Ne zamandı ki? Üniversitedeydi şüphesiz ama tam zamanını hatırlayamıyorum. Çoğu Erliklinin aksine gerçek bir okula gittim, üniversiteye bile. Bana çok şey kazandırdı: insanların tamamına yakınına, insanlığa ve dünyaya nefret gibi. Toprak yolda ilerlerken nedense aniden aklıma geldi. Kim olduğunu da hatırlayamıyorum ya da neden kavga ettiğimizi. Hatıram herifin kelebek çakı çekmesi, benim de bileğinden tutup çekmemle başlıyor. Bileğinden tutup çekmiş ve elimi aşağıdan yukarı, tam dirseğine gelecek şekilde sanki bıçakmışçasına savurmuştum. Bunun bazı riskleri var ama karşındaki kişinin elindeki bıçağı düşürmek ya da almak için en iyisi bu, ayarını tutturamazsan karşındakinin kolunu ekleminden koparabilirsin, benim amacım o değildi.
"Bıçak gerçekten güvenilir bir silahtır."
Elinden bıçağını aldığım ve boştaki elimle alnına omzumdan düz çıkan, avuç içim ile verdiğim bir darbeyle düşürdüğüm rakibime karşı, o güne kadar sessiz ve muhtemelen -o sebepten- güçsüz biri olarak görülen ben sakin ve soğuk bir sesle nutuk çekmeye başlamıştım.
"Ateşli silahlardan daha güvenilirdir en azından, kınından çıktığı sürece daima keskin ve tehlikeli olduğunu bilirsin. Tabancayı boş sanman gibi bıçağı bileysiz sanman mümkün değildir, tehlikeli olduğunun her zaman bilincindesindir."
Bıçağı atıp namlusundan tuttum.
"Yine de ders 1: İnsan bıçağa değil, kendine güvenmelidir. Bıçağa güvenen insan bıçağı elinden alınınca elini kolunu kaybetmiş gibi olur. Ders 2: Eğer bıçağı doğayla değil de insanlarla kavganda çekiyorsan ve o bıçağı kana bulamadan kınına sokmaya niyetliysen bıçağını kaybetmen çok kolay olur. Kana bulamayı göze almadığın bıçağı çekmeyeceksin."
Kıyafetimi sıyırıp gümüş çakımı gösterdim.
"Son olarak, ders 3: Eğer arkamı dönüp giderken bıçağı saplamaya çalışmak gibi malca bir şey yapmaya kalkarsan o bıçağı alır, bir tarafına sokarım."
Nedense aklıma başka bir şey daha geldi, bugün anılardan kafamı kaldıramayacağım herhalde. Bu sefer liseden bir anı, benim için hayatın olağanlığında bir şeydi. Nedense birileri ruh çağırmaya karar vermiş ve beni de davet etmişlerdi.
"Ruh çağırmaya falan gelmek istemiyorum."
Biri: "Hadi, biraz eğleniriz."
Tabii ruhani şeylere gerçek anlamda inanmayan bu kişilerin benim gibi ruhani bir kültürün varisi olarak doğan birini anlaması çok mümkün değildi.
Ayçiçek fısıldadı: "Merak etme, müdahale için ben de orada olacağım. Sınıf arkadaşlarımız yaptıkları şeyin ne kadar tehlikeli olduğunun farkında olmadığı için onlarla gitmeyi kabul ettim, lütfen destek ol."
"Peki madem."
Neden itiraz edemediğimi... Anlamışsınızdır herhalde. Mehmet, lisede iyi iletişimim olduğu kişilerden biri, kolunu omzuma attı.
Mehmet: "Kuzenine karşı gerçekten zayıfsın, değil mi?"
"Ayçiçek ile kuzen değiliz. Bırak direkt kuzen olmayı 3. derece kuzenden bile daha uzak akrabayız... Aslında geniş kullanımı baz alırsan, yani Ayçiçek'in yaptığı gibi, bize kuzen diyebilirsin ama bu durumda önemli bir kısmıyla hiç tanışmadığım, sayamayacağım kadar kuzenim var demektir. Kuzenin o kadar uzak bir akraba olmaması gerekiyor, yakın olmalı."
Mehmet: "Aşkını meşrulaştırmaya mı çalışıyorsun?"
"Çalışmıyorum. İlla soyağacı üzerinden mi anlatmam gerekiyor?"
Mehmet: "Neyse, kimi çağırsak acaba? Süleyman yapacakmış işi, 'Her şeyi bana bırakın' demiş."
Gelmemem için daha büyük bir sebep, o adamın aurası beni rahatsız ediyor. Sonuç olarak gittim, biraz gecikmeli bir şekilde.
Mehmet: "Gelmeyeceğini düşünmeye başlamıştım. O çanta ne?"
"Önemli bir şey değil."
Ayçiçek beni kenara çekti.
Ayçiçek: "Cidden önlem alıp mı geldin?"
"Kullanmama gerek olmamasını umduğum önlemler."
Ayçiçek: "Gümüş çakı yetmez miydi? Sadece seninki değil, benimki de var."
Bütün Erlikliler yanında gümüş çakı taşır, daha önce aile geleneği olduğunu söylemiştim.
"Hayalete ya da cisimleşmemiş cine gümüş bıçak mı saplayayım?"
Süleyman bayağı iyi bir ortam hazırlamış. Bu kadar mükemmel olması beni korkutuyor, sırf internetten okuduklarınla böyle bir ortam hazırlayamazsın. O kadar profesyonelce hazırlanmış ki aslında ayinin parçası olacak çeşitli biblo, resim, yazı ve onlar gibi şeyler dekor gibi görünecek biçimde ama tam da ayinde kullanılacakları yerlere yerleştirilmiş. Cidden bu adam beni çok rahatsız ediyor.
Süleyman: "Hemen başlamayalım, gerginsiniz sanırım."
Benden başka gergin olan kimse yok, belki çok hafif Ayçiçek. Zaten bu herifin delici bakışlarını da üstümde hissedebiliyorum. Nesin sen?
Süleyman: "Önce biraz eğlenip gevşeyelim."
Böyle bir ortamda mı? Bir sürü liseli erkek ve iki kız. Yok, üç taneymiş; üçüncüyü şimdi gördüm. Bu kesinlikle gevşeyebileceğim bir ortam değil, az sonra salakça bir şeye kalkışacağımızı bildiğim için.
Süleyman: "Bir saniyede söyle oyunu oynayalım, ne dersiniz?"
Oyunun ayrıntılarını pek hatırlamıyorum; Süleyman, adının Buse olduğunu öğrendiğim kişiyle oynarken tam duyamadığım ama kesin bir şekilde Semitik bir dilden geldiğini anlayabildiğim bir laf etmişti. Bir de zaten gıcık olduğum biri Ayçiçek ile eşleştiğinde çıkma teklif edip bir saniyede siktiri yemişti, onun yerinde olabilirdim ve aynı şey yaşanırdı muhtemelen ama yine de hâlâ düşündükçe mutlu olduğum bir andır. Artık Kyouka olduğu için bundan hâlâ mutlu olmam suçlu hissettirse de ben kusurları olan bir adamım nihayetinde, bu konuda hesap vermem gereken tek kişi de sevgili eşim zaten. Onun merhametine sığınıyorum. Sonra nihayet ayin yapıldı. Çoğu kişi pek ciddiye almıyordu ama kesinlikle gerçek bir ayin olduğunun farkında olduğumdan çantama sıkı sıkıya sarılmıştım. Ayinden sonra bir süre sessizlik oldu, Buse kalkıp gümüş bir aynaya doğru yürüdü ve elini koydu. Transa geçmiş gibiydi, aslında gibisi fazla.
Buse: "Neden ağlıyorsun?"
Herhangi biri: "Dalga geçme!"
Süleyman'ın yüzünde "şeytani" kelimesini tam olarak karşılayan bir sırıtış var, Ayçiçek hafiften ürkmüş gibi görünüyor, Buse transta ve ben... Gerçek anlamda dehşete düştüm. Diğerlerinin hiçbiri onu göremiyor gibi, aynanın içinde ağlayan küçük kız çocuğunu.
Aynanın hayaleti: "Körleri dışarı çıkar."
Doğrudan Süleyman'a bakarak söyledi, sesinde sadece öfke vardı.
Süleyman: "Tamam, tamam... Bir şaka yaptırmadınız. Gidebilirsiniz; ben, Ayçiçek, Buse ve Utpa kalıp buraları temizleyeceğiz."
Süleyman'ın tepesine binip yere devirdim.
"Beni buna alet etme. Hepimiz lanetlendik bile, perili bir aynayı nereden buldun?"
Süleyman: "Onlara gerçeği söylemek istiyorsan söyle, sanki inanırlar da. İşini daha çok ciddiye alsaydın böyle olmazdı, şaman. Ayini engellemeliydin."
Şaman mı dedi? Nereden biliyor?
"Sadece adımı temizle, ruhani varlıklarla dalga geçen biri olarak anılmak istemiyorum. Onun dışında, göremeyen bu kişileri çıkarsak iyi olur ama fazla uzaklaşmamalılar. Aynadan çıkamıyor, değil mi?"
Süleyman: "Yakında çıkabilecek. Sen, Ayçiçek ve Buse'ye teşekkür ediyorum buradan."
"Sen... Nesin?"
Süleyman: "Bir çeşit doğa kanunu olduğumu söyleyebilirsin belki."
Bir çeşit doğa kanunu... Ah, tamam.
"Gerçekliği bozanları mı avlıyorsun? Dengenin Kılıcı, kimsin sen?"
Süleyman: "Adım hiçbir şey çağrıştırmıyor mu?"
Kaşlarım çatıldı. Hz. Süleyman olmasına imkan yok ama bu adın ima ettiği başka bir şey var ki...
"Cin melezi misin?"
Süleyman: "Adımı Solomon olarak düşünsen daha iyi olabilir sanırım."
Daha fazla düşünmeme gerek yok.
"Nefil misin? Kovulmuş meleğin oğlu."
Süleyman: "Evet, en azından bedenim öyle. Ve senin sayende var olabildim, Mühürdar."
Sonra seslendi.
Süleyman: "Tamam, tamam, Utpa'nın da haberi yoktu ve Ayçiçek'in de. Daha gerçekçi olması için o ikisini davet ettim ama söyleseydim gelmezlerdi, birine söylesem diğerine söylerdi. Yine de pisliği temizlemekte katılmaz mısın?"
Ayçiçek okulda falcılık konusunda epey ünlü, bana gelince... Taşlar ve ağaçlarla oynayan tuhaf tipin aynı zamanda falcının akrabası olması onun "şeytan" olarak mimlenmesi için yeterli. Ayçiçek'in hizmetkâr ruhu olduğumu düşünen biri vardı sınıfta, kendisi eğitim almamış, tamamen kendi kendini eğitmiş; dolayısıyla insan olduğumu ya da olmadığımı fark edemeyen bir cadı. Gerçi hem Ortaçağ efsaneleri hem günümüz Vika inancı hem de başka şeyler, Asyanın bögü ve cazu efsaneleri gibi şeyler, o kişinin cadıdan çok "amatör büyücü" olarak anılmasını gerektiriyor ama kendisi hiç utanmadan "cadı" olduğunu ilan ettiğinden sorgulamıyorum, bu bile eğitim almış gerçek bir cadı olmadığının kanıtı; cinciler ve eskinin bilge şamanları gibi toplumca nispeten kabul edilen istisnalar haricinde büyücülerin ve ruh-doğa sanatçılarının kendilerini gizlemesi işin tabiatında vardır. Simya, astroloji, parapsikoloji, hatta kriptozooloji gibi temelde büyü kapsamına girmeyen ama bir şekilde ilgili uygulamalara "ruh-doğa sanatları" deriz biz Erlikliler.
"Mecburum sanırım."
Fısıldadım.
"Daha sonra hesaplaşacağız. Dengenin Kılıcı'nın neden aurası bile zar zor hissedilen sıradan bir insanı aynanın hayaletiyle yüzleştirdiğini anlatacaksın, ben de ona göre seni gebertip gebertmeyeceğime karar vereceğim.
Olayla ilişkisi olması gerekmeyen herkes gittikten sonra Süleyman'ı sorguya çektim.
"Bunu durdurmazsak hepimiz lanetlendik. Ben, sen ya da Ayçiçek savunmasız değiliz ama diğerleri öyle. Her şeyden önce bir doğa kanunu nasıl cisimleşebildi ki? Muazzam miktarda ruhani enerjinin bir yerde toplanması gerekmiyor mu?"
Süleyman: "Evet, gerekiyor. O tür yerler sahipleri tarafından korumaya alınır: Örneğin siz Erliklilerin evleri gibi toplu halde yüksek şamanların bulunmasının doğal olduğu yerler. Peki, sıradan bir lisede... Kovulmuş meleğin kanı, Merlin'in kanı, Kam Erlik'in kanı ve lanetli bir objenin kan bağıyla bağlı sahibi bir araya gelirse ne olur ve Doğa Kanunu, hangisinin bedenini kullanır?"
"Gördüğüm en beter şeysin. Buse o bahsettiğin lanetli eşyanın sahibi mi?"
Süleyman: "Bir doğa kanununun iyi olmasına gerek yok. Hep taktığı bilekliği fark etmiş miydin? Etmemiştin sanırım, gözün Ayçiçek'ten başkasını görmediğinden."
"Sus lan! Hesap vereceksin!"
Devamını pek hatırlayamıyorum ama aynanın hayaletini yok ettik. Aslında Araf'a göndermek istemiştim ama Süleyman kendi kafasına göre yaktı, yakmak bir ruhu yok eder; aynayı arındırdık, Buse'nin kan lanetini bozduk. Kırk gün boyunca süren bir ayin gerektirdi, Kanlıca ailesinin emaneti olan ve o zamanlar benim Kaderi Kesen Kılıç diye bildiğim Kutlu Kılıç'ı bulabilseydim (arıyordum çünkü; Başkamın emri ile) kolayca lanetle Buse'nin kan bağını koparabilirdik oysa. Ha bir de gidip Süleyman'ı öldürdüm, insan görünümüne sahip bir şeyi öldürdüğüm ilk seferdi.
Süleyman: "Hah! O gümüş bıçak beni öldürebilir mi sandın?"
"Üstünde yıllardır gelen bir iksir var. Doğaüstü olan her şeyi öldürebilecek kutsal bir zehir, yapımı kırk yıl dokuz gün üç saat sürüyor; Erliklilerin yıllardır gelen gizli tarifi."
Yağmurun altında, elim ve çakım yarısı insan olan bir bedenin kanına bulanmış ve dünyada artık bir nefil ile bir cisimleşmiş doğa kanunu eksilmişken öylece durdum.
"İnsan etini kesmek iğrenç hissettiriyormuş. Bir daha yapmama izin verme, olur mu?"
Ayçiçek: "Etraftaysam engellemeye çalışacağım."
Ah, o sözün o zaman o kadar acı verdiğini unutmuştum. Aaaah, Kyouka'yı görmek istiyorum ama daha evden yeni çıktım ve işe gidiyorum. "Her zaman etrafında olmayacağım." Ayçiçek'in bunu söyleme şekliydi kurduğu cümle. Bu kez aklıma başka bir şey geldi, yine üniversiteden. Adını hatırlamadığım o kişiye A diyeceğim. A, nedense bana sevgili bulmaya takmıştı ki nedenini hâlâ merak ederim. Öyle samimi olduğum biri falan değildi, kişilik açısından da iyi niyet elçisi konumunda değildi.
A: "İnat etme de seni bir kızla tanıştırayım, yalnızlıktan şikayet etmiyor musun?"
"Tanıştırsan ne olacak ki?"
A: "Anlaşırsınız belki."
"Birbirimizi beğendik, kafamız uyuştu, 'çıkmaya' başladık. Peki sonra başka birine aşık olursam ne olacak? 'Kusura bakma, sevdiğim birini buldum.' Karşımdakine saygısızlık değil mi bu? Peki ya ben başkasını sevmeye başlamışken o da beni gerçekten sevmeye başladıysa? Kimsenin hayatını karartmayacağım, hayır."
Sonra da gidip varlığımdan bile haberi olmayan birine tutuldum zaten.
A: "Bu yüzden sevgilin yok işte. 'Benim üzülmem daha iyi.' Senin için olay bu, değil mi? Mazoşistliği kes! Başkalarını incitmemek için kendini mutsuzluğa mahkum etmek onurlu bir tavır falan değil! Sadece bencillik bu!"
Ah, hatırladım. A'nın ikinci üniversitesiydi ve ona -her şeyden çok tiksindiği- gençliğini hatırlattığımı söylemişti.
"Öyleyse ne olmuş? Hiçbir zaman bencilliğimi ya da kötülüğümü inkar etmedim ben."
Yakama yapıştı.
A: "O zaman geceleri ağlama! 'Zaten kötü ve bencilim.' Öyle mi? Kalbi donmuş etten bir tabuta dönüşmeyi umursamıyor musun yani? Yalanına sokayım! Mutlu olmak istemiyorsan bunu kendine itiraf et!"
"İstemekle mutlu olunmuyor! Zevkten mi yalnızım sanıyorsun? Ben çok istediğim için her gün ruhum intihar ediyor, öyle mi? Başkası beni istemezken ben ne yapabilirim, bu konuda da bir fikrin var mı Ulu Bilge!"
A: "İstemekle mutlu olunmuyor, bir yere kadar haklısın ama sorun zaten senin mutlu olmak istememen! Gidip gidip ya varlığından haberi olmayan ya da sana asla bakmayacak kızlara ilgi duyman da bu yüzden zaten! Onlara ilgi duyuyorsun çünkü sana karşılık verebilecek birine ilgi duyacak olursan sorumluluk alman gerekecek ve mutlu olma ihtimalin olacak, mutlu olmaktan korkuyorsun sen! Mutsuzluğunla mutlusun resmen!"
"'Hayat yaşamaya değer.' Bunun kadar nefret ettiğim bir laf yok. Zaten mutlu olamayacaksam mutsuzluğu istemenin nesi yanlış! Elindekiyle mutlu ol, bütün inançlar ve kültürler bunu der ama elimdeki mutsuzluksa ne yapabileceğimi neden söylemiyorsunuz!"
A: "İyi, git intihar et o zaman!"
"Onu bile yapamayacak kadar korkaksam eğer ne olacak? Lafla gelme bana! Güzel bir şey olacağı yok işte, benim de elimden bir an önce ölmek istemekten başka bir şey gelmiyor."
A: "Zayıflığını kendine kalkan yapanlardan daha çok tiksindiğim hiçbir şey yok. Mesele bu, değil mi? 'Duygularımdan emin olmalıyım.' Bunu beklediğin kişinin varlığından haberi var mı sence, ha?"
"Bana bağırarak kendine olan nefretini azaltamazsın! Sen de benden farklı değilsin, farklıymış gibi davranma!"
A: "Farklı olmadığım için seni kendine getirmeye çalışıyorum! Boş bir kabuk olarak mı hayatına devam etmek istiyorsun yani!"
"İstemiyorsam bile öyle olacak zaten! O zaman ben de isterim!"
A: "Senin için tek bir dileğim var, dünyanı alt üst edecek bir kız bul. İşte o, kendi kendini kurtarmaktan aciz olan senin kurtarıcın olacak."
Ayağım takılınca Düzen Bürosu'na kadar geldiğimi fark ettim. "Dünyamı alt üst edecek biri" demek... Evet, kesinlikle Kyouka. Eve gidince ona teşekkür etmeliyim veya sadece mesaj atayım. Sadece "Teşekkürler" diye bir mesaj atsam ay ışığım endişelenir. En iyisi arayayım, sesini de duymak istiyorum zaten.