İngilizce için bir çeviri yapıyordum da, Çin mutfağıyla ilgili bir kısım vardı. Cai diye bir şeyden bahsediyor, yanına "(rhyme with "eye")" yazmış. Önce tyhme diyor sandım, "Gözlü kekik ne lan?" dedim de "eye" ile kafiyeli diyormuş. Tabii pinyin'in nasıl okunması gerektiğini bilen kaç tane manyak var ki? Ben zaten nasıl okumam gerektiğini bildiğimden "Ne diyor bu?" dedim, nasıl okunması gerektiğini söylüyor özetle. "Tsay" diye okunuyor bu arada (ama pinyin bilmeyen onu "kay" diye okumayacak mı, "eye" ile kafiyeli bile olsa?). T ile S arasında I yok. Olumlu Bak diye bir Youtube kanalı var, "Asyalılar Fotoğraflarda Neden V İşareti Yapar?" diye bir videosunu izliyorum da kulağım kanadı. Nasıl okunması gerektiğini bilmiyorsan birine sor kardeşim, bu ne ya? "Kwayıv" diye kelime mi var? ("Kawai" demeye çalışıyordu. Doğru okunuşu "Kaway" ya da "Kawayi" bu arada. V ile W farkını elli defa anlattım, tekrar etmeyeceğim. İlginç bir şekilde W'yu V gibi değil de olması gerektiği gibi telaffuz etti yalnız) Bir de Japonca bir isim söyledi ama saçma sapan bir şekilde okuduğundan ismin ne olduğunu anlamadım. Gin ya da Jin olabilir. Korece isimlerde de hata var ama bu konunun yetkili mercisi ben değilim.
Bu arada en tepeye çıkmak demişken... Çalışabildiğim kadar fazla etle, çalışabildiğim kadar fazla sebzeyle, çalışabildiğim kadar farklı teknikle ve çalışabildiğim kadar farklı mutfakla (fiziksel olarak değil de Fransız Mutfağı, Çin mutfağı vs. onları kastediyorum) çalışmak istiyorum. Sırf bu birkaç yıl sürecektir. Eh, dikensiz gül bahçesi beklemiyordum zaten. Tatmin duygusunun peşinden gideceğim ve sonunda kaybolsam da mutlu olacağım. Yani, sanırım.
Ben bu adanın elektrik hatlarını döşeyenlerin ta... Rüzgardan kesilen elektrik mi olur lan? Bir dakika olmadan kesiliyor, bir dakika olmadan geliyor. Evdeki eşyalar bozulursa sorumlusu ben olacağım ama. Kesil, gel, kesil, gel... Kafayı yiyeceğim.
"Teknolojinin gelişimi işlerimizi elimizden alacak" korkusu baş gösterdi son yıllarda. Eh, teknolojinin gelişim hızı korkutucu ama ben böyle bir şeyin olacağını düşünmüyorum. Yaratıcı işleri makineler yapamaz ve makinelerin bakımı, tamiri ve programlanması için insanlara ihtiyaç var. Bakım ve tamiri yapan robotlar icat edilebilir ama onların bakım ve tamiri ne olacak? Bu işin sonu yok. Bir tek programlama tümüyle robotlara bırakılabilir ki bundan da epey şüpheliyim. Eğer geleceğin dünyası, benim düşündüğüm gibi teknolojinin bir şekilde (mesela 3. dünya savaşı) ağır hasar alıp insanların yarı-doğal bir yaşama dönmesine yol açan bir dünya olmayacaksa çok büyük ihtimalle halkın makineleri icat ve inşa edip proglamlayanlar, makinelerin bakımını yapanlar ve yaratıcı işlerde (ressamlık, heykeltraşlık vs.) çalışanlar olarak üç sınıfa ayrılacağı bir dünya olacak. Bir robot, bilinen resim tekniklerini kullanarak yeni ve orijinal bir resim üretebilir ama yeni bir resim yapma tekniği ya da akımı icat edemez. Dahası, eğer geleceğin dünyası birçok işi makinelerin yaptığı bir dünya olursa o dünyanın zengin kesimi insan elinden çıkma ürün ve eserlerin peşinden koşup servetler ödemeye hevesli olacaktır. Yani ben makinelerin yok edebileceği tek işin masabaşı işler olduğunu düşünüyorum, diğer işlerde illaki insana ihtiyaç devam edecek. Bu arada masabaşı işlerin yok edilmesi de bizimki gibi bürokrasisi olan ülkelerde epey zor, yani en azından Türkiye'de yaşayan insanların önümüzdeki yaklaşık beş yüz yıl işlerini kaybetme ihtimali pek de olmayacaktır.
Yazının başında (birkaç gün önce) "en tepeye çıkacağım" dedim de şunu fark ettim: Onu yapmak için İstanbul'da bulunmam gerekiyor. Eh, sakin ve huzurlu bir emeklilik hayatı da hayal edemem bu durumda, zira orada tutunmak... Eh, bana ne ulan, en tepeye çıkmayı falan amaçlamıyorum. Nasıl bir şehirse bütün motivasyonumu öldürdü. İstemiyorum arkadaş İstanbul'da yaşamak. Toplu taşıma ayrı eziyet (gerçi en tepede durursam toplu taşımaya pek ihtiyacım kalmaz), kalabalık ayrı eziyet, koşuşturma, trafik ayrı eziyet. Şehir değil işkence merkezi. Bir de benim gibi suya, ağaca, toprağa, on dönüm bahçeye, dağ başına, sessizliğe, temiz havaya falan düşkünseniz çekilecek çile değil. E, İstanbul'da yaşarsam çıkış amacım olan bahçeli ahşap evi de unutmam gerekir. O önemli, ona tutunuyorum... Yani, "en tepeye çıkacağım" diyene kadar ona tutunuyordum. Belki de kıyı şeridinde, Bodrum ya da o tarz bir yerde işler iyi gidebilir. Hem bahçeli evden de vazgeçmemiş olurum. Ya da en tepeye çıkmış olmanın avantajını kullanıp yılın yarısında çalışacağım, yarısında da dağ başındaki bahçeli ahşap evde kalacak ya da gezeceğim. "En tepeye çıkmak." Fazlasıyla iddialı ama "orada kalacağım" gibi bir iddiam yok. Zaten, benim "en tepe" noktam da gerçek anlamda en tepe sayılmaz. Evet, belki de öyle yapmalı... Birkaç aylık sakinlik uğruna hayatımı İstanbul denen garabe yerleşkede çarçur mu etmeliyim? Bu konuda düşünmem gerek. Tatmin, tatmin... Hayatım İstanbul'da geçtiği süre boyunca hiç tatmin hissetmedim. Her yılda akrabaları vs. ziyaret için giderim, oradayken edindiğim herhangi bir tatmin duygusu hatırlamıyorum. Hepsi ya Balıkesir'de ya Gökçeada'da. Sonuç olarak mevsimler değişir, insanlar değişir, fikirler değişir... Kırk beş yaşım bana bakıp gülecek belki, o zamana değin sinir stres harbinden mevta olmazsam eğer. Şunu biliyorum: İstanbul'da yaşamaya kalksam otuzumu zor görürüm, başka bir Türkiye şehrindeyse en tepeye ulaşmam namümkün. Bir süre daha böyle hayat içinde dalgalanıp gideceğim herhalde... Okulu bir bitireyim de hele, nasıl kafayı yemek istediğime daha sonra karar veririm. Bu durumda, ya öyle dönem olayına girişeceğim yahut bir kıyı şeridinde şansımı deneyeceğim. Bu arada Türkiye'de kıyı şeridine gelen yabancı turistin pek bir olayı yok, otelden çıkmıyorlar zaten.
Bu arada internetim yok, bağlanmıyor. Hotspot ile yazıyorum bunu.
Sadece 21 yaşındayım ama bazen kendimi binlerce yıl yaşamış gibi hissediyorum. Bu bilgelik, heyecan veya onun gibi bir anlamda değil, yorgunluk anlamında. Sadece arzularım, hayallerim, kişiliğim, yapabildiklerim ve düşüncelerim arasındaki çatışma bile bütün hevesimi alıp götürebiliyor. Arzulara aykırı hayaller, bunların aynı olması gerekirdi oysa. Kişilikle çatışan düşünceler... İçimdeki huzursuzluk büyüyor, büyüyor, büyüyor ve bir gün onu kontrol edemeyeceğim. O gün geldiğinde yakınımda herhangi birine zarar verebilecek bir şey olmasa iyi olur, çünkü ya psikopata bağlayacak ya beyni sıfırlayıp çocuksu bir deliliğe bürünecek ya da bedenen olmasa da zihnen intihar edip boş bir kabuk olarak dünya üzerinde gezineceğim. O huzursuzluğu bastırabiliyorum, bu kolay... Ama gitgide büyüyor ve ben onu bastırmakta gittikçe zorlanıyorum, bastıramayıp da ruhumdaki çatlakların bedenimi ele geçirdiği bir günün gelmesinden korkuyorum. Arasıra bazı hezeyanlarım oluyor... Rastgele öfke patlamaları, kendime sövme şenlikleri ya da öyle şeyler. Bütün bunlar kendimi bastırmakla çok uğraştığımdan kaynaklanıyor. İç sıkıntım duyarıma galip geldiğinde ne yaptığımın bile yarı farkında oluyorum. İşte bu yarı farkındalığın bile yok olacağı bir günden korkuyorum... En tepeye çıkmak için İstanbul'da bulunma zorunluluğunun kalbimde açtığı deliğe ve oradan sızanlara bakın. Bu iyi değil, bu hiç iyi değil. Asla, asla, asla iyi olamaz. Bir gün gerçekten her şeyi boş vermek istiyorum. Gerçekten umursamazca yaşamak, gerçekten her şeyle dalga geçmek. Huzursuzluğumu dağıttığım gülmeler ve günlük uğraşların yeterli olmadığı gün gelmeden ölsem herkes açısından çok daha iyi olur. Bir süre yazmayabilirim, sınava çalışacaktım oysa... Şimdi bu sıkıntıyla nasıl çalışacağım? Çalışsam bile iyi bir not almayı nasıl bekleyebilirim? Neyse, bir süre yazmayacağım. Merak etmeyin, tam bir korkak olduğum için kendimi asmam. En fazla yanlışlıkla ya da bir hezeyan anında bileklerimi kesebilirim. Yani korkmayın, birkaç ay yazmasam bile muhtemelen intihar etmiş olmam. Muhtemelen... Çok basit bir kelime.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder