içerir. Bu arada Karahanlılar da Uygur soyludur, Uygurların Karluk boyundandırlar; tam da o yüzden Türk-İslam Kültürü adlı Türklükten kopmamış ama İslam'a mükemmel şekilde uyum sağlamış olan bir kültür inşa edebilmişlerdir; bunu daha önce de yapmışlardı, tecrübelilerdi. Gazneliler, Selçuklular ve hatta Osmanlılar gibi Türkmen kökenli devletler -ki Türkmen kelimesi Selçuklu ve Gazneli devletlerinin doğduğu çağda "Müslüman olup hâlâ göçebe olan Oğuz" demekti- ise zaten göçerliği çok geç bıraktıkları için çevre kültürü benimseme yoluna gitmişlerdir. Ha, kötü mü olmuştur? Sonrasında işler sarpa sarıp pürüzler çıkmış tabii ama bugün Türkiye'nin iki komşu köyü (bak, şehir bile değil) arasında kültür farkından söz edebilmemiz de Türkiye Türklerinin hem Hun, Avar, Kıpçak gibi Avrupa Türkleri kültürünü Avrupa sosuna bulayan Macarlardan hem Orta Asya Türki devletlerinden hem de komşu halklardan farklı olan ama bütün bunların izini de taşıyan kültürünü görebilmemiz de bunun sayesindedir. Bence kötü olmamıştır yani, tabii abartılmasa iyiydi. Medeniye gelecek olursak: Arap Yarımadası'nda Hz. Muhammed tarafından kurulmuş olan İslam Devleti öncesinde genel anlamda devletlerden ziyade tıpkı Hunlardan önce Türklerde, Cengizlilerden önce Moğollarda olduğu gibi kendi yasaları olan aynı halkın parçası olan halkların (Türkler için "boy", Araplar için "kabile") kendi topraklarında kendi hükümlerini uygulaması söz konusuydu. Şehirler yerleşik olanlardan ve yarı-yerleşiklerden oluşuyordu, bir de tamamen göçebe olan bedeviler vardı ayrıca. Medine ise tam anlamıyla yerleşiklerden oluşan gerçek bir şehirdi, bununla birlikte etrafında Arap kültürü dışında pek kültür olmadığından mıdır bilinmez ama farklı bir kültür benimsememişlerdi. Yani "Uygar" ve "Medeni" sözleri etimolojik açıdan bağları olmamasına ve ortaya çıktıkları dönemde henüz bu iki halk arasında pek bir etkileşim olmamış olmasına rağmen; üstelik iki halkın kültürü ve bu kültüre bağlı olarak gelişen dilinin yapısı (dil mi kültürü oluşturur yoksa kültür mü dili, orası meçhul olsa da dilin gelişiminin kültüre bağlı olduğu ve kültürdeki değişimlerin dili de etkilediği kesindir) son derece farklı olmasına, yaşadıkları coğrafyaların iklimi bile bambaşka olmasına rağmen tamamen aynı mantıkla, aynı şeyi kastederek, aynı şeyi ima ederek oluşmuş kelimelerdir.
*İslam'la alakası yok bu arada konunun, İslam öncesi Arap kültüründen kalma bir şey bu olay. Müslüman olmayı Arap olmak, modern olmayı Avrupalı/Amerikalı olmak olarak algıladığımız sürece bir milim ileri gidemeyeceğiz. Gelişmiş devlet olmanın şartının Avrupalıların kültürsüzlüğüyle kültürümüzü takas etmek olmadığının en büyük kanıtı Uzakdoğu devletleridir: Teknoloji açısından oldukça gelişmiş bir ülke olan ve dünyanın büyük ekonomilerinden olan Japonya, Meiji reformunu reddedip Avrupa kültürüne karşı kendi kültürünü öne çıkardıktan sonra gelişmeye başladı. Katanalarını bıraktıktan sonra değil, kılıç yasağını kaldırdıktan sonra dünya hakimiyeti için sahaya çıkabildiler.
Toaru serisini izliyordum (Bitmedi aq serisi, One Piece izliyoruz sanki. Gerçi suç benim sikik internetimle saçma sapan oynatıcılarda ama olsun), Index 3'ün sonlarındayım. Touma'nın bir nutuğu vardı, aslında güzel konuştu herif ama ben adama gıcık olduğumdan "Bir siktir git" diyesim geldi. Lan sırf bu it yüzünden günahım kadar sevmediğim Fiamma'yı, kaybedeceğini bilerek tutuyorum bu savaşta. Aq harem ağası; buradan bir aq da pek sevgili Kirito'ya yolluyorum, ko'duğumun sakat harem ağası seni. İlginç bir özelliğim var: Bir animeyi izlerken manga, manhwa, webtoon ya da o anime her ne halttan uyarlanmışsa (sonuçta bilgisayar oyunundan gerçek hayata geniş bir "uyarlama yapılabilecek şey" skalası var) onu okuyanların (ya da kaynağına bağlı olarak bir şekilde bilenlerin) "Şurası olmamış, böyle bir şey yoktu, az durun da hikayeyi anlayalım aq" yorumlarına sinir oluyorum; ama bir şekilde kaynak materyali okuyunca ben de animeye sövmeye başlıyorum. Kenja no Mago'da da (Aşırı güçlü ana karakteri olup harem içermeyen tek isekai kendisi ayrıca, sırf bu yüzden bile okunur. Gerçi hareme göz kırptığı yerler var özellikle başlarda ama sonuçta harem içermiyor. İzlenmez ama; ulan animede en komik ve en önemli sahneleri kesip iyice çöp etmişler seriyi, mangası da efsane falan değil, çerezlik ama anime bildiğin çöp) GOH'ta da böyle oldu. Gerçi GOH'ta manhwadan farklı olup sevdiğim kısımlar da var, Yu Mira'nın (sahte ve gerçekleşmemiş) düğününü daha ayrıntılı işlemeleri ve Nox'un adını "Kim lan bunlar?" dedirtmeden "İsimsiz kalmasın yavrucaklar" diye erkenden çıkarmaları doğru hamlelerdi bence, manhwada bile adamların adını anca 2. sezonda (Bu manhwa-webtoon'larda öyle garip bir olay var, çizgi romanın sezonu mu olur lan? Kısım falan desen neyse, ranobelerde ark diyoruz ne güzel). Öyle de dönek gibi oluyor ama; "Ulan ben zaten adam değilim, şerefsizim ben." deyip geçiyorum. Furkan Emirce'nin Faruk karakterlerine (Evet, "karakterlerine". Rakun Faruk, İnfaz Faruk, Dızcı Faruk, Falan Faruk, Filan Faruk...) döndüm burada. Hayır o değil "Ulan hayatımı daha ne kadar sikebilirim acaba?" diye düşünüyor da ona göre mi hareket ediyorum anlamadım ki; ne zaman "Tamam, en beteri işte" desem kendi kendimi daha beter bir hale sokuyorum. Aklıma gelmişken: Ölmek istemek, hayatı sevmemek ömrü uzatıyor. Ne kadar "Dünyanın ta ebesine atlayayım, böyle insanlığın ben gelmişini geçmişini... Niye ölmüyorum lan ben?" modunda, kendisi başta olmak üzere tüm dünyadan ve insanlıktan nefret eden kişi varsa intihar etmediği sürece yüz yıl yaşıyor, nerede hayatı, kendini, dünyayı seven kişi varsa erken ölüyor. Aha örnek: "Ölümüm aniden olacak seziyorum... Karanlığım, kötüyüm, biraz çirkinim" diye Attila İlhan 80 yaşında, "Yaş 35 yolun yarısı eder" diyen Cahit Sıtkı Tarancı 46 yaşında öldü. İstisna olarak Nietche 56 yaşında ölmüş, onun da psikolojik çöküntüsü var ama; artık adam dayanamayıp beyni iflas etmiş yani, o sayılmaz. "Yaşamak için bir nedeni olan herkes her sıkıntının üstesinden gelebilir." diyen birinin gerçekten ölümü arzulayıp arzulamadığı da meçhuldür gerçi. Hah neyse, uyarlama işine dönersek: Daha önce de söyledim, uyarlamaların %100 olması hayal olur çünkü bir sürü kısıtlama ve parametre var, o yüzden çıkarılan ve (bir yere kadar) değiştirilen yerler normal... Ama bu, en önemli; hikayeyi anlamayı sağlayacak olan kısımları çıkarmayı ve bir tarafınızdan uydurduğunuz var olmayan kurallar ile ilerideki olaylarda çelişkiye veya mecburi değişikliğe neden olacak olayları hikayenin evrenine dahil etmenizin bahanesi olamaz. Bu son dediğim GOT'a olan şeydi mesela, o yüzden son sezon "Bu ne lan?" şeklindeydi çünkü daha öncesinde bir taraflarından uydurdukları olay ve kurallar yüzünden öyle yapmak zorundalardı.
Oba, hani makarna markası olan Oba, hazır "mien" (Noodle diyeceğime Çincesini kullanırım) çıkarmış, adı Obamie. Çıkarmış da bir sorun var: Kendisi, Indomie'de de olduğu gibi hazır paket şeklinde. Ne dediğimi anlatmıyor bu, bekle. Bardak şeklinde değil yani, illa tencereyle, tavayla uğraştırıyor insanı; İndomie'nin bardak formu da vardı en azından. Tamam da arkadaşım, "cup noodle" dediğin olay -adından da anlaşıldığı gibi- bardak içinde olup su koyunca hemen hazır olmazsa bir anlamı yok. Lan tavayla tencereyle uğraşmaya enerjim, vaktim, ne bileyim temiz tavam tencerem falan olsa bunu almam zaten, gider doğru düzgün bir Çin eriştesi, ramen eriştesi, somen eriştesi, udon eriştesi falan alır; evde kendim ramendir, yakisobadır, andong jjim-dak'tır, Moğol barbeküsüdür, lagmandır (Bu arada lagman/lağman ve ramenin etimolojisi aynı: Çince La Mien/La Mian, "Çekilmiş/Çekiştirilmiş Erişte" demek) falan bir şeyler yaparım, neden senin şeyinle uğraşayım? Beni hasta etmeyin, şunları üretecekseniz bardak olarak üretin, uğraştırmayın milleti; bir ton gayet kaliteli ve aslına uygun paketli Uzakdoğu eriştesi var zaten Türkiye piyasasında bu saydığım şeyleri yapabileceğiniz, şu hazır eriştenin olayı ve avantajı bardak olmasındadır zaten ya, neyin peşindesiniz? Bu Obamie hakkında ilginç bir şey de var ki: Bizim evin oralardaki bakkalda ve bakkalın yanındaki Ekomini'de bulunuyor (ikisinden birinin hâlâ batmaması da ayrı bir mucize, kaç yıldır yan yana duruyorlar. Hadi Ekomini zaten zincir de bakkal da iyi iş yapıyor demek ki) ama TTM'deki Migros'ta bulunmuyor. Garip yani.
Gusül abdestinde "Üç kere ağza, üç kere burna vermek" diye bir olay vardır ya, işte onun üzerine biraz düşününce bir de olay doğrudan "o" konuyla ilintili olduğundan çıkmaz düşünce dehlizlerine sürükleyebiliyor insanı. Gecenin üç buçuğunda benim niye böyle saçma sapan bir paragraf yazmaya niyetlendiğim, hadi niyetlendim bunu ne diye eyleme geçirdiğim de apayrı bir araştırma konusu tabii. Galiba en iyisi bir hece çıkarmaya üşenmeyip cümledeki gizli nesne (Özne değil de nesne o bence ama yine de gizli sonuçta) olan "su" kelimesini ait olduğu yere koymak. Bir de benim özelimde daha fazla pisleşip cehennemi iyice garantilemeden susmak.
Son zamanlarda pek iyi hissetmiyorum, birkaç sebep sıralayabilirim ama hiçbirinin asıl sebep olmadığına eminim. Sonbahar benim için gerçekten hüznün mevsimi; blogdaki hüzünlü, "dramlı" yazıların tarihine dikkat ederseniz genellikle sonbahara, bir şeylere sövdüğüm yazılar da genellikle ilkbahara denk gelir. "Doğadan kopma, içgüdülerini dinle" derken iyice hayvan gibi oldum. Yok, hakaret anlamında değil; yani hakaret anlamında da öyle oldum ama gerçek anlamıyla mevsimlerin bir kedi ya da köpeğin üstünde olduğuna benzer etkileri oluyor üstümde. Neyse, geceleri uyuyamadığımdan düşünüyorum son zamanlarda... Veya düşündüğümden uyuyamıyorum, orası meçhul. Yarın aniden ölebiliriz. Serseri bir kurşunun isabetiyle, işaretsiz bir kalp kriziyle, başka bir şeyle... Peki o zaman neden hayatımız hep "Şu da bitsin rahat edeceğim" diye erişip erişemeyeceğimiz belirsiz zamanları planlamakla geçiyor? Günümüzde herkesin özgür olduğunu hiç düşünmeden söylüyoruz ama özgür bir insanın böyle planlar yapmaya gerek duymayacağını göz önünde bulundurmuyoruz. Zamanlamayla ilgili veya ekonomik sebepler değil bahsettiklerim. Eğer kişi istediği zaman okulu bırakıp da kendini yola vuramıyorsa özgür değildir (Bu herhangi bir bütçe gerektirmez, yürüyerek seyahat edip kedi suyu içerek hayatta kalabilirsiniz). "Şu okulu bitir bari", "Nereye gideceksin?" Her şeyi, her şeyi özgür olacağımı umduğum bir zamana iteliyorum, olacak mıyım ki? Özgürlükten, gerçek anlamdaki özgürlükten korkuyorum. Gerçek anlamda özgür birinin hiç bir bağı yoktur ve bu temelde her şeyle tek başına başa çıkması gerektiği anlamına gelir. "Gerçek özgürlük" Bunu eskinin yüce imparatorları, tanrı-kralları bile tatmamıştır muhtemelen. Yine de en azından bütün fikirleri, planları ve onca şeyi ertelemek zorunda değillerdi. Var olup olmayacağı belirsiz zamanlara hayatımı ipotek etmekten nefret ediyorum, hayatın kendisi, insanların çoğu, günümüz dünyası da dahil olmak üzere epey uzun olan nefret listemde bu da bulunuyor. "Şu sene geçsin de bir." Tamam bu, bu sene için gerçekten geçerli olabilir; sonuçta salgın var, herkesin özgürlüğü evrenin kendisi tarafından kısıtlanmış durumda. Yine de daha önceki senelerin bahanesi nedir? Neden "Şu olsun şunu yapacağım, şöyle olsa keşke..." diye diye kendimizi bitirerek elimizde hiçbir şey ve hiçbir fırsat kalmayıncaya kadar erteliyoruz? Sonunda insan bir avuç pişmanlıktan başka bir şeye gerçekten sahip olamayacağını anlıyor. Bütün bu belirsizlikte, üstelik sırf gelecekte rahat etmek için bugünümüzü satmak gibi biraz düşünürsen tamamen mantıksız bir şey olduğunu kavrayabileceğin bir şeyi yapmakta beis görmüyoruz? Eğer öyleyse hayatımızı tamamen ibadetle veya tamamen canımızın istediği şeyleri yapıp öylesine geçirmek çok daha iyi değil mi? Birinci ya da ikinci, sadece inançlı olup olmamanıza bağlı değil bu seçim; benim gibi zayıf biri, inancının samimi olduğunu düşünmesine rağmen, ikinciyi seçer. Son zamanlarda biraz da inançla sıkıntım var. "Büyük ihtimalle cehennemliğim zaten, inkâr edebilsem her şey daha kolay olurdu." Bunu düşünüyorum ama içimdeki bir şeylerden, tam olarak ne olduğunu bilmediğim bir şeyden dolayı Tanrı'nın varlığını inkar edemiyorum. Belki doğaüstü şeylere inancın epey yüksek olduğundandır. Bunu da düşündüm aslında: Eskiden, çocukken doğaüstü şeylere inancım bu denli kuvvetli değildi; asla materyalist biri olmasam da genel olarak rasyonel biriydim, bir yerde bir sebepten dolayı fikriyatım tamamen değişti. Ne zamandı ve nedendi acaba? Sonuçta, eğer inkâr edebilseydim hayatım daha kolay olurdu ama içimdeki bir şeyler bunu yapmama engel oluyor. "Neden yapıyorum bunu, neyin peşindeyim şu an?" Son bir hafta içinde bu cümle dizisini hayatım boyunca kullandığımdan fazla kullanmışımdır herhalde. Bir sürü fikir, aslında şu anda yapabileceğim ama biraz daha fazla özgürlüğü elde edebilme umuduna tutunup ertelediğim onca şey... Bunun sebeplerinden biri aslında gerçekten de pek özgür olmamam. Aile evinde ve Türk aile yapısı içerisinde en fazla ne kadar özgür olabilirsin ki zaten? Elde etmek istediğim... Şairlerin bahsettiği "Kuşlar gibi" olan ütopik özgürlük değil elbet, tam bir korkak olduğumdan bahsettiğim "tam teşekküllü özgürlük" de istediğim şey değil. Şu ankinden daha fazla, belki yarısı kadar fazla özgürlük istediğim şey. Eh, insanlar doyumsuz varlıklardır esasen; ben de en kötülerden biri olarak bu kusuru da taşıyorum. Gerçi birçok inanç sistemi için "ayaklı günah" gibi gezdiğimden o doyumsuzluk diğer bütün kusurlarım yanında görünmez kalıyor, ha bir de kendimi saklamayı bildiğimden. İstediği şeyden korkan biri, demek... Cidden en kötüsüyüm, ha? Bu sadece bu zamanlarda değil daha önce de defalarca sorduğum bir soru: "Ne katkım var ki şu dünyaya? Bir yaraya merhem olmuşluğum vaki mi bilmiyorum. Ölüp gitsem... Ya da hiç var olmasam çok daha iyi olmaz mıydı?" Hâlâ daha arsızca bir kurtarıcı bekliyorum, kendimi kurtaramayacak kadar acizim. Gerçi... O aşamayı çoktan geçtim herhalde? Ölüm... Kahramanca bir ölüm isterdim, bilirsiniz; dünyayı kurtarmaya çalışırken olan bir ölüm. Sevdiğim kızın kucağında son nefesimi onu sevdiğimi söyleyerek vermek. Klişe ve bayat, evet ama yine de şairane. İşin garibi şu an öyle biri de olmaması, eğer daha önce de yaptığım gibi şu "Yeni normal" düzeninin bir kısmını sonra da devam ettirirsem -ki ettireceğim gibi duruyor- olması çok da mümkün olmayacak. Eh, zamanın ne göstereceği belli olmaz; belki ani bir deli cesareti parıltısında bir şeyler olur ve hayatımı düzene sokarım. Benim için hayatını düzene sokmak, çoğu kişi için hayatını mahvetmekle aynı anlama geliyor gerçi. Bütün bu belirsizlikte ben de herkes gibi şimdimi ipotek ettiriyorum ama bu rızai bir karar değil, özgür olmamamdan kaynaklanıyor. Bunda kendi korkaklığımın da büyük payı var. Elbette dediğim hiçbir şey bu sene için değil çünkü dediğim gibi salgın var ve bütün insanların özgürlüğü doğanın kendisi tarafından kısıtlandı, dediğim şeyler daha önceki seneler ve salgın bittikten sonraki zamanlar için.
Mantık evliliği, adına rağmen, dünyanın en mantıksız şeylerinden biri. Örneğin, "Ha, bu zengin; bununla evlenilir." gibi bir mantık kurduysanız kötü bir haberim var: Feodal Avrupa'da yaşamıyoruz. Bir insanın malvarlığının ağır darbe alması için kurdaki bir dalgalanma veya itibarına yediği bir tekme yeterli günümüzde. Feodalite çağı boyunca Avrupalı soylu ve zenginler itibarlarına aldıkları darbeleri rahatlıkla savuşturabiliyorlardı ama günümüzde bu o kadar da kolay değil. Genler, eğer çocuğunuz için istiyorsanız biraz mantıklı ama "Ya zekasını sizden, görünüşünü benden alırsa?" hikayesine dönüyor olay o zaman da. Zaten eşeyli üremenin doğası gereği çocuğun genetik yapısı bir önceki nesilden farklı olur, iyi, nötr ya da kötü yönde olabilir bu.
"Migros pizza satmaya başladı, rekabet kızıştı" diye bir haber gördüm, hemen baktım. Ve sonuç: "N'olur öyle gerzekçe yapmamış olsunlar" diye dua ettiğim biçimde bir haber çıktı. Arkadaşım, Migros'un pişmiş pizza satmaya başlaması neden Domino's ile, Pizza Pizza (Buranın adı değişti ama ben alışamadım, o yüzden böyle demeye -en azından bu yazı boyunca- devam edeceğim) ile vs. rekabet etmesini gerektirsin lan? Mal mısınız evladım siz? Migros "donut" da satıyor, Dankin Donut ile rekabet halinde mi? Börek, simit, poğaça da satıyor; Simit Sarayı ile ya da fırınlarla vs. rekabet mi ediyor? Yalnız haberin tamamını okudum, evet, rekabet ettiğini sanıyor haberi yazan. Yazık kafana, mal mısın evladım sen? Gıda işletmesi ile market arasındaki farkları kavrayabilecek kadar zekanız yok mu? Ki düşün bak: Gıda işletmesi olan ve simit üreten Simit Sarayı, simit üreten mahalle fırınlarıyla, poğaçacılarla rekabet halinde değildir çünkü klasmanı farklıdır. Migros dondurulmuş pizza satarken pizzacılarla rekabette değilken şimdi neden olsun lan? Bim'de de hazır, paketlenmiş olarak sütlaç ve supangle satılıyor, Alaçatı Muhallabecisi ile rekabet halinde mi yani Bim? Neyin peşindesiniz lan siz? Şu haberleri yapanlar: Azıcık zekanızı kullanın ve biraz araştırın, ne bileyim bir bilene sorun lan bari. Hıyar hıyar işler yapmayın, adamı hasta etmeyin. Sizin cahilliğiniz yüzünden ben kendimi harap ediyorum burada, neden sırf dilim pizza satıyor diye Migros ile Sbarro rekabet etsin lan? Market işini komple bırakıp sadece pizza üzerine bir alt marka kurmuş olsalar anlayacağım. Mesela Coca Cola'nın hayvan gibi alt markası var. Fuse Tea nedeniyle Lipton'la, Damla Su nedeniyle Erikli, Uludağ vs. ile, Powerade nedeniyle enerji içeceği markalarıyla (Ayrıca Powerade Türkiye piyasasındaki tek sporcu içeceği, enerji içeceklerinden farklılar aslında; hiçbir alakaları yok hatta), Cappy nedeniyle meyve suyu markalarıyla rekabette. Domino's sufle sattığı için pastaneyle (Türkiye'de sufle satan pastane var mıdır emin değilim ama sufle "pastacılık" işine dahildir, haliyle yeri pastanedir), Burger King salata sattığı için vegan restoranla rekabet halinde mi birader? Hayır, değil. Domino's Pizza Pizza ile, Burger King ise McDonalds ile rekabet içinde. Ki düşün bak dediğim dört yer de (Domino's, pastane, BK, vegan restoran) gıda işletmesi, hal buyken gıda işletmesi bile değil, tamamen farklı kurallarla ayakta durup işleyen bambaşka bir yapı yani market olan Migros neden pizza zincirleriyle rekabete girsin lan? Salak salak konuşmayın, o dediğiniz anca "Migros Pizza" diye sadece pizza ve pizza için yan ürünler (patates kızartması, ülkemizde her nedense pizzacılarla özdeşleşmiş olan çikolatalı sufle -sahi bunun nedenini bilen var mı lan, biliyorsanız bana da söyleyin-, belki makarna falan) satan bir dükkan açsaydı olurdu. Böreklerin çöreklerin yanına bir de pizza ekledi diye değil zincirler, Çanakkale kordondaki Di Napoli Pizza bile ciddiye almaz onu. Bu arada küçük bir yer ve biraz arada kalıyor, çok göze çarpmıyor; isminden dolayı da biraz çekince oluşuyor insanda ama bugüne kadar yediğim en güzel pizzayı yapıyorlar, onların yaptığı pizzaysa Domino's'un, Pizza Pizza'nın yaptığı şey pizza değil*, fırsatınız olursa veya denk gelirseniz deneyin. Sırf onun için Çanakkale'ye kadar gitmek saçma elbet, pizzanın anavatanı Napoli değil de Çanakkale olsaydı mantıklı bir hareket olabilirdi; o yüzden "fırsatınız olursa veya denk gelirseniz" dedim zaten. Bilmediğiniz konularda yorum yapmayın arkadaşım, haberi verip geçin veya o işten anlayan birine sorun. Mesela bir pizzacı kasiyeri ya da Migros'un fırın bölümünde (Hani o pizzaları yapacakları, hani börekleri falan yaptıkları yer) çalışan biri sizi düzgünce bilgilendirebilirdi. Bu çalışanları küçümsediğimden değil, böyle bir bilgiyi bilmelerine aslında hiç de gerek olmadığından verdim o iki örneği bu arada; yanlış anlamayın. Sonuçta pizzacının sahibi mi kasiyer, maaşı yattıktan sonra kiminle ne konuda rekabet ediliyormuş ona ne? Ama yine de en azından Migros ile rekabet etmeyeceğini de bilir işin ucundan kıyısından tutan biri olarak. Ben nasıl "Türkiye'de bol miktarda uranyum rezervi bulunması döviz kurunu nasıl etkiler?" konulu yazı yazmıyorsam ve bir gün böyle bir yazı yazmaya karar verirsem bilen birine soracağımdan siz habercilerin de bunu yapması gerekmiyor mu? Ayrıca benim şahsi blog yazarı olarak hiçbir yükümlülüğüm de yok, "Uranyum rezervi bulunursa doların yerini TL alır" desem sonra da itiraz edilince "Parodi yazısı o" desem hiçbir eleştiri almam (Bu arada uranyum olayı gerçekten olursa ABD, Türkiye'ye "demokrasi getirir" muhtemelen. Yapılmışı için: Irak). Ama sizin haberci olarak o haberi ulaştırdığınız kişilere karşı bir sorumluluğunuz var. Tamam, ben belki gıda üzerine tahsil yaptığımdan biraz fazla abartıyorum konuyu ama dediğim gibi habercinin haberi verdiği kişilere karşı sorumluluğu vardır. "Migros, 'Pizza ürettik, Sbarro'nun ağzını burnunu kıracağız, Domino's'un eline vereceğiz' dedi" desen amenna, "elçiye zeval olmaz" der geçilir ama bilmediğin konularda saçma sapan yorum katmasana lan yazıya!
*Ki zaten değil, Amerikan tarzı pizza yapıyor bu dediğim iki firma: kalın hamur ve az malzeme; İtalyan tarzı ince hamur ve bol malzeme, özellikle bol peynir içerir; pizzanın hası, aslı da "mozzarella di bufala" denen, manda sütünden yapılma mozarelladan olur. Tabii kullanılan malzemeler hatta domates sosunun yapısı ve baharatlar gibi bir sürü konuda da Amerikan tarzı pizza ve İtalyan tarzı "orijinal" pizza arasında fark var ama dediğimi anlamışsınızdır, daha fazla örneğe gerek yok. Gerçi pizza günümüzde hemen her yerde bulunabilen bir yiyecek olduğundan geleneksel pizza-benzeri yemekler (Türk mutfağı için lahmacun ve pide) dışında birçok kültüre özgü çeşitli pizza türleri ve şekilleri de çıktı. İskoçya'da "deep-frying pizza" diye bir şey var mesela, fırınlamak yerine bol yağda kızartılıyor. Aslında İtalyan usulü olarak da böyle bir pizza var ama ikisi arasında hiç benzerlik yok, zaten tarihçeleri araştırıldığında bağımsız oldukları görülüyor; farklı zamanlarda farklı kişiler aynı şeyi düşünmüşler veya birisi elindeki pizzayı yanlışlıkla yağa düşürmüş, eğer ikinci dediğim doğruysa yanlışlıkla düşüren muhtemelen İskoç olan çünkü hâlâ daha Fish&Chips (Zaten İngiliz mutfağı toplam üç yemek ve F&C başta olmak üzere ilgili üç yemeğin varyetelerinden oluşuyor, İskoç mutfağında haggins falan var en azından) restoranlarında satılıyor bu "deep-frying pizza"lar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder