Geçenki (aslında bunu onu yayınladığım akşam yazıyorum, daha bir gün olmadı yani) yazıda biraz hezeyana kapılmışım ama yaşarım lan İstanbul'da, ne olacak. Zaten yurtdışındaki üst düzey restoranların çoğu dönemlere ayrılıp bazı dönemlerde kapalı oluyor, ben de öyle yaparım. Kapalı olduğum dönemde de gider dağ başında kalırım. Zaten en tepeye yaklaşırsam o ahşap evi yaptırabilecek param olur. Aslında bunu o sırada da düşünmedim değil ama sınav haftası olduğundan mıdır nedir hezeyana kapılmışım. Bunu düşündüğümde de akvaryumlar ve kedilerin taşınmayı sevmemesi (şu an kedim yok ama aile faktöründen dolayı; akvaryumun şu an neden olmadığını elli kere söyledim) meselesi kafamı kurcaladı. Bir de bahçenin bakımı var sahi. Neyse, sonuç olarak şu an huzursuzluğumu bastırabilen bir seviyedeyim... Ve yeniden en tepeye çıkmak istemeye devam etmekteyim. Bakalım, neler olacak acaba? Dalgalanmaya devam ediyorum, akışa izin vereceğim. İşin iyi yanı şu ki bu hezeyanları (en azından şimdilik) bastırıp uygun bir zamanda (yani etrafta kimse olmadığında, bir de genelde bir şeyler yazarken. Yazdığım şeyin ne olduğu önemli değil ama şimdi fark ettiğim ilginç bir ayrıntı) açığa çıkarabiliyorum. Bir şeyler yazmaktan mı vazgeçsem acaba?
Bu arada geçen yazıda makineler işimizi elimizden alacak korkusu hakkında bir şeyler yazmıştım ya, onu yazdığımın ertesi günü Ekşi'de yapay zekanın neden tıp doktorluğunun yerini alamayacağına dair bir yazı okudum: Buradan.
Çok canım sıkılıyor... Hazır sadece birkaç sınavım kalmışken kafamdaki yemeklerin teorik reçetelerini oluşturayım dedim ama onun için de bazı şeylerin içindeki malzemeleri kontrol etmem lazım, yine internet gerekli. Hotspot'u pek kullanmamaya çalışıyorum, nedeni yok. Bu arada, en tepe demişken... En tepe benim için şu an 3 Michelin yıldızını ifade ediyor, bundan ayrı Dünyanın En İyi 50 Restoranı listesi var ama onun tepesine çıkmak için uğraşmayı düşünmüyorum. Hep o elektrik kesintisi yüzünden oldu bu internetsizlik olayı.
Yakın zamanda bir Grozer base yay alacağım, bendeki yay pek uzağa ok atmıyor. Güya 40 libre kendisi, anca 30 libreliğin atacağı mesafeye atıyor. Yakın zamanda dediğim de üniversite bittikten bir süre sonra bu arada. Hatta çalışma hayatına atıldıktan bir süre sonra. Hayır sanki alsam ne olacak, turnuvaya falan katıldığım var sanki. Kulübüm bile yok lan, öyle sürünüyorum... Gerçi okçuluk öğrenmeyi yarışmalara katılmak için istememiştim zaten, sadece merak için istemiştim; bir de doğadaki bir durumda yardımcı olsun diye.
Bunu hotspot'tan yazarken bir yandan bakmam gereken malzemelere mi baksam acaba? Neyse, Balıkesir'de bakarım.
Kitap okuyabilirim, onu da sınav haftası diye yarım bıraktım. Sonuç: Hâlâ sınav haftasındayız.
Diş hassaslığı yüzünden ağız tadıyla tatlı yiyemiyorum, en yakın zamanda genel anesteziyle diş tedavisi yaptıracağım. (Muhtemelen bu yaz) O matkapsı şeyi hissedeceğime onurumla bayılırım daha iyi! Bu arada lokal anestezi falan etki etmiyor, onu yine hissediyorum ben. Sinirlerim mi fazla hassas yoksa olması gereken zaten o mu bilmiyorum tabii. Bu arada diş sorunu bizde genetik, babadan oğla geçiyor. Babam ayrı, kardeşim ayrı; birkaç ayda bir evde muhakkak dişçi muhabbeti oluyor. Nasıl bir baskın gense artık, üçümüzün de dişleri lisede çürümeye başladı.
Bu arada kaç yazdır yazın tamamını tatilde geçiremiyorum. Geçen yaz Dekamer'deydim (gayet güzel anılarım var gerçi orada), bu yaz staj olacak. Geçenden önceki yazda da bir şeyler vardı ama ne vardı hatırlamıyorum. Bu arada staj işine dair tek bir kelime duymadık... Staj yönetmeliğinde "git, şunları staj yapacağın yere imzalat" falan diyor, biz dersleri mi takip edeceğiz onunla mı uğraşacağız? Bu dönem iki üç şey söyleseniz sömestrda hallederdik. Ne ders işlenilen ne de yoklama alınan bir hafta verin o zaman bize, gidip staj işlerini halledelim.
Gittim evsahibine söyledim, modeme reset atmak yeterli oldu. Kendi internetin olmamasının böyle gubik sonuçları var işte.
Bu arada bir yemek sadece malzeme ve tekniklerden ibaret değildir. Sunum, kullanılan tabağın şekli ve rengi, çevredeki dekor ve müzik olup olmaması ve varsa türü bile yemek yeme deneyimine etki eder (Ayrıntılı bilgi için: Nörogastronomi). Peki ben bunu niye anlattım? Çünkü şu sebepten: Aklımdaki yemeklerin bir kısmının tabak prezantasyonlarını yazdım da... Bunu anlatmakta fazlasıyla beceriksizmişim. Zaten nasıl görünmesi gerektiği benim aklımda olduğu için ne yazdığımı anlıyorum ama kafamda imajları olmasa hayatta anlayamam nasıl görünmesi gerektiğini. O yüzden de denemeler sonrasında fotoğraf çekeceğim.
Bazı şeylere para harcamaktan gocunmuyor, bazılarına gocunuyorum. Yemeğe para harcamaya gocunmam mesela, özellikle de daha önce denemediğim bir şeyse. Kılıç ve yay için de gocunmam. Akvaryum zaten malum... Ama mesela kıyafet ve ayakkabı alışverişi yapmayı sevmiyorum. Her mevsim için bir tane yeterli bence. Gerçi ben bu ayakkabı ve kıyafet alışverişinin daha ziyade deneme kısmından rahatsız oluyorum. Antika eserler, el yazmaları vs. için de para harcamaktan gocunmam bu arada; ama şu an öyle bir şey alacak kadar param yok. Zaten olmazsa olmazım değil. Denizkabuğuna para vermeyeceğimi düşünüyordum ama yok, denizkabuğuna da -tabii denizkabuğunun nevine de bağlı ama- para harcarmışım. Mobilya, mobilya; mobilyaya çok fazla harcamam için ya antika olan ya da hikayesi olan, lanetli olduğuna inanılan falan bir mobilya olması lazım. Ha sahi, böyle lanetli olduğuna inanılan şeyleri falan da seviyorum. Kulaklığa çok fazla para vermem için kablosunun kopmayacağının, dolanmayacağının ve katiyen bozulmayacağının garantisini vermeleri gerekiyor. Bir de kaybolunca bulabileceğim bir yapısı olsun, ses falan çıkarsın. Telefona da fazla para vermem için ses komutuyla her şeyi yapmam bunun üstüne yapay zeka harici olarak benimle sohbet etmesi, onun üzerine uçak moduna alınca da uçması gerekiyor. Şöyle bir şey fark ettim: Hobi, ilgi alanlarım (bunun içinde yemek de var, olmasa gastronomi okumazdım) ve koleksiyonla ilgili şeylere para harcamaktan gocunmazken günlük kullanım eşyalarına (telefon, kıyafet, araba, mobilya vs.) gereğinden fazla para harcamak istemiyorum.
Sınavlar bitti nihayet... Sonuçta hâlâ hayattayım, gerçi notların bir kısmını hiç tahmin edemiyorum.
Cumartesi gün ailem gelecekti, Balıkesir'e gideceğim; şimdilik hava iyi gibi duruyor ama fırtına geliyor demişlerdi. Balıkesir'e otobüsle dönebilirim aslında ama Utpa var, bagaja mı koyacağım onu, ne yapacağım? Burada da bırakamam, o yüzden mecbur ailem gelecek.
Bunu yayınlasam mı ki artık? Yılbaşının (aslında o teknik olarak yılsonu değil mi?) ertesi günü yayınlamaya dair bir dürtü vardı içimde ama yeterince uzadı yazı.
Bu arada Balıkesir'de birkaç DVD hazırlayacağım, te Allah'ım 21. yüzyılda, 2020 yılına birkaç gün kala uğraştığımız şeye bak. Gocunmak-gocunmamak demişken, orta-iyi gelir seviyem olsa (şu an öğrenci olduğum için herhangi bir gelir seviyem yok haliyle) orijinal DVD'ler, albümler falan alırım. Ama izlemek/dinlemek, kullanmak için değil; sırf o filme, diziye, müziğe saygım belli olsun diye. Yine internetten izleyip dinlemeye devam ederim. (Tabii öyle bir gelir seviyem olursa böyle iğrenç bir internetim olmayacağını varsayıyorum)
Bu arada yılbaşının ertesi günü yayınlayacağım bu yazıyı, öyle karar verdim. Hatta yayınlayıp geri taslağa döndürdüm. Ha, "yılsonu" dedim ya; benim şu özel günlerden oluşan takvimim vardı hani, işte onda 31 Aralık "yılsonu" şeklinde işaretlenmiş. Hazır yılbaşı-noel tartışmaları başlamışken çoktan geçti (gerçi teknik olarak Noel de geçti, 25'indeydi) ama cadılar bayramı hakkında konuşmak istiyorum. Türkiye'de cadılar bayramının Hristiyan geleneği olduğu sanılıyor; Allah aşkına cadı olma ihtimali olanları çarmıha gerip yakan bir dinin geleneğinde "cadılar bayramı" diye bir şey olabilir mi? Cadılar bayramı denen nanede illa dini bir boyut arayacaksanız Kelt paganizmine bakın, Hristiyanlığa değil. Ayrıca her şeyde dini boyut arayacaksak (öyle yaptığımızı varsayıyorum, cadılar bayramına sırf Avrupa kökenli diye Hristiyan adeti demenin başka bir açıklaması yok zira) Türk Müslümanların %90'ının dini sorulduğunda Müslüman yerine Tengrici diye cevap vermesi gerekiyor, günlük adetlerimizin yarıdan fazlası Tengricilikten kalma çünkü. Ben buna karşı değilim gerçi, doğal bir şey olarak görüyorum; bir de kendime özgü mezhebimin hafif Bahailiğe kayan bir yönü de var.
Eeeh, yayınlıyorum ulan. "Yapma" diyen mi var? Zaten yazı destana döndü yine.
Öne Çıkan Yayın
Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)
İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~
27 Aralık 2019 Cuma
24 Aralık 2019 Salı
En Tepeye Çıkmak, Çince, Teknoloji-İş İlişkisi ve motivasyonu öldüren şehir İstanbul -Ha bir de hezeyan
Tamam, kararımı verdim: En tepeye çıkacağım. Meslekî açıdan zirvem neresiyse orada duracağım. "E, önceden amacın neydi?" Sadece kendi kendini sürdürebilen bir sistem kurmak ve emekliye ayrılmaktı. Onu en tepeye ulaşmadan da rahatlıkla yapabilirsin... Şimdi ihtiyacım olan öncelikle şu okuldan mezun olmak. Daha sonra, birkaç imza yemek oluşturacağım. Aslında birkaç fikir var aklımda, bir tanesinin reçetesini teorik olarak oluşturdum. Şimdi sadece denemek ve düzenlemek kaldı. Bu arada üstüne düşünsem diğerlerinin reçetesini de teorik olarak yazarım, sınav zamanı olduğu için düşünmemeye çalışıyorum (ama aklıma boyna fikir geliyor). Gerçi bu en tepeye çıkma fikri sonunda çok geç emekli olmaya kadar gidebilir ama tatmin duyduğum sürece sorun olmayacaktır herhalde. Aralarda bazı molalar verir, evimin tadını çıkarır ya da gezerim, ne bileyim. Belli bir seviyeden sonra daha yukarı çıkmak daha zor olacak ama muhtemelen kendime daha fazla vakit ayırmamda bir sıkıntı olmayacak. Bir de balıktan nefret ettiğim halde bazı balık yemeği fikirlerim var. Biri yayın dolması. Büyük ağızlı balıklar bana direkt ağızdan doldurularak yenmesi gerekiyormuş gibi geliyor, nedenini bilmiyorum. Önüme fener balığı getirseler ondan da dolma yaparım muhtemelen. Bir de hem TV'de hem kendimde hem de okulda gözlemlediğim bir şey var: Bizim milletin şeflerinde "aynı sos" hastalığı var. Yemeğin ana ürünü neyse o üründen ya da o ürünün farklı bir versiyonundan bir sos yapıp yanına atma hastalığı. Mesela ana ürün yeşil biberse yanına kırmızı kapyadan sos yapar, ne bileyim et yemeğine kahverengi fond temelli bir sos hazırlar falan. Var yani bu, bende de var, tanıdığım kişilerde de var. Evet, şimdilik bu kadar. Aklıma başka şeyler gelince yazarım.
İngilizce için bir çeviri yapıyordum da, Çin mutfağıyla ilgili bir kısım vardı. Cai diye bir şeyden bahsediyor, yanına "(rhyme with "eye")" yazmış. Önce tyhme diyor sandım, "Gözlü kekik ne lan?" dedim de "eye" ile kafiyeli diyormuş. Tabii pinyin'in nasıl okunması gerektiğini bilen kaç tane manyak var ki? Ben zaten nasıl okumam gerektiğini bildiğimden "Ne diyor bu?" dedim, nasıl okunması gerektiğini söylüyor özetle. "Tsay" diye okunuyor bu arada (ama pinyin bilmeyen onu "kay" diye okumayacak mı, "eye" ile kafiyeli bile olsa?). T ile S arasında I yok. Olumlu Bak diye bir Youtube kanalı var, "Asyalılar Fotoğraflarda Neden V İşareti Yapar?" diye bir videosunu izliyorum da kulağım kanadı. Nasıl okunması gerektiğini bilmiyorsan birine sor kardeşim, bu ne ya? "Kwayıv" diye kelime mi var? ("Kawai" demeye çalışıyordu. Doğru okunuşu "Kaway" ya da "Kawayi" bu arada. V ile W farkını elli defa anlattım, tekrar etmeyeceğim. İlginç bir şekilde W'yu V gibi değil de olması gerektiği gibi telaffuz etti yalnız) Bir de Japonca bir isim söyledi ama saçma sapan bir şekilde okuduğundan ismin ne olduğunu anlamadım. Gin ya da Jin olabilir. Korece isimlerde de hata var ama bu konunun yetkili mercisi ben değilim.
Bu arada en tepeye çıkmak demişken... Çalışabildiğim kadar fazla etle, çalışabildiğim kadar fazla sebzeyle, çalışabildiğim kadar farklı teknikle ve çalışabildiğim kadar farklı mutfakla (fiziksel olarak değil de Fransız Mutfağı, Çin mutfağı vs. onları kastediyorum) çalışmak istiyorum. Sırf bu birkaç yıl sürecektir. Eh, dikensiz gül bahçesi beklemiyordum zaten. Tatmin duygusunun peşinden gideceğim ve sonunda kaybolsam da mutlu olacağım. Yani, sanırım.
Ben bu adanın elektrik hatlarını döşeyenlerin ta... Rüzgardan kesilen elektrik mi olur lan? Bir dakika olmadan kesiliyor, bir dakika olmadan geliyor. Evdeki eşyalar bozulursa sorumlusu ben olacağım ama. Kesil, gel, kesil, gel... Kafayı yiyeceğim.
"Teknolojinin gelişimi işlerimizi elimizden alacak" korkusu baş gösterdi son yıllarda. Eh, teknolojinin gelişim hızı korkutucu ama ben böyle bir şeyin olacağını düşünmüyorum. Yaratıcı işleri makineler yapamaz ve makinelerin bakımı, tamiri ve programlanması için insanlara ihtiyaç var. Bakım ve tamiri yapan robotlar icat edilebilir ama onların bakım ve tamiri ne olacak? Bu işin sonu yok. Bir tek programlama tümüyle robotlara bırakılabilir ki bundan da epey şüpheliyim. Eğer geleceğin dünyası, benim düşündüğüm gibi teknolojinin bir şekilde (mesela 3. dünya savaşı) ağır hasar alıp insanların yarı-doğal bir yaşama dönmesine yol açan bir dünya olmayacaksa çok büyük ihtimalle halkın makineleri icat ve inşa edip proglamlayanlar, makinelerin bakımını yapanlar ve yaratıcı işlerde (ressamlık, heykeltraşlık vs.) çalışanlar olarak üç sınıfa ayrılacağı bir dünya olacak. Bir robot, bilinen resim tekniklerini kullanarak yeni ve orijinal bir resim üretebilir ama yeni bir resim yapma tekniği ya da akımı icat edemez. Dahası, eğer geleceğin dünyası birçok işi makinelerin yaptığı bir dünya olursa o dünyanın zengin kesimi insan elinden çıkma ürün ve eserlerin peşinden koşup servetler ödemeye hevesli olacaktır. Yani ben makinelerin yok edebileceği tek işin masabaşı işler olduğunu düşünüyorum, diğer işlerde illaki insana ihtiyaç devam edecek. Bu arada masabaşı işlerin yok edilmesi de bizimki gibi bürokrasisi olan ülkelerde epey zor, yani en azından Türkiye'de yaşayan insanların önümüzdeki yaklaşık beş yüz yıl işlerini kaybetme ihtimali pek de olmayacaktır.
Yazının başında (birkaç gün önce) "en tepeye çıkacağım" dedim de şunu fark ettim: Onu yapmak için İstanbul'da bulunmam gerekiyor. Eh, sakin ve huzurlu bir emeklilik hayatı da hayal edemem bu durumda, zira orada tutunmak... Eh, bana ne ulan, en tepeye çıkmayı falan amaçlamıyorum. Nasıl bir şehirse bütün motivasyonumu öldürdü. İstemiyorum arkadaş İstanbul'da yaşamak. Toplu taşıma ayrı eziyet (gerçi en tepede durursam toplu taşımaya pek ihtiyacım kalmaz), kalabalık ayrı eziyet, koşuşturma, trafik ayrı eziyet. Şehir değil işkence merkezi. Bir de benim gibi suya, ağaca, toprağa, on dönüm bahçeye, dağ başına, sessizliğe, temiz havaya falan düşkünseniz çekilecek çile değil. E, İstanbul'da yaşarsam çıkış amacım olan bahçeli ahşap evi de unutmam gerekir. O önemli, ona tutunuyorum... Yani, "en tepeye çıkacağım" diyene kadar ona tutunuyordum. Belki de kıyı şeridinde, Bodrum ya da o tarz bir yerde işler iyi gidebilir. Hem bahçeli evden de vazgeçmemiş olurum. Ya da en tepeye çıkmış olmanın avantajını kullanıp yılın yarısında çalışacağım, yarısında da dağ başındaki bahçeli ahşap evde kalacak ya da gezeceğim. "En tepeye çıkmak." Fazlasıyla iddialı ama "orada kalacağım" gibi bir iddiam yok. Zaten, benim "en tepe" noktam da gerçek anlamda en tepe sayılmaz. Evet, belki de öyle yapmalı... Birkaç aylık sakinlik uğruna hayatımı İstanbul denen garabe yerleşkede çarçur mu etmeliyim? Bu konuda düşünmem gerek. Tatmin, tatmin... Hayatım İstanbul'da geçtiği süre boyunca hiç tatmin hissetmedim. Her yılda akrabaları vs. ziyaret için giderim, oradayken edindiğim herhangi bir tatmin duygusu hatırlamıyorum. Hepsi ya Balıkesir'de ya Gökçeada'da. Sonuç olarak mevsimler değişir, insanlar değişir, fikirler değişir... Kırk beş yaşım bana bakıp gülecek belki, o zamana değin sinir stres harbinden mevta olmazsam eğer. Şunu biliyorum: İstanbul'da yaşamaya kalksam otuzumu zor görürüm, başka bir Türkiye şehrindeyse en tepeye ulaşmam namümkün. Bir süre daha böyle hayat içinde dalgalanıp gideceğim herhalde... Okulu bir bitireyim de hele, nasıl kafayı yemek istediğime daha sonra karar veririm. Bu durumda, ya öyle dönem olayına girişeceğim yahut bir kıyı şeridinde şansımı deneyeceğim. Bu arada Türkiye'de kıyı şeridine gelen yabancı turistin pek bir olayı yok, otelden çıkmıyorlar zaten.
Bu arada internetim yok, bağlanmıyor. Hotspot ile yazıyorum bunu.
Sadece 21 yaşındayım ama bazen kendimi binlerce yıl yaşamış gibi hissediyorum. Bu bilgelik, heyecan veya onun gibi bir anlamda değil, yorgunluk anlamında. Sadece arzularım, hayallerim, kişiliğim, yapabildiklerim ve düşüncelerim arasındaki çatışma bile bütün hevesimi alıp götürebiliyor. Arzulara aykırı hayaller, bunların aynı olması gerekirdi oysa. Kişilikle çatışan düşünceler... İçimdeki huzursuzluk büyüyor, büyüyor, büyüyor ve bir gün onu kontrol edemeyeceğim. O gün geldiğinde yakınımda herhangi birine zarar verebilecek bir şey olmasa iyi olur, çünkü ya psikopata bağlayacak ya beyni sıfırlayıp çocuksu bir deliliğe bürünecek ya da bedenen olmasa da zihnen intihar edip boş bir kabuk olarak dünya üzerinde gezineceğim. O huzursuzluğu bastırabiliyorum, bu kolay... Ama gitgide büyüyor ve ben onu bastırmakta gittikçe zorlanıyorum, bastıramayıp da ruhumdaki çatlakların bedenimi ele geçirdiği bir günün gelmesinden korkuyorum. Arasıra bazı hezeyanlarım oluyor... Rastgele öfke patlamaları, kendime sövme şenlikleri ya da öyle şeyler. Bütün bunlar kendimi bastırmakla çok uğraştığımdan kaynaklanıyor. İç sıkıntım duyarıma galip geldiğinde ne yaptığımın bile yarı farkında oluyorum. İşte bu yarı farkındalığın bile yok olacağı bir günden korkuyorum... En tepeye çıkmak için İstanbul'da bulunma zorunluluğunun kalbimde açtığı deliğe ve oradan sızanlara bakın. Bu iyi değil, bu hiç iyi değil. Asla, asla, asla iyi olamaz. Bir gün gerçekten her şeyi boş vermek istiyorum. Gerçekten umursamazca yaşamak, gerçekten her şeyle dalga geçmek. Huzursuzluğumu dağıttığım gülmeler ve günlük uğraşların yeterli olmadığı gün gelmeden ölsem herkes açısından çok daha iyi olur. Bir süre yazmayabilirim, sınava çalışacaktım oysa... Şimdi bu sıkıntıyla nasıl çalışacağım? Çalışsam bile iyi bir not almayı nasıl bekleyebilirim? Neyse, bir süre yazmayacağım. Merak etmeyin, tam bir korkak olduğum için kendimi asmam. En fazla yanlışlıkla ya da bir hezeyan anında bileklerimi kesebilirim. Yani korkmayın, birkaç ay yazmasam bile muhtemelen intihar etmiş olmam. Muhtemelen... Çok basit bir kelime.
İngilizce için bir çeviri yapıyordum da, Çin mutfağıyla ilgili bir kısım vardı. Cai diye bir şeyden bahsediyor, yanına "(rhyme with "eye")" yazmış. Önce tyhme diyor sandım, "Gözlü kekik ne lan?" dedim de "eye" ile kafiyeli diyormuş. Tabii pinyin'in nasıl okunması gerektiğini bilen kaç tane manyak var ki? Ben zaten nasıl okumam gerektiğini bildiğimden "Ne diyor bu?" dedim, nasıl okunması gerektiğini söylüyor özetle. "Tsay" diye okunuyor bu arada (ama pinyin bilmeyen onu "kay" diye okumayacak mı, "eye" ile kafiyeli bile olsa?). T ile S arasında I yok. Olumlu Bak diye bir Youtube kanalı var, "Asyalılar Fotoğraflarda Neden V İşareti Yapar?" diye bir videosunu izliyorum da kulağım kanadı. Nasıl okunması gerektiğini bilmiyorsan birine sor kardeşim, bu ne ya? "Kwayıv" diye kelime mi var? ("Kawai" demeye çalışıyordu. Doğru okunuşu "Kaway" ya da "Kawayi" bu arada. V ile W farkını elli defa anlattım, tekrar etmeyeceğim. İlginç bir şekilde W'yu V gibi değil de olması gerektiği gibi telaffuz etti yalnız) Bir de Japonca bir isim söyledi ama saçma sapan bir şekilde okuduğundan ismin ne olduğunu anlamadım. Gin ya da Jin olabilir. Korece isimlerde de hata var ama bu konunun yetkili mercisi ben değilim.
Bu arada en tepeye çıkmak demişken... Çalışabildiğim kadar fazla etle, çalışabildiğim kadar fazla sebzeyle, çalışabildiğim kadar farklı teknikle ve çalışabildiğim kadar farklı mutfakla (fiziksel olarak değil de Fransız Mutfağı, Çin mutfağı vs. onları kastediyorum) çalışmak istiyorum. Sırf bu birkaç yıl sürecektir. Eh, dikensiz gül bahçesi beklemiyordum zaten. Tatmin duygusunun peşinden gideceğim ve sonunda kaybolsam da mutlu olacağım. Yani, sanırım.
Ben bu adanın elektrik hatlarını döşeyenlerin ta... Rüzgardan kesilen elektrik mi olur lan? Bir dakika olmadan kesiliyor, bir dakika olmadan geliyor. Evdeki eşyalar bozulursa sorumlusu ben olacağım ama. Kesil, gel, kesil, gel... Kafayı yiyeceğim.
"Teknolojinin gelişimi işlerimizi elimizden alacak" korkusu baş gösterdi son yıllarda. Eh, teknolojinin gelişim hızı korkutucu ama ben böyle bir şeyin olacağını düşünmüyorum. Yaratıcı işleri makineler yapamaz ve makinelerin bakımı, tamiri ve programlanması için insanlara ihtiyaç var. Bakım ve tamiri yapan robotlar icat edilebilir ama onların bakım ve tamiri ne olacak? Bu işin sonu yok. Bir tek programlama tümüyle robotlara bırakılabilir ki bundan da epey şüpheliyim. Eğer geleceğin dünyası, benim düşündüğüm gibi teknolojinin bir şekilde (mesela 3. dünya savaşı) ağır hasar alıp insanların yarı-doğal bir yaşama dönmesine yol açan bir dünya olmayacaksa çok büyük ihtimalle halkın makineleri icat ve inşa edip proglamlayanlar, makinelerin bakımını yapanlar ve yaratıcı işlerde (ressamlık, heykeltraşlık vs.) çalışanlar olarak üç sınıfa ayrılacağı bir dünya olacak. Bir robot, bilinen resim tekniklerini kullanarak yeni ve orijinal bir resim üretebilir ama yeni bir resim yapma tekniği ya da akımı icat edemez. Dahası, eğer geleceğin dünyası birçok işi makinelerin yaptığı bir dünya olursa o dünyanın zengin kesimi insan elinden çıkma ürün ve eserlerin peşinden koşup servetler ödemeye hevesli olacaktır. Yani ben makinelerin yok edebileceği tek işin masabaşı işler olduğunu düşünüyorum, diğer işlerde illaki insana ihtiyaç devam edecek. Bu arada masabaşı işlerin yok edilmesi de bizimki gibi bürokrasisi olan ülkelerde epey zor, yani en azından Türkiye'de yaşayan insanların önümüzdeki yaklaşık beş yüz yıl işlerini kaybetme ihtimali pek de olmayacaktır.
Yazının başında (birkaç gün önce) "en tepeye çıkacağım" dedim de şunu fark ettim: Onu yapmak için İstanbul'da bulunmam gerekiyor. Eh, sakin ve huzurlu bir emeklilik hayatı da hayal edemem bu durumda, zira orada tutunmak... Eh, bana ne ulan, en tepeye çıkmayı falan amaçlamıyorum. Nasıl bir şehirse bütün motivasyonumu öldürdü. İstemiyorum arkadaş İstanbul'da yaşamak. Toplu taşıma ayrı eziyet (gerçi en tepede durursam toplu taşımaya pek ihtiyacım kalmaz), kalabalık ayrı eziyet, koşuşturma, trafik ayrı eziyet. Şehir değil işkence merkezi. Bir de benim gibi suya, ağaca, toprağa, on dönüm bahçeye, dağ başına, sessizliğe, temiz havaya falan düşkünseniz çekilecek çile değil. E, İstanbul'da yaşarsam çıkış amacım olan bahçeli ahşap evi de unutmam gerekir. O önemli, ona tutunuyorum... Yani, "en tepeye çıkacağım" diyene kadar ona tutunuyordum. Belki de kıyı şeridinde, Bodrum ya da o tarz bir yerde işler iyi gidebilir. Hem bahçeli evden de vazgeçmemiş olurum. Ya da en tepeye çıkmış olmanın avantajını kullanıp yılın yarısında çalışacağım, yarısında da dağ başındaki bahçeli ahşap evde kalacak ya da gezeceğim. "En tepeye çıkmak." Fazlasıyla iddialı ama "orada kalacağım" gibi bir iddiam yok. Zaten, benim "en tepe" noktam da gerçek anlamda en tepe sayılmaz. Evet, belki de öyle yapmalı... Birkaç aylık sakinlik uğruna hayatımı İstanbul denen garabe yerleşkede çarçur mu etmeliyim? Bu konuda düşünmem gerek. Tatmin, tatmin... Hayatım İstanbul'da geçtiği süre boyunca hiç tatmin hissetmedim. Her yılda akrabaları vs. ziyaret için giderim, oradayken edindiğim herhangi bir tatmin duygusu hatırlamıyorum. Hepsi ya Balıkesir'de ya Gökçeada'da. Sonuç olarak mevsimler değişir, insanlar değişir, fikirler değişir... Kırk beş yaşım bana bakıp gülecek belki, o zamana değin sinir stres harbinden mevta olmazsam eğer. Şunu biliyorum: İstanbul'da yaşamaya kalksam otuzumu zor görürüm, başka bir Türkiye şehrindeyse en tepeye ulaşmam namümkün. Bir süre daha böyle hayat içinde dalgalanıp gideceğim herhalde... Okulu bir bitireyim de hele, nasıl kafayı yemek istediğime daha sonra karar veririm. Bu durumda, ya öyle dönem olayına girişeceğim yahut bir kıyı şeridinde şansımı deneyeceğim. Bu arada Türkiye'de kıyı şeridine gelen yabancı turistin pek bir olayı yok, otelden çıkmıyorlar zaten.
Bu arada internetim yok, bağlanmıyor. Hotspot ile yazıyorum bunu.
Sadece 21 yaşındayım ama bazen kendimi binlerce yıl yaşamış gibi hissediyorum. Bu bilgelik, heyecan veya onun gibi bir anlamda değil, yorgunluk anlamında. Sadece arzularım, hayallerim, kişiliğim, yapabildiklerim ve düşüncelerim arasındaki çatışma bile bütün hevesimi alıp götürebiliyor. Arzulara aykırı hayaller, bunların aynı olması gerekirdi oysa. Kişilikle çatışan düşünceler... İçimdeki huzursuzluk büyüyor, büyüyor, büyüyor ve bir gün onu kontrol edemeyeceğim. O gün geldiğinde yakınımda herhangi birine zarar verebilecek bir şey olmasa iyi olur, çünkü ya psikopata bağlayacak ya beyni sıfırlayıp çocuksu bir deliliğe bürünecek ya da bedenen olmasa da zihnen intihar edip boş bir kabuk olarak dünya üzerinde gezineceğim. O huzursuzluğu bastırabiliyorum, bu kolay... Ama gitgide büyüyor ve ben onu bastırmakta gittikçe zorlanıyorum, bastıramayıp da ruhumdaki çatlakların bedenimi ele geçirdiği bir günün gelmesinden korkuyorum. Arasıra bazı hezeyanlarım oluyor... Rastgele öfke patlamaları, kendime sövme şenlikleri ya da öyle şeyler. Bütün bunlar kendimi bastırmakla çok uğraştığımdan kaynaklanıyor. İç sıkıntım duyarıma galip geldiğinde ne yaptığımın bile yarı farkında oluyorum. İşte bu yarı farkındalığın bile yok olacağı bir günden korkuyorum... En tepeye çıkmak için İstanbul'da bulunma zorunluluğunun kalbimde açtığı deliğe ve oradan sızanlara bakın. Bu iyi değil, bu hiç iyi değil. Asla, asla, asla iyi olamaz. Bir gün gerçekten her şeyi boş vermek istiyorum. Gerçekten umursamazca yaşamak, gerçekten her şeyle dalga geçmek. Huzursuzluğumu dağıttığım gülmeler ve günlük uğraşların yeterli olmadığı gün gelmeden ölsem herkes açısından çok daha iyi olur. Bir süre yazmayabilirim, sınava çalışacaktım oysa... Şimdi bu sıkıntıyla nasıl çalışacağım? Çalışsam bile iyi bir not almayı nasıl bekleyebilirim? Neyse, bir süre yazmayacağım. Merak etmeyin, tam bir korkak olduğum için kendimi asmam. En fazla yanlışlıkla ya da bir hezeyan anında bileklerimi kesebilirim. Yani korkmayın, birkaç ay yazmasam bile muhtemelen intihar etmiş olmam. Muhtemelen... Çok basit bir kelime.
17 Aralık 2019 Salı
Yazıya Hevessizken Başladım, Bitirirken Yarı-İyi Ruh Halindeyim (Bu nasıl başlık lan?)
Hâlâ hevesim yok ama benim burada bahsetmek istediğim başka bir şey. Hayata bağlanıp yaşamayı zevksiz bir kontrolsüzlükten öte görmek için yaptığım birkaç şey var. Hâlâ intihar etmemiş olmam üç şeye bağlı: Birincisi inançlı biri olmam, ikincisi tam bir korkak olmam, üçüncüsü de bunları yaparak hayattan zevk almaya çalışmam. Aslında şu sıralar bunların çoğunu yapamıyorum, belki de o yüzden bu hevessizliğim. Neyse, işte bu intihar etmemek için yaptığım şeyler... Birkaç tane var. Biri anime izlemek, internetim ölü, Youtube harici bir şey izleyemiyorum. Biri ok atmak, burada ne ok atacak yerim var ne de başka koşullar... Sonuçta okçulukla ilişkim kepaze düzeyine geri döndü. Bir diğeri yazmak ve okumak. Bir bu var galiba şu sıralar elimde. Bir başkası akvaryum; akvaryum benim için önemli. İllaki buradan taşınacağım için akvaryum kurmuyorum, sonuç olarak bir şeyi daha kaybettim. Birkaç şey daha vardır illaki ama aklıma gelmiyor... Hâlâ hevesim yok, aklıma bir şey gelmiyor. Neden böyle oldu ki? Hevesim yok, bizzat kendi hayallerime dair inancım yok, tadım tuzum yok... Gidip soğuk çay içeceğim ben, o da var hayata bağlanma konseyinde. Yaşamaya devam etmek istediğime karar vermiştim ama şu "Doktor üç ay ömrün kalmış dese de rahat etsem, her istediğimi ertelemeden yapsam" olayına geri dönmeye başladım. İçimden geçenleri anlatmaya da hevesim yok, tam olarak nasıl hissettiğimi bilemeyecek kadar kayboldum zaten. Hep o yapması imkansız olan ödev yüzünden. Gerçekten, muhtemelen şu ders yüzünden mezun olamayacağım.
Kılıcımı yağlayıp bileyledim, vallahi ihtiyacım olan terapi buymuş. Eskisinden daha keskin hale getirince ince bir tatmin -belki de ihtiyacım olan tatmin duygusuydu,- yağlama için zeytinyağının iyi sonuç verdiğini keşfetmem. (Araştırdım ama bu konuda pek bir şey bulamadım; sadece Uzakdoğu'da karanfil yağı kullanılıyormuş bu iş için) Tırpan taşının çelik üstünde kayarken çıkardığı ses, zeytinyağının kokusu... Belki de ne zamandır hafif de olsa bir tatmin hissedemediğimden hevessizdim. Gerçi, yarın yine hevessiz moda geri döneceğim zira iki ders art arda (bu ardarda diye mi yazılır art arda diye mi?) aynı gıcık hocanın (yapması imkansız ödevi veren) dersi var. Hatta şimdiden hevessiz hale döndüm. Gerçekten bu durum gereğinden fazla sinir bozucu. Gerçek tatmine tabii ki hâlâ ulaşamadım, bu gidişle ulaşabilecekmişim gibi de durmuyor. O zaman yazdıklarım dışında birkaç şey de gerçek tatmini hissetmemi sağlayacak ama hepsine öylesine uzağım ki... Bu yaşa kadar hayallere inanıp onlara tutunarak yaşadım ve şimdi onlara olan inancımı kaybettim. Bu şekilde yaşamayı bilmiyorum, hayalleri kaybedersem eğer toparlanamam. Dünkü imparator bugün kılıcın ucunda, dünyayı değiştiren tüccar dersten mezun olabileceğine bile inanmıyor. Üniversiteye başlamadan önce saçımda dört tel beyaz vardı (onlar da hayat boyunda yaşadığım streslerden oldu zaten), şimdi sekiz tel beyaz var. İki katına çıktı, iki katına! Üniversite bitene kadar komple yarısı beyazlayacak, Monogatari'deki Hanekawa'nın son (kaplan) hali gibi gezeceğim ortalıkta! (Aslında böyle yarı beyaz yarı siyah saçlı erkek bir karakter de vardı ama adı aklıma gelmedi. Hayır, Kaneki'den bahsetmiyorum.) Ulan iki dakika iyi ruh haline büründük, sonra yeniden hevessizlik, mutsuzluk, omuz ağırlığı ne s.kim varsa doluştu üstüme.
Bir şekilde Allah'ın belası ödevi tamamlamayı başardım, rahatladım be. Hevesim geri geldi, hayallere de yeniden inanabilmeye başladım. Sonuç olarak her zamanki döngü işte. Can sıkıntısı, umutsuzluk, hezeyan, alışıldık ruh hali ve standart duruma dönme. Yalnız şu hezeyan konusunda... Hezeyana kapıldığımda sadece o anki durum değil, geçmişte bu döngüyü başlatan ve dahil olan her şey de içine giriyor. Bu neymiş ama artık ya! Neyse, yani sonuçta iyi sayılabilecek bir ruh halindeyim şu an. Bu arada bana gerçek tatmin sağlayacak şeylerin en önemlilerinden biri şu ahşap evi yaptırıp taşınma, onu o sırada ya unutmuşum ya da bilinçli olarak yazmamışım (yazmamış olmam için birçok sebep var ama unutmuşumdur muhtemelen). Şimdi şu finalleri de atlatalım, gerisi kolay. (He, kolay. Yaprağımı kolay)
Aslında bu ödev konusunda sorunum temelde şuydu: Bana verilen görevleri yapmakla bir sorunum yok ama eğer yapacaksam, bunu kusursuz bir şekilde yapmak isterim. Bir şeyi ya yapmam ya da bütün kurallara uygun yaparım, aram yoktur hiç. Yenilikçilik ve değişiklik... Karşı olduğum şeyler değil ama görev tanımı eğer netse, onun dışına çıkmam beklenmemeli. Ne var ki söz konusu ödevi kusursuz olarak yapmak mümkün değildi. Sonuçta, kendimden biraz taviz verip kusurlu musurlu tamamladım ödevi.
Kılıcımı yağlayıp bileyledim, vallahi ihtiyacım olan terapi buymuş. Eskisinden daha keskin hale getirince ince bir tatmin -belki de ihtiyacım olan tatmin duygusuydu,- yağlama için zeytinyağının iyi sonuç verdiğini keşfetmem. (Araştırdım ama bu konuda pek bir şey bulamadım; sadece Uzakdoğu'da karanfil yağı kullanılıyormuş bu iş için) Tırpan taşının çelik üstünde kayarken çıkardığı ses, zeytinyağının kokusu... Belki de ne zamandır hafif de olsa bir tatmin hissedemediğimden hevessizdim. Gerçi, yarın yine hevessiz moda geri döneceğim zira iki ders art arda (bu ardarda diye mi yazılır art arda diye mi?) aynı gıcık hocanın (yapması imkansız ödevi veren) dersi var. Hatta şimdiden hevessiz hale döndüm. Gerçekten bu durum gereğinden fazla sinir bozucu. Gerçek tatmine tabii ki hâlâ ulaşamadım, bu gidişle ulaşabilecekmişim gibi de durmuyor. O zaman yazdıklarım dışında birkaç şey de gerçek tatmini hissetmemi sağlayacak ama hepsine öylesine uzağım ki... Bu yaşa kadar hayallere inanıp onlara tutunarak yaşadım ve şimdi onlara olan inancımı kaybettim. Bu şekilde yaşamayı bilmiyorum, hayalleri kaybedersem eğer toparlanamam. Dünkü imparator bugün kılıcın ucunda, dünyayı değiştiren tüccar dersten mezun olabileceğine bile inanmıyor. Üniversiteye başlamadan önce saçımda dört tel beyaz vardı (onlar da hayat boyunda yaşadığım streslerden oldu zaten), şimdi sekiz tel beyaz var. İki katına çıktı, iki katına! Üniversite bitene kadar komple yarısı beyazlayacak, Monogatari'deki Hanekawa'nın son (kaplan) hali gibi gezeceğim ortalıkta! (Aslında böyle yarı beyaz yarı siyah saçlı erkek bir karakter de vardı ama adı aklıma gelmedi. Hayır, Kaneki'den bahsetmiyorum.) Ulan iki dakika iyi ruh haline büründük, sonra yeniden hevessizlik, mutsuzluk, omuz ağırlığı ne s.kim varsa doluştu üstüme.
Bir şekilde Allah'ın belası ödevi tamamlamayı başardım, rahatladım be. Hevesim geri geldi, hayallere de yeniden inanabilmeye başladım. Sonuç olarak her zamanki döngü işte. Can sıkıntısı, umutsuzluk, hezeyan, alışıldık ruh hali ve standart duruma dönme. Yalnız şu hezeyan konusunda... Hezeyana kapıldığımda sadece o anki durum değil, geçmişte bu döngüyü başlatan ve dahil olan her şey de içine giriyor. Bu neymiş ama artık ya! Neyse, yani sonuçta iyi sayılabilecek bir ruh halindeyim şu an. Bu arada bana gerçek tatmin sağlayacak şeylerin en önemlilerinden biri şu ahşap evi yaptırıp taşınma, onu o sırada ya unutmuşum ya da bilinçli olarak yazmamışım (yazmamış olmam için birçok sebep var ama unutmuşumdur muhtemelen). Şimdi şu finalleri de atlatalım, gerisi kolay. (He, kolay. Yaprağımı kolay)
Aslında bu ödev konusunda sorunum temelde şuydu: Bana verilen görevleri yapmakla bir sorunum yok ama eğer yapacaksam, bunu kusursuz bir şekilde yapmak isterim. Bir şeyi ya yapmam ya da bütün kurallara uygun yaparım, aram yoktur hiç. Yenilikçilik ve değişiklik... Karşı olduğum şeyler değil ama görev tanımı eğer netse, onun dışına çıkmam beklenmemeli. Ne var ki söz konusu ödevi kusursuz olarak yapmak mümkün değildi. Sonuçta, kendimden biraz taviz verip kusurlu musurlu tamamladım ödevi.
14 Aralık 2019 Cumartesi
Hevessiz Bir Yazı
Evet, elimde yazacak herhangi bir şey yok. Zaten pek yazma hevesim de yok... Şu sıralar artık kış yorgunluğu mu, bütün yılın yorgunluğu mu, tamamen kendi kazmalığım mı ne halt olduğunu bilmiyorum ama pek bir şey yapmak istemeyen bir durumdayım. İşin garip yanı, hırsımı kaybetmemiş olmam. Aslında "pek bir şey yapmak istememe" değil durumum, daha ziyade dinlenme isteği. Bu isteğe yol açacak pek bir şey olmadı aslında, sınavlar yaklaştı diye tribe mi girdim n'oldu, ben de anlamadım.
İnternetim öldü, eh, ayın yarısı bitti, normaldir.
Şu Onedio testlerinden bazılarındaki kara kedi olayından şikayet etmiştim ya, belki de orada sordukları soru "Batıl inançların var mı?" değil de "Kara kedilerin uğursuzluk getirdiğine inanır mısın?" Aynı testlerde birkaç batıl inanç daha soruyorlar çünkü... Ama arkadaş bunu açıkça söyleyin, esas soru hangisi? Kara kedi mi batıl inanç mı?
Güzel bir hikâye oluşturdum... Kafamda dönen çoğu öykü gibi, bunu da yazıya dökmek için fazlasıyla üşengeç ve kabiliyetsizim. Bu durum ne olacak böyle, merak ediyorum... Kafamda oluşturduğum bazı son derece özel yemek fikirleri de var ve tahmin edin, bunları deniyor muyum? Hayır, öncelikle bir reçete oluşturmam, sonra onu denemem ve eğer beğenilmezse üstüne gitmem gerekiyor... Zaten o yemekler genellikle restoranlarda sunmaya uygun yemekler değiller: Ya saray mutfağı tarzı aşırı zahmetli ve uzun süreli (hangi saray mutfağı olduğunu yazmadım çünkü dünyanın bütün saray mutfakları zaten böyle), gereksiz aşırı porsiyonlu, farklı tatların karıştırıldığı yemekler ya da fine-dining tarzı sırf görsel olan, doyurma amacı gütmeyen, onun yerine atıştırmalık amacı güden yemekler. Bir ortasını bulamadık... Gerçi günlük hayat ve restorana uygun yemek fikirlerim de var ama onlar da kirpi karkası, yılan kıyması, koi havyarı gibi saçma sapan şeyler içeriyorlar.
Eskiden üniformalarla sorunum olduğunu düşünürdüm çünkü okul üniformasından nefret ediyordum, takım elbiseden de öyle; ama fark ettim ki sorunum üniformayla değil. Sorunum her zamanki gibi kısıtlayıcı, uğraştırıcı, rahatsız kıyafetlerle. Daha açık olmak gerekirse, okul üniformasındaki pantolon kısmı beni rahatsız eden. Bunu da şöyle fark ettim: Eğer üniformayla sorunum olsaydı şef ceketi de beni rahatsız ederdi, oysa onu giyerken gayet rahat ve mutluyum. Neden? Çünkü rahatsız, insanı sıkıp boğan bir kıyafet değil de ondan! İçinde rahatlıkla hareket edebiliyorsun. Gerçi içinde rahatlıkla hareket edemeseydin mutfakta onu giymek "gel kendini kes" demekle aynı şey olurdu ama konumuz bu değil.
Kaç gündür sineklerle uğraşıyorum. Her gün en az iki tane öldürüyorum, evde hâlâ sinek var. Yürüyün gidin ölün lan, evimde ne işiniz var? Sinekler kadar iğrenç, sinir bozucu ve şerefsiz şeyler görmedim... Bir de evde başka yer yokmuş gibi elime konuyor puşt. Kaç tane sinek var lan bu aqduğumun evinde? Ha? Gideceğim Sibirya'ya taşınacağım ben. Hem büyük, boş araziler var hem de şerefsiz sineklerin oranın kışında öleceğine eminim. Büyük, boş arazi nereden mi çıktı? Şuradan: Kocaman bir bahçesi olan bir ev istiyorum... İstekler, istekler, hayaller, planlar... Pek umudum kalmadı, muhtemelen herkes gibi saçma sapan bir apartman dairesinde çürüyüp gideceğim. İnsan ölmeden de çürür, içi çürür mesela, boş bir kabuk halini alır. İşte eğer hayatımı apartman dairesinde geçirirsem çürüyeceğim... Ha, tabii yalnız olarak çürüyeceğim, bak onu unutmuşum. Bu saplantıdan kurtulamıyorum bir türlü. Bataklığa saplanıp kalsam daha iyiydi yani, en azından istediğim bir şekilde ölmüş olurdum. Evet, güzel olacağını düşündüğüm ölüm şekilleri var. Bir ormanda yırtıcı hayvanlar tarafından yenmek ya da kafanın bir kılıçla kesilmesi mesela.
Bir de dersler de sinir etmeye başladı beni. Her şeye gıcık olduğum ve sonsuz bir memnuniyetsizlik girdabında debelendiğim bir zamandayım, bunun üstüne her an arıza çıkarabilecek kadar sinirliyim. En son böyle bir durumda olduğumda açık liseye geçmiştim, bu yolun sonunu iyi biliyorum. Kesinlikle buradan devam etmemem gerekiyor... Ve tahmin edin ne yapacağım? Bu halde kalacağım, işleri düzeltmenin yolundan emin değilim. Aslında burada benim bir suçum yok. Sinek denen şerefsizler evime girmese, gerizekalı hoca makalesi yazılmış bir şey hakkında ödev verse ve birkaç şey daha olsa hiç böyle bir durumda olmayacağım. Ha bir de ders eğer normal zamanından bir saat ilerideyse bunun haber verilmesi lazım, ne diye bir saat erken uyanayım lan? Keriz miyim ben? Tabii güya açıklanmış olan ama belli olmayan not da var. Pazartesi öğrenci işlerine gidip askerliği soracağım çünkü biliyorum ki ben gidip kendim sormasam gerizekalı okul askerlik şubesine bildiri göstermeyecek ve kaçak olarak görüneceğim. Gerçi bu halde askere alsalar daha iyi olabilir, silah falan ateşleyerek sinirimi atabilirim belki. Bu konuya devam etmek isterdim ama edemeyeceğim, zira sinirden ellerim titremeye başladı.
Yok ama yok, ben biliyorum ne yapacağımı. Gideceğim ne kadar saçma sapan cümle varsa ödeve yapıştıracağım, diğer derse de normal saatindeyse bile bir saat geç gideceğim!
Şu an sadece saçma uzunlukta derin nefes alıp bir anda verebiliyorum, başka da bir b.k yapamıyorum.
Ah, benden bu kadar, benden bu kadar. Okulu da bırakıyorum, işe de girmeyeceğim, gidip Ahı Dağı'nda dağ çileği, kertenkele ve kurt örümceği yiyerek yaşayacağım, dağa geleni de üstüme kan sürüp yaban keçisi postu atıp kaçıracağım! Gerekirse kılıçla da kovalarım! Benden bu kadar, yarı-delilik de yetmiyor artık. Çok güzel tırlattım, süper oldu, efsane oldu; artık yürüyüp gidersiniz! Beni kaplumbağalarımla yalnız bırakın, akşam yemeğine Osman Hamdi Bey gelecek.
İnternetim öldü, eh, ayın yarısı bitti, normaldir.
Şu Onedio testlerinden bazılarındaki kara kedi olayından şikayet etmiştim ya, belki de orada sordukları soru "Batıl inançların var mı?" değil de "Kara kedilerin uğursuzluk getirdiğine inanır mısın?" Aynı testlerde birkaç batıl inanç daha soruyorlar çünkü... Ama arkadaş bunu açıkça söyleyin, esas soru hangisi? Kara kedi mi batıl inanç mı?
Güzel bir hikâye oluşturdum... Kafamda dönen çoğu öykü gibi, bunu da yazıya dökmek için fazlasıyla üşengeç ve kabiliyetsizim. Bu durum ne olacak böyle, merak ediyorum... Kafamda oluşturduğum bazı son derece özel yemek fikirleri de var ve tahmin edin, bunları deniyor muyum? Hayır, öncelikle bir reçete oluşturmam, sonra onu denemem ve eğer beğenilmezse üstüne gitmem gerekiyor... Zaten o yemekler genellikle restoranlarda sunmaya uygun yemekler değiller: Ya saray mutfağı tarzı aşırı zahmetli ve uzun süreli (hangi saray mutfağı olduğunu yazmadım çünkü dünyanın bütün saray mutfakları zaten böyle), gereksiz aşırı porsiyonlu, farklı tatların karıştırıldığı yemekler ya da fine-dining tarzı sırf görsel olan, doyurma amacı gütmeyen, onun yerine atıştırmalık amacı güden yemekler. Bir ortasını bulamadık... Gerçi günlük hayat ve restorana uygun yemek fikirlerim de var ama onlar da kirpi karkası, yılan kıyması, koi havyarı gibi saçma sapan şeyler içeriyorlar.
Eskiden üniformalarla sorunum olduğunu düşünürdüm çünkü okul üniformasından nefret ediyordum, takım elbiseden de öyle; ama fark ettim ki sorunum üniformayla değil. Sorunum her zamanki gibi kısıtlayıcı, uğraştırıcı, rahatsız kıyafetlerle. Daha açık olmak gerekirse, okul üniformasındaki pantolon kısmı beni rahatsız eden. Bunu da şöyle fark ettim: Eğer üniformayla sorunum olsaydı şef ceketi de beni rahatsız ederdi, oysa onu giyerken gayet rahat ve mutluyum. Neden? Çünkü rahatsız, insanı sıkıp boğan bir kıyafet değil de ondan! İçinde rahatlıkla hareket edebiliyorsun. Gerçi içinde rahatlıkla hareket edemeseydin mutfakta onu giymek "gel kendini kes" demekle aynı şey olurdu ama konumuz bu değil.
Kaç gündür sineklerle uğraşıyorum. Her gün en az iki tane öldürüyorum, evde hâlâ sinek var. Yürüyün gidin ölün lan, evimde ne işiniz var? Sinekler kadar iğrenç, sinir bozucu ve şerefsiz şeyler görmedim... Bir de evde başka yer yokmuş gibi elime konuyor puşt. Kaç tane sinek var lan bu aqduğumun evinde? Ha? Gideceğim Sibirya'ya taşınacağım ben. Hem büyük, boş araziler var hem de şerefsiz sineklerin oranın kışında öleceğine eminim. Büyük, boş arazi nereden mi çıktı? Şuradan: Kocaman bir bahçesi olan bir ev istiyorum... İstekler, istekler, hayaller, planlar... Pek umudum kalmadı, muhtemelen herkes gibi saçma sapan bir apartman dairesinde çürüyüp gideceğim. İnsan ölmeden de çürür, içi çürür mesela, boş bir kabuk halini alır. İşte eğer hayatımı apartman dairesinde geçirirsem çürüyeceğim... Ha, tabii yalnız olarak çürüyeceğim, bak onu unutmuşum. Bu saplantıdan kurtulamıyorum bir türlü. Bataklığa saplanıp kalsam daha iyiydi yani, en azından istediğim bir şekilde ölmüş olurdum. Evet, güzel olacağını düşündüğüm ölüm şekilleri var. Bir ormanda yırtıcı hayvanlar tarafından yenmek ya da kafanın bir kılıçla kesilmesi mesela.
Bir de dersler de sinir etmeye başladı beni. Her şeye gıcık olduğum ve sonsuz bir memnuniyetsizlik girdabında debelendiğim bir zamandayım, bunun üstüne her an arıza çıkarabilecek kadar sinirliyim. En son böyle bir durumda olduğumda açık liseye geçmiştim, bu yolun sonunu iyi biliyorum. Kesinlikle buradan devam etmemem gerekiyor... Ve tahmin edin ne yapacağım? Bu halde kalacağım, işleri düzeltmenin yolundan emin değilim. Aslında burada benim bir suçum yok. Sinek denen şerefsizler evime girmese, gerizekalı hoca makalesi yazılmış bir şey hakkında ödev verse ve birkaç şey daha olsa hiç böyle bir durumda olmayacağım. Ha bir de ders eğer normal zamanından bir saat ilerideyse bunun haber verilmesi lazım, ne diye bir saat erken uyanayım lan? Keriz miyim ben? Tabii güya açıklanmış olan ama belli olmayan not da var. Pazartesi öğrenci işlerine gidip askerliği soracağım çünkü biliyorum ki ben gidip kendim sormasam gerizekalı okul askerlik şubesine bildiri göstermeyecek ve kaçak olarak görüneceğim. Gerçi bu halde askere alsalar daha iyi olabilir, silah falan ateşleyerek sinirimi atabilirim belki. Bu konuya devam etmek isterdim ama edemeyeceğim, zira sinirden ellerim titremeye başladı.
Yok ama yok, ben biliyorum ne yapacağımı. Gideceğim ne kadar saçma sapan cümle varsa ödeve yapıştıracağım, diğer derse de normal saatindeyse bile bir saat geç gideceğim!
Şu an sadece saçma uzunlukta derin nefes alıp bir anda verebiliyorum, başka da bir b.k yapamıyorum.
Ah, benden bu kadar, benden bu kadar. Okulu da bırakıyorum, işe de girmeyeceğim, gidip Ahı Dağı'nda dağ çileği, kertenkele ve kurt örümceği yiyerek yaşayacağım, dağa geleni de üstüme kan sürüp yaban keçisi postu atıp kaçıracağım! Gerekirse kılıçla da kovalarım! Benden bu kadar, yarı-delilik de yetmiyor artık. Çok güzel tırlattım, süper oldu, efsane oldu; artık yürüyüp gidersiniz! Beni kaplumbağalarımla yalnız bırakın, akşam yemeğine Osman Hamdi Bey gelecek.
6 Aralık 2019 Cuma
Her Şey, Hiçbir Şey, Bazı Şeyler
Hünkarbeğendi diye yemek var. Hani yemeğin o adı nasıl aldığını bilmeseniz bile tahmin edebilirsiniz.
Buradan restoran açmak isteyenlere sesleniyorum: Bir şeyin fiyatını anlamsızca artırmak istiyorsanız içine yenilebilir altın tozu koyun. Şurada tek kullanımlık kapsül toz 16,40 TL. Kargo ve illaki kâr eklemek için hadi 20 olarak fiyatlandıralım. Ki aslında restoranlar çoğunlukla en pahalı ürünleri bile piyasa fiyatından ucuza alırlar anlaşmalar ve toptan alımlar nedeniyle, yani aslında kâr dahil 15 falan olması lazım ama hadi artıralım, 20 diyelim. Ama içine bunu koyduğunuzda kâra +20 yerine +120 ekleyebiliyorsunuz, kimse de "Bu ne lan?" demiyor çünkü içinde altın var, boru mu. (Burada soru işareti kullanılmaz bence, o bir soru değil zira)
Sahte Kahramanlar'da ilerlemeye devam ediyorum. Sonu zaten ta hikayenin başında yazdığım için rahatım, tek yapmam gereken boşlukları doldurmak. Şunu tamamlayabilirsem, nihayet bir şeyin sonunu getirebilmiş olacağım. Bazı şeylerin sonu yoktur, hobi gibi ya da spor gibi... Ama bazı şeylerin sonları olması gerekir; sonuçta kimse sonu olmayan bir öykü yazmak istemez.
Uzun süredir hayatta aradığım, peşinden koştuğum şeyin huzur olduğunu sanıyordum... Ama birazcık huzurlu olsam, hemen olmadık icatlar çıkarıyorum... Son zamanlarda fark ettim, aradığım huzur değildi, asla huzur olmadı. Eğer arayıp istediğim huzur olsaydı kendime rekabetçi olacağını bildiğim bir yol ve sonuna ulaşması imkansıza yakın zorlukta bir hedefler silsilesi seçmezdim. Artık biliyorum: Aradığım şey tatmin duygusuydu, gerçek tatmin duygusu. Ne zaman o tatmin duygusunun peşine düşsem inşa ettiğim yeri parçaladım, sıfırdan başladım... Yine de gerçek tatmin duygusunu hissedemedim. Küçük tatminlerim vardı, bilmediğim bir şeyi öğrendiğimde hissettiğim tatmin gibi, bir tarifi teorik olarak icat etmek gibi, lepistesler ürediğinde hissettiğim gibi, bir hikaye fikri aklıma geldiğindeki gibi ama bunların hiçbiri gerçek tatmin değildi. Gerçek tatmine gerçek anlamda orijinal ve beğenilen bir tarif ürettiğimde, kendime bir üretimhane açtığımda (bu öncelikli bir hedef değil ama o sonu gelmez hedefler silsilesi içinde bir yeri var, üstelik kendine has özel bir yer) ya da bir şeylerin sonuna geldiğimde ulaşacağım ve bir şeylerin sonuna ulaşmak konusunda en yakın hedefim bir hikayeye tatmin edici bir son yazmak.
Sonbahar iki ay rötarlı geldi ama kış hemen geldi, Aralık'ın 1'i der demez soğuk çöküp karla karışık yağmur yağdı. Hayır muson iklimi de değil bu, ne iklimi bunun adı?
İki not açıklanmamış. Olabilir tabii, finallerden sonra açıklanacaktır falan da... İşte bir de de'si var onun: Birisi açıklanmış gibi gözüküyor. Vize: ama not yok, sıfır falan olsa yine kabul ama arkadaş hiçbir şey yazmıyor ki orada! Kaç aldım şimdi ben bu dersten? "Not vermeye bile değer bir kağıt değildi" demek mi oluyor bu, ne demek oluyor?
Eski yazdığım şeylere bakıyorum da bilgisayarda yazdıklarımda gereksiz ve aşırı (gerekli olsa zaten aşırı olmaz gerçi, neyse) bir virgül kullanımı var. Basmışım virgülü, basmışım virgülü. Kağıt üzerinde olanlarda virgül sorunu yok, klavyede el altında diye mi o kadar çok kullanmışım acaba?
Utpa'yı (geko) izliyorum da çok ilginç uyku pozisyonları var hayvanın. Katiyen dümdüz yatıp uyumuyor, illa ayağını kıvıracak. Bence hiç rahat olunmaz öyle ama kendileri uyuduğuna göre ona rahat geliyor demek ki.
Sevmediğim birkaç yiyecek var ama nefret ettiğim tek bir yiyecek var: Balık. Bana "her balığın tadı farklı" demeyin hiç! Hamsiyle kılıç balığının tadının neredeyse aynı olduğu dünyada (ikisinin de tadına baktım) mezgitle berlamın farklı tatta olduğuna inanmamı bekleyemezsiniz. Midyenin, kalamarın, karidesin tadı farklı (bunlara da baktım) ama onlar zaten balık değil. Bir tek yılanbalığının (buna da baktım) tadı farklıydı ama o da teriyaki sosla pişirilmişti, zaten teriyaki sosa patates atsan çıkardığında tanıyamıyorsun. Belki çiğken tatları arasında fark olabilir ama pişirince yok. Bu arada bir kazan yemek arasından bir tutam baharatı ayırt edebiliyorum, yani dilimde ya da tat alma tomurcuklarımda herhangi bir sorun yok.
Şu "benimle birlikte mezara gidecek şeyler" konusunda biraz düşündüm de... Eğer çok büyük bir sürpriz olmaz da her şey düşündüğüm gibi giderse benimle birlikte mezara gidecek ya da unutulup yok olacak çok fazla şey var. Neticede, eğer olaylar sandığım gibi ilerlerse onları bırakabileceğim kimse olmayacak. Bu iyi değil, düşebileceğim kadar düştüm ama hâlâ düşmeye devam ediyorum. Aynı serinin ana karakterlerinin tamamına bağlanmak sağlıklı bir ruh hali değil. Sağlıklı ruh hali? Ona en son zaman sahiptim? Beş yaşında? Ondan sonrası kendiyle kavga edip tartışmayı alışkanlık haline getirmiş, olumsuzluğa açık, sosyofobik, dalgacı, kısmi agresif bir yarı-deli. Ha bir de doktor raporlu haplar var, lanet olsun onlara.
TDK'nin sanal sözcüklere karşılıklarına baktım da Stalker "sanal casus" olacakmış. Stalker sanal casus olmaz arkadaş, karşılamıyor ki! Stalker takipçi olur, "sokulucu" olur, izleyici olur, "sinsilikçi" olur, "sokulgan" olur, "sessiz takipçi" olur, "takipçi sapık" olur, "sinsi p...venk!" olur ama sanal casus olmaz. Bak şurada tek başıma üç kelime (sokulucu, sinsilikçi, -sinsilikçi pek başarılı değil, kabul- sokulgan) uydurdum, TDK'deki onca kişi ne işe yarıyor? Sanal casus ne lan? Hem karşılamıyor hem çok uzun. Bu arada hepsi saçma sapan karşılıklar. Nerede "bilgisayar, özçekim" nerede "sanal casus, meraklandırıcı video" (teaser'ın çevirisiymiş bu). Caps'e de "yazılı resim" ya da "resim yorum" diyecekmişiz. Onca kişinin aklına bir "yazıresim" gelmemiş, tek yapmanız yazılı resim'den yola çıkıp "bu tam olmadı ya" demekti oysa. Bu arada bu kelimeler yerleşti sayılır artık, bu saatten sonra nasıl millet hâlâ "selfie" demeye devam ediyorsa caps demeye, teaser demeye devam edecek. Kelimelerin karşılıkları bir halk onunla ilk tanıştığı zamanlarda icat edilmeli ki asıl kelam yerine bu karşılıklar yerleşsin. Eğer bu konuda ısrar edilirse en azından düzgün Türkçe karşılıklar tutunabilir ama bu ancak yirmi yıl sonra olur, öyle bir şeyin hemen olması için yeni bir dil devrimi yapmak gerekiyor, her yerde bu yabancıların yasaklanıp yeni karşılıkların kullanılması gerekiyor. Yani özetle: İş işten geçti artık, caps denen şey ilk çıktığında TDK efendi buna bir karşılık bulsaydı şimdi onu kullanıyor olurduk.
Şimdi Jacobs diye kahve markası kurmanın Yakuplar Kahvehanesi diye kahve açmaktan ne farkı var arkadaş? Sırf İngilizce diye markalaşmaya uygun oluyorsa s... ben öyle işi.
Buradan restoran açmak isteyenlere sesleniyorum: Bir şeyin fiyatını anlamsızca artırmak istiyorsanız içine yenilebilir altın tozu koyun. Şurada tek kullanımlık kapsül toz 16,40 TL. Kargo ve illaki kâr eklemek için hadi 20 olarak fiyatlandıralım. Ki aslında restoranlar çoğunlukla en pahalı ürünleri bile piyasa fiyatından ucuza alırlar anlaşmalar ve toptan alımlar nedeniyle, yani aslında kâr dahil 15 falan olması lazım ama hadi artıralım, 20 diyelim. Ama içine bunu koyduğunuzda kâra +20 yerine +120 ekleyebiliyorsunuz, kimse de "Bu ne lan?" demiyor çünkü içinde altın var, boru mu. (Burada soru işareti kullanılmaz bence, o bir soru değil zira)
Sahte Kahramanlar'da ilerlemeye devam ediyorum. Sonu zaten ta hikayenin başında yazdığım için rahatım, tek yapmam gereken boşlukları doldurmak. Şunu tamamlayabilirsem, nihayet bir şeyin sonunu getirebilmiş olacağım. Bazı şeylerin sonu yoktur, hobi gibi ya da spor gibi... Ama bazı şeylerin sonları olması gerekir; sonuçta kimse sonu olmayan bir öykü yazmak istemez.
Uzun süredir hayatta aradığım, peşinden koştuğum şeyin huzur olduğunu sanıyordum... Ama birazcık huzurlu olsam, hemen olmadık icatlar çıkarıyorum... Son zamanlarda fark ettim, aradığım huzur değildi, asla huzur olmadı. Eğer arayıp istediğim huzur olsaydı kendime rekabetçi olacağını bildiğim bir yol ve sonuna ulaşması imkansıza yakın zorlukta bir hedefler silsilesi seçmezdim. Artık biliyorum: Aradığım şey tatmin duygusuydu, gerçek tatmin duygusu. Ne zaman o tatmin duygusunun peşine düşsem inşa ettiğim yeri parçaladım, sıfırdan başladım... Yine de gerçek tatmin duygusunu hissedemedim. Küçük tatminlerim vardı, bilmediğim bir şeyi öğrendiğimde hissettiğim tatmin gibi, bir tarifi teorik olarak icat etmek gibi, lepistesler ürediğinde hissettiğim gibi, bir hikaye fikri aklıma geldiğindeki gibi ama bunların hiçbiri gerçek tatmin değildi. Gerçek tatmine gerçek anlamda orijinal ve beğenilen bir tarif ürettiğimde, kendime bir üretimhane açtığımda (bu öncelikli bir hedef değil ama o sonu gelmez hedefler silsilesi içinde bir yeri var, üstelik kendine has özel bir yer) ya da bir şeylerin sonuna geldiğimde ulaşacağım ve bir şeylerin sonuna ulaşmak konusunda en yakın hedefim bir hikayeye tatmin edici bir son yazmak.
Sonbahar iki ay rötarlı geldi ama kış hemen geldi, Aralık'ın 1'i der demez soğuk çöküp karla karışık yağmur yağdı. Hayır muson iklimi de değil bu, ne iklimi bunun adı?
İki not açıklanmamış. Olabilir tabii, finallerden sonra açıklanacaktır falan da... İşte bir de de'si var onun: Birisi açıklanmış gibi gözüküyor. Vize: ama not yok, sıfır falan olsa yine kabul ama arkadaş hiçbir şey yazmıyor ki orada! Kaç aldım şimdi ben bu dersten? "Not vermeye bile değer bir kağıt değildi" demek mi oluyor bu, ne demek oluyor?
Eski yazdığım şeylere bakıyorum da bilgisayarda yazdıklarımda gereksiz ve aşırı (gerekli olsa zaten aşırı olmaz gerçi, neyse) bir virgül kullanımı var. Basmışım virgülü, basmışım virgülü. Kağıt üzerinde olanlarda virgül sorunu yok, klavyede el altında diye mi o kadar çok kullanmışım acaba?
Utpa'yı (geko) izliyorum da çok ilginç uyku pozisyonları var hayvanın. Katiyen dümdüz yatıp uyumuyor, illa ayağını kıvıracak. Bence hiç rahat olunmaz öyle ama kendileri uyuduğuna göre ona rahat geliyor demek ki.
Sevmediğim birkaç yiyecek var ama nefret ettiğim tek bir yiyecek var: Balık. Bana "her balığın tadı farklı" demeyin hiç! Hamsiyle kılıç balığının tadının neredeyse aynı olduğu dünyada (ikisinin de tadına baktım) mezgitle berlamın farklı tatta olduğuna inanmamı bekleyemezsiniz. Midyenin, kalamarın, karidesin tadı farklı (bunlara da baktım) ama onlar zaten balık değil. Bir tek yılanbalığının (buna da baktım) tadı farklıydı ama o da teriyaki sosla pişirilmişti, zaten teriyaki sosa patates atsan çıkardığında tanıyamıyorsun. Belki çiğken tatları arasında fark olabilir ama pişirince yok. Bu arada bir kazan yemek arasından bir tutam baharatı ayırt edebiliyorum, yani dilimde ya da tat alma tomurcuklarımda herhangi bir sorun yok.
Şu "benimle birlikte mezara gidecek şeyler" konusunda biraz düşündüm de... Eğer çok büyük bir sürpriz olmaz da her şey düşündüğüm gibi giderse benimle birlikte mezara gidecek ya da unutulup yok olacak çok fazla şey var. Neticede, eğer olaylar sandığım gibi ilerlerse onları bırakabileceğim kimse olmayacak. Bu iyi değil, düşebileceğim kadar düştüm ama hâlâ düşmeye devam ediyorum. Aynı serinin ana karakterlerinin tamamına bağlanmak sağlıklı bir ruh hali değil. Sağlıklı ruh hali? Ona en son zaman sahiptim? Beş yaşında? Ondan sonrası kendiyle kavga edip tartışmayı alışkanlık haline getirmiş, olumsuzluğa açık, sosyofobik, dalgacı, kısmi agresif bir yarı-deli. Ha bir de doktor raporlu haplar var, lanet olsun onlara.
TDK'nin sanal sözcüklere karşılıklarına baktım da Stalker "sanal casus" olacakmış. Stalker sanal casus olmaz arkadaş, karşılamıyor ki! Stalker takipçi olur, "sokulucu" olur, izleyici olur, "sinsilikçi" olur, "sokulgan" olur, "sessiz takipçi" olur, "takipçi sapık" olur, "sinsi p...venk!" olur ama sanal casus olmaz. Bak şurada tek başıma üç kelime (sokulucu, sinsilikçi, -sinsilikçi pek başarılı değil, kabul- sokulgan) uydurdum, TDK'deki onca kişi ne işe yarıyor? Sanal casus ne lan? Hem karşılamıyor hem çok uzun. Bu arada hepsi saçma sapan karşılıklar. Nerede "bilgisayar, özçekim" nerede "sanal casus, meraklandırıcı video" (teaser'ın çevirisiymiş bu). Caps'e de "yazılı resim" ya da "resim yorum" diyecekmişiz. Onca kişinin aklına bir "yazıresim" gelmemiş, tek yapmanız yazılı resim'den yola çıkıp "bu tam olmadı ya" demekti oysa. Bu arada bu kelimeler yerleşti sayılır artık, bu saatten sonra nasıl millet hâlâ "selfie" demeye devam ediyorsa caps demeye, teaser demeye devam edecek. Kelimelerin karşılıkları bir halk onunla ilk tanıştığı zamanlarda icat edilmeli ki asıl kelam yerine bu karşılıklar yerleşsin. Eğer bu konuda ısrar edilirse en azından düzgün Türkçe karşılıklar tutunabilir ama bu ancak yirmi yıl sonra olur, öyle bir şeyin hemen olması için yeni bir dil devrimi yapmak gerekiyor, her yerde bu yabancıların yasaklanıp yeni karşılıkların kullanılması gerekiyor. Yani özetle: İş işten geçti artık, caps denen şey ilk çıktığında TDK efendi buna bir karşılık bulsaydı şimdi onu kullanıyor olurduk.
Şimdi Jacobs diye kahve markası kurmanın Yakuplar Kahvehanesi diye kahve açmaktan ne farkı var arkadaş? Sırf İngilizce diye markalaşmaya uygun oluyorsa s... ben öyle işi.
4 Aralık 2019 Çarşamba
"Bir Yazıda En Fazla Kaç Konudan Bahsedebilirsin?"
Hırs yap, çalış, çabala... İstediğin gibi yaşamak için istemediğin şeyler yap. Bu iş böyle olmaz, hayat istemediğin bir şeyler yaparak geçirmek için çok kısa. Yine de sonuç olarak girdiğim bu yolu ben seçtim ve kolay olmayacağını da biliyordum. Aslında, bu muhtemelen hâlâ okuduğum için ama çok daha zor bir yol bekliyordum. Neyse, çalışma hayatına atılınca görürüz artık ebemizinkini.
Kuruluş Osman'ın ilk bölümüne bir göz attım da pek sevmedim, izlemem muhtemelen. Bir de ölümüne üzülmeyelim diye Dündar Bey'i pisliğin, şerefsizin teki yapmışlar. Dizide bunu farklı işleyebilirler, Diriliş'te neredeyse bütün ölümleri tarihtekinden farklı işlediler (tarihtekine en yakın ölüm Saadettin Köpek'in ölümüydü ama o da farklıydı) zaten ama Dündar Bey'i öldüren Osman Bey'di, "devletin bekası için." Bu arada buradan da gördüğümüz gibi Türk kültüründe devlet bekası için akraba katli Fatih'in fermanından 200 yıl önce vardı, daha geriye gidersek ağabeyi Buda'yı (Bleda'nın gerçek adının bu olduğu konusunda oldukça şüphedeyim esasen; Hunlar Budist değildi neticede) öldüren Attila ve babasını öldüren Mete Han'a ulaşıyoruz. Tabii Fatih'in fermanından sonra Osmanlılar bunu iyice abartıyor, ferman amacından sapıyor ama konumuz o değil. Bir de dediğim gibi "göz attım" ama sanki herkes yarık börkler giyiyormuş gibi, Diriliş'te onları sadece Kayılar giyiyordu. Başlık konusunda şöyle bir maruzatım var: Eski Türk kültüründe başlıklar "süs" ya da soğuktan, güneşten vs. koruyan "şapka" değildi. Bir kişinin başlığı ve kıyafetinden (ama esasen başlığından) boyunu, inancını -hatta mezhebini-, soylu mu halktan mı olduğunu ve hatta mesleğini şak diye anlayabilirdiniz. O kadar ayrıntılı bir şey beklemiyorum zaten ama bari farklı boylardan kişilere farklı şekillerde börkler taksaydınız.
Son zamanlarda Youtube'da akvaryum videolarına sardım da, herkes çiklit besliyor. Özellikle büyük Amerikan ve Afrika (Malawi, Tanganika vs.) çiklitleri çok yaygın. Bir ben zevk almıyorum çiklit beslemekten herhalde. Melek, discus, cüce Güney Amerika çiklitleri zevk veriyor ama diğer çiklitler zevk vermiyor. Aynı gölden balığa dalaşır, akvaryuma bitki koyman neredeyse imkansız hale gelir, neredeyse her zaman tek tür ya da iki tür beslemen gerekir. Bir de en az 200 lt. gerekli. Belki ben akvaryumda bitki hastası olduğum için zevk vermiyordur, bilemiyorum. Pirana, köpekbalığı (Pangasus değil, gerçek köpekbalığı; daha açık olmak gerekirse hemşire köpekbalığı, siyah bantlı köpekbalığı, leopar köpekbalığı ve siyah uçlu resif köpekbalığı), koi, acısu balonbalığı (daha açık olmak gerekirse GSP), tatlısu (aslında acısu) müreni, bıçakbalığı, inci vatozu (pearl stingray), beta gibi envai türü beslemeye dair hevesim var ama Duboisi, astronot, melekbalığı, discus gibi istisnalar dışında çiklit besleme hevesim yok. Belki kusturma (çiklitlerde yavrulama için yapılan bir işlem bu, yoksa sapkınca bir zevk için balığın yediklerinin çıkarılmasından falan bahsetmiyorum), yavru bakımı falan zevkli geliyordur besleyenlere ama bana hitap etmiyor. Yavru almak istersem lepistes, karides, neon tetra, zebra danio, cüce vatoz falan beslerim.
Bir tane bluetooth kulak içi kulaklık aldım, şu kaybolmasın diye iki ucu kabloyla bağlanan modellerden. Aha şunlardan (Yıllar sonra bu resim ölürse de kablolu bluetooth kulaklık diye girince çıkıyor):
Yalnız memnuniyetsiz hıyarın teki olarak, tabii ki bundan da memnun kalmadım. Sebepleri de şöyle: Açılıp bağlanacak yer ararken kırmızı-mavi ışıkları yanıp sönüyor ama bulunca tamamen sönüyor, ben anlayamıyorum ki açık mı kapalı mı. Sesi daima %100'de başlatıyor, her seferinde azaltmam gerekiyor; oysa kablolu kulaklıklarda kulaklığı çıkardığımda kaçtaysa ses seviyesi, tekrar taktığımda da o seviyede açıyordu sesi. 6'dan önce hiç ses çıkarmıyor; 6 da sessiz ortamlar için çok sesli. Ayrıca şarjı 4-5 saat gidiyor anca, benim adadan Balıkesir'e gitmem zaten en az sekiz saat sürüyor. Gerçi neredeyse bir saati kulaklıksız geçiriyorum o yolculukta ama yine de iki saat daha kulaklığa ihtiyacım var.
Arkadaş, şu MangaHanta'ya kafa atacağım artık. Başka sitelere iki hafta sonra koyuyorsunuz Kaguya-sama'yı ama kendi siteniz devalı çöküyor, yok mangalar siliniyor bir şey oluyor... Yine çökmüş site. Ya çökmeyen bir site yapın ya da iki hafta inadından vazgeçin! Bu ne lan! Neyse ki Kaguya-sama'nın çıkma günü bugün değil.
Kılıçevi Hz. Osman Kılıcı diye bir model üretmiş. Bayağı güzel bir kılıç; Hz. Osman'a ait iki farklı kılıcı temel almışlar yaparken. Biri Osman Bey'in de kullandığı (ve Utman olan adını bu sebepten Osman diye kullanmaya başladığı) oldukça büyük ve kalın olan kılıç, diğeri de düz çatallı kılıç. Üstünde kan oluklarıyla yapılmış, Kayı tamgasına benzeyen bir süsleme var; Hz. Osman'ın bahsettiğim büyük kılıcına da Osman Bey tarafından Kayı tamgası basılıyor, muhtemelen o sebepten öyle bir süsleme yaptılar. Çok güzel kılıç ama bayağı pahalı, neyse, pahalı olmasa da şu sıralar herhangi bir kılıç almayı düşünmüyorum zaten. Gerçi beni endişelendiren bu kılıcın ne kadar zaman üretime devam edeceği, ben kılıç toplamaya başlayınca hâlâ o modelin olup olmayacağı. Gerçi kılıç toplamaya başlamam için bazı amaçlarıma ulaşmış, en azından emekli olmuş olmam lazım ama öncelikli olarak bir düz kılıç (Arap palası düşünüyordum, Kılıçevi eskiden Hz. Muhammed'in kılıçlarından temel aldığı bir tane üretiyordu, sonra o modeli kaldırdılar, şimdi geri getirmişler. Endişem biraz da bu yüzden) ve bir katana düşünüyorum. Nedeni de kendi icat ettiğim kılıç sanatının en üst seviyesi için bendeki kılıç haricinde bunlara da ihtiyaç duymam. Gerçi o sanat da benimle birlikte mezara gidecek muhtemelen; birçok boş verilmiş hayal ve kafada kurgulanan senaryolarla, bir ton yarım kalmış ve birkaç tane de tamamlanmış hikaye -gerçi onların sonlarından katiyen memnun değilim- ve de birkaç başka şeyle -mesela kimsenin bilmediği cam kırıklarıyla- birlikte. Ve sap olarak. Tabii herhangi bir kılıç tekniğinin eğitimini almadığım için bu yeni kılıç sanatı hakkında pek de gururlu olamıyorum. Gerçi bu bahsettiğim KS (kılıç sanatını böyle kısaltacağım bundan sonra) Alman, geç dönem Osmanlı ya da Japon usulü kılıç sanatları gibi kuralcı ve katı bir sanattan ziyade gerçek anlamda bir savaşta kullanılabilmesi için tasarlanmış, daha kuralsız ve özgür bir KS ki bu bakımdan Orta Asya Türk ve Moğol tekniklerine, Kozak kılıç tekniğine ve erken Yeniçeri kılıç tekniğine benziyor biraz. "Ulan, madem eğitimini almadın neye benzediğini nereden biliyorsun?" derseniz de bir şeyin temelleri hakkında teorik bilgi için o şeye meraklı olup araştırmanın yeterli olduğunu hatırlatırım. Ama o şeyi gerçekten bilmek için eğitim almak gerektiğini de okçuluk eğitimi alırken tecrübe ettim. Neyse, dayanamayacağım o kılıcın fotosunu koyacağım, bu:
Aralık'ın 1'i der demez yılbaşı reklamları başladı lan, oha. Yavaş lan yavaş, bir ay var daha. 15'ini falan bekleseydiniz bari.
Bu arada kablolu bluetooth kulaklığı telefonla kullanmak bayağı rahatmış, "kablo mu çıktı, ne oldu" derdi yok. Odada rahatça hareket edip gezinebiliyorsun, o çok güzel.
İnsanlar, diğer insanları onların izin verdiği kadar tanıyorlar. Tabii onun izin verdiği kapıyı biraz daha aralayabilirsiniz eğer birebir tanışıp konuşuyorsanız ama sadece biraz. O kişinin ne kadarına izin verdiği de geçmişine, kişiliğine ve karşısında kimler olduğuna göre tamamen açık ya da neredeyse tamamen kapalı olmasını sağlayabiliyor. Blog'da yazarken izin verdiğim kadarı, hayatımın geri kalanında izin verdiğimden daha fazla mesela.
Normal minibüsü camper-van'a çevirmek için deli gibi ÖTV farkı ödemek gerekiyormuş. Direkt normal camper-van almak daha mantıklı o yüzden. Bu konuya da alakasız şekilde nette denk geldim.
Bizim millette odanın her şeyini duvara dayayıp ortayı boş bırakma güdüsü var. Bende de var bu, birçok kişide var. Bence tarihsel bir genetikle ilgili... Şöyle ki, yurt-çadırın bir düzeni vardır: En ortada ya bir direk (evimin direği sözü buradan geliyor bu arada) ya da ocaklık (bu durumda ya direk olmaz ya da dört yönde dört tane olurdu. Tabii otağlarda her odanın kendi direği olabiliyordu) olurdu. Yatak, sedir gibi bütün mobilyalarda duvarlara (artık ona ne kadar duvar denirse) dayanırdı. Bunun sebebi de çadırın her kısmı eşit ısınsın ve toplanma gibi durumlarda boş alan kalsın, mobilyaya takılmasın insanlar diyeydi. Tabii bir de yatak özelinde şöyle bir durum var: Yatak odanın ortasında olursa düşman seni deşebilir ama duvara dayalı olursa bir yanında otomatik kalkan olur, boşta kalan yanından düşmanla kolayca mücadele edersin. Tekmeyle falan uzaklaştırma şansın olur hatta. Yatağının altında da bir kılıç varsa (gerçi yer yatağının neresine koyacaksın kılıcı?) her halükarda avantajlı olursun. Gerçi bu bize özgü bir durum değil. Hindistan, Japonya ve Çin'den odalara baktım, hepsinde mobilyalar duvara dayanmış. Genel olarak Asya-tarzı bir olay herhalde, aynı eve ayakkabıyı çıkararak girmek gibi. Gerçi Avrupa'da da bazı ülkelerin bazı bölgelerinde bu olay var ama Asya'nın tamamında var, bir tek İsrail'de evlerden ziyade sinagoglara girerken çıkarılıyormuş, evde de Kohen taifesi çıkarmayı tercih ediyormuş. Bu arada batıya gidildikçe ayakkabı çıkarılan yerler azalıyor, Japonya'da neredeyse her yere girerken ayakkabınızı çıkarıyorsunuz: Otel odası, geleneksel restoranlar, tapınaklar, evler... Türkiye'de sadece evler ve camilere girerken çıkarıyoruz.
Günümüzde özel isimlerin yazılışları ve çoğu zaman okunuşları aynı kalıyor. Dil değerlerinden dolayı bazı okunuşlar aslına göre değişebiliyor ama çok değil. Eski çağlardaysa isimler, gayet dillere göre değişiyordu. Örneğin Cengiz Han'ın Latince adı Cingischam, Çince adı Chéngjísīhán, Almanca adı Dschingis Khan. Attila'nın gerçek ismi bilinmiyor ama Attila isminin gerçek ismini söyleyemedikleri için Romalıların verdiği Latince bir adlandırma olduğu biliniyor. Bazı tarihçiler Atılay olduğunu düşünüyormuş Attila'nın gerçek isminin. Mete Han'ın da adı aslında Bagatur'dur ki bu kelime Bahadır olarak yaşamakta. Mete Han adı, adının Çince yazımındaki bir olaydan kaynaklanıyor. İbn-i Sina'nın Türkçe, Arapça ve Farsça adı İbn-i Sina iken Latince adı Avicenna. Hz. Ömer'in adının gerçek okunuşu da Ömer değil mesela, Umaer gibi bir okunuşu var aslında; Türkçede o sesi çıkarmaya kasmadan Ömer demişiz, öyle kalmış. Büyük İskender'in Makedonca adı Aleksandar, Türkçe, Farsça ve Arapça adı İskender, Latince adı Alexander, Yunanca adı Aléksandros.
Leonardo Patrignani'nin Ütopya'sı çok vurucu şekilde başladı (birkaç kitap aldım, internet geldikten sonra geldi ama okumak lazım), yalnız Hafıza'yı okumamın üstünden yıllar geçtiğinden dolayı karakterler ve olayları hatırlamakta biraz zorlandım, karakterler hatırladıkça ben de hatırladım.
"Yargı baltanız ziyadesiyle keskin lakin adalet kılıcınız fazlasıyla paslı." Bir forumda gördüğüm bir lafın biraz değiştirilmiş hali; insanları ve diğer şeyleri adil olmadan yargılayıp eleştirmek dünyanın en kolay şeyi. Öyle hayat geçmez ama. Yaşamak biraz olsun boş vermişlik, epey bir de dalga geçme gerektiriyor. Boş konuşmak, boş konuşmak... Boş konuşma da benim boş vermişliğimin, dalgamın bir parçası işte. Aslında parçası değil, temeli. Her şeyi eleştirerek yaşamak kadar kolay bir şey yok, öyle yaşayabilirdim ama dediğim gibi: Öyle hayat geçmez.
İstanbul'la derin ve karışık bir ilişkim var. Orada doğdum ve çocukluğum orada geçti, her sene de muhakkak gidiyorum. Ama o şehri asla sevemedim... Pek de kötü anım yok aslında İstanbul'da, sonuçta özlem duyduğum geçmişimin en büyük kısmı orada. Yine de sevemedim... Peki, derin ve karışık ilişkim nereden geliyor? Şöyle ki: İstanbul'a ilk gelen atam, dedem değildi. Dedemin dedesinin dedesi, İstanbul'da medresede müderristi: Sofu Hasan. Soyadımın değil ama aile adımın (Sofular, daha doğrusu "Soğular") isim babası. "O nasıl oluyor?" derseniz de, köyde her ailenin bir adı var ama çoğu zaman soyadıyla aile adı birbirini tutmuyor. Sonra köyde yerleşik hayata geçen ilk kişilerden biri oluyor kendisi ki bu açıdan benim kendisine çok büyük sevgi beslediğimi söyleyemem, orada yerleşmesek başka yerde yerleşirdik gerçi (o zaman inat edip başka yere göçenler şu an Antalya ve Yalova'da yerleşik); şu anki köyün doğasını oldukça seviyorum, o bakımdan doğru bir karar olmuş aslında. Bir de bu yerleşme mevzusunda şöyle bir olay var: Ferman çıkar çıkmaz yerleşik hayata geçen bir köy değil bizimki (gerçi yerleşin der demez yerleşik hayata geçen herhangi bir Yörük köyü duymadım ben), yerleşmeye zorlamak için etrafları köylerle sarılınca bu yeni köyleri yağmalayıp binaları, çitleri yıkmak gibi bir geçmişi var. (Ve bu konu bana utanç değil, garip bir gurur veriyor. Elime yetki geçse şehirleri yıkacak bir profil çizmemden kaynaklı olsa gerek. Buradan yetkililere sesleniyorum: Bana öyle bir yetki vermeyin. O zaman: Yıkın şehirleri, apartmanları ve bütün binaları/Geride çadırlarımız kalacak ve Anadolu'nun ormanları. Bu ilk cümle bir süredir aklımda ama kullanacak hikaye falan bulamıyordum, bari yeri gelmişken burada böyle ek bir cümle ekleyip beyit olarak yazayım.) Önünde sonunda yerleşmişiz işte. Bu arada Osmanlı son dönemde göçerleri yerleştirmeye takmış, onu fark ettim. Amaç neydi acep?
Son zamanlarda Youtube'da akvaryum videolarına sardım da, herkes çiklit besliyor. Özellikle büyük Amerikan ve Afrika (Malawi, Tanganika vs.) çiklitleri çok yaygın. Bir ben zevk almıyorum çiklit beslemekten herhalde. Melek, discus, cüce Güney Amerika çiklitleri zevk veriyor ama diğer çiklitler zevk vermiyor. Aynı gölden balığa dalaşır, akvaryuma bitki koyman neredeyse imkansız hale gelir, neredeyse her zaman tek tür ya da iki tür beslemen gerekir. Bir de en az 200 lt. gerekli. Belki ben akvaryumda bitki hastası olduğum için zevk vermiyordur, bilemiyorum. Pirana, köpekbalığı (Pangasus değil, gerçek köpekbalığı; daha açık olmak gerekirse hemşire köpekbalığı, siyah bantlı köpekbalığı, leopar köpekbalığı ve siyah uçlu resif köpekbalığı), koi, acısu balonbalığı (daha açık olmak gerekirse GSP), tatlısu (aslında acısu) müreni, bıçakbalığı, inci vatozu (pearl stingray), beta gibi envai türü beslemeye dair hevesim var ama Duboisi, astronot, melekbalığı, discus gibi istisnalar dışında çiklit besleme hevesim yok. Belki kusturma (çiklitlerde yavrulama için yapılan bir işlem bu, yoksa sapkınca bir zevk için balığın yediklerinin çıkarılmasından falan bahsetmiyorum), yavru bakımı falan zevkli geliyordur besleyenlere ama bana hitap etmiyor. Yavru almak istersem lepistes, karides, neon tetra, zebra danio, cüce vatoz falan beslerim.
Bir tane bluetooth kulak içi kulaklık aldım, şu kaybolmasın diye iki ucu kabloyla bağlanan modellerden. Aha şunlardan (Yıllar sonra bu resim ölürse de kablolu bluetooth kulaklık diye girince çıkıyor):
Yalnız memnuniyetsiz hıyarın teki olarak, tabii ki bundan da memnun kalmadım. Sebepleri de şöyle: Açılıp bağlanacak yer ararken kırmızı-mavi ışıkları yanıp sönüyor ama bulunca tamamen sönüyor, ben anlayamıyorum ki açık mı kapalı mı. Sesi daima %100'de başlatıyor, her seferinde azaltmam gerekiyor; oysa kablolu kulaklıklarda kulaklığı çıkardığımda kaçtaysa ses seviyesi, tekrar taktığımda da o seviyede açıyordu sesi. 6'dan önce hiç ses çıkarmıyor; 6 da sessiz ortamlar için çok sesli. Ayrıca şarjı 4-5 saat gidiyor anca, benim adadan Balıkesir'e gitmem zaten en az sekiz saat sürüyor. Gerçi neredeyse bir saati kulaklıksız geçiriyorum o yolculukta ama yine de iki saat daha kulaklığa ihtiyacım var.
Arkadaş, şu MangaHanta'ya kafa atacağım artık. Başka sitelere iki hafta sonra koyuyorsunuz Kaguya-sama'yı ama kendi siteniz devalı çöküyor, yok mangalar siliniyor bir şey oluyor... Yine çökmüş site. Ya çökmeyen bir site yapın ya da iki hafta inadından vazgeçin! Bu ne lan! Neyse ki Kaguya-sama'nın çıkma günü bugün değil.
Kılıçevi Hz. Osman Kılıcı diye bir model üretmiş. Bayağı güzel bir kılıç; Hz. Osman'a ait iki farklı kılıcı temel almışlar yaparken. Biri Osman Bey'in de kullandığı (ve Utman olan adını bu sebepten Osman diye kullanmaya başladığı) oldukça büyük ve kalın olan kılıç, diğeri de düz çatallı kılıç. Üstünde kan oluklarıyla yapılmış, Kayı tamgasına benzeyen bir süsleme var; Hz. Osman'ın bahsettiğim büyük kılıcına da Osman Bey tarafından Kayı tamgası basılıyor, muhtemelen o sebepten öyle bir süsleme yaptılar. Çok güzel kılıç ama bayağı pahalı, neyse, pahalı olmasa da şu sıralar herhangi bir kılıç almayı düşünmüyorum zaten. Gerçi beni endişelendiren bu kılıcın ne kadar zaman üretime devam edeceği, ben kılıç toplamaya başlayınca hâlâ o modelin olup olmayacağı. Gerçi kılıç toplamaya başlamam için bazı amaçlarıma ulaşmış, en azından emekli olmuş olmam lazım ama öncelikli olarak bir düz kılıç (Arap palası düşünüyordum, Kılıçevi eskiden Hz. Muhammed'in kılıçlarından temel aldığı bir tane üretiyordu, sonra o modeli kaldırdılar, şimdi geri getirmişler. Endişem biraz da bu yüzden) ve bir katana düşünüyorum. Nedeni de kendi icat ettiğim kılıç sanatının en üst seviyesi için bendeki kılıç haricinde bunlara da ihtiyaç duymam. Gerçi o sanat da benimle birlikte mezara gidecek muhtemelen; birçok boş verilmiş hayal ve kafada kurgulanan senaryolarla, bir ton yarım kalmış ve birkaç tane de tamamlanmış hikaye -gerçi onların sonlarından katiyen memnun değilim- ve de birkaç başka şeyle -mesela kimsenin bilmediği cam kırıklarıyla- birlikte. Ve sap olarak. Tabii herhangi bir kılıç tekniğinin eğitimini almadığım için bu yeni kılıç sanatı hakkında pek de gururlu olamıyorum. Gerçi bu bahsettiğim KS (kılıç sanatını böyle kısaltacağım bundan sonra) Alman, geç dönem Osmanlı ya da Japon usulü kılıç sanatları gibi kuralcı ve katı bir sanattan ziyade gerçek anlamda bir savaşta kullanılabilmesi için tasarlanmış, daha kuralsız ve özgür bir KS ki bu bakımdan Orta Asya Türk ve Moğol tekniklerine, Kozak kılıç tekniğine ve erken Yeniçeri kılıç tekniğine benziyor biraz. "Ulan, madem eğitimini almadın neye benzediğini nereden biliyorsun?" derseniz de bir şeyin temelleri hakkında teorik bilgi için o şeye meraklı olup araştırmanın yeterli olduğunu hatırlatırım. Ama o şeyi gerçekten bilmek için eğitim almak gerektiğini de okçuluk eğitimi alırken tecrübe ettim. Neyse, dayanamayacağım o kılıcın fotosunu koyacağım, bu:
Aralık'ın 1'i der demez yılbaşı reklamları başladı lan, oha. Yavaş lan yavaş, bir ay var daha. 15'ini falan bekleseydiniz bari.
Bu arada kablolu bluetooth kulaklığı telefonla kullanmak bayağı rahatmış, "kablo mu çıktı, ne oldu" derdi yok. Odada rahatça hareket edip gezinebiliyorsun, o çok güzel.
İnsanlar, diğer insanları onların izin verdiği kadar tanıyorlar. Tabii onun izin verdiği kapıyı biraz daha aralayabilirsiniz eğer birebir tanışıp konuşuyorsanız ama sadece biraz. O kişinin ne kadarına izin verdiği de geçmişine, kişiliğine ve karşısında kimler olduğuna göre tamamen açık ya da neredeyse tamamen kapalı olmasını sağlayabiliyor. Blog'da yazarken izin verdiğim kadarı, hayatımın geri kalanında izin verdiğimden daha fazla mesela.
Normal minibüsü camper-van'a çevirmek için deli gibi ÖTV farkı ödemek gerekiyormuş. Direkt normal camper-van almak daha mantıklı o yüzden. Bu konuya da alakasız şekilde nette denk geldim.
Bizim millette odanın her şeyini duvara dayayıp ortayı boş bırakma güdüsü var. Bende de var bu, birçok kişide var. Bence tarihsel bir genetikle ilgili... Şöyle ki, yurt-çadırın bir düzeni vardır: En ortada ya bir direk (evimin direği sözü buradan geliyor bu arada) ya da ocaklık (bu durumda ya direk olmaz ya da dört yönde dört tane olurdu. Tabii otağlarda her odanın kendi direği olabiliyordu) olurdu. Yatak, sedir gibi bütün mobilyalarda duvarlara (artık ona ne kadar duvar denirse) dayanırdı. Bunun sebebi de çadırın her kısmı eşit ısınsın ve toplanma gibi durumlarda boş alan kalsın, mobilyaya takılmasın insanlar diyeydi. Tabii bir de yatak özelinde şöyle bir durum var: Yatak odanın ortasında olursa düşman seni deşebilir ama duvara dayalı olursa bir yanında otomatik kalkan olur, boşta kalan yanından düşmanla kolayca mücadele edersin. Tekmeyle falan uzaklaştırma şansın olur hatta. Yatağının altında da bir kılıç varsa (gerçi yer yatağının neresine koyacaksın kılıcı?) her halükarda avantajlı olursun. Gerçi bu bize özgü bir durum değil. Hindistan, Japonya ve Çin'den odalara baktım, hepsinde mobilyalar duvara dayanmış. Genel olarak Asya-tarzı bir olay herhalde, aynı eve ayakkabıyı çıkararak girmek gibi. Gerçi Avrupa'da da bazı ülkelerin bazı bölgelerinde bu olay var ama Asya'nın tamamında var, bir tek İsrail'de evlerden ziyade sinagoglara girerken çıkarılıyormuş, evde de Kohen taifesi çıkarmayı tercih ediyormuş. Bu arada batıya gidildikçe ayakkabı çıkarılan yerler azalıyor, Japonya'da neredeyse her yere girerken ayakkabınızı çıkarıyorsunuz: Otel odası, geleneksel restoranlar, tapınaklar, evler... Türkiye'de sadece evler ve camilere girerken çıkarıyoruz.
Günümüzde özel isimlerin yazılışları ve çoğu zaman okunuşları aynı kalıyor. Dil değerlerinden dolayı bazı okunuşlar aslına göre değişebiliyor ama çok değil. Eski çağlardaysa isimler, gayet dillere göre değişiyordu. Örneğin Cengiz Han'ın Latince adı Cingischam, Çince adı Chéngjísīhán, Almanca adı Dschingis Khan. Attila'nın gerçek ismi bilinmiyor ama Attila isminin gerçek ismini söyleyemedikleri için Romalıların verdiği Latince bir adlandırma olduğu biliniyor. Bazı tarihçiler Atılay olduğunu düşünüyormuş Attila'nın gerçek isminin. Mete Han'ın da adı aslında Bagatur'dur ki bu kelime Bahadır olarak yaşamakta. Mete Han adı, adının Çince yazımındaki bir olaydan kaynaklanıyor. İbn-i Sina'nın Türkçe, Arapça ve Farsça adı İbn-i Sina iken Latince adı Avicenna. Hz. Ömer'in adının gerçek okunuşu da Ömer değil mesela, Umaer gibi bir okunuşu var aslında; Türkçede o sesi çıkarmaya kasmadan Ömer demişiz, öyle kalmış. Büyük İskender'in Makedonca adı Aleksandar, Türkçe, Farsça ve Arapça adı İskender, Latince adı Alexander, Yunanca adı Aléksandros.
Leonardo Patrignani'nin Ütopya'sı çok vurucu şekilde başladı (birkaç kitap aldım, internet geldikten sonra geldi ama okumak lazım), yalnız Hafıza'yı okumamın üstünden yıllar geçtiğinden dolayı karakterler ve olayları hatırlamakta biraz zorlandım, karakterler hatırladıkça ben de hatırladım.
"Yargı baltanız ziyadesiyle keskin lakin adalet kılıcınız fazlasıyla paslı." Bir forumda gördüğüm bir lafın biraz değiştirilmiş hali; insanları ve diğer şeyleri adil olmadan yargılayıp eleştirmek dünyanın en kolay şeyi. Öyle hayat geçmez ama. Yaşamak biraz olsun boş vermişlik, epey bir de dalga geçme gerektiriyor. Boş konuşmak, boş konuşmak... Boş konuşma da benim boş vermişliğimin, dalgamın bir parçası işte. Aslında parçası değil, temeli. Her şeyi eleştirerek yaşamak kadar kolay bir şey yok, öyle yaşayabilirdim ama dediğim gibi: Öyle hayat geçmez.
İstanbul'la derin ve karışık bir ilişkim var. Orada doğdum ve çocukluğum orada geçti, her sene de muhakkak gidiyorum. Ama o şehri asla sevemedim... Pek de kötü anım yok aslında İstanbul'da, sonuçta özlem duyduğum geçmişimin en büyük kısmı orada. Yine de sevemedim... Peki, derin ve karışık ilişkim nereden geliyor? Şöyle ki: İstanbul'a ilk gelen atam, dedem değildi. Dedemin dedesinin dedesi, İstanbul'da medresede müderristi: Sofu Hasan. Soyadımın değil ama aile adımın (Sofular, daha doğrusu "Soğular") isim babası. "O nasıl oluyor?" derseniz de, köyde her ailenin bir adı var ama çoğu zaman soyadıyla aile adı birbirini tutmuyor. Sonra köyde yerleşik hayata geçen ilk kişilerden biri oluyor kendisi ki bu açıdan benim kendisine çok büyük sevgi beslediğimi söyleyemem, orada yerleşmesek başka yerde yerleşirdik gerçi (o zaman inat edip başka yere göçenler şu an Antalya ve Yalova'da yerleşik); şu anki köyün doğasını oldukça seviyorum, o bakımdan doğru bir karar olmuş aslında. Bir de bu yerleşme mevzusunda şöyle bir olay var: Ferman çıkar çıkmaz yerleşik hayata geçen bir köy değil bizimki (gerçi yerleşin der demez yerleşik hayata geçen herhangi bir Yörük köyü duymadım ben), yerleşmeye zorlamak için etrafları köylerle sarılınca bu yeni köyleri yağmalayıp binaları, çitleri yıkmak gibi bir geçmişi var. (Ve bu konu bana utanç değil, garip bir gurur veriyor. Elime yetki geçse şehirleri yıkacak bir profil çizmemden kaynaklı olsa gerek. Buradan yetkililere sesleniyorum: Bana öyle bir yetki vermeyin. O zaman: Yıkın şehirleri, apartmanları ve bütün binaları/Geride çadırlarımız kalacak ve Anadolu'nun ormanları. Bu ilk cümle bir süredir aklımda ama kullanacak hikaye falan bulamıyordum, bari yeri gelmişken burada böyle ek bir cümle ekleyip beyit olarak yazayım.) Önünde sonunda yerleşmişiz işte. Bu arada Osmanlı son dönemde göçerleri yerleştirmeye takmış, onu fark ettim. Amaç neydi acep?
1 Aralık 2019 Pazar
Böyle Yazıya Başlık Maşlık Koymam Ben!
Robinson Crusoe'yu okumuşsunuz. Yalnız aklıma takılan bir şey oldu (kitabı yıllar önce okudum, bu yeni aklıma takıldı), bu Robinson denen gevşek herif paso gemi enkazında bir şeyler buluyor. Yok pirinç, yok barut... İki keçi evcilleştirmek dışında ne yaptın sen Robinson efendi? Paso gidip gemiden malzeme aşırdın. O gemi enkazı olmasaydı iki gün hayatta kalabilir miydin acaba? (Cevap evet. Eğer havasızlık, aşırı soğuk gibi şeyler yoksa aç susuz üç gün hayatta kalabilir insan.)
Yaşlı insanlarla konuşmayı seviyorum; huzur veriyor. Bir deneyin.
Şimdi, aşçılık konusunda şöyle bir durum var: Eğer bir yemeği yapmayı beceremezsen, onun üzerinde ufak değişikliklerle yeni bir yemek olarak pazarlayabiliyorsun. Kazandibi -ki çok severim- buna en iyi örnektir mesela: Sen kalk tavukgöğsünün dibini tuttur, ondan sonra "şekerle biraz daha yaksam yenir bu" deyip bunu yeni tatlı diye sun. Böyle hikayeler doludur yani... Pasta kreması, sufle falan bile orijinalinde çok farklı amaçlarla yapılan şeyler olabilir (aklıma yapım aşamasındaki hatalar apayrı bir şey çıkaracak bu ikisi geldi ilk, ondan yazdım bu ikisini; başka bir sebep, gizli bir bilgi falan yok).
Evet, yazacak başka bir şey aklıma gelmediği için istatistiklere baktım. Bu hafta için Kalpak Çeşitleri ve Doğada Anestezi 9 görüntülenmeyle birinciliği paylaşıyor. Hemen ardından 6 görüntülenmeyle Dağ Evi 8. Bölüm: Tarla ve Sürünüzü Koruma geliyor. 5 görüntülenmeyle haftanın en çok okunan beş yazısının sonunu Ördekle Kaz Arasındaki Farklar ve Sıkıntı paylaşıyor. (Sıkıntı neden bu kadar çok okundu acep?) Yine bu hafta için Türkiye 61, Rusya 42 kez sayfa görüntülemiş; hemen ardından 28 ile Ukrayna geliyor. 19 Fransa, 16 ABD, 7 Mısır, 5 Almanya ve Hollanda, 4 Irak ve Meksika diye gidiyor. %55 kişi Chrome'dan girmiş bu hafta bloga, onu %18 ile Firefox ve %17 ile Safari takip ediyor. %56 Windows, %19 Android, %18 iPhone kullanmış.
Seishun Buta Yarou'nun filmi çıkmış (daha doğrusu çevrilmiş), ben de hazır internet varken seyredeyim dedim ama 1,5 saat lan, oha. 1,5 saatlik filmi oturarak izlemeye kalkarsam belim kırılır benim, bir de altyazıyı takip için boyun aşağıda. O 1,5 saatin sonunda hiç olmadığım kadar kambur olur, öyle de kalırım dedim, o yüzden TV'ye taktım. Önce HDMI sinyal yok dedi, bir şeyler dedi, kabloyu oynattım falan bir şeyler yaptım düzeldi ama bu sefer de görüntü donuk donuk. Resimleri ardı ardına slayt gösterisine koymuşlar gibi duruyordu. TV'den çıkardım, bilgisayarda hiç öyle takılma makılma yok. Bunu yatarak izlemek için bir çözüm bulmam lazım, bir buçuk saat oturarak bir şeyler izlersem ölürüm.
Altı kere mola verip yirmi kere duruşumu değiştirerek de olsa izlemeyi başardım.
Efsane cuma, muhteşem cuma, "Abi valla ben evde de bunu kullanıyorum" cuması... Tamam "kara cuma" denince tepki gösteriliyor diye başka kelimelerle tanımlıyorsunuz ama toplanıp şu Black Friday olayı için tek çeviri bulun. Her kafadan ayrı ses çıkıyor, bu iş böyle olmaz. (Çok biliyorsun sen?)
Yaşlı insanlarla konuşmayı seviyorum; huzur veriyor. Bir deneyin.
Şimdi, aşçılık konusunda şöyle bir durum var: Eğer bir yemeği yapmayı beceremezsen, onun üzerinde ufak değişikliklerle yeni bir yemek olarak pazarlayabiliyorsun. Kazandibi -ki çok severim- buna en iyi örnektir mesela: Sen kalk tavukgöğsünün dibini tuttur, ondan sonra "şekerle biraz daha yaksam yenir bu" deyip bunu yeni tatlı diye sun. Böyle hikayeler doludur yani... Pasta kreması, sufle falan bile orijinalinde çok farklı amaçlarla yapılan şeyler olabilir (aklıma yapım aşamasındaki hatalar apayrı bir şey çıkaracak bu ikisi geldi ilk, ondan yazdım bu ikisini; başka bir sebep, gizli bir bilgi falan yok).
Evet, yazacak başka bir şey aklıma gelmediği için istatistiklere baktım. Bu hafta için Kalpak Çeşitleri ve Doğada Anestezi 9 görüntülenmeyle birinciliği paylaşıyor. Hemen ardından 6 görüntülenmeyle Dağ Evi 8. Bölüm: Tarla ve Sürünüzü Koruma geliyor. 5 görüntülenmeyle haftanın en çok okunan beş yazısının sonunu Ördekle Kaz Arasındaki Farklar ve Sıkıntı paylaşıyor. (Sıkıntı neden bu kadar çok okundu acep?) Yine bu hafta için Türkiye 61, Rusya 42 kez sayfa görüntülemiş; hemen ardından 28 ile Ukrayna geliyor. 19 Fransa, 16 ABD, 7 Mısır, 5 Almanya ve Hollanda, 4 Irak ve Meksika diye gidiyor. %55 kişi Chrome'dan girmiş bu hafta bloga, onu %18 ile Firefox ve %17 ile Safari takip ediyor. %56 Windows, %19 Android, %18 iPhone kullanmış.
Seishun Buta Yarou'nun filmi çıkmış (daha doğrusu çevrilmiş), ben de hazır internet varken seyredeyim dedim ama 1,5 saat lan, oha. 1,5 saatlik filmi oturarak izlemeye kalkarsam belim kırılır benim, bir de altyazıyı takip için boyun aşağıda. O 1,5 saatin sonunda hiç olmadığım kadar kambur olur, öyle de kalırım dedim, o yüzden TV'ye taktım. Önce HDMI sinyal yok dedi, bir şeyler dedi, kabloyu oynattım falan bir şeyler yaptım düzeldi ama bu sefer de görüntü donuk donuk. Resimleri ardı ardına slayt gösterisine koymuşlar gibi duruyordu. TV'den çıkardım, bilgisayarda hiç öyle takılma makılma yok. Bunu yatarak izlemek için bir çözüm bulmam lazım, bir buçuk saat oturarak bir şeyler izlersem ölürüm.
Altı kere mola verip yirmi kere duruşumu değiştirerek de olsa izlemeyi başardım.
Efsane cuma, muhteşem cuma, "Abi valla ben evde de bunu kullanıyorum" cuması... Tamam "kara cuma" denince tepki gösteriliyor diye başka kelimelerle tanımlıyorsunuz ama toplanıp şu Black Friday olayı için tek çeviri bulun. Her kafadan ayrı ses çıkıyor, bu iş böyle olmaz. (Çok biliyorsun sen?)
28 Kasım 2019 Perşembe
Normal İşte Ya
İnternetim hâlâ yok (bu sefer tamamen yok, bağlantı bile gözükmüyor; bunu da hotspottan yazıyorum) ama hırsımı kaybetmek üzereyken karamsarlığım geçti. Bir süre mecburi olarak ev dışında olmak iyi gelmiş olsa gerek. Lamel parçalardan deri zırh yapıyorum, ön kısmını tamamlamıştım zaten; arka kısmına başladım, o da iyi gelmiş olabilir.
Elde kılıç çevrilen bir hareket vardır, gerçi bu anlatımla biliyorsanız da anlamazsınız ya. Video falan bulabiliyorsam bir bakayım. Gerçi "elde kılıç çevirme" deyince Google efendiye yeterince sonuç çıkıyor, neden bahsettiğimi anlamadıysanız arayıverin. O hareketi yapmak istiyorum ama kolumu keserim diye korkuyorum; katana saplı şemsiyeyi kullanarak birkaç deneme yaptım da yapabiliyorum. Gerçi sonrasında elimden kaçırıyorum kılıcı genelde ama o ayrı bir konu.
Aklıma yazacak başka bir şey gelmediği için, bu yazı ben tatmin olana kadar bekleyecek. Artık yarın mı olur, sonraki hafta mı, sonraki ay mı, bilemeyeceğim.
"Kesin kaldım" diye düşündüğüm, maks. 30 alacağımı düşündüğüm bir ders vardı, ucu ucuna da olsa geçer not almışım. İkinci sınava daha iyi çalışacağım o ders için, hayvan gibi çalışacağım ikinci sınava. Öyle böyle değil.
Siyasi görüşüm yok. Daha doğrusu Türkiye'deki herhangi bir siyasi partiyi benimseyemiyorum, hepsi birbirinden beter. Karar vermekte asla iyi olmadım zaten; on dördümle on yedim, on yedimle de şimdiki halim arasında dağlar kadar fark var ama bazı şeyler (mesela kararsızlığım) aynı.
Müslümanım ama mezhebim biraz karışık. Normalde ailem Hanefi (haliyle o şekilde yetiştirildim) ama Sünnilikte Kuran'da açıkça yazan şeyler için bile başka kaynaklara başvuruluyor, Kurancılar da her şeye şirk diyorlar. Şia hakkında da benim bilgim yok. O yüzden de temel olarak Kuran'ı alan ama hadis ve sünneti tamamen reddetmeyen (ama ilk kaynak olarak da almayan), tamamen benden ötürü de hafiften ezoterizme kayan kendime özgü bir mezhebim var.
Bir şeyler almak için yolumu uzatıyorum ama o şeyi almadan dönüyorum. Bir değil, iki değil. Hayır alacaklarımı yazıyorum ama listeye bakmayınca bir işe yaramıyor. Cumaları cumaya gitmek için illaki evden çıkıyorum zaten, hazır çıkmışken alışveriş de yapıyorum. Çünkü zorunlu olmadıkça evden çıkmaya çok üşeniyorum. Neyse, sözün özü yarın cuma (yani bunu yazarken öyle, yayınladığımda hangi gün olur Allah bilir), eğer yine eksik şeyle eve dönersem beyin tomografisi falan çektireceğim, bu böyle olmaz.
Sahte Kahramanlar'da biraz ilerlemeyi başardım, aradaki boşluklardan bazılarını doldurdum nihayet. Kafayı yiyecektim.
Bu arada internet geldi lan, beş gündür mü bir haftadır mı ne yoktu, yeni geldi. Ama burada önemli olan gelmesi değil, nasıl geldiği. Yani tam mı geldi yarım mı? Yarım geldiyse ne yapayım öyle interneti? Gerçi Youtube videosu izleyecek kadar gelse yeterli bana, diziyi animeyi geçtim artık. Yeminle Japonya'dan DVD getirtip kendi altyazımı ekleyesim var, kafayı yedim iyice. Yo', bunu uzun zaman önce yapmıştım. Peynir ve ekmekle... Yanında biraz da ça... Tamam, bu konuyu uzatmayacağım.
Bu arada tam ama ölü gelmiş. İnternetten bahsediyorum. Ayın sonu zaten, o kadarı normal.
Bu arada yazı yeterince uzadı bence. Hâlâ üstte bahsettiğim perşembedeyiz.
Elde kılıç çevrilen bir hareket vardır, gerçi bu anlatımla biliyorsanız da anlamazsınız ya. Video falan bulabiliyorsam bir bakayım. Gerçi "elde kılıç çevirme" deyince Google efendiye yeterince sonuç çıkıyor, neden bahsettiğimi anlamadıysanız arayıverin. O hareketi yapmak istiyorum ama kolumu keserim diye korkuyorum; katana saplı şemsiyeyi kullanarak birkaç deneme yaptım da yapabiliyorum. Gerçi sonrasında elimden kaçırıyorum kılıcı genelde ama o ayrı bir konu.
Aklıma yazacak başka bir şey gelmediği için, bu yazı ben tatmin olana kadar bekleyecek. Artık yarın mı olur, sonraki hafta mı, sonraki ay mı, bilemeyeceğim.
"Kesin kaldım" diye düşündüğüm, maks. 30 alacağımı düşündüğüm bir ders vardı, ucu ucuna da olsa geçer not almışım. İkinci sınava daha iyi çalışacağım o ders için, hayvan gibi çalışacağım ikinci sınava. Öyle böyle değil.
Siyasi görüşüm yok. Daha doğrusu Türkiye'deki herhangi bir siyasi partiyi benimseyemiyorum, hepsi birbirinden beter. Karar vermekte asla iyi olmadım zaten; on dördümle on yedim, on yedimle de şimdiki halim arasında dağlar kadar fark var ama bazı şeyler (mesela kararsızlığım) aynı.
Müslümanım ama mezhebim biraz karışık. Normalde ailem Hanefi (haliyle o şekilde yetiştirildim) ama Sünnilikte Kuran'da açıkça yazan şeyler için bile başka kaynaklara başvuruluyor, Kurancılar da her şeye şirk diyorlar. Şia hakkında da benim bilgim yok. O yüzden de temel olarak Kuran'ı alan ama hadis ve sünneti tamamen reddetmeyen (ama ilk kaynak olarak da almayan), tamamen benden ötürü de hafiften ezoterizme kayan kendime özgü bir mezhebim var.
Bir şeyler almak için yolumu uzatıyorum ama o şeyi almadan dönüyorum. Bir değil, iki değil. Hayır alacaklarımı yazıyorum ama listeye bakmayınca bir işe yaramıyor. Cumaları cumaya gitmek için illaki evden çıkıyorum zaten, hazır çıkmışken alışveriş de yapıyorum. Çünkü zorunlu olmadıkça evden çıkmaya çok üşeniyorum. Neyse, sözün özü yarın cuma (yani bunu yazarken öyle, yayınladığımda hangi gün olur Allah bilir), eğer yine eksik şeyle eve dönersem beyin tomografisi falan çektireceğim, bu böyle olmaz.
Sahte Kahramanlar'da biraz ilerlemeyi başardım, aradaki boşluklardan bazılarını doldurdum nihayet. Kafayı yiyecektim.
Bu arada internet geldi lan, beş gündür mü bir haftadır mı ne yoktu, yeni geldi. Ama burada önemli olan gelmesi değil, nasıl geldiği. Yani tam mı geldi yarım mı? Yarım geldiyse ne yapayım öyle interneti? Gerçi Youtube videosu izleyecek kadar gelse yeterli bana, diziyi animeyi geçtim artık. Yeminle Japonya'dan DVD getirtip kendi altyazımı ekleyesim var, kafayı yedim iyice. Yo', bunu uzun zaman önce yapmıştım. Peynir ve ekmekle... Yanında biraz da ça... Tamam, bu konuyu uzatmayacağım.
Bu arada tam ama ölü gelmiş. İnternetten bahsediyorum. Ayın sonu zaten, o kadarı normal.
Bu arada yazı yeterince uzadı bence. Hâlâ üstte bahsettiğim perşembedeyiz.
24 Kasım 2019 Pazar
Sıkıntı
Bütün günü boş geçirmek yorucu bir şey. Kaç gündür ağrımadık kasım, kemiğim kalmadı. Sıkıntıdan karamsarlaşmaya başladım, bu böyle olmaz. Neşemi geri kazanmam lazım, çoğu geçici ya da sahteydi ama yine de ona ihtiyacım var. Hırsımı henüz kaybetmedim ama bu can sıkıntısında daha fazla koruyabilir miyim bilmiyorum.
Sabah kalktım, güneş yoktu.
Olması gerektiği gibi bir güz sabahı:
Bulutlu, kasvetli, yorucu.
Gittim su doldurdum ve yaptım kahvaltımı...
Çok fazla çöp çıkıyor. Daha iki gün önce attım çöpleri, masanın üstü silme çöp dolmuş yine. Bunun müsebbibi ambalajlar mı, ben miyim yoksa hayat mı?
Gün içini bir sürü şeyle dolduruyordum ama artık bir kısmı ortalıkta değil. Kalbimde bir karanlık büyüyor, büyüyor, büyüyor ve ben olumsuzluğu bastırmak için çabalayamayacak kadar çok sıkılıyorum.
Eskiden haftasonunu beklerdim heyecanla, şimdi haftaiçini bekliyorum. Okulda bu sıkıntı, karamsarlık, boşluk hissini bütün o derslerle ve konularla bastırabiliyorum.
Yapacak bir şey bulamayıp boş durdukça insan başka şeyleri de yapmamaya başlıyor. Bulaşık makinesini doldurmam gerek ama sıkılmakla meşgulüm.
Yazıyı bile tamamlayamıyorum.
Modern insanın en büyük sorunu yapması gereken şeylerin boş zamanından fazla, yapabileceği şeylerin ise boş zamanından az olması. İnternet var olmasaydı, internetten bir şeyler izlemeye alışmazdım; sonuç olarak da şu an bu kadar sıkılmazdım.
Yarım kalmış hikayeleri tamamlamak mı,
Yoksa yeni hayatlarda kendini bulmak mı?
Belki tek gereken... Buna bile devam edemiyorum.
Aslında en büyük sıkıntı internet, TV vs. harici yapacak bir şeyimin olmaması. Kedim olsa onla oynarım, kendime ait bahçem olsa gider çapalar, kazar, budar, bir ateşin başında oturup şişe geçirilmiş yemekleri kızartırım, her yerini avcumun içi gibi bildiğim şehir içinde değil de dağ başında olsam gider iki dolaşırım, akvaryumum olsa oturur karşısına izlerim, yosunlarını temizlerim, dekorunu değiştiririm... Ya burada sinir krizi geçirmekle sıkıntıdan bayılmak arasında durup hastalanacağım ya da yirmi tane kitap alacağım. Ondan sonra onların kargolarını beklemek derken Aralık bitecek. Hâlâ Kasım'da olduğumuzu biliyorum bu arada.
Öğretmenler gününüz kutlu olsun.
Sabah kalktım, güneş yoktu.
Olması gerektiği gibi bir güz sabahı:
Bulutlu, kasvetli, yorucu.
Gittim su doldurdum ve yaptım kahvaltımı...
Çok fazla çöp çıkıyor. Daha iki gün önce attım çöpleri, masanın üstü silme çöp dolmuş yine. Bunun müsebbibi ambalajlar mı, ben miyim yoksa hayat mı?
Gün içini bir sürü şeyle dolduruyordum ama artık bir kısmı ortalıkta değil. Kalbimde bir karanlık büyüyor, büyüyor, büyüyor ve ben olumsuzluğu bastırmak için çabalayamayacak kadar çok sıkılıyorum.
Eskiden haftasonunu beklerdim heyecanla, şimdi haftaiçini bekliyorum. Okulda bu sıkıntı, karamsarlık, boşluk hissini bütün o derslerle ve konularla bastırabiliyorum.
Yapacak bir şey bulamayıp boş durdukça insan başka şeyleri de yapmamaya başlıyor. Bulaşık makinesini doldurmam gerek ama sıkılmakla meşgulüm.
Yazıyı bile tamamlayamıyorum.
Modern insanın en büyük sorunu yapması gereken şeylerin boş zamanından fazla, yapabileceği şeylerin ise boş zamanından az olması. İnternet var olmasaydı, internetten bir şeyler izlemeye alışmazdım; sonuç olarak da şu an bu kadar sıkılmazdım.
Yarım kalmış hikayeleri tamamlamak mı,
Yoksa yeni hayatlarda kendini bulmak mı?
Belki tek gereken... Buna bile devam edemiyorum.
Aslında en büyük sıkıntı internet, TV vs. harici yapacak bir şeyimin olmaması. Kedim olsa onla oynarım, kendime ait bahçem olsa gider çapalar, kazar, budar, bir ateşin başında oturup şişe geçirilmiş yemekleri kızartırım, her yerini avcumun içi gibi bildiğim şehir içinde değil de dağ başında olsam gider iki dolaşırım, akvaryumum olsa oturur karşısına izlerim, yosunlarını temizlerim, dekorunu değiştiririm... Ya burada sinir krizi geçirmekle sıkıntıdan bayılmak arasında durup hastalanacağım ya da yirmi tane kitap alacağım. Ondan sonra onların kargolarını beklemek derken Aralık bitecek. Hâlâ Kasım'da olduğumuzu biliyorum bu arada.
Öğretmenler gününüz kutlu olsun.
22 Kasım 2019 Cuma
İnternetsizlik, Kulüpsüz Okçunun Dramı, Mesleki Gaza Gelme ve Diğer Şeyler
İnternet hâlâ iğrenç. Sömestırda DVD'ye Supernatural, birkaç anime ve belki birkaç tane daha dizi çekeceğim, bu iş böyle olmayacak.
Bunun konumuzla ilgisi yok ama sıkıldığım için düşünüyorum. Antik Yunan'da yapacak neredeyse hiçbir şey olmadığı için felsefe gelişti demek ki, ilginç -ama daha önce başkaları tarafından da düşünüldüğüne emin olduğum- bazı fikirler geldi aklıma. Fiziksel bir "Şunu yapalım" fikrinden bahsetmiyorum, hayata dair fikirler. Herkesin hayatla bir mücadelesi var; küçük ya da büyük. Benim küçük bir mücadelem var, bunun farkındayım. Gerçi başkalarının mücadelesini tam olarak anlamam birebir aynı durumda olmadıkça pek mümkün değil. Öte yandan, insan tatminkâr bir varlık değil. En azından çoğu insan tatminkâr değildir, zaten insan tatminkâr bir varlık olsaydı teknoloji bu denli gelişemezdi. Belki öylesi daha iyi olurdu ama konumuz bu değil. Bu tatminkâr olmama doğası, "bunun ne mücadelesi olacak lan?" diye düşündüğümüz kişilerin dahi mücadeleleri olmasına neden oluyor. Boş vermişlik ise bu tatminsizliğe karşı oluşturulan bir duvar -ki dışarıdan boş vermiş olarak görünen çoğu kişi bu imajı kendisi özellikle inşa etmiştir, gerçekle çok da alakası yoktur; en azından ben öyle düşünüyorum.- niteliği taşıyor. Bunun üzerine siz isterseniz daha fazla düşünürsünüz, isterseniz her zamanki saçmalamalarımdan kabul edip geçersiniz ama benim konuşmak istediğim daha farklı konular var. Beyin açısından daha az yorucu ve insanın kalbine saplanan bir bıçak içermeyen konular.
Bu arada saçımı yaktığımdan beri... Buna bundan sonra "saçmalıkları yakmak" diyeceğim, böyle fiziksel bir iş yapmışım gibi duruyor. Oysa orada saçımdan bir tutamı yakmak sadece içimdeki bazı şeylerden kurtuluşumu sembolize eden önemsiz bir olaydı. Neyse, ne diyordum: Saçmalıkları yaktığımdan beri "keşke yarın ölsem" ya da "bir doktora gitsem de üç ay ömrün kaldı dese" olayını aslında istemediğimi fark ettim. Küçük de olsa bir zafer elde etmeden ölmek istemiyorum... Muhtemelen içten içe hiçbir amacıma asla ulaşamayacağımı düşünüyordum, o yüzden de ölmenin en iyisi olacağını düşünüyordum. Artık yaşamak istiyorum, en azından ufak zaferlerden en az birini elde edene kadar. Ama yakın zamanda ölürsem bu işe çok güleceğim. Düşünsenize, ölmek istediğini düşünen biri aslında yaşamak istediğini fark ettikten kısa süre sonra ölüyor. Komik değil mi?
Hadi eğlenceli konulara geçelim. Notlarım genel olarak düşündüğümden daha yüksek, tek bir ders korkutuyor ki o dersten %99,99 kaldım zaten, artık finalde ya da bütte bir şeyler yaparız. Ha geçer not alırsam bir süre ekstra bir manyaklık seviyesine ulaşırım o ayrı.
Bahçeli bir evim olursa bir sürü kedi ve köpeğim olmasını isterdim ama şu an sadece iki kedi ve iki köpek. Sayılarının iki olmasının sebebi birbirlerine arkadaşlık etsinler diye. Fazla kedi ve köpeğe bakan kişileri gördüm, epey zorlanıyorlar; bütün günümü ayırabilecek biri değilim. Onun için fazlasıyla üşengecim. Günün bir kısmını mutlaka boş boş geçirmem gerekir; hem talim de yapmam gerekiyor. Neyin talimini yapıyorsam, yarışmalara katılabiliyorum sanki. İşte kulüpsüz kemankeş olmak böyle bir durum. Buna ek olarak mutlaka akvaryum olacak evimde, ne olursa olsun. Gerekirse eve koltuk almam, en az bir akvaryum kurarım. Koltuk demişken; aslında hayalimdeki evde pek koltuk yok. Sadece bir tane var, o da uzanmak için. Mobilyayı sevmiyorum, yaşam alanını daraltıyor. Öte yandan süslemede sıkıntı yok. Biblolar, saksı bitkileri, heykeller (oha!), tablolar, vazolar olabilir. Bu arada köpek korkum neredeyse tamamen geçti. Gerçi bendeki köpek korkusu değişik bir şekilde tezahür ediyordu; bir şey yapmayacağını bildiğim köpeklerden zaten korkmuyorum. Sokak köpeği de bir süredir etraftaysa, kuyruk sallayarak dolaşıyorsa vs. korkmuyorum. Bir tek ne yapacağını kestiremediğim ya da havlayan köpeklerden korkuyordum zaten, o da geçti sayılır. Bu arada "Havlayan köpek ısırmaz." sözü boş tehdit savuran insanlar için söylenmiştir arkadaşlar, onu gerçek anlamda almayın. Gayet de ısırır havlayan köpek.
Bir de son zamanlarda biraz gaza gelmiş durumdayım. Bu gaza gelme de okulla, meslekle ilgili. Daha önce bahsettiğim iki yıl arayı yarım yıla düşürdüm mesela, sonra direkt bir yer açmaya kasmak yerine önce farklı konseptlerde farklı yerlerde çalışmak istediğimi fark ettim ama şöyle bir sorun var: Soracaklar "son işinizden neden ayrıldınız?" diye, "Kendimi farklı alanlarda geliştirmek istedim." Hö? Ben İK olsam bu cevabı vereni direkt evine yollardım mesela ama onların ne yapacağını bilemiyorum. Farklı konseptlerde farklı yerler dediğim de işte bir kebapçı, bir otel, bir Fransız restoranı, bir Uzakdoğu restoranı (mümkünse Türkiye'deki çakma American Asian restoranlarından değil de "gerçek" Uzakdoğu restoranlarından biri; gerçi onun için de gerçekten Uzakdoğuya gitmek lazım), bir pizzacı, bir mandıra falan. O arada birkaç yılı yiyeceğimi düşünüyorum. Bu arada o gaza gelmeyle fark edememişim ama "Ulan otuz yaşına kadar çalışılır mı?" düşüncem de sekteye uğramış. Kırkımda, ellimde emekli olmaya gayet tamamım şu an. Demek ki insanlar böyle gaza gele gele yetmiş, seksen yaşına kadar çalışıyorlar. Tabii belli emeklilik yaşı olan meslekleri tenzih ediyorum, onlar mecburen çalışıyor o yaşa kadar.
O değil de bir sayfayı yarım saatte, üç kez yenileyerek anca açıyor. Ya kendime bir internet alıp zamanı gelince ona sövmem ve modemi kapatıp açmam ya da telefona sınırsız internet paketi alıp her bilgisayarda hotspot kullanmam gerekiyor. Zaten bu yazıyı hotspotla yazıyorum.
Bunun konumuzla ilgisi yok ama sıkıldığım için düşünüyorum. Antik Yunan'da yapacak neredeyse hiçbir şey olmadığı için felsefe gelişti demek ki, ilginç -ama daha önce başkaları tarafından da düşünüldüğüne emin olduğum- bazı fikirler geldi aklıma. Fiziksel bir "Şunu yapalım" fikrinden bahsetmiyorum, hayata dair fikirler. Herkesin hayatla bir mücadelesi var; küçük ya da büyük. Benim küçük bir mücadelem var, bunun farkındayım. Gerçi başkalarının mücadelesini tam olarak anlamam birebir aynı durumda olmadıkça pek mümkün değil. Öte yandan, insan tatminkâr bir varlık değil. En azından çoğu insan tatminkâr değildir, zaten insan tatminkâr bir varlık olsaydı teknoloji bu denli gelişemezdi. Belki öylesi daha iyi olurdu ama konumuz bu değil. Bu tatminkâr olmama doğası, "bunun ne mücadelesi olacak lan?" diye düşündüğümüz kişilerin dahi mücadeleleri olmasına neden oluyor. Boş vermişlik ise bu tatminsizliğe karşı oluşturulan bir duvar -ki dışarıdan boş vermiş olarak görünen çoğu kişi bu imajı kendisi özellikle inşa etmiştir, gerçekle çok da alakası yoktur; en azından ben öyle düşünüyorum.- niteliği taşıyor. Bunun üzerine siz isterseniz daha fazla düşünürsünüz, isterseniz her zamanki saçmalamalarımdan kabul edip geçersiniz ama benim konuşmak istediğim daha farklı konular var. Beyin açısından daha az yorucu ve insanın kalbine saplanan bir bıçak içermeyen konular.
Bu arada saçımı yaktığımdan beri... Buna bundan sonra "saçmalıkları yakmak" diyeceğim, böyle fiziksel bir iş yapmışım gibi duruyor. Oysa orada saçımdan bir tutamı yakmak sadece içimdeki bazı şeylerden kurtuluşumu sembolize eden önemsiz bir olaydı. Neyse, ne diyordum: Saçmalıkları yaktığımdan beri "keşke yarın ölsem" ya da "bir doktora gitsem de üç ay ömrün kaldı dese" olayını aslında istemediğimi fark ettim. Küçük de olsa bir zafer elde etmeden ölmek istemiyorum... Muhtemelen içten içe hiçbir amacıma asla ulaşamayacağımı düşünüyordum, o yüzden de ölmenin en iyisi olacağını düşünüyordum. Artık yaşamak istiyorum, en azından ufak zaferlerden en az birini elde edene kadar. Ama yakın zamanda ölürsem bu işe çok güleceğim. Düşünsenize, ölmek istediğini düşünen biri aslında yaşamak istediğini fark ettikten kısa süre sonra ölüyor. Komik değil mi?
Hadi eğlenceli konulara geçelim. Notlarım genel olarak düşündüğümden daha yüksek, tek bir ders korkutuyor ki o dersten %99,99 kaldım zaten, artık finalde ya da bütte bir şeyler yaparız. Ha geçer not alırsam bir süre ekstra bir manyaklık seviyesine ulaşırım o ayrı.
Bahçeli bir evim olursa bir sürü kedi ve köpeğim olmasını isterdim ama şu an sadece iki kedi ve iki köpek. Sayılarının iki olmasının sebebi birbirlerine arkadaşlık etsinler diye. Fazla kedi ve köpeğe bakan kişileri gördüm, epey zorlanıyorlar; bütün günümü ayırabilecek biri değilim. Onun için fazlasıyla üşengecim. Günün bir kısmını mutlaka boş boş geçirmem gerekir; hem talim de yapmam gerekiyor. Neyin talimini yapıyorsam, yarışmalara katılabiliyorum sanki. İşte kulüpsüz kemankeş olmak böyle bir durum. Buna ek olarak mutlaka akvaryum olacak evimde, ne olursa olsun. Gerekirse eve koltuk almam, en az bir akvaryum kurarım. Koltuk demişken; aslında hayalimdeki evde pek koltuk yok. Sadece bir tane var, o da uzanmak için. Mobilyayı sevmiyorum, yaşam alanını daraltıyor. Öte yandan süslemede sıkıntı yok. Biblolar, saksı bitkileri, heykeller (oha!), tablolar, vazolar olabilir. Bu arada köpek korkum neredeyse tamamen geçti. Gerçi bendeki köpek korkusu değişik bir şekilde tezahür ediyordu; bir şey yapmayacağını bildiğim köpeklerden zaten korkmuyorum. Sokak köpeği de bir süredir etraftaysa, kuyruk sallayarak dolaşıyorsa vs. korkmuyorum. Bir tek ne yapacağını kestiremediğim ya da havlayan köpeklerden korkuyordum zaten, o da geçti sayılır. Bu arada "Havlayan köpek ısırmaz." sözü boş tehdit savuran insanlar için söylenmiştir arkadaşlar, onu gerçek anlamda almayın. Gayet de ısırır havlayan köpek.
Bir de son zamanlarda biraz gaza gelmiş durumdayım. Bu gaza gelme de okulla, meslekle ilgili. Daha önce bahsettiğim iki yıl arayı yarım yıla düşürdüm mesela, sonra direkt bir yer açmaya kasmak yerine önce farklı konseptlerde farklı yerlerde çalışmak istediğimi fark ettim ama şöyle bir sorun var: Soracaklar "son işinizden neden ayrıldınız?" diye, "Kendimi farklı alanlarda geliştirmek istedim." Hö? Ben İK olsam bu cevabı vereni direkt evine yollardım mesela ama onların ne yapacağını bilemiyorum. Farklı konseptlerde farklı yerler dediğim de işte bir kebapçı, bir otel, bir Fransız restoranı, bir Uzakdoğu restoranı (mümkünse Türkiye'deki çakma American Asian restoranlarından değil de "gerçek" Uzakdoğu restoranlarından biri; gerçi onun için de gerçekten Uzakdoğuya gitmek lazım), bir pizzacı, bir mandıra falan. O arada birkaç yılı yiyeceğimi düşünüyorum. Bu arada o gaza gelmeyle fark edememişim ama "Ulan otuz yaşına kadar çalışılır mı?" düşüncem de sekteye uğramış. Kırkımda, ellimde emekli olmaya gayet tamamım şu an. Demek ki insanlar böyle gaza gele gele yetmiş, seksen yaşına kadar çalışıyorlar. Tabii belli emeklilik yaşı olan meslekleri tenzih ediyorum, onlar mecburen çalışıyor o yaşa kadar.
O değil de bir sayfayı yarım saatte, üç kez yenileyerek anca açıyor. Ya kendime bir internet alıp zamanı gelince ona sövmem ve modemi kapatıp açmam ya da telefona sınırsız internet paketi alıp her bilgisayarda hotspot kullanmam gerekiyor. Zaten bu yazıyı hotspotla yazıyorum.
19 Kasım 2019 Salı
Her Zamankinden Lütfen!
Şu "ev" konusunda biraz düşündüm de tam olarak nasıl bir yerde olmasını istediğime karar verdim: Hani İstanbul'da geçen dizilerde (zaten %98'i orada geçiyor o da ayrı bir konu) zenginlerin evleri vardır; şehrin biraz dışındadır, dağın bayırın ortasındadır ama bir yandan her türden sipariş (yemek, eşya, ithal ürün vs.) getirilir, yani esasen şehrin içinde sayılır. İşte tam olarak öyle bir yerde bir eve ihtiyacım var. Gerçi ben o evi yaptırasıya kadar öyle bir yer kalır mı ülkede o da belli değil. Ah, ve mutlaka dağ başında olmalı o ev. En azından dağların orada olmalı. Eskiden bizim köyün kurucularına laf ederdim "Dağ başına, bu kadar yokuşa köy mu kurulur ulan!" diye ama şimdilerde dağ başlarını epey seviyorum. Bir de yakınlarda nehirdir, göldür bir şey olursa mükemmel olur ama o şart değil.
Peyniri aldım; biraz fazla tuzlu, biraz fazla yumuşak ve biraz az yağlı. Hepsi biraz ama... Bir de başka peynircileri deneyeceğim, yine de iyi sayılır.
Fiyatlandırma konusunda kafamı kurcalayan bir şey var. Bütün hindi bütün tavuktan pahalı ama hindi etinden yapılan salam tavuk etinden yapılandan ucuz. Nasıl oluyor o iş? Aynı olay her ucuz eti at eti olarak görme konusunda da var. Canlı at canlı sığırdan pahalı ama sığır eti yerine at eti kullanmak nasıl daha ucuz oluyor?
Bir soğuk çay bağımlısı olarak tabii bazı şeylere vakıfım. Mesela Lipton Ice Tea Karpuzlu çıktığından beri Fuse Tea reklamlarda Lipton'a fena sallıyor. Lipton da hak etti ama; sen rakibinin piyasaya çıktığından beri olan ürününün üstüne konup bir de çok orijinal bir buluş yapmış gibi reklam yaparsan o rakip senin üzerine kamyonla toprak atsa hakkıdır. Aslında benim bahsetmek istediğim bu değildi: Bim'in Teatone'u vardır, soğuk çay dünyasının köpeköldüreni gibi bir şeydir. Günde üç litre soğuk çay içenlerin evinde dizili olarak görürsünüz bunu. İşte onda bildiğin çay tadı var, bazen demi dibine çöküyor, aromayı hiç alamıyorsun son yudumdan. Lipton'da falan çay tadı hiç almıyorsun, bambaşka bir şey içiyorsun ama Teatone'da aromanın yanında çay tadı da bildiğin var. İyi mi kötü mü siz karar verin. Yalnız o çay tadı abartılırsa kötü oluyor, onu biliyorum: A101'in Bi Ice Tea'sinde hiç aroma alamıyorsun, bildiğin soğumuş çay içiyorsun mesela. Onu içeceğime çay demleyip dolaba koyarım ben şahsen.
Bu adanın internetine kafa atacağım ama artık, yeter. Saat 12'den (öğlen 12) sonra Youtube harici herhangi bir şey izleyemiyorum. Dibimde vızıldayan iki -belki daha fazla- sinek var zaten, dışarıda yağmur yağıyor ama bu şerefsizler evde takılıyor. Bir sinekkapan alacağım artık, bu neymiş ya! Bu kadar sinir bozucu hayvan olur mu kardeşim? Sen git dışarıda dışkıya kon, çöpe kon; sonra evde yemeğime, vücuduma kon, yok ya! Ketçap mayonez de ister misin? Ya bu mevsimde sinek mi olur, kış uykusuna mı yatıyorsunuz ulan? Neden ben Kasım'ın sonunda, gayet soğuk bir günde sinekle uğraşıyorum? Sizin çoktan soğuktan dolayı ölmüş olmanız gerekiyordu! Herkes haddini, doğadaki görevini bilsin kardeşim, Allah Allah... Sinekler yarım saattir başımda vızıldadığından konu dağıldı: İnternet diyordum. Neyse, özetle Youtube harici bir şey izleyemiyorum yani. Sonra "şu dizi çok güzel, onu izle," "bu anime mükemmel," yok efendim "X'in yeni sezonu çıkmış." Benlik bir durum yok ortada, internet izletmiyor ki. Buradan Balıkesir'deyken "Adada sürekli bilgisayardasın zaten, burada yapma" diyen aileme sesleniyorum: Adadaki internet bir şeyler yapmama izin verse Balıkesir'de bütün gün bilgisayarda olmam zaten! Elli tane yayınlandığı gibi izlemeye başlayıp internet yüzünden yarım bıraktığım anime var elimde. Dizi konusuna hiç girmiyorum çünkü üç günde bir bölüm anca izleyebildiğim Supernatural'dan sonra başka diziye başlama konusunda hevesim yok. Bir bölümü niye ben üç günde izliyorum arkadaş, ya hiç internet vermeyin ya doğru düzgün verin! Olmuyor böyle yarım yamalak.
Geçen yazıda söylediğim İngilizce ve bazı başka dillerde bazı harflerin birden fazla ses değeri olması konusu diğer diller için değil ama İngilizce için "Büyük Ünlü Kayması" (great vowel shift) adlı bir olaydan kaynaklanıyormuş, öncesinde gayet harf ve harf çiftlerinin tek ses değerleri varmış, nasıl okunacağı belliymiş. Günümüzdeki gibi Island yazıp "Aylınd" okuma, knife'ın, knight'ın başındaki K'yi atma gibi durumlar yokmuş. House kelimesi "hus" diye yazılıp okunuyor, "make," "mak" olarak okunuyormuş mesela. Bu can't'in "kant" okunduğu Britanya telaffuzu da ondan herhalde.
Yalnız harbiden çok canım sıkılıyor. İnternet yarım, TV'de şu anlık bir şey yok (18.35 Pazartesi) -olan da gıcık ediyor,- kitap da yok evde. Ne yazacak ne oyalanacak bir şey aklıma gelmiyor, müzik dinleyesim yok ve dışarı çıkmak için hava çok karanlık. Kaldı ki sabahtan beri dışarıdaydım zaten, daha açıkça okulda. Yan dönüp cenin pozisyonunda yatmak şu an aklıma gelen en eğlenceli aktivite, o denli sıkılıyorum. Müzik dinleyeyim bari ya da en kısa zamanda kitap alayım. Ulan müzik dinleyeyim bari dedikten sonra da kulağım ağrımaya başladı, s.kerler, cenin pozisyonunda yatıp hayatı sorgulamaya gidiyorum ben; sıkıntım geçmezse de halıya yatıp ölümü beklerim biraz.
Cenin pozisyonunda yatıp düşünürken neredeyse uyuyakalacaktım, sonuçta geri döndüm. Gerçi neyi kaçta yazdığımı bilmiyorsunuz, bunu yazmamın önemi vardı sanki. Şu talimler konusunda... Kepaze çekip havaya kılıç sallamaktan bıktım. Zaten beraber kılıç talimi yapacağım birini bulmam zor da bari keçe talim kuklam olaydı. Eh, bu gidişle yalnız ölecekmişim gibi görünüyor; eskisi kadar takmıyorum bunu. Ama arkadaş hiç değilse internet tam olsaydı ya! Talim yapacak kişi yok, hayat arkadaşı yok, ev arkadaşı yok (bu durumdan memnunum aslında), aile uzakta, e bari internet tam olsaydı be! Böyle yarım yamalak, var ama olmasa daha iyi... Bir Ege kasabasında sessiz, sakin bir dedeyi yalayasım var şu an, öyle sıkılıyorum. Bu cümle Yiğit Özgür'den bu arada:
Şu an can sıkıntısından at çobanı olmaya karar verdim. Alacağım elli altmış tane at, çıkacağım bir dağ başına, at kılı, kımız falan üretip satacağım; sırf şu sıkıntı geçsin diye! Onun yemiydi, bunun suyuydu, "Dur acıktım şunların birini keseyim"di, "bir tanesi de bineğim olsun"du derken sıkılmam en azından.
Bu arada bütün bu can sıkıntısına rağmen okuluma, işime, amaçlarıma dair hırsımı kaybetmedim. Bazen kaybediyorum, bazen toparlıyorum ama şunu biliyorum ki eğer o hırsı geri dönülemez şekilde kaybeder, o hayalden tümüyle vazgeçersem kaybolurum. Aslında işime, geleceğime dair bir şeyler yapsam da canım sıkılmasa diye düşünüyorum bütün bu sıkıntıda. Genellikle ilk kaybettiğim hırs olurdu ama saçımı yaktığımdan beri (bkz. bir önceki yazı) bazı şeyleri daha az takıyorum ve bazı şeylerde daha ciddiyim. Saçmalıkların bazılarını yok etmenin faydaları düşündüğümden büyükmüş.
Daha önce bir yemeğin hangi kültüre ait olduğunu anlamak için ismine ve diğer halkların da aynı isimle seslenip seslenmediğine baktığımı söylemiştim ama bunun bir istisnası da hikayesi olan yemekler. Ayrıca kesin olarak ne zaman nerede icat edildiği bilinip dönemine uygun olarak isimlendirilen yemekler de var. Mesela Osmanlı saray yemeklerinin çoğunun adı Arapça ya da Farsça kökenli ama Türkiye dışında neredeyse hiç bilinmiyorlar, çoğu Türkiye içinde de sınırlı olarak biliniyor gerçi. Örneğin çiğ köftenin ta Hz. İbrahim dönemine dayanan bir hikayesi var, ha keza tavukgöğsünün de Roma askerlerinin sefer yemeklerinden olduğu biliniyor.
"Nerelisin?" Çok girift bir soru. Kişinin nerede doğduğunu, babasının dedesinin nereli olduğunu ve ailesinin veya kendisinin nerede yaşadığını kapsayan bir soru. Bu üç sorunun da cevabı aynı olanlar şanslı ama üçünün cevabı da farklı olanlar (bkz. Ben) bir de soru yaşadığı yerin dışında sorulduysa ne cevap vereceklerini şaşırabiliyorlar.
E-devlet soyağacı (resmi adı bu değil) çıktığında çok popüler olmuştu, yaşlıların anlattıklarından düzgün bir soyağacı çıkaramamanın hırsıyla baktım ama beşinci nesilden öncesi kayıtsız bizde. Ben sora sora yedi nesil geriye gidebiliyorum, hatta aradaki boşlukları dönem ve kültüre uygun isimlerle doldurup Yahşi Pazarlu Bey'e kadar gidebiliyor, oradan da kayıtlara, efsanelere bakıp Oğuz Kağan'a kadar varabiliyorum. O bakımdan pek işime yaramadı yani; zamanında kimse dağın başına kadar gelip bizimkilere hüviyet çıkarmamış demek ki.
Peyniri aldım; biraz fazla tuzlu, biraz fazla yumuşak ve biraz az yağlı. Hepsi biraz ama... Bir de başka peynircileri deneyeceğim, yine de iyi sayılır.
Fiyatlandırma konusunda kafamı kurcalayan bir şey var. Bütün hindi bütün tavuktan pahalı ama hindi etinden yapılan salam tavuk etinden yapılandan ucuz. Nasıl oluyor o iş? Aynı olay her ucuz eti at eti olarak görme konusunda da var. Canlı at canlı sığırdan pahalı ama sığır eti yerine at eti kullanmak nasıl daha ucuz oluyor?
Bir soğuk çay bağımlısı olarak tabii bazı şeylere vakıfım. Mesela Lipton Ice Tea Karpuzlu çıktığından beri Fuse Tea reklamlarda Lipton'a fena sallıyor. Lipton da hak etti ama; sen rakibinin piyasaya çıktığından beri olan ürününün üstüne konup bir de çok orijinal bir buluş yapmış gibi reklam yaparsan o rakip senin üzerine kamyonla toprak atsa hakkıdır. Aslında benim bahsetmek istediğim bu değildi: Bim'in Teatone'u vardır, soğuk çay dünyasının köpeköldüreni gibi bir şeydir. Günde üç litre soğuk çay içenlerin evinde dizili olarak görürsünüz bunu. İşte onda bildiğin çay tadı var, bazen demi dibine çöküyor, aromayı hiç alamıyorsun son yudumdan. Lipton'da falan çay tadı hiç almıyorsun, bambaşka bir şey içiyorsun ama Teatone'da aromanın yanında çay tadı da bildiğin var. İyi mi kötü mü siz karar verin. Yalnız o çay tadı abartılırsa kötü oluyor, onu biliyorum: A101'in Bi Ice Tea'sinde hiç aroma alamıyorsun, bildiğin soğumuş çay içiyorsun mesela. Onu içeceğime çay demleyip dolaba koyarım ben şahsen.
Bu adanın internetine kafa atacağım ama artık, yeter. Saat 12'den (öğlen 12) sonra Youtube harici herhangi bir şey izleyemiyorum. Dibimde vızıldayan iki -belki daha fazla- sinek var zaten, dışarıda yağmur yağıyor ama bu şerefsizler evde takılıyor. Bir sinekkapan alacağım artık, bu neymiş ya! Bu kadar sinir bozucu hayvan olur mu kardeşim? Sen git dışarıda dışkıya kon, çöpe kon; sonra evde yemeğime, vücuduma kon, yok ya! Ketçap mayonez de ister misin? Ya bu mevsimde sinek mi olur, kış uykusuna mı yatıyorsunuz ulan? Neden ben Kasım'ın sonunda, gayet soğuk bir günde sinekle uğraşıyorum? Sizin çoktan soğuktan dolayı ölmüş olmanız gerekiyordu! Herkes haddini, doğadaki görevini bilsin kardeşim, Allah Allah... Sinekler yarım saattir başımda vızıldadığından konu dağıldı: İnternet diyordum. Neyse, özetle Youtube harici bir şey izleyemiyorum yani. Sonra "şu dizi çok güzel, onu izle," "bu anime mükemmel," yok efendim "X'in yeni sezonu çıkmış." Benlik bir durum yok ortada, internet izletmiyor ki. Buradan Balıkesir'deyken "Adada sürekli bilgisayardasın zaten, burada yapma" diyen aileme sesleniyorum: Adadaki internet bir şeyler yapmama izin verse Balıkesir'de bütün gün bilgisayarda olmam zaten! Elli tane yayınlandığı gibi izlemeye başlayıp internet yüzünden yarım bıraktığım anime var elimde. Dizi konusuna hiç girmiyorum çünkü üç günde bir bölüm anca izleyebildiğim Supernatural'dan sonra başka diziye başlama konusunda hevesim yok. Bir bölümü niye ben üç günde izliyorum arkadaş, ya hiç internet vermeyin ya doğru düzgün verin! Olmuyor böyle yarım yamalak.
Geçen yazıda söylediğim İngilizce ve bazı başka dillerde bazı harflerin birden fazla ses değeri olması konusu diğer diller için değil ama İngilizce için "Büyük Ünlü Kayması" (great vowel shift) adlı bir olaydan kaynaklanıyormuş, öncesinde gayet harf ve harf çiftlerinin tek ses değerleri varmış, nasıl okunacağı belliymiş. Günümüzdeki gibi Island yazıp "Aylınd" okuma, knife'ın, knight'ın başındaki K'yi atma gibi durumlar yokmuş. House kelimesi "hus" diye yazılıp okunuyor, "make," "mak" olarak okunuyormuş mesela. Bu can't'in "kant" okunduğu Britanya telaffuzu da ondan herhalde.
Yalnız harbiden çok canım sıkılıyor. İnternet yarım, TV'de şu anlık bir şey yok (18.35 Pazartesi) -olan da gıcık ediyor,- kitap da yok evde. Ne yazacak ne oyalanacak bir şey aklıma gelmiyor, müzik dinleyesim yok ve dışarı çıkmak için hava çok karanlık. Kaldı ki sabahtan beri dışarıdaydım zaten, daha açıkça okulda. Yan dönüp cenin pozisyonunda yatmak şu an aklıma gelen en eğlenceli aktivite, o denli sıkılıyorum. Müzik dinleyeyim bari ya da en kısa zamanda kitap alayım. Ulan müzik dinleyeyim bari dedikten sonra da kulağım ağrımaya başladı, s.kerler, cenin pozisyonunda yatıp hayatı sorgulamaya gidiyorum ben; sıkıntım geçmezse de halıya yatıp ölümü beklerim biraz.
Cenin pozisyonunda yatıp düşünürken neredeyse uyuyakalacaktım, sonuçta geri döndüm. Gerçi neyi kaçta yazdığımı bilmiyorsunuz, bunu yazmamın önemi vardı sanki. Şu talimler konusunda... Kepaze çekip havaya kılıç sallamaktan bıktım. Zaten beraber kılıç talimi yapacağım birini bulmam zor da bari keçe talim kuklam olaydı. Eh, bu gidişle yalnız ölecekmişim gibi görünüyor; eskisi kadar takmıyorum bunu. Ama arkadaş hiç değilse internet tam olsaydı ya! Talim yapacak kişi yok, hayat arkadaşı yok, ev arkadaşı yok (bu durumdan memnunum aslında), aile uzakta, e bari internet tam olsaydı be! Böyle yarım yamalak, var ama olmasa daha iyi... Bir Ege kasabasında sessiz, sakin bir dedeyi yalayasım var şu an, öyle sıkılıyorum. Bu cümle Yiğit Özgür'den bu arada:
Şu an can sıkıntısından at çobanı olmaya karar verdim. Alacağım elli altmış tane at, çıkacağım bir dağ başına, at kılı, kımız falan üretip satacağım; sırf şu sıkıntı geçsin diye! Onun yemiydi, bunun suyuydu, "Dur acıktım şunların birini keseyim"di, "bir tanesi de bineğim olsun"du derken sıkılmam en azından.
Bu arada bütün bu can sıkıntısına rağmen okuluma, işime, amaçlarıma dair hırsımı kaybetmedim. Bazen kaybediyorum, bazen toparlıyorum ama şunu biliyorum ki eğer o hırsı geri dönülemez şekilde kaybeder, o hayalden tümüyle vazgeçersem kaybolurum. Aslında işime, geleceğime dair bir şeyler yapsam da canım sıkılmasa diye düşünüyorum bütün bu sıkıntıda. Genellikle ilk kaybettiğim hırs olurdu ama saçımı yaktığımdan beri (bkz. bir önceki yazı) bazı şeyleri daha az takıyorum ve bazı şeylerde daha ciddiyim. Saçmalıkların bazılarını yok etmenin faydaları düşündüğümden büyükmüş.
Daha önce bir yemeğin hangi kültüre ait olduğunu anlamak için ismine ve diğer halkların da aynı isimle seslenip seslenmediğine baktığımı söylemiştim ama bunun bir istisnası da hikayesi olan yemekler. Ayrıca kesin olarak ne zaman nerede icat edildiği bilinip dönemine uygun olarak isimlendirilen yemekler de var. Mesela Osmanlı saray yemeklerinin çoğunun adı Arapça ya da Farsça kökenli ama Türkiye dışında neredeyse hiç bilinmiyorlar, çoğu Türkiye içinde de sınırlı olarak biliniyor gerçi. Örneğin çiğ köftenin ta Hz. İbrahim dönemine dayanan bir hikayesi var, ha keza tavukgöğsünün de Roma askerlerinin sefer yemeklerinden olduğu biliniyor.
"Nerelisin?" Çok girift bir soru. Kişinin nerede doğduğunu, babasının dedesinin nereli olduğunu ve ailesinin veya kendisinin nerede yaşadığını kapsayan bir soru. Bu üç sorunun da cevabı aynı olanlar şanslı ama üçünün cevabı da farklı olanlar (bkz. Ben) bir de soru yaşadığı yerin dışında sorulduysa ne cevap vereceklerini şaşırabiliyorlar.
E-devlet soyağacı (resmi adı bu değil) çıktığında çok popüler olmuştu, yaşlıların anlattıklarından düzgün bir soyağacı çıkaramamanın hırsıyla baktım ama beşinci nesilden öncesi kayıtsız bizde. Ben sora sora yedi nesil geriye gidebiliyorum, hatta aradaki boşlukları dönem ve kültüre uygun isimlerle doldurup Yahşi Pazarlu Bey'e kadar gidebiliyor, oradan da kayıtlara, efsanelere bakıp Oğuz Kağan'a kadar varabiliyorum. O bakımdan pek işime yaramadı yani; zamanında kimse dağın başına kadar gelip bizimkilere hüviyet çıkarmamış demek ki.
15 Kasım 2019 Cuma
Zil Takıp Oynamak, Konu Nasıl Alakasız Yerlerden Uzatılır ve Peynir
Zil takıp oynayasım var şu an. Sebep? İki sebebi var: Birincisi bir süredir üstümde olan melankoliyi, içimde taşıdığım saçmalıkların bir kısmını ve gerçekleşmesinin mümkün olmadığını bildiğim (neredeyse fantastik evrenlere yakınsayan) birkaç hayali kısa süre önce "Eeeh, s... gidin ulan" diye başımdan savdım, saçımdan bir tutam kesip yaktım (bunu niye yaptığımı sormayın çünkü herhangi bir açıklaması yok. Kültürel bir şey de değil, sadece içgüdüsel olarak yapasım geldi ve yaptım.) ve epey bir rahatladım. Ve bugün, nihayet, sınavlar bitti! Bayağı keyifliyim ki derslerin en az birinden kesin kalacağım, ona rağmen bu denli keyifliyim yani...
Tabi ile tabiinin farkı bir süre kafamı kurcaladı. Tabi "bir şeye bağlı, bağımlı" anlamına geliyor, mesela "Bu şehrin ahalisi o vakitler Kral Maurus'a (böyle biri var mı bilmiyorum çünkü ismi şimdi uydurdum) tabiydi." derken kullanılan kelime (Günümüzde pek kullanılmıyor tabii). Tabii de "doğal olarak, haliyle" anlamında; yalnız hangisi hangisi karıştırdığım bir vakit internette gördüğüm bir şey kafamı karıştırıp tabii yerine tabi yazmama neden oldu. Tabi derken A'yı uzatıyoruz bu arada, Türkçede o im olmadığı için gösterilmiyor ama aslında oradaki harf A değil Á; çok zorlarsan Türkçede  diye gösterip sesletimi ve Türkçeyi katledebilirsin. Tabiide de tabii ki i'yi uzatıyoruz. (Teşekkürler, Bay Aşikar. Bu İngilizce bir cümlenin çevirisi ki bence birebir çevirisinden katbekat daha güzel. İngilizcesi de şu: Thank you captain obvious. Birebir çevirisi de Teşekkürler, Kaptan Apaçık gibi bir şey. Ha bu arada benim İngilizce yavaştan tekrar dirilmeye başladı, yine de hâlâ gıcığım bu dile. Ama en azından cümlelerin çoğunu anlayabiliyorum -yazılı sistemde tabi.- Dinleme hâlâ zayıf. Bak aklıma gelmişken, İngilizler önce dinleyerek öğreniyor bu dili, sonra yazarak öğreniyor. Biz de Türkçeyi aynı şekilde öğreniyoruz, herkes anadilini o şekilde öğreniyor ama yabancı dilleri önce yazıp sonra dinleyerek öğrenme konusunda bir tutku var. Yeri gelmişken Japoncayı önce dinleyip sonra yazıya geçmiştim -anime izlemesem niye Japonca öğrenmeye kalkayım? Manyak mıyım? Susun, cevap vermeyin.- Hâlâ fiil cümleleri ve sayma konusunda zayıfım ama isim cümlelerini düzgünce kurabiliyorum. -İsim cümlesi deyip geçme, İngilizcede bir isim cümlesini kurmak için on tane yardımcı fiil var. Allahtan İngilizler zamanında o 12'den fazla artikeli The, A/An ve No'ya -ben demiyorum, Wikibooks diyor No artikeldir diye. Olumsuz artikelmiş kendisi- sabitlemişler de Almanca gibi bir de artikelle uğraşmıyoruz. Almancada olumlu üç artikel var zaten, bunun olumsuzu var, zamanı var, var oğlu var...- Kanji konusuna girmeyin, kalbinizi kırarım. O değil de parantez içine bir espri yazacaktım olay nerelere geldi, neyse.) Neyse, aslında seslendirmeden nasıl yazacağımı anlamam gerekirdi ama sesletim her zaman yazıya uymuyor, Türkçe gibi her harfin tek bir ses değerinin (ki bu da tartışılır. Mesela Türkçede üç farklı F sesi olduğuna iddiaya bile girebilirim: Biri üflerken çıkan F sesi, diğeri P'den yontma kalın bir F, sonuncu da Arapçadan gelme yarı-peltek bir F. V'de de benzer bir durum var ki her iki harf de Türkçede orijinalde sadece doğa yansıması sesleri olup yabancı diller ve başka harflerin dönüşümüyle sonradan dile girmiş harfler. Öztürkçe kelimelerdeki F için neredeyse her zaman P'ye, V için neredeyse her zaman B ya da Ğ'ye -aslında B, V'ye, Ğ, W'ye dönüşür ama Modern Türkçe Alfabede her iki ses de V ile gösteriliyor; gerçi Osmanlıca, Selçukluca gibi dillerde de aynı harfle, yani vav ile gösterilmiştir ama konumuz bu değil- ulaşılır. Ya da örneğin S başta olmak üzere çoğu harfin sert ve yumuşak iki farklı sesletimi vardır. Saka kuşu derken çıkardığın S ile Sevmek derken çıkardığınız S birbirinden farklıdır ki Türkçenin ilk alfabesi kabul edilen -her ne kadar daha geride bir Hun alfabesinden söz edilebilse, hatta İskit alfabesine dair kanıtlar olsa da- Göktürk alfabesinde de iki S iki farklı harfle belirtilir. Ya da İstanbul ağzında unutulmuş ama yöresel ağızlarda hâlâ yaşayan Ñ, Nç (Burada N ve Ç iç içe geçmiş durumda) gibi sesler N'nin farklı sesletimleri olarak söylenebilir ki İstanbul ağzında Ñ kaybolmuş desek de Tanrı ve Deniz derken çıkarılan N ile Ana ve Nine derken çıkarılan N birbirinden farklıdır, dolayısıyla ñ'nin kendisinin olmasa da etkisinin hâlâ yaşadığını söylememiz mümkün. Ñ ne olan diye düşünüyorsanız, hani edebiyatta eski metinlerde daima Ng diye gösterilen ses var ya, işte o.) olduğu bir dilde bile yazım kimi zaman karışabiliyor. (Diğer dillerde harflerin birden fazla ses değeri mi var? Evet, bazılarında var: Mesela İngiliz alfabesinde A genellikle E'ye denk tutulur ama O, A, I ve alakasız şekillerde okunduğu -ya da hiç okunmadığı- yerler de vardır, bunların hepsi o harfin ses değerleri içindedir; dolayısıyla Türk A'sının tek ses değeri varken -yukarıda bunun tartışılabilir olduğunu söylesem de aksan, sertlik, harfin ne kadar uzatıldığı gibi şeyleri farklı ses değerleri saymazsak yine de elimizde tek ses değeri kalır- İngiliz A'sının dört beş farklı ses değeri vardır ve yerine göre kullanılır) O değil de (bu kalıbı çok fazla kullandığımı fark ettim) bir maruzatımı bildirecektim, olay etimolojik tartışmaya döndü. Gerçi harflerin ses değerleri etimolojinin konusu mu yoksa ayrı bir bilim dalı var mı onu da bilmiyorum.
Eski kelimeleri kullanmayı çok istediğim zamanlar olabiliyor ama pek fırsatım olmuyor bu konuda.
Bir süre internetim yoktu, şimdi geri geldi.
Ama inanılmaz mutluyum ya, sınavlar bitti, oh be! Bu arada internet yokken bir sürü güzel fikir buldum -hatta bir kısmını çöpe attım, öyle boldu fikirler! Şaka şaka, fikirlerin bir kısmı diğerleri kadar iyi değildi o yüzden.- Demek ki şu dediğimi yapıp bir hafta teknolojiyle hiç uğraşmayıp ormanda kalsam -tabi hayatta kalmaya çalışmadığımı, yeterince miktar ve lezzette* yemeğim olduğunu, hazır yakılı ateş olduğunu, üşüme gibi durumların olmadığını; yani her şeyin konforlu olduğunu varsayıyoruz, artık nasıl olacaksa o- dünyayı değiştirecek fikirlerle döneceğim. Tabii yanıma kitap falan da almamam lazım ki oyalanacak bir şeyim ya da odaklanacak ekstra bir şey olmasın da düzgünce düşüneyim. Bu fikirleri bulduğum sırada evde sadece internet değil daha önce okumadığım bir kitap da yoktu.
*Lezzetin de yeterincesi olur, evet. Mesela Indomie Noodle'ın sebzelisi "yeterince" lezzetli bir yiyecektir; yani daha iyi bir alternatifin olmadığı durumlarda gayet güzel yenir, gider, hatta zaman zaman insanın canı dahi çekebilir ama "lezzetli" değil "yeterince lezzetli" bir şeydir, yani tat konusunda aslında sınıfta kalmaktan son anda kurtulmuştur. Yeterince lezzetli olmayan şeylere -ki biz bunlara halk arasında "Nimetle oyun olmaz" diyoruz, "Katletmişsin güzelim yemeği" diyoruz, "Çin işkencesi" diyoruz, zaman zaman ağza alınmayacak, nimete söylenmeyecek şeyler bile söylüyoruz. Dün bizzat hazır çorbanın tekine söyledim mesela.- örnek vermek gerekirse Knorr Çabuk Makarna'yı örnek verebiliriz. Bu "yeterince lezzetli olmayan" şeyleri yemektense açlıktan ölmeyi tercih eden insanlar vardır, düşünün yani.
Kitap demişken, tsundoku olmaya biraz meyilim var ama henüz öyle bir durumum yok. Kendime ait bir kitaplık elde etmeyi bekliyorum, o zaman muhtemelen bu meyil ortaya çıkacak ki istediğim bir durum değil esasen.
O değil de pazara kadar sandviç ve makarnanın gözüne vuracağım herhalde; çünkü evde hazır yemek yok, yemek yapacak malzeme yok, diyelim yemek yapacak malzeme var, bu sefer pişirecek kap yok: hepsi ya makinede ya da kirli. Bugün makinedeki temizleri çıkarıp yeni kirlileri koyayım en iyisi... Ya da boş ver, yarın yaparım. Aman neyse, bugün mü yarın mı bir gün yaparım işte. Muhtemelen bugün yapacağım. Bir tek dün çorba faciasından sonra yaptığım makarna, biraz yoğurt, tost ekmeği, kaşar, salam, turşu, sosis, sucuk falan var. Yalnız ortalama bir büfe açmaya yeterli malzeme varmış evde, oha. Birkaç tane de Trabzon hurması ile limon var. Çok az da kavurma. Tamam, malzeme varmış ama sebze yok, nasıl yemek yapayım bunlarla? En fazla sosisli pilav gibi bir şey yapabilirim yani. Aslında kavurmalı pilav da yapabilirim ama dediğim gibi: Malzeme varsa da kap kacak yok! Bir de beyaz peynir almam lazım, pazar günü pazara gidip alacağım peynirimi. Peynir kalmadı evde. Peynir, yoğurt, bunlar çok güzel şeyler. Yabanmersinli, orman meyveli falan kefiri sevdiğim için sade kefiri de severim diye düşünüp bir tane aldım. Daha doğrusu alamadım, laktozsuz kefir almışım. Ama laktozlu kefir ve laktozsuz kefir arasında çok bir tat farkı olacağını düşünmüyorum açıkçası, fena değil ama meyvelisini içmeye devam ederim artık. Bak, meyveli yoğurt, meyveli kefir... Meyveli peynir üretmedi kimse. Ürettiyse de tutmamıştır. Her yer meyveli peynirle dolsun demiyorum zaten ama tadına bakabileceğimiz az sayıda olsa güzel olurdu. Ben de üretebilirim gerçi, beyaz peynir üretmeyi çok şükür biliyorum. Hatta yumuşaklığını nasıl ayarlayacağımı da biliyorum. Beyaz peynir konusuna dönmüşken; peyniri çok severim. Öyle her peyniri değil ama; iyi beyaz peynir, tulum peyniri, Ezine, kaşar, çedar gibi sevdiğim peynirler var bir de otlu peynir, gouda, edam, lor gibi daha az sevdiğim peynirler var. Peynir konusunda "sevmiyorum" diye bir şey diyemiyorum, üzgünüm. Belki herhangi bir küflü peynir tadarsam bu durum değişir ama sanmıyorum. Kurut peynir sayılırsa eğer daha az sevdiklerime giriyor. Neyse, iyi beyaz peynir hakikatten çok iyi oluyor. İyi peyniri bulmaya ömrümü adayabilirim yani, o derece seviyorum peyniri. Ama tabi bu iyi peyniri bulma çabaları sonucu kendi peynirimi kendim yapma noktasına varabilirim, böyle bir şey de mümkün. Ben bir ara çok az (bir kalıp falan) meyveli peynir üreteyim en iyisi, bakalım nasıl olacak tadı. Beyaz peynire dönelim, beyaz peynirim bitti ve acilen almam lazım. Yani bağımlı olduğum yiyecek içecekler listesi yapılırsa beyaz peynir (ama iyi, sevdiğim tarz beyaz peynir) top 10'a, hatta top 5'e kafadan girer. Listenin bir numarasıysa yine kafadan belli: Soğuk çay. Makarnadan peynire gelip amma uzattım ha. Öyle böyle değil, çok iyi uzattım. Peynir önemli ama.
Tabi ile tabiinin farkı bir süre kafamı kurcaladı. Tabi "bir şeye bağlı, bağımlı" anlamına geliyor, mesela "Bu şehrin ahalisi o vakitler Kral Maurus'a (böyle biri var mı bilmiyorum çünkü ismi şimdi uydurdum) tabiydi." derken kullanılan kelime (Günümüzde pek kullanılmıyor tabii). Tabii de "doğal olarak, haliyle" anlamında; yalnız hangisi hangisi karıştırdığım bir vakit internette gördüğüm bir şey kafamı karıştırıp tabii yerine tabi yazmama neden oldu. Tabi derken A'yı uzatıyoruz bu arada, Türkçede o im olmadığı için gösterilmiyor ama aslında oradaki harf A değil Á; çok zorlarsan Türkçede  diye gösterip sesletimi ve Türkçeyi katledebilirsin. Tabiide de tabii ki i'yi uzatıyoruz. (Teşekkürler, Bay Aşikar. Bu İngilizce bir cümlenin çevirisi ki bence birebir çevirisinden katbekat daha güzel. İngilizcesi de şu: Thank you captain obvious. Birebir çevirisi de Teşekkürler, Kaptan Apaçık gibi bir şey. Ha bu arada benim İngilizce yavaştan tekrar dirilmeye başladı, yine de hâlâ gıcığım bu dile. Ama en azından cümlelerin çoğunu anlayabiliyorum -yazılı sistemde tabi.- Dinleme hâlâ zayıf. Bak aklıma gelmişken, İngilizler önce dinleyerek öğreniyor bu dili, sonra yazarak öğreniyor. Biz de Türkçeyi aynı şekilde öğreniyoruz, herkes anadilini o şekilde öğreniyor ama yabancı dilleri önce yazıp sonra dinleyerek öğrenme konusunda bir tutku var. Yeri gelmişken Japoncayı önce dinleyip sonra yazıya geçmiştim -anime izlemesem niye Japonca öğrenmeye kalkayım? Manyak mıyım? Susun, cevap vermeyin.- Hâlâ fiil cümleleri ve sayma konusunda zayıfım ama isim cümlelerini düzgünce kurabiliyorum. -İsim cümlesi deyip geçme, İngilizcede bir isim cümlesini kurmak için on tane yardımcı fiil var. Allahtan İngilizler zamanında o 12'den fazla artikeli The, A/An ve No'ya -ben demiyorum, Wikibooks diyor No artikeldir diye. Olumsuz artikelmiş kendisi- sabitlemişler de Almanca gibi bir de artikelle uğraşmıyoruz. Almancada olumlu üç artikel var zaten, bunun olumsuzu var, zamanı var, var oğlu var...- Kanji konusuna girmeyin, kalbinizi kırarım. O değil de parantez içine bir espri yazacaktım olay nerelere geldi, neyse.) Neyse, aslında seslendirmeden nasıl yazacağımı anlamam gerekirdi ama sesletim her zaman yazıya uymuyor, Türkçe gibi her harfin tek bir ses değerinin (ki bu da tartışılır. Mesela Türkçede üç farklı F sesi olduğuna iddiaya bile girebilirim: Biri üflerken çıkan F sesi, diğeri P'den yontma kalın bir F, sonuncu da Arapçadan gelme yarı-peltek bir F. V'de de benzer bir durum var ki her iki harf de Türkçede orijinalde sadece doğa yansıması sesleri olup yabancı diller ve başka harflerin dönüşümüyle sonradan dile girmiş harfler. Öztürkçe kelimelerdeki F için neredeyse her zaman P'ye, V için neredeyse her zaman B ya da Ğ'ye -aslında B, V'ye, Ğ, W'ye dönüşür ama Modern Türkçe Alfabede her iki ses de V ile gösteriliyor; gerçi Osmanlıca, Selçukluca gibi dillerde de aynı harfle, yani vav ile gösterilmiştir ama konumuz bu değil- ulaşılır. Ya da örneğin S başta olmak üzere çoğu harfin sert ve yumuşak iki farklı sesletimi vardır. Saka kuşu derken çıkardığın S ile Sevmek derken çıkardığınız S birbirinden farklıdır ki Türkçenin ilk alfabesi kabul edilen -her ne kadar daha geride bir Hun alfabesinden söz edilebilse, hatta İskit alfabesine dair kanıtlar olsa da- Göktürk alfabesinde de iki S iki farklı harfle belirtilir. Ya da İstanbul ağzında unutulmuş ama yöresel ağızlarda hâlâ yaşayan Ñ, Nç (Burada N ve Ç iç içe geçmiş durumda) gibi sesler N'nin farklı sesletimleri olarak söylenebilir ki İstanbul ağzında Ñ kaybolmuş desek de Tanrı ve Deniz derken çıkarılan N ile Ana ve Nine derken çıkarılan N birbirinden farklıdır, dolayısıyla ñ'nin kendisinin olmasa da etkisinin hâlâ yaşadığını söylememiz mümkün. Ñ ne olan diye düşünüyorsanız, hani edebiyatta eski metinlerde daima Ng diye gösterilen ses var ya, işte o.) olduğu bir dilde bile yazım kimi zaman karışabiliyor. (Diğer dillerde harflerin birden fazla ses değeri mi var? Evet, bazılarında var: Mesela İngiliz alfabesinde A genellikle E'ye denk tutulur ama O, A, I ve alakasız şekillerde okunduğu -ya da hiç okunmadığı- yerler de vardır, bunların hepsi o harfin ses değerleri içindedir; dolayısıyla Türk A'sının tek ses değeri varken -yukarıda bunun tartışılabilir olduğunu söylesem de aksan, sertlik, harfin ne kadar uzatıldığı gibi şeyleri farklı ses değerleri saymazsak yine de elimizde tek ses değeri kalır- İngiliz A'sının dört beş farklı ses değeri vardır ve yerine göre kullanılır) O değil de (bu kalıbı çok fazla kullandığımı fark ettim) bir maruzatımı bildirecektim, olay etimolojik tartışmaya döndü. Gerçi harflerin ses değerleri etimolojinin konusu mu yoksa ayrı bir bilim dalı var mı onu da bilmiyorum.
Eski kelimeleri kullanmayı çok istediğim zamanlar olabiliyor ama pek fırsatım olmuyor bu konuda.
Bir süre internetim yoktu, şimdi geri geldi.
Ama inanılmaz mutluyum ya, sınavlar bitti, oh be! Bu arada internet yokken bir sürü güzel fikir buldum -hatta bir kısmını çöpe attım, öyle boldu fikirler! Şaka şaka, fikirlerin bir kısmı diğerleri kadar iyi değildi o yüzden.- Demek ki şu dediğimi yapıp bir hafta teknolojiyle hiç uğraşmayıp ormanda kalsam -tabi hayatta kalmaya çalışmadığımı, yeterince miktar ve lezzette* yemeğim olduğunu, hazır yakılı ateş olduğunu, üşüme gibi durumların olmadığını; yani her şeyin konforlu olduğunu varsayıyoruz, artık nasıl olacaksa o- dünyayı değiştirecek fikirlerle döneceğim. Tabii yanıma kitap falan da almamam lazım ki oyalanacak bir şeyim ya da odaklanacak ekstra bir şey olmasın da düzgünce düşüneyim. Bu fikirleri bulduğum sırada evde sadece internet değil daha önce okumadığım bir kitap da yoktu.
*Lezzetin de yeterincesi olur, evet. Mesela Indomie Noodle'ın sebzelisi "yeterince" lezzetli bir yiyecektir; yani daha iyi bir alternatifin olmadığı durumlarda gayet güzel yenir, gider, hatta zaman zaman insanın canı dahi çekebilir ama "lezzetli" değil "yeterince lezzetli" bir şeydir, yani tat konusunda aslında sınıfta kalmaktan son anda kurtulmuştur. Yeterince lezzetli olmayan şeylere -ki biz bunlara halk arasında "Nimetle oyun olmaz" diyoruz, "Katletmişsin güzelim yemeği" diyoruz, "Çin işkencesi" diyoruz, zaman zaman ağza alınmayacak, nimete söylenmeyecek şeyler bile söylüyoruz. Dün bizzat hazır çorbanın tekine söyledim mesela.- örnek vermek gerekirse Knorr Çabuk Makarna'yı örnek verebiliriz. Bu "yeterince lezzetli olmayan" şeyleri yemektense açlıktan ölmeyi tercih eden insanlar vardır, düşünün yani.
Kitap demişken, tsundoku olmaya biraz meyilim var ama henüz öyle bir durumum yok. Kendime ait bir kitaplık elde etmeyi bekliyorum, o zaman muhtemelen bu meyil ortaya çıkacak ki istediğim bir durum değil esasen.
O değil de pazara kadar sandviç ve makarnanın gözüne vuracağım herhalde; çünkü evde hazır yemek yok, yemek yapacak malzeme yok, diyelim yemek yapacak malzeme var, bu sefer pişirecek kap yok: hepsi ya makinede ya da kirli. Bugün makinedeki temizleri çıkarıp yeni kirlileri koyayım en iyisi... Ya da boş ver, yarın yaparım. Aman neyse, bugün mü yarın mı bir gün yaparım işte. Muhtemelen bugün yapacağım. Bir tek dün çorba faciasından sonra yaptığım makarna, biraz yoğurt, tost ekmeği, kaşar, salam, turşu, sosis, sucuk falan var. Yalnız ortalama bir büfe açmaya yeterli malzeme varmış evde, oha. Birkaç tane de Trabzon hurması ile limon var. Çok az da kavurma. Tamam, malzeme varmış ama sebze yok, nasıl yemek yapayım bunlarla? En fazla sosisli pilav gibi bir şey yapabilirim yani. Aslında kavurmalı pilav da yapabilirim ama dediğim gibi: Malzeme varsa da kap kacak yok! Bir de beyaz peynir almam lazım, pazar günü pazara gidip alacağım peynirimi. Peynir kalmadı evde. Peynir, yoğurt, bunlar çok güzel şeyler. Yabanmersinli, orman meyveli falan kefiri sevdiğim için sade kefiri de severim diye düşünüp bir tane aldım. Daha doğrusu alamadım, laktozsuz kefir almışım. Ama laktozlu kefir ve laktozsuz kefir arasında çok bir tat farkı olacağını düşünmüyorum açıkçası, fena değil ama meyvelisini içmeye devam ederim artık. Bak, meyveli yoğurt, meyveli kefir... Meyveli peynir üretmedi kimse. Ürettiyse de tutmamıştır. Her yer meyveli peynirle dolsun demiyorum zaten ama tadına bakabileceğimiz az sayıda olsa güzel olurdu. Ben de üretebilirim gerçi, beyaz peynir üretmeyi çok şükür biliyorum. Hatta yumuşaklığını nasıl ayarlayacağımı da biliyorum. Beyaz peynir konusuna dönmüşken; peyniri çok severim. Öyle her peyniri değil ama; iyi beyaz peynir, tulum peyniri, Ezine, kaşar, çedar gibi sevdiğim peynirler var bir de otlu peynir, gouda, edam, lor gibi daha az sevdiğim peynirler var. Peynir konusunda "sevmiyorum" diye bir şey diyemiyorum, üzgünüm. Belki herhangi bir küflü peynir tadarsam bu durum değişir ama sanmıyorum. Kurut peynir sayılırsa eğer daha az sevdiklerime giriyor. Neyse, iyi beyaz peynir hakikatten çok iyi oluyor. İyi peyniri bulmaya ömrümü adayabilirim yani, o derece seviyorum peyniri. Ama tabi bu iyi peyniri bulma çabaları sonucu kendi peynirimi kendim yapma noktasına varabilirim, böyle bir şey de mümkün. Ben bir ara çok az (bir kalıp falan) meyveli peynir üreteyim en iyisi, bakalım nasıl olacak tadı. Beyaz peynire dönelim, beyaz peynirim bitti ve acilen almam lazım. Yani bağımlı olduğum yiyecek içecekler listesi yapılırsa beyaz peynir (ama iyi, sevdiğim tarz beyaz peynir) top 10'a, hatta top 5'e kafadan girer. Listenin bir numarasıysa yine kafadan belli: Soğuk çay. Makarnadan peynire gelip amma uzattım ha. Öyle böyle değil, çok iyi uzattım. Peynir önemli ama.
5 Kasım 2019 Salı
Başlıksız Yayın
Önceki tamirciye kızmakta yarı haklı, yarı haksızmışım. Şöyle ki: Bataryada gerçekten sorun varmış ama önemli bir şey değilmiş, esas sorun adaptördeymiş. "Yeni değiştirdik, nasıl olur?" Diye sordum, elektrik dengesiz olunca oluyormuş öyle. Gökçeada zaten, yani... Bir voltaj ayarlayıcı mı, dengeleyici mi ne priz aldım (hah, akım korumalı priz); kesintilerden, voltaj yükselmelerinden etkilenmesin deyu.
Bir de Çanakkale'de bir saat kulesi var, kaç sefer önünden geçtim hiç ilgimi çekmemiş. Üstünde Osmanlıca bir yazı var, yalnız nasıl bir hat kullanmışlarsa şın'ları se, ze'yi üstünde nokta olan bir vav olarak okudum. (Ötreli vav sandım önce, "Ulan o/u/ö/ü'yle başlayan böyle hangi kelime var?" diye düşündüm.) Neyseki kenarda ne yazdığı yazıyor. Bayağı güzel bir kuleydi, bir ona bakıyorum, bir de günümüzün apartmanlarına bakıyorum... İster eski kafalı deyin, ister fonksiyonellik ve bütçeden bahsedin; eski binalar yenilere göre katbekat güzeller. Ne kadar eski olduğu önemli değil, milattan öncenin mermer binaları bile günümüzün beton apartmanlarından daha güzel.
Nostalji yapasım var, hâlâ. Orijinal Çocuklar Duymasın, Komedi Dükkanı, İnce İnce Yasemince (2000-2005 arasındaki, orijinali 95'te yayınlanmış lan. Ya da tekrarları da olabilir ama bir şekilde yayınlanıyordu, hatırlıyorum ben)... Haneler diye bir skeç programı vardı, muhtemelen çoğu kişi hatırlamaz bile. Hatırlayanların da Yeşilçam klasikleriyle dalga geçen "Yaban" gibi bir ismi olan skeç serisini en net hatırladığını düşünüyorum (En azından ben en net bunu, bir de jenerik içinde geçen "Dershaneler zaten para tuzağı" kısmını hatırlıyorum). Hayat Bilgisi vardı bak (ders olan değil, dizi olan), Show TV'nin yazın her günü bütün gün Doktorlar dizisini yayınladığı günleri gördüm ben. Facebook'ta (o zamanlar terk edilmiş köy modunda değildi tabi) "Show TV doktorlar için çıkarılan tam gün yasasını yanlış anlamış" diye espriler dönüyordu. Bu hatıraların en eskisi yirmi yıllık ama sanki hepsinin üzerinden bin yıl geçmiş gibi geliyor. Facebook'ta oyunlar vardı: Millet gece üçte uyanıp Farmville'de domates suluyordu, bir akvaryum oyunu vardı, kedi-köpek benzeri ne olduğu anlaşılmayan bir karakteri yönettiğin günlük hayat oyunu vardı. Bayağı o karakterle balık tutuyor, restorana gidiyor, evini dekore ediyordun. Hiç yaşamadığım zamanlara özlem duyan biri olarak, nostalji hastası olmam tabi ki kaçınılamaz. Kendisinin var olmadığı zamanlara özlem duyan biri, kendi geçmişine toz konduramaz. Avrupa Yakası vardı bak, şimdi hatırladım. Üsküdar'a Giderken diye dizi vardı, kısa sürdü galiba. (On üç bölüm sürmüş, gecenin bir yarısı yayınlanıyordu zaten) Otuz yıl sonra bu kez Leyla ile Mecnun'u da katarak (onu şimdi katmak yemez, o kadar eski değil o; bir de hâlâ popüler, yeni nesiller de biliyordur) yeniden nostalji yapacağım. O değil de 2014'te bitmiş L&M, onu da katıyorum nostaljiye, hadi bakalım. Yine de onu bilmeyen olacağını sanmıyorum. O değil de kime nostalji yapıyorum lan ben? Size ne, kime yapıyorsam yapıyorum, Allah Allah... Kendi kendime nostalji yapıyorum burada, yarı-deliyim ama zararsızım. Yani, zararsız sayılırım diyelim. Çoğunlukla zararsızım... Çoğunlukla zararsız, evet, bu iyi oldu. Bu ifadenin (çoğunlukla zararsız) nereden olduğunu bilen biliyor, bilmeyen de araştırsın bulsun kardeşim, uğraştırmayın beni. Eskiden DVD yoktu, Flash bellek yoktu; ne vardı biliyor musunuz? (Nostaljiye devam, evet. Çabuk devam ettim dikkat edersen) VCD vardı! Age of Empires II'yi önceki yazıda yazdım mı? Eycof 2. Eycof hatta. Bilen biliyor bu eycof muhabbetini. Bak önceki yazıda Beyblade hakkında yazmak istediğim bir şey sonradan aklıma geldi. Bildiğin beyblade satılırdı, tepside oynardık. Aslında onların bayağı arenaları falan da satılırdı da pahalıydı o arena marena. (Ya da ne gerek var diye düşünmüş de olabilirim ama sonuçta arena almaya hiç yeltenmemiştim) Onlar da genelde dandik, plastik gibi bir şeyden yapılan şeylerdi; bir de metal olanları vardı. Bir milyoncudan bir tane metal almıştım, iki günde parçalandı lan. Diğer metallere göre çok ucuzdu yalnız, normal herhalde. Ondan sonra plastik beybladelere döndüm haliyle. Laptop da yoktu eskiden, masaüstü bilgisayar vardı. Nokia vardı Nokia, şimdi batık olan telefon firması, Iphone'dan önce Nokia vardı, öyle bir şeydi Nokia, piyasayı silip süpürürdü. Snake II'ye hiç girmiyorum, gözüme nostalji kaçacak yoksa.
Lan arkadaşım ben bir diziyi izlemek için üç ayda bir site değiştirmek zorunda mıyım? Bu dizi siteleri neden ölüp ölüp duruyorlar?
Neyse, ben nostaljiye devam edeyim: TRT 1'de Kim Possible vardı, bunu bilip de hatırlamayan yoktur herhalde. Mayın Tarlası vardı, Windows XP'deki; Pinball (Space Cadet) vardı.
Telafi dersleri kadar iğrenç az şey gördüm. Bir rahat edelim yok. Bu arada vizeler yaklaşınca benim kafa da biraz gitti. İstemiyorum okumak ya, kesin kalacağım zaten bu sene.
Melankolim devam ediyor, bitmeyecek gibi. O değil de sonbaharın sonundayız ama hava sanki başındaymışız gibi. Ağaçların yaprakları dökülmedi daha doğru düzgün.
Çok canım sıkılıyor ("Sıkı can iyidir" esprisi yapanı döverim), zaten melankolik, nostaljik ve nedenini kendim de bilmediğim şekilde sınav stresi yaşayan bünyenin üstüne geldi, tam oldu. Aslında internet denen hıyar doğru düzgün çalışsa günün en azından büyük bölümü geçecek. Evde okumadığım kitap falan da yok; aklıma yazacak bir şeyler zaten ne zamandır gelmiyor. (Hikaye anlamında. Tek bir cümle var aslında ama onu olaya nasıl yedireceğimi bilmiyorum) TV'de de bir şey yoktur, neden olsun zaten? Hah, internetin doğru düzgün çalışmasına gelince; bazı zamanlar bir şeyler izleyebiliyorum, bazı zamanlar izleyemiyorum. Sabah çalışıp ikindiden sonra ölüyor mu yoksa tamamen rastgele mi ölüp diriliyor ne oluyor onu çözemedim daha.
Eve kapanıp bir hafta durasım var. Bir de az önce kılıca gözüm takıldı, bir süre baktım. Kendimi doğrayacak kadar cesur biri değilim, bunu zaten biliyorsunuz; keşke bunu benim için yapacak biri olsaydı. Aslında bir süredir ne orman ne göl ne deniz görmedim, belki biraz o tarz bir yerde bulunsam kendime gelirim. Elime bir bıçak verip beni aç kurtların arasına atabilir misiniz acaba? O kadar sıkılıyorum. Aslında güzelcene delirsem hiç böyle sıkıntılarım olmayacağına inanıyorum, gerçek olmadığını bildiğim kurgu ve hayaller böyle zamanlarda acı veriyor; onları gerçeklik varsayabilseydim o kadar güzel olurdu ki... Gerçekten hiçbir şey yapmak istemiyorum ama bir şeyler yapmazsam da kafayı yiyeceğim, sonuç olarak... Hayır, sonuç falan yok.
Bir de Çanakkale'de bir saat kulesi var, kaç sefer önünden geçtim hiç ilgimi çekmemiş. Üstünde Osmanlıca bir yazı var, yalnız nasıl bir hat kullanmışlarsa şın'ları se, ze'yi üstünde nokta olan bir vav olarak okudum. (Ötreli vav sandım önce, "Ulan o/u/ö/ü'yle başlayan böyle hangi kelime var?" diye düşündüm.) Neyseki kenarda ne yazdığı yazıyor. Bayağı güzel bir kuleydi, bir ona bakıyorum, bir de günümüzün apartmanlarına bakıyorum... İster eski kafalı deyin, ister fonksiyonellik ve bütçeden bahsedin; eski binalar yenilere göre katbekat güzeller. Ne kadar eski olduğu önemli değil, milattan öncenin mermer binaları bile günümüzün beton apartmanlarından daha güzel.
Nostalji yapasım var, hâlâ. Orijinal Çocuklar Duymasın, Komedi Dükkanı, İnce İnce Yasemince (2000-2005 arasındaki, orijinali 95'te yayınlanmış lan. Ya da tekrarları da olabilir ama bir şekilde yayınlanıyordu, hatırlıyorum ben)... Haneler diye bir skeç programı vardı, muhtemelen çoğu kişi hatırlamaz bile. Hatırlayanların da Yeşilçam klasikleriyle dalga geçen "Yaban" gibi bir ismi olan skeç serisini en net hatırladığını düşünüyorum (En azından ben en net bunu, bir de jenerik içinde geçen "Dershaneler zaten para tuzağı" kısmını hatırlıyorum). Hayat Bilgisi vardı bak (ders olan değil, dizi olan), Show TV'nin yazın her günü bütün gün Doktorlar dizisini yayınladığı günleri gördüm ben. Facebook'ta (o zamanlar terk edilmiş köy modunda değildi tabi) "Show TV doktorlar için çıkarılan tam gün yasasını yanlış anlamış" diye espriler dönüyordu. Bu hatıraların en eskisi yirmi yıllık ama sanki hepsinin üzerinden bin yıl geçmiş gibi geliyor. Facebook'ta oyunlar vardı: Millet gece üçte uyanıp Farmville'de domates suluyordu, bir akvaryum oyunu vardı, kedi-köpek benzeri ne olduğu anlaşılmayan bir karakteri yönettiğin günlük hayat oyunu vardı. Bayağı o karakterle balık tutuyor, restorana gidiyor, evini dekore ediyordun. Hiç yaşamadığım zamanlara özlem duyan biri olarak, nostalji hastası olmam tabi ki kaçınılamaz. Kendisinin var olmadığı zamanlara özlem duyan biri, kendi geçmişine toz konduramaz. Avrupa Yakası vardı bak, şimdi hatırladım. Üsküdar'a Giderken diye dizi vardı, kısa sürdü galiba. (On üç bölüm sürmüş, gecenin bir yarısı yayınlanıyordu zaten) Otuz yıl sonra bu kez Leyla ile Mecnun'u da katarak (onu şimdi katmak yemez, o kadar eski değil o; bir de hâlâ popüler, yeni nesiller de biliyordur) yeniden nostalji yapacağım. O değil de 2014'te bitmiş L&M, onu da katıyorum nostaljiye, hadi bakalım. Yine de onu bilmeyen olacağını sanmıyorum. O değil de kime nostalji yapıyorum lan ben? Size ne, kime yapıyorsam yapıyorum, Allah Allah... Kendi kendime nostalji yapıyorum burada, yarı-deliyim ama zararsızım. Yani, zararsız sayılırım diyelim. Çoğunlukla zararsızım... Çoğunlukla zararsız, evet, bu iyi oldu. Bu ifadenin (çoğunlukla zararsız) nereden olduğunu bilen biliyor, bilmeyen de araştırsın bulsun kardeşim, uğraştırmayın beni. Eskiden DVD yoktu, Flash bellek yoktu; ne vardı biliyor musunuz? (Nostaljiye devam, evet. Çabuk devam ettim dikkat edersen) VCD vardı! Age of Empires II'yi önceki yazıda yazdım mı? Eycof 2. Eycof hatta. Bilen biliyor bu eycof muhabbetini. Bak önceki yazıda Beyblade hakkında yazmak istediğim bir şey sonradan aklıma geldi. Bildiğin beyblade satılırdı, tepside oynardık. Aslında onların bayağı arenaları falan da satılırdı da pahalıydı o arena marena. (Ya da ne gerek var diye düşünmüş de olabilirim ama sonuçta arena almaya hiç yeltenmemiştim) Onlar da genelde dandik, plastik gibi bir şeyden yapılan şeylerdi; bir de metal olanları vardı. Bir milyoncudan bir tane metal almıştım, iki günde parçalandı lan. Diğer metallere göre çok ucuzdu yalnız, normal herhalde. Ondan sonra plastik beybladelere döndüm haliyle. Laptop da yoktu eskiden, masaüstü bilgisayar vardı. Nokia vardı Nokia, şimdi batık olan telefon firması, Iphone'dan önce Nokia vardı, öyle bir şeydi Nokia, piyasayı silip süpürürdü. Snake II'ye hiç girmiyorum, gözüme nostalji kaçacak yoksa.
Lan arkadaşım ben bir diziyi izlemek için üç ayda bir site değiştirmek zorunda mıyım? Bu dizi siteleri neden ölüp ölüp duruyorlar?
Neyse, ben nostaljiye devam edeyim: TRT 1'de Kim Possible vardı, bunu bilip de hatırlamayan yoktur herhalde. Mayın Tarlası vardı, Windows XP'deki; Pinball (Space Cadet) vardı.
Telafi dersleri kadar iğrenç az şey gördüm. Bir rahat edelim yok. Bu arada vizeler yaklaşınca benim kafa da biraz gitti. İstemiyorum okumak ya, kesin kalacağım zaten bu sene.
Melankolim devam ediyor, bitmeyecek gibi. O değil de sonbaharın sonundayız ama hava sanki başındaymışız gibi. Ağaçların yaprakları dökülmedi daha doğru düzgün.
Çok canım sıkılıyor ("Sıkı can iyidir" esprisi yapanı döverim), zaten melankolik, nostaljik ve nedenini kendim de bilmediğim şekilde sınav stresi yaşayan bünyenin üstüne geldi, tam oldu. Aslında internet denen hıyar doğru düzgün çalışsa günün en azından büyük bölümü geçecek. Evde okumadığım kitap falan da yok; aklıma yazacak bir şeyler zaten ne zamandır gelmiyor. (Hikaye anlamında. Tek bir cümle var aslında ama onu olaya nasıl yedireceğimi bilmiyorum) TV'de de bir şey yoktur, neden olsun zaten? Hah, internetin doğru düzgün çalışmasına gelince; bazı zamanlar bir şeyler izleyebiliyorum, bazı zamanlar izleyemiyorum. Sabah çalışıp ikindiden sonra ölüyor mu yoksa tamamen rastgele mi ölüp diriliyor ne oluyor onu çözemedim daha.
Eve kapanıp bir hafta durasım var. Bir de az önce kılıca gözüm takıldı, bir süre baktım. Kendimi doğrayacak kadar cesur biri değilim, bunu zaten biliyorsunuz; keşke bunu benim için yapacak biri olsaydı. Aslında bir süredir ne orman ne göl ne deniz görmedim, belki biraz o tarz bir yerde bulunsam kendime gelirim. Elime bir bıçak verip beni aç kurtların arasına atabilir misiniz acaba? O kadar sıkılıyorum. Aslında güzelcene delirsem hiç böyle sıkıntılarım olmayacağına inanıyorum, gerçek olmadığını bildiğim kurgu ve hayaller böyle zamanlarda acı veriyor; onları gerçeklik varsayabilseydim o kadar güzel olurdu ki... Gerçekten hiçbir şey yapmak istemiyorum ama bir şeyler yapmazsam da kafayı yiyeceğim, sonuç olarak... Hayır, sonuç falan yok.
1 Kasım 2019 Cuma
Sebepsiz, Amaçsız, Konusuz, Nostaljik ve Diğer Her Şey
Bu sıralar yine sebepsiz bir mutsuzluk, gereksiz, amaçsız bir hüzün var üstümde. Herhangi bir şey yapasım yok, en ufak duygusallık içeren yazı halimi harap ediyor. İyi ki dramdan boğulacak gibi olunan dizileri izlemiyorum. Dram dizisi izleyeceğime haberleri ya da "Hani marjinal bizdik?" temalı (aslında tema için aynı espri kapsamındaki trenli cümleyi kullanacaktım ama vazgeçtim) gündüz programlarını izlerim, birbirinden çok da farklı değiller zaten. Gülmek bile istemiyorum.
Bu arada aksi gibi günlük dizilere (annem hâlâ burada) maruz kalmamak için günde kaç saat müzik dinliyorum (bir bu durumda bir yolculukta müzik dinliyorum zaten, diğer zamanlarda nadir) -ayrıca aq yapımcıları, beş saat süren dizi maratonu mu olur? Biri bitiyor biri başlıyor. Hepsi de birbirinin aynı zaten-, onlar da hep hüzünlü şarkılara denk geliyor. Nankai Renai, Hanların Önüne Hasır Yayıldı, Mistletoe ~ the Tree of Reincarnation'ın hepsi art arda denk gelebilir mi aq? Gönder, Yemen Türküsü'nü de gönder.
Normalde savunma mekanizmam dalga geçmektir. En ufak komik şeye gülmek vesaire. Onu yapasım olmadığı zaman bu hale geliyorum.
Ya da günlük dizilere az da olsa maruz kalmak bunun sorumlusu, bilemiyorum.
Şu daha önce bahsettiğim etli çiğ köfteyi yaptım, güzel oldu. Uğraşılmaz ama onunla.
Hayır aq bilgisayarı zaten ne zaman kapanacağı belli değil, işimin ortasında çat diye kapanıyor. Bir de yarım saatte açılıyor puşt, yok "D'de yer kalmadı" (Kalmaz tabi, ben sana iptal et dedim o yedeklemeyi, inadına devamlı yedekleme yapmaya çalışıyorsun), yok "Steam arkadaş listesine bağlanamadı" (Bu internetle bildirimi gönderebildiğine şükret) diye bildirimlerle zamanımı harcıyor ya!
Bildirimi kapat, geri ekrana tıkla, devam et... Bu ne lan?
Hiç Komik Değil diye Youtube kanalı var, videolarından bazılarını zaten biliyordum da kanalı da öğrenmem iyi oldu.
Yarın internet kendini yenileyecek mi bakalım? Ayın birinde mi yenileniyor bu, ne zaman yenileniyor, onu da bilmiyorum ki.
Yazıya devam edesim bile yok, öyle bir çökmüşlük dönemindeyim. "Neden çöktün lan?" derseniz, cevap yok. Herhangi bir şey olmadı hayatımda, ya bu sonbaharın etkisi, ya günlük diziler, ya saçma ve tersten bir aydınlanma, ya da başka bir şey...
Yalnız bu saçma ruh haline geldiğimde düşünmeye başladım.
Hatalarım oldu, pişmanlıklarım var... Bunlar hakkında düşüncem, bir şekilde düzeltme şansım olsa bile düzeltmezdim. Onlar bugünkü hayatımın, bugünkü kişiliğimin yapıtaşları. Bunun için herhangi bir dayanağım yok ama bana göre kişiliğin küçük bir kısmı doğuştan gelirken büyük kısmı yaşadıkça oluşur. Ha bugünkü hayatımdan çok da memnun değilim ama hatalarımı düzeltseydim daha başka hatalar yapıp iğrenç bir hayat yaşamayacağımı nereden bilebilirim? Şimdi sadece bunları hakkımdaki diğer bütün saçmalıklarla (bkz. bir ya da iki önceki yazı) birlikte yüklenip kabullenip yoluma devam etmem gerekiyor. Bir şeyleri ardımda bırakmak... Çoğu şey için bunu yapamıyorum, (D bir s... git hasta etme adamı, biliyoruz yer kalmadığını) bazı şeylere yapmışlığım (en azından yaptığımı düşünmüşlüğüm) var ama... Eh, bu bu kadar. Sadece daha fazla saçmalık, çok bir şeyi değiştirmiyor.
Bu aralar nostalji yapasım var bir de, ilginç bir şekilde. Geçmiş geçmişi açıyor herhalde... Noel Dayı vardı, Koca Kafalar Baba Haber vardı, orijinal/ilk ÇGHB vardı (ÇGHB 2'yi de seviyorum ama orijinalinin yerini tutmuyor be), hayal meyal hatırladığım Satanizm olayı vardı (ya da bizim oralarda biraz daha geç bitti o muhabbet, öyle de olabilir. 2003 falandı diye hatırlıyorum. Bilmeyen ya da hatırlamak isteyen Ekşi'de "Satanizmin satanizm olduğu yıllar", "90'lar sonu 2000'ler başındaki satanizm furyası" gibi başlıklara bakabilir ya da internetten araştırabilir), daha önce de bahsettim Oyunlar1, Kral Oyun vardı, Michael Jackson'ın ölümü vardı... Pokemon vardı, Beyblade vardı. (Ben Beyblade'ciydim bu arada, Pokemon'a dair pek bir şey hatırlamıyorum gerçi. Çok net tek bir sahne hatırlıyorum, orada da zaten sebebini hatırlamasam da kanal değiştirmiştim -normal bir sahneydi bu arada, aklınıza acayip acayip şeyler gelmesin.- Birbirine çok yakın iki "bu arada" anlatım bozukluğu mu acaba?) Age of Empires II vardı... Cartoon Network'ün açılışı (Türkiye'ye gelişi diyelim), Facebook'un Türkiye'ye gelip popüler oluşu... Şimdi can çekişen Facebook, sadece birkaç iyi yapımı kalan (hatta onlar da bitti galiba, sadece Adult Swim var artık ki o da Türkiye'de yok o yüzden bahsetmeye dahi lüzum yok) CN... Bu hatıralar şimdi nispeten yeniler ama otuz-kırk yıl sonra eski şeyler olacaklar, ben de bunları gençlere anlatıp kafa şişireceğim. Öyle bir gelecek planım bulunmakta.
Bu yazıyı da bölük pörçük, farklı zamanlarda yazıyorum bu arada. Bunu iki sebepten yapıyorum: Birincisi her gün yazı yayınlamak istemiyorum (sebebi yok), ikincisi de o sırada bahsedeceğim tek paragraf, hatta bir cümle olabiliyor; aynı yazıda toplama avatajı sağlıyorum.
O değil de yıl oldu 2019, hâlâ millete Boku no Pico öneren var. Artık yeniler bile yemiyor bu olayı.
Öğlen bilgisayar kapandı, bir süre açılmadı. Yarın tamire götüreceğim artık, şart oldu. "Bunun pilinde sorun yok" diyen o bilgisayarcıyı bir bulursam! Yedeklememi de yaptım (Flash diske yedekleme yapmak), rahatım.
Hâlâ biraz melankoliğim ama öyle saçma bir yarı depresif ruh halinde değilim artık.
Bu arada aksi gibi günlük dizilere (annem hâlâ burada) maruz kalmamak için günde kaç saat müzik dinliyorum (bir bu durumda bir yolculukta müzik dinliyorum zaten, diğer zamanlarda nadir) -ayrıca aq yapımcıları, beş saat süren dizi maratonu mu olur? Biri bitiyor biri başlıyor. Hepsi de birbirinin aynı zaten-, onlar da hep hüzünlü şarkılara denk geliyor. Nankai Renai, Hanların Önüne Hasır Yayıldı, Mistletoe ~ the Tree of Reincarnation'ın hepsi art arda denk gelebilir mi aq? Gönder, Yemen Türküsü'nü de gönder.
Normalde savunma mekanizmam dalga geçmektir. En ufak komik şeye gülmek vesaire. Onu yapasım olmadığı zaman bu hale geliyorum.
Ya da günlük dizilere az da olsa maruz kalmak bunun sorumlusu, bilemiyorum.
Şu daha önce bahsettiğim etli çiğ köfteyi yaptım, güzel oldu. Uğraşılmaz ama onunla.
Hayır aq bilgisayarı zaten ne zaman kapanacağı belli değil, işimin ortasında çat diye kapanıyor. Bir de yarım saatte açılıyor puşt, yok "D'de yer kalmadı" (Kalmaz tabi, ben sana iptal et dedim o yedeklemeyi, inadına devamlı yedekleme yapmaya çalışıyorsun), yok "Steam arkadaş listesine bağlanamadı" (Bu internetle bildirimi gönderebildiğine şükret) diye bildirimlerle zamanımı harcıyor ya!
Bildirimi kapat, geri ekrana tıkla, devam et... Bu ne lan?
Hiç Komik Değil diye Youtube kanalı var, videolarından bazılarını zaten biliyordum da kanalı da öğrenmem iyi oldu.
Yarın internet kendini yenileyecek mi bakalım? Ayın birinde mi yenileniyor bu, ne zaman yenileniyor, onu da bilmiyorum ki.
Yazıya devam edesim bile yok, öyle bir çökmüşlük dönemindeyim. "Neden çöktün lan?" derseniz, cevap yok. Herhangi bir şey olmadı hayatımda, ya bu sonbaharın etkisi, ya günlük diziler, ya saçma ve tersten bir aydınlanma, ya da başka bir şey...
Yalnız bu saçma ruh haline geldiğimde düşünmeye başladım.
Hatalarım oldu, pişmanlıklarım var... Bunlar hakkında düşüncem, bir şekilde düzeltme şansım olsa bile düzeltmezdim. Onlar bugünkü hayatımın, bugünkü kişiliğimin yapıtaşları. Bunun için herhangi bir dayanağım yok ama bana göre kişiliğin küçük bir kısmı doğuştan gelirken büyük kısmı yaşadıkça oluşur. Ha bugünkü hayatımdan çok da memnun değilim ama hatalarımı düzeltseydim daha başka hatalar yapıp iğrenç bir hayat yaşamayacağımı nereden bilebilirim? Şimdi sadece bunları hakkımdaki diğer bütün saçmalıklarla (bkz. bir ya da iki önceki yazı) birlikte yüklenip kabullenip yoluma devam etmem gerekiyor. Bir şeyleri ardımda bırakmak... Çoğu şey için bunu yapamıyorum, (D bir s... git hasta etme adamı, biliyoruz yer kalmadığını) bazı şeylere yapmışlığım (en azından yaptığımı düşünmüşlüğüm) var ama... Eh, bu bu kadar. Sadece daha fazla saçmalık, çok bir şeyi değiştirmiyor.
Bu aralar nostalji yapasım var bir de, ilginç bir şekilde. Geçmiş geçmişi açıyor herhalde... Noel Dayı vardı, Koca Kafalar Baba Haber vardı, orijinal/ilk ÇGHB vardı (ÇGHB 2'yi de seviyorum ama orijinalinin yerini tutmuyor be), hayal meyal hatırladığım Satanizm olayı vardı (ya da bizim oralarda biraz daha geç bitti o muhabbet, öyle de olabilir. 2003 falandı diye hatırlıyorum. Bilmeyen ya da hatırlamak isteyen Ekşi'de "Satanizmin satanizm olduğu yıllar", "90'lar sonu 2000'ler başındaki satanizm furyası" gibi başlıklara bakabilir ya da internetten araştırabilir), daha önce de bahsettim Oyunlar1, Kral Oyun vardı, Michael Jackson'ın ölümü vardı... Pokemon vardı, Beyblade vardı. (Ben Beyblade'ciydim bu arada, Pokemon'a dair pek bir şey hatırlamıyorum gerçi. Çok net tek bir sahne hatırlıyorum, orada da zaten sebebini hatırlamasam da kanal değiştirmiştim -normal bir sahneydi bu arada, aklınıza acayip acayip şeyler gelmesin.- Birbirine çok yakın iki "bu arada" anlatım bozukluğu mu acaba?) Age of Empires II vardı... Cartoon Network'ün açılışı (Türkiye'ye gelişi diyelim), Facebook'un Türkiye'ye gelip popüler oluşu... Şimdi can çekişen Facebook, sadece birkaç iyi yapımı kalan (hatta onlar da bitti galiba, sadece Adult Swim var artık ki o da Türkiye'de yok o yüzden bahsetmeye dahi lüzum yok) CN... Bu hatıralar şimdi nispeten yeniler ama otuz-kırk yıl sonra eski şeyler olacaklar, ben de bunları gençlere anlatıp kafa şişireceğim. Öyle bir gelecek planım bulunmakta.
Bu yazıyı da bölük pörçük, farklı zamanlarda yazıyorum bu arada. Bunu iki sebepten yapıyorum: Birincisi her gün yazı yayınlamak istemiyorum (sebebi yok), ikincisi de o sırada bahsedeceğim tek paragraf, hatta bir cümle olabiliyor; aynı yazıda toplama avatajı sağlıyorum.
O değil de yıl oldu 2019, hâlâ millete Boku no Pico öneren var. Artık yeniler bile yemiyor bu olayı.
Öğlen bilgisayar kapandı, bir süre açılmadı. Yarın tamire götüreceğim artık, şart oldu. "Bunun pilinde sorun yok" diyen o bilgisayarcıyı bir bulursam! Yedeklememi de yaptım (Flash diske yedekleme yapmak), rahatım.
Hâlâ biraz melankoliğim ama öyle saçma bir yarı depresif ruh halinde değilim artık.
29 Ekim 2019 Salı
Güncel Bölümler, Gömlek-Mazoşizm ilişkisi ve Teknolojik Sinir Harbi
Kemono Friends tekrar çevrilmeye başlanmış, kaç yıl önce yarım kalmıştı, biri el atmış Allahtan. Tam en sevilen karakterin geleceği bölümde çeviri mi bırakılırdı lan insafsızlar! Ana karakterin bile o kadar fanartı yok.
Ekşi'de tişört insanı vs gömlek insanı diye başlık gördüm de, kanım çekildi. Gömlek neymiş be, tişört varken gömlek giyen mazoşisttir, bunu da buradan çok net söylüyorum. Pantolon, gömlek, kravat... Bunlar işkence aracından başka bir şey değil. İnsanı sıkar, hareket kabiliyetini kısıtlar... Kravat giyerken nefes almayı başarabilen herhangi biri olduğuna da inanmıyorum bu arada. Gömlek yine neyse düğmelerini iliklemek zorunda kalmadığın sürece o kadar fena değil ama pantolonla kravatın şeytan icadı olduğunu düşünüyorum. Bir de ütü denen saçmalık var ki ona hiç girmiyorum. Bırakın giyelim kırışık kırışık işte, çok bir şey fark ediyor sanki. Eskiden kemerlerden nefret ettiğimi sanırdım ama yo, kemerleri gayet seviyorum. Benim sorunum pantolonlarla. Giyeceksin eşofman altını, tişörtü, üstüne de kemeri takacaksın. Kemere bir de kılıç astın mı... Dayanamadım kılıç esprisi yapmadan ahadjaks, özür diliyorum buradan.
Gotoubun no Hanayome'nin animesi çıktığında mangası hiç çevrilmemişti, az önce baktım da neredeyse güncele yetişmişler çeviride.
İnternet öldü mü ölmedi mi kendi de bilmiyor, bazen bir şeyler izleyebiliyorum, bazen izleyemiyorum. Bu arada Kemono Friends'in çevirisine devam ediliyor diye seviniyorum ama onu da ay başından önce izleyemeyeceğim. Aslında muhtemelen sömestıra kadar izleyemeceğim çünkü ebesinin şeyi kadar güncel bölüm birikti. Bunun daha bir sonraki ay çıkacak olanları var. Şunu Elon Musk mı yapıyor, Google mı yapıyor, Mark Zuckerberg hıyarı mı yapıyor kim yapıyorsa yapsın da doğru düzgün bir internetle haşır neşir olalım artık. Hani bu hıyarların AKK'yi kaldırma süresi altyapıyı iyileştirmek içindi? Hiçbir sik yapmadan durdular değil mi yerlerinde?
Kulaklığımın tek tarafı çalışıyor. Sıfır kulaklık böyle çıktı paketten, geri gönderilenleri tekrar paketleyip piyasaya mı sürüyorlar ne yapıyorlar anlamadım ki...
Ateşli silahları pek sevmem ama Supernatural'daki The Colt'a hastayım. Replikasını alabileceğim birkaç yer de buldum ama replika da olsa gümrükte bir sürü sorun çıkar kesin. O değil de adamlar Amerikan tarihindeki tüm karakterleri avcı yapacaklar. Samuel Colt, Eliot Ness. Sırada Benjamin Franklin'in ya da Abraham Lincoln'ün olacağını bekliyorum.
İnternet resmi olarak bugün (evet, bunu da birkaç gündür yazıyorum) öldü. Bir sayfayı on saatte açıyor. Hayırlı uğurlu olsun, bir Fatiha okumadan geçmeyin. Üzerinde "internet" yazan mezar taşı yaptırıp eve koyacağım yakında, o olacak. Hatta modem şeklinde balbal da yaptırabilirim, bu ne lan!
Normalde şivesi olan kişiler şivesiz konuştuklarında aslında şive yapmış olurlar. Bunu bir düşünün siz bence.
Gelenekleri severim. Sadece geleneklere bakarak bir toplumun hayata bakışını, düşünce tarzını ve hatta tarihini anlayabilirsiniz. Tabi toplumların hayata bakışı, düşünce tarzı, muhatap olduğu diğer halklar (dünyanın küreselleşmesi bu durumu iyice karıştırdı) değişince geleneklerin birçoğu kaybolur, daha da fazlası değişip adeta evrim geçirir, eskisiyle alakasız hale gelir ve yeni yeni gelenekler ortaya çıkar.
Yeterince uzun süre gözlük takan insanlar için gözlük vücudun bir parçası, bir organ haline gelir. Gözlük takan birçok kişide gözlemledim bunu (kendim dahil). Uzun süre gözlük takan insanların neredeyse hepsinin gözündeki gözlüğü arama, gözlüğü çıkarmayı unutup duşa girme türünden hikayeleri vardır. Ben ikisini de yaptım bu arada.
29 Ekim'iniz kutlu olsun.
İnternetin ölmesinden sonra bilgisayar da kafayı yedi. Zaten şarjında sıkıntı vardı, geçen yaz tamirciye götürdüm; "pilinde bir sorun yok bunun" deyip şarj aletini değiştirip geri verdi herif. Ama saçma sapan bir pil uyarısı veriyordu, şarj değiştikten sonra da vermeye devam etti onu. Bir de şarjın % kaç olduğunu göstermemeye başladı, sadece şarj olup olmadığını gösteriyordu. Şu anda devamlı şarj olmuyormuş gibi gözüküyor, şarjın az olduğunda olduğu gibi ekran karanlık (parlaklık sonda), şarj edip etmediğini gösteren ışık bilgisayar kapalıyken turuncu, açıkken beyaz yanıyor. Yine gidip tamire vermem gerekiyor. Yok arkadaş adada tamirci falan, bunun için Çanakkale'ye gideceğim, bir de almak için Çanakkale'ye gideceğim. Üstüne vapur da iptal olur, oh çok güzel. Ondan sonra "Devamlı bilgşsayardasın bir de teknolojiyi sevmiyorum diyorsun." Böyle gerizekalı sorunlar oluşturan teknolojiyi niye seveyim lan? Nerede saçma sapan, alakasız, yaşanmamış sorun varsa (teknoloji konusunda) mutlaka bana vuruyor. Bir mod yüklemek için kafayı yemişliğim var, aynı modu kendi bilgisayarına kuran kişi de benim bilgisayara o modu kuramamıştı, en son o da kafayı yemişti bu arada. Bir yürüyün gidin ya! "Pilde sorun yok"muş! Sende sorun yok asıl! Arada bir de kendi kendine kapanıyor bu arada. Yeter ya, ben gideceğim dağ başında, teknolojiden uzak yaşayacağım, bununla uğraşmaktansa video izlemem, gider bütün günümü ormanda gezerek geçiririm! Yeni nesil bilmez, eskiden Oyunlar 1, Kral Oyun falan vardı. Oralarda bir "Bilgisayar parçalama oyunu" vardı. O oyuna çoğu kişi artık ihtiyaç duymuyor ama benim neredeyse her hafta gerçeğe çeviresim geliyor o oyunu.
Ekşi'de tişört insanı vs gömlek insanı diye başlık gördüm de, kanım çekildi. Gömlek neymiş be, tişört varken gömlek giyen mazoşisttir, bunu da buradan çok net söylüyorum. Pantolon, gömlek, kravat... Bunlar işkence aracından başka bir şey değil. İnsanı sıkar, hareket kabiliyetini kısıtlar... Kravat giyerken nefes almayı başarabilen herhangi biri olduğuna da inanmıyorum bu arada. Gömlek yine neyse düğmelerini iliklemek zorunda kalmadığın sürece o kadar fena değil ama pantolonla kravatın şeytan icadı olduğunu düşünüyorum. Bir de ütü denen saçmalık var ki ona hiç girmiyorum. Bırakın giyelim kırışık kırışık işte, çok bir şey fark ediyor sanki. Eskiden kemerlerden nefret ettiğimi sanırdım ama yo, kemerleri gayet seviyorum. Benim sorunum pantolonlarla. Giyeceksin eşofman altını, tişörtü, üstüne de kemeri takacaksın. Kemere bir de kılıç astın mı... Dayanamadım kılıç esprisi yapmadan ahadjaks, özür diliyorum buradan.
Gotoubun no Hanayome'nin animesi çıktığında mangası hiç çevrilmemişti, az önce baktım da neredeyse güncele yetişmişler çeviride.
İnternet öldü mü ölmedi mi kendi de bilmiyor, bazen bir şeyler izleyebiliyorum, bazen izleyemiyorum. Bu arada Kemono Friends'in çevirisine devam ediliyor diye seviniyorum ama onu da ay başından önce izleyemeyeceğim. Aslında muhtemelen sömestıra kadar izleyemeceğim çünkü ebesinin şeyi kadar güncel bölüm birikti. Bunun daha bir sonraki ay çıkacak olanları var. Şunu Elon Musk mı yapıyor, Google mı yapıyor, Mark Zuckerberg hıyarı mı yapıyor kim yapıyorsa yapsın da doğru düzgün bir internetle haşır neşir olalım artık. Hani bu hıyarların AKK'yi kaldırma süresi altyapıyı iyileştirmek içindi? Hiçbir sik yapmadan durdular değil mi yerlerinde?
Kulaklığımın tek tarafı çalışıyor. Sıfır kulaklık böyle çıktı paketten, geri gönderilenleri tekrar paketleyip piyasaya mı sürüyorlar ne yapıyorlar anlamadım ki...
Ateşli silahları pek sevmem ama Supernatural'daki The Colt'a hastayım. Replikasını alabileceğim birkaç yer de buldum ama replika da olsa gümrükte bir sürü sorun çıkar kesin. O değil de adamlar Amerikan tarihindeki tüm karakterleri avcı yapacaklar. Samuel Colt, Eliot Ness. Sırada Benjamin Franklin'in ya da Abraham Lincoln'ün olacağını bekliyorum.
İnternet resmi olarak bugün (evet, bunu da birkaç gündür yazıyorum) öldü. Bir sayfayı on saatte açıyor. Hayırlı uğurlu olsun, bir Fatiha okumadan geçmeyin. Üzerinde "internet" yazan mezar taşı yaptırıp eve koyacağım yakında, o olacak. Hatta modem şeklinde balbal da yaptırabilirim, bu ne lan!
Normalde şivesi olan kişiler şivesiz konuştuklarında aslında şive yapmış olurlar. Bunu bir düşünün siz bence.
Gelenekleri severim. Sadece geleneklere bakarak bir toplumun hayata bakışını, düşünce tarzını ve hatta tarihini anlayabilirsiniz. Tabi toplumların hayata bakışı, düşünce tarzı, muhatap olduğu diğer halklar (dünyanın küreselleşmesi bu durumu iyice karıştırdı) değişince geleneklerin birçoğu kaybolur, daha da fazlası değişip adeta evrim geçirir, eskisiyle alakasız hale gelir ve yeni yeni gelenekler ortaya çıkar.
Yeterince uzun süre gözlük takan insanlar için gözlük vücudun bir parçası, bir organ haline gelir. Gözlük takan birçok kişide gözlemledim bunu (kendim dahil). Uzun süre gözlük takan insanların neredeyse hepsinin gözündeki gözlüğü arama, gözlüğü çıkarmayı unutup duşa girme türünden hikayeleri vardır. Ben ikisini de yaptım bu arada.
29 Ekim'iniz kutlu olsun.
İnternetin ölmesinden sonra bilgisayar da kafayı yedi. Zaten şarjında sıkıntı vardı, geçen yaz tamirciye götürdüm; "pilinde bir sorun yok bunun" deyip şarj aletini değiştirip geri verdi herif. Ama saçma sapan bir pil uyarısı veriyordu, şarj değiştikten sonra da vermeye devam etti onu. Bir de şarjın % kaç olduğunu göstermemeye başladı, sadece şarj olup olmadığını gösteriyordu. Şu anda devamlı şarj olmuyormuş gibi gözüküyor, şarjın az olduğunda olduğu gibi ekran karanlık (parlaklık sonda), şarj edip etmediğini gösteren ışık bilgisayar kapalıyken turuncu, açıkken beyaz yanıyor. Yine gidip tamire vermem gerekiyor. Yok arkadaş adada tamirci falan, bunun için Çanakkale'ye gideceğim, bir de almak için Çanakkale'ye gideceğim. Üstüne vapur da iptal olur, oh çok güzel. Ondan sonra "Devamlı bilgşsayardasın bir de teknolojiyi sevmiyorum diyorsun." Böyle gerizekalı sorunlar oluşturan teknolojiyi niye seveyim lan? Nerede saçma sapan, alakasız, yaşanmamış sorun varsa (teknoloji konusunda) mutlaka bana vuruyor. Bir mod yüklemek için kafayı yemişliğim var, aynı modu kendi bilgisayarına kuran kişi de benim bilgisayara o modu kuramamıştı, en son o da kafayı yemişti bu arada. Bir yürüyün gidin ya! "Pilde sorun yok"muş! Sende sorun yok asıl! Arada bir de kendi kendine kapanıyor bu arada. Yeter ya, ben gideceğim dağ başında, teknolojiden uzak yaşayacağım, bununla uğraşmaktansa video izlemem, gider bütün günümü ormanda gezerek geçiririm! Yeni nesil bilmez, eskiden Oyunlar 1, Kral Oyun falan vardı. Oralarda bir "Bilgisayar parçalama oyunu" vardı. O oyuna çoğu kişi artık ihtiyaç duymuyor ama benim neredeyse her hafta gerçeğe çeviresim geliyor o oyunu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)