Kuruluş Osman'ın ilk bölümüne bir göz attım da pek sevmedim, izlemem muhtemelen. Bir de ölümüne üzülmeyelim diye Dündar Bey'i pisliğin, şerefsizin teki yapmışlar. Dizide bunu farklı işleyebilirler, Diriliş'te neredeyse bütün ölümleri tarihtekinden farklı işlediler (tarihtekine en yakın ölüm Saadettin Köpek'in ölümüydü ama o da farklıydı) zaten ama Dündar Bey'i öldüren Osman Bey'di, "devletin bekası için." Bu arada buradan da gördüğümüz gibi Türk kültüründe devlet bekası için akraba katli Fatih'in fermanından 200 yıl önce vardı, daha geriye gidersek ağabeyi Buda'yı (Bleda'nın gerçek adının bu olduğu konusunda oldukça şüphedeyim esasen; Hunlar Budist değildi neticede) öldüren Attila ve babasını öldüren Mete Han'a ulaşıyoruz. Tabii Fatih'in fermanından sonra Osmanlılar bunu iyice abartıyor, ferman amacından sapıyor ama konumuz o değil. Bir de dediğim gibi "göz attım" ama sanki herkes yarık börkler giyiyormuş gibi, Diriliş'te onları sadece Kayılar giyiyordu. Başlık konusunda şöyle bir maruzatım var: Eski Türk kültüründe başlıklar "süs" ya da soğuktan, güneşten vs. koruyan "şapka" değildi. Bir kişinin başlığı ve kıyafetinden (ama esasen başlığından) boyunu, inancını -hatta mezhebini-, soylu mu halktan mı olduğunu ve hatta mesleğini şak diye anlayabilirdiniz. O kadar ayrıntılı bir şey beklemiyorum zaten ama bari farklı boylardan kişilere farklı şekillerde börkler taksaydınız.
Son zamanlarda Youtube'da akvaryum videolarına sardım da, herkes çiklit besliyor. Özellikle büyük Amerikan ve Afrika (Malawi, Tanganika vs.) çiklitleri çok yaygın. Bir ben zevk almıyorum çiklit beslemekten herhalde. Melek, discus, cüce Güney Amerika çiklitleri zevk veriyor ama diğer çiklitler zevk vermiyor. Aynı gölden balığa dalaşır, akvaryuma bitki koyman neredeyse imkansız hale gelir, neredeyse her zaman tek tür ya da iki tür beslemen gerekir. Bir de en az 200 lt. gerekli. Belki ben akvaryumda bitki hastası olduğum için zevk vermiyordur, bilemiyorum. Pirana, köpekbalığı (Pangasus değil, gerçek köpekbalığı; daha açık olmak gerekirse hemşire köpekbalığı, siyah bantlı köpekbalığı, leopar köpekbalığı ve siyah uçlu resif köpekbalığı), koi, acısu balonbalığı (daha açık olmak gerekirse GSP), tatlısu (aslında acısu) müreni, bıçakbalığı, inci vatozu (pearl stingray), beta gibi envai türü beslemeye dair hevesim var ama Duboisi, astronot, melekbalığı, discus gibi istisnalar dışında çiklit besleme hevesim yok. Belki kusturma (çiklitlerde yavrulama için yapılan bir işlem bu, yoksa sapkınca bir zevk için balığın yediklerinin çıkarılmasından falan bahsetmiyorum), yavru bakımı falan zevkli geliyordur besleyenlere ama bana hitap etmiyor. Yavru almak istersem lepistes, karides, neon tetra, zebra danio, cüce vatoz falan beslerim.
Bir tane bluetooth kulak içi kulaklık aldım, şu kaybolmasın diye iki ucu kabloyla bağlanan modellerden. Aha şunlardan (Yıllar sonra bu resim ölürse de kablolu bluetooth kulaklık diye girince çıkıyor):
Yalnız memnuniyetsiz hıyarın teki olarak, tabii ki bundan da memnun kalmadım. Sebepleri de şöyle: Açılıp bağlanacak yer ararken kırmızı-mavi ışıkları yanıp sönüyor ama bulunca tamamen sönüyor, ben anlayamıyorum ki açık mı kapalı mı. Sesi daima %100'de başlatıyor, her seferinde azaltmam gerekiyor; oysa kablolu kulaklıklarda kulaklığı çıkardığımda kaçtaysa ses seviyesi, tekrar taktığımda da o seviyede açıyordu sesi. 6'dan önce hiç ses çıkarmıyor; 6 da sessiz ortamlar için çok sesli. Ayrıca şarjı 4-5 saat gidiyor anca, benim adadan Balıkesir'e gitmem zaten en az sekiz saat sürüyor. Gerçi neredeyse bir saati kulaklıksız geçiriyorum o yolculukta ama yine de iki saat daha kulaklığa ihtiyacım var.
Arkadaş, şu MangaHanta'ya kafa atacağım artık. Başka sitelere iki hafta sonra koyuyorsunuz Kaguya-sama'yı ama kendi siteniz devalı çöküyor, yok mangalar siliniyor bir şey oluyor... Yine çökmüş site. Ya çökmeyen bir site yapın ya da iki hafta inadından vazgeçin! Bu ne lan! Neyse ki Kaguya-sama'nın çıkma günü bugün değil.
Kılıçevi Hz. Osman Kılıcı diye bir model üretmiş. Bayağı güzel bir kılıç; Hz. Osman'a ait iki farklı kılıcı temel almışlar yaparken. Biri Osman Bey'in de kullandığı (ve Utman olan adını bu sebepten Osman diye kullanmaya başladığı) oldukça büyük ve kalın olan kılıç, diğeri de düz çatallı kılıç. Üstünde kan oluklarıyla yapılmış, Kayı tamgasına benzeyen bir süsleme var; Hz. Osman'ın bahsettiğim büyük kılıcına da Osman Bey tarafından Kayı tamgası basılıyor, muhtemelen o sebepten öyle bir süsleme yaptılar. Çok güzel kılıç ama bayağı pahalı, neyse, pahalı olmasa da şu sıralar herhangi bir kılıç almayı düşünmüyorum zaten. Gerçi beni endişelendiren bu kılıcın ne kadar zaman üretime devam edeceği, ben kılıç toplamaya başlayınca hâlâ o modelin olup olmayacağı. Gerçi kılıç toplamaya başlamam için bazı amaçlarıma ulaşmış, en azından emekli olmuş olmam lazım ama öncelikli olarak bir düz kılıç (Arap palası düşünüyordum, Kılıçevi eskiden Hz. Muhammed'in kılıçlarından temel aldığı bir tane üretiyordu, sonra o modeli kaldırdılar, şimdi geri getirmişler. Endişem biraz da bu yüzden) ve bir katana düşünüyorum. Nedeni de kendi icat ettiğim kılıç sanatının en üst seviyesi için bendeki kılıç haricinde bunlara da ihtiyaç duymam. Gerçi o sanat da benimle birlikte mezara gidecek muhtemelen; birçok boş verilmiş hayal ve kafada kurgulanan senaryolarla, bir ton yarım kalmış ve birkaç tane de tamamlanmış hikaye -gerçi onların sonlarından katiyen memnun değilim- ve de birkaç başka şeyle -mesela kimsenin bilmediği cam kırıklarıyla- birlikte. Ve sap olarak. Tabii herhangi bir kılıç tekniğinin eğitimini almadığım için bu yeni kılıç sanatı hakkında pek de gururlu olamıyorum. Gerçi bu bahsettiğim KS (kılıç sanatını böyle kısaltacağım bundan sonra) Alman, geç dönem Osmanlı ya da Japon usulü kılıç sanatları gibi kuralcı ve katı bir sanattan ziyade gerçek anlamda bir savaşta kullanılabilmesi için tasarlanmış, daha kuralsız ve özgür bir KS ki bu bakımdan Orta Asya Türk ve Moğol tekniklerine, Kozak kılıç tekniğine ve erken Yeniçeri kılıç tekniğine benziyor biraz. "Ulan, madem eğitimini almadın neye benzediğini nereden biliyorsun?" derseniz de bir şeyin temelleri hakkında teorik bilgi için o şeye meraklı olup araştırmanın yeterli olduğunu hatırlatırım. Ama o şeyi gerçekten bilmek için eğitim almak gerektiğini de okçuluk eğitimi alırken tecrübe ettim. Neyse, dayanamayacağım o kılıcın fotosunu koyacağım, bu:
Aralık'ın 1'i der demez yılbaşı reklamları başladı lan, oha. Yavaş lan yavaş, bir ay var daha. 15'ini falan bekleseydiniz bari.
Bu arada kablolu bluetooth kulaklığı telefonla kullanmak bayağı rahatmış, "kablo mu çıktı, ne oldu" derdi yok. Odada rahatça hareket edip gezinebiliyorsun, o çok güzel.
İnsanlar, diğer insanları onların izin verdiği kadar tanıyorlar. Tabii onun izin verdiği kapıyı biraz daha aralayabilirsiniz eğer birebir tanışıp konuşuyorsanız ama sadece biraz. O kişinin ne kadarına izin verdiği de geçmişine, kişiliğine ve karşısında kimler olduğuna göre tamamen açık ya da neredeyse tamamen kapalı olmasını sağlayabiliyor. Blog'da yazarken izin verdiğim kadarı, hayatımın geri kalanında izin verdiğimden daha fazla mesela.
Normal minibüsü camper-van'a çevirmek için deli gibi ÖTV farkı ödemek gerekiyormuş. Direkt normal camper-van almak daha mantıklı o yüzden. Bu konuya da alakasız şekilde nette denk geldim.
Bizim millette odanın her şeyini duvara dayayıp ortayı boş bırakma güdüsü var. Bende de var bu, birçok kişide var. Bence tarihsel bir genetikle ilgili... Şöyle ki, yurt-çadırın bir düzeni vardır: En ortada ya bir direk (evimin direği sözü buradan geliyor bu arada) ya da ocaklık (bu durumda ya direk olmaz ya da dört yönde dört tane olurdu. Tabii otağlarda her odanın kendi direği olabiliyordu) olurdu. Yatak, sedir gibi bütün mobilyalarda duvarlara (artık ona ne kadar duvar denirse) dayanırdı. Bunun sebebi de çadırın her kısmı eşit ısınsın ve toplanma gibi durumlarda boş alan kalsın, mobilyaya takılmasın insanlar diyeydi. Tabii bir de yatak özelinde şöyle bir durum var: Yatak odanın ortasında olursa düşman seni deşebilir ama duvara dayalı olursa bir yanında otomatik kalkan olur, boşta kalan yanından düşmanla kolayca mücadele edersin. Tekmeyle falan uzaklaştırma şansın olur hatta. Yatağının altında da bir kılıç varsa (gerçi yer yatağının neresine koyacaksın kılıcı?) her halükarda avantajlı olursun. Gerçi bu bize özgü bir durum değil. Hindistan, Japonya ve Çin'den odalara baktım, hepsinde mobilyalar duvara dayanmış. Genel olarak Asya-tarzı bir olay herhalde, aynı eve ayakkabıyı çıkararak girmek gibi. Gerçi Avrupa'da da bazı ülkelerin bazı bölgelerinde bu olay var ama Asya'nın tamamında var, bir tek İsrail'de evlerden ziyade sinagoglara girerken çıkarılıyormuş, evde de Kohen taifesi çıkarmayı tercih ediyormuş. Bu arada batıya gidildikçe ayakkabı çıkarılan yerler azalıyor, Japonya'da neredeyse her yere girerken ayakkabınızı çıkarıyorsunuz: Otel odası, geleneksel restoranlar, tapınaklar, evler... Türkiye'de sadece evler ve camilere girerken çıkarıyoruz.
Günümüzde özel isimlerin yazılışları ve çoğu zaman okunuşları aynı kalıyor. Dil değerlerinden dolayı bazı okunuşlar aslına göre değişebiliyor ama çok değil. Eski çağlardaysa isimler, gayet dillere göre değişiyordu. Örneğin Cengiz Han'ın Latince adı Cingischam, Çince adı Chéngjísīhán, Almanca adı Dschingis Khan. Attila'nın gerçek ismi bilinmiyor ama Attila isminin gerçek ismini söyleyemedikleri için Romalıların verdiği Latince bir adlandırma olduğu biliniyor. Bazı tarihçiler Atılay olduğunu düşünüyormuş Attila'nın gerçek isminin. Mete Han'ın da adı aslında Bagatur'dur ki bu kelime Bahadır olarak yaşamakta. Mete Han adı, adının Çince yazımındaki bir olaydan kaynaklanıyor. İbn-i Sina'nın Türkçe, Arapça ve Farsça adı İbn-i Sina iken Latince adı Avicenna. Hz. Ömer'in adının gerçek okunuşu da Ömer değil mesela, Umaer gibi bir okunuşu var aslında; Türkçede o sesi çıkarmaya kasmadan Ömer demişiz, öyle kalmış. Büyük İskender'in Makedonca adı Aleksandar, Türkçe, Farsça ve Arapça adı İskender, Latince adı Alexander, Yunanca adı Aléksandros.
Leonardo Patrignani'nin Ütopya'sı çok vurucu şekilde başladı (birkaç kitap aldım, internet geldikten sonra geldi ama okumak lazım), yalnız Hafıza'yı okumamın üstünden yıllar geçtiğinden dolayı karakterler ve olayları hatırlamakta biraz zorlandım, karakterler hatırladıkça ben de hatırladım.
"Yargı baltanız ziyadesiyle keskin lakin adalet kılıcınız fazlasıyla paslı." Bir forumda gördüğüm bir lafın biraz değiştirilmiş hali; insanları ve diğer şeyleri adil olmadan yargılayıp eleştirmek dünyanın en kolay şeyi. Öyle hayat geçmez ama. Yaşamak biraz olsun boş vermişlik, epey bir de dalga geçme gerektiriyor. Boş konuşmak, boş konuşmak... Boş konuşma da benim boş vermişliğimin, dalgamın bir parçası işte. Aslında parçası değil, temeli. Her şeyi eleştirerek yaşamak kadar kolay bir şey yok, öyle yaşayabilirdim ama dediğim gibi: Öyle hayat geçmez.
İstanbul'la derin ve karışık bir ilişkim var. Orada doğdum ve çocukluğum orada geçti, her sene de muhakkak gidiyorum. Ama o şehri asla sevemedim... Pek de kötü anım yok aslında İstanbul'da, sonuçta özlem duyduğum geçmişimin en büyük kısmı orada. Yine de sevemedim... Peki, derin ve karışık ilişkim nereden geliyor? Şöyle ki: İstanbul'a ilk gelen atam, dedem değildi. Dedemin dedesinin dedesi, İstanbul'da medresede müderristi: Sofu Hasan. Soyadımın değil ama aile adımın (Sofular, daha doğrusu "Soğular") isim babası. "O nasıl oluyor?" derseniz de, köyde her ailenin bir adı var ama çoğu zaman soyadıyla aile adı birbirini tutmuyor. Sonra köyde yerleşik hayata geçen ilk kişilerden biri oluyor kendisi ki bu açıdan benim kendisine çok büyük sevgi beslediğimi söyleyemem, orada yerleşmesek başka yerde yerleşirdik gerçi (o zaman inat edip başka yere göçenler şu an Antalya ve Yalova'da yerleşik); şu anki köyün doğasını oldukça seviyorum, o bakımdan doğru bir karar olmuş aslında. Bir de bu yerleşme mevzusunda şöyle bir olay var: Ferman çıkar çıkmaz yerleşik hayata geçen bir köy değil bizimki (gerçi yerleşin der demez yerleşik hayata geçen herhangi bir Yörük köyü duymadım ben), yerleşmeye zorlamak için etrafları köylerle sarılınca bu yeni köyleri yağmalayıp binaları, çitleri yıkmak gibi bir geçmişi var. (Ve bu konu bana utanç değil, garip bir gurur veriyor. Elime yetki geçse şehirleri yıkacak bir profil çizmemden kaynaklı olsa gerek. Buradan yetkililere sesleniyorum: Bana öyle bir yetki vermeyin. O zaman: Yıkın şehirleri, apartmanları ve bütün binaları/Geride çadırlarımız kalacak ve Anadolu'nun ormanları. Bu ilk cümle bir süredir aklımda ama kullanacak hikaye falan bulamıyordum, bari yeri gelmişken burada böyle ek bir cümle ekleyip beyit olarak yazayım.) Önünde sonunda yerleşmişiz işte. Bu arada Osmanlı son dönemde göçerleri yerleştirmeye takmış, onu fark ettim. Amaç neydi acep?
Son zamanlarda Youtube'da akvaryum videolarına sardım da, herkes çiklit besliyor. Özellikle büyük Amerikan ve Afrika (Malawi, Tanganika vs.) çiklitleri çok yaygın. Bir ben zevk almıyorum çiklit beslemekten herhalde. Melek, discus, cüce Güney Amerika çiklitleri zevk veriyor ama diğer çiklitler zevk vermiyor. Aynı gölden balığa dalaşır, akvaryuma bitki koyman neredeyse imkansız hale gelir, neredeyse her zaman tek tür ya da iki tür beslemen gerekir. Bir de en az 200 lt. gerekli. Belki ben akvaryumda bitki hastası olduğum için zevk vermiyordur, bilemiyorum. Pirana, köpekbalığı (Pangasus değil, gerçek köpekbalığı; daha açık olmak gerekirse hemşire köpekbalığı, siyah bantlı köpekbalığı, leopar köpekbalığı ve siyah uçlu resif köpekbalığı), koi, acısu balonbalığı (daha açık olmak gerekirse GSP), tatlısu (aslında acısu) müreni, bıçakbalığı, inci vatozu (pearl stingray), beta gibi envai türü beslemeye dair hevesim var ama Duboisi, astronot, melekbalığı, discus gibi istisnalar dışında çiklit besleme hevesim yok. Belki kusturma (çiklitlerde yavrulama için yapılan bir işlem bu, yoksa sapkınca bir zevk için balığın yediklerinin çıkarılmasından falan bahsetmiyorum), yavru bakımı falan zevkli geliyordur besleyenlere ama bana hitap etmiyor. Yavru almak istersem lepistes, karides, neon tetra, zebra danio, cüce vatoz falan beslerim.
Bir tane bluetooth kulak içi kulaklık aldım, şu kaybolmasın diye iki ucu kabloyla bağlanan modellerden. Aha şunlardan (Yıllar sonra bu resim ölürse de kablolu bluetooth kulaklık diye girince çıkıyor):
Yalnız memnuniyetsiz hıyarın teki olarak, tabii ki bundan da memnun kalmadım. Sebepleri de şöyle: Açılıp bağlanacak yer ararken kırmızı-mavi ışıkları yanıp sönüyor ama bulunca tamamen sönüyor, ben anlayamıyorum ki açık mı kapalı mı. Sesi daima %100'de başlatıyor, her seferinde azaltmam gerekiyor; oysa kablolu kulaklıklarda kulaklığı çıkardığımda kaçtaysa ses seviyesi, tekrar taktığımda da o seviyede açıyordu sesi. 6'dan önce hiç ses çıkarmıyor; 6 da sessiz ortamlar için çok sesli. Ayrıca şarjı 4-5 saat gidiyor anca, benim adadan Balıkesir'e gitmem zaten en az sekiz saat sürüyor. Gerçi neredeyse bir saati kulaklıksız geçiriyorum o yolculukta ama yine de iki saat daha kulaklığa ihtiyacım var.
Arkadaş, şu MangaHanta'ya kafa atacağım artık. Başka sitelere iki hafta sonra koyuyorsunuz Kaguya-sama'yı ama kendi siteniz devalı çöküyor, yok mangalar siliniyor bir şey oluyor... Yine çökmüş site. Ya çökmeyen bir site yapın ya da iki hafta inadından vazgeçin! Bu ne lan! Neyse ki Kaguya-sama'nın çıkma günü bugün değil.
Kılıçevi Hz. Osman Kılıcı diye bir model üretmiş. Bayağı güzel bir kılıç; Hz. Osman'a ait iki farklı kılıcı temel almışlar yaparken. Biri Osman Bey'in de kullandığı (ve Utman olan adını bu sebepten Osman diye kullanmaya başladığı) oldukça büyük ve kalın olan kılıç, diğeri de düz çatallı kılıç. Üstünde kan oluklarıyla yapılmış, Kayı tamgasına benzeyen bir süsleme var; Hz. Osman'ın bahsettiğim büyük kılıcına da Osman Bey tarafından Kayı tamgası basılıyor, muhtemelen o sebepten öyle bir süsleme yaptılar. Çok güzel kılıç ama bayağı pahalı, neyse, pahalı olmasa da şu sıralar herhangi bir kılıç almayı düşünmüyorum zaten. Gerçi beni endişelendiren bu kılıcın ne kadar zaman üretime devam edeceği, ben kılıç toplamaya başlayınca hâlâ o modelin olup olmayacağı. Gerçi kılıç toplamaya başlamam için bazı amaçlarıma ulaşmış, en azından emekli olmuş olmam lazım ama öncelikli olarak bir düz kılıç (Arap palası düşünüyordum, Kılıçevi eskiden Hz. Muhammed'in kılıçlarından temel aldığı bir tane üretiyordu, sonra o modeli kaldırdılar, şimdi geri getirmişler. Endişem biraz da bu yüzden) ve bir katana düşünüyorum. Nedeni de kendi icat ettiğim kılıç sanatının en üst seviyesi için bendeki kılıç haricinde bunlara da ihtiyaç duymam. Gerçi o sanat da benimle birlikte mezara gidecek muhtemelen; birçok boş verilmiş hayal ve kafada kurgulanan senaryolarla, bir ton yarım kalmış ve birkaç tane de tamamlanmış hikaye -gerçi onların sonlarından katiyen memnun değilim- ve de birkaç başka şeyle -mesela kimsenin bilmediği cam kırıklarıyla- birlikte. Ve sap olarak. Tabii herhangi bir kılıç tekniğinin eğitimini almadığım için bu yeni kılıç sanatı hakkında pek de gururlu olamıyorum. Gerçi bu bahsettiğim KS (kılıç sanatını böyle kısaltacağım bundan sonra) Alman, geç dönem Osmanlı ya da Japon usulü kılıç sanatları gibi kuralcı ve katı bir sanattan ziyade gerçek anlamda bir savaşta kullanılabilmesi için tasarlanmış, daha kuralsız ve özgür bir KS ki bu bakımdan Orta Asya Türk ve Moğol tekniklerine, Kozak kılıç tekniğine ve erken Yeniçeri kılıç tekniğine benziyor biraz. "Ulan, madem eğitimini almadın neye benzediğini nereden biliyorsun?" derseniz de bir şeyin temelleri hakkında teorik bilgi için o şeye meraklı olup araştırmanın yeterli olduğunu hatırlatırım. Ama o şeyi gerçekten bilmek için eğitim almak gerektiğini de okçuluk eğitimi alırken tecrübe ettim. Neyse, dayanamayacağım o kılıcın fotosunu koyacağım, bu:
Aralık'ın 1'i der demez yılbaşı reklamları başladı lan, oha. Yavaş lan yavaş, bir ay var daha. 15'ini falan bekleseydiniz bari.
Bu arada kablolu bluetooth kulaklığı telefonla kullanmak bayağı rahatmış, "kablo mu çıktı, ne oldu" derdi yok. Odada rahatça hareket edip gezinebiliyorsun, o çok güzel.
İnsanlar, diğer insanları onların izin verdiği kadar tanıyorlar. Tabii onun izin verdiği kapıyı biraz daha aralayabilirsiniz eğer birebir tanışıp konuşuyorsanız ama sadece biraz. O kişinin ne kadarına izin verdiği de geçmişine, kişiliğine ve karşısında kimler olduğuna göre tamamen açık ya da neredeyse tamamen kapalı olmasını sağlayabiliyor. Blog'da yazarken izin verdiğim kadarı, hayatımın geri kalanında izin verdiğimden daha fazla mesela.
Normal minibüsü camper-van'a çevirmek için deli gibi ÖTV farkı ödemek gerekiyormuş. Direkt normal camper-van almak daha mantıklı o yüzden. Bu konuya da alakasız şekilde nette denk geldim.
Bizim millette odanın her şeyini duvara dayayıp ortayı boş bırakma güdüsü var. Bende de var bu, birçok kişide var. Bence tarihsel bir genetikle ilgili... Şöyle ki, yurt-çadırın bir düzeni vardır: En ortada ya bir direk (evimin direği sözü buradan geliyor bu arada) ya da ocaklık (bu durumda ya direk olmaz ya da dört yönde dört tane olurdu. Tabii otağlarda her odanın kendi direği olabiliyordu) olurdu. Yatak, sedir gibi bütün mobilyalarda duvarlara (artık ona ne kadar duvar denirse) dayanırdı. Bunun sebebi de çadırın her kısmı eşit ısınsın ve toplanma gibi durumlarda boş alan kalsın, mobilyaya takılmasın insanlar diyeydi. Tabii bir de yatak özelinde şöyle bir durum var: Yatak odanın ortasında olursa düşman seni deşebilir ama duvara dayalı olursa bir yanında otomatik kalkan olur, boşta kalan yanından düşmanla kolayca mücadele edersin. Tekmeyle falan uzaklaştırma şansın olur hatta. Yatağının altında da bir kılıç varsa (gerçi yer yatağının neresine koyacaksın kılıcı?) her halükarda avantajlı olursun. Gerçi bu bize özgü bir durum değil. Hindistan, Japonya ve Çin'den odalara baktım, hepsinde mobilyalar duvara dayanmış. Genel olarak Asya-tarzı bir olay herhalde, aynı eve ayakkabıyı çıkararak girmek gibi. Gerçi Avrupa'da da bazı ülkelerin bazı bölgelerinde bu olay var ama Asya'nın tamamında var, bir tek İsrail'de evlerden ziyade sinagoglara girerken çıkarılıyormuş, evde de Kohen taifesi çıkarmayı tercih ediyormuş. Bu arada batıya gidildikçe ayakkabı çıkarılan yerler azalıyor, Japonya'da neredeyse her yere girerken ayakkabınızı çıkarıyorsunuz: Otel odası, geleneksel restoranlar, tapınaklar, evler... Türkiye'de sadece evler ve camilere girerken çıkarıyoruz.
Günümüzde özel isimlerin yazılışları ve çoğu zaman okunuşları aynı kalıyor. Dil değerlerinden dolayı bazı okunuşlar aslına göre değişebiliyor ama çok değil. Eski çağlardaysa isimler, gayet dillere göre değişiyordu. Örneğin Cengiz Han'ın Latince adı Cingischam, Çince adı Chéngjísīhán, Almanca adı Dschingis Khan. Attila'nın gerçek ismi bilinmiyor ama Attila isminin gerçek ismini söyleyemedikleri için Romalıların verdiği Latince bir adlandırma olduğu biliniyor. Bazı tarihçiler Atılay olduğunu düşünüyormuş Attila'nın gerçek isminin. Mete Han'ın da adı aslında Bagatur'dur ki bu kelime Bahadır olarak yaşamakta. Mete Han adı, adının Çince yazımındaki bir olaydan kaynaklanıyor. İbn-i Sina'nın Türkçe, Arapça ve Farsça adı İbn-i Sina iken Latince adı Avicenna. Hz. Ömer'in adının gerçek okunuşu da Ömer değil mesela, Umaer gibi bir okunuşu var aslında; Türkçede o sesi çıkarmaya kasmadan Ömer demişiz, öyle kalmış. Büyük İskender'in Makedonca adı Aleksandar, Türkçe, Farsça ve Arapça adı İskender, Latince adı Alexander, Yunanca adı Aléksandros.
Leonardo Patrignani'nin Ütopya'sı çok vurucu şekilde başladı (birkaç kitap aldım, internet geldikten sonra geldi ama okumak lazım), yalnız Hafıza'yı okumamın üstünden yıllar geçtiğinden dolayı karakterler ve olayları hatırlamakta biraz zorlandım, karakterler hatırladıkça ben de hatırladım.
"Yargı baltanız ziyadesiyle keskin lakin adalet kılıcınız fazlasıyla paslı." Bir forumda gördüğüm bir lafın biraz değiştirilmiş hali; insanları ve diğer şeyleri adil olmadan yargılayıp eleştirmek dünyanın en kolay şeyi. Öyle hayat geçmez ama. Yaşamak biraz olsun boş vermişlik, epey bir de dalga geçme gerektiriyor. Boş konuşmak, boş konuşmak... Boş konuşma da benim boş vermişliğimin, dalgamın bir parçası işte. Aslında parçası değil, temeli. Her şeyi eleştirerek yaşamak kadar kolay bir şey yok, öyle yaşayabilirdim ama dediğim gibi: Öyle hayat geçmez.
İstanbul'la derin ve karışık bir ilişkim var. Orada doğdum ve çocukluğum orada geçti, her sene de muhakkak gidiyorum. Ama o şehri asla sevemedim... Pek de kötü anım yok aslında İstanbul'da, sonuçta özlem duyduğum geçmişimin en büyük kısmı orada. Yine de sevemedim... Peki, derin ve karışık ilişkim nereden geliyor? Şöyle ki: İstanbul'a ilk gelen atam, dedem değildi. Dedemin dedesinin dedesi, İstanbul'da medresede müderristi: Sofu Hasan. Soyadımın değil ama aile adımın (Sofular, daha doğrusu "Soğular") isim babası. "O nasıl oluyor?" derseniz de, köyde her ailenin bir adı var ama çoğu zaman soyadıyla aile adı birbirini tutmuyor. Sonra köyde yerleşik hayata geçen ilk kişilerden biri oluyor kendisi ki bu açıdan benim kendisine çok büyük sevgi beslediğimi söyleyemem, orada yerleşmesek başka yerde yerleşirdik gerçi (o zaman inat edip başka yere göçenler şu an Antalya ve Yalova'da yerleşik); şu anki köyün doğasını oldukça seviyorum, o bakımdan doğru bir karar olmuş aslında. Bir de bu yerleşme mevzusunda şöyle bir olay var: Ferman çıkar çıkmaz yerleşik hayata geçen bir köy değil bizimki (gerçi yerleşin der demez yerleşik hayata geçen herhangi bir Yörük köyü duymadım ben), yerleşmeye zorlamak için etrafları köylerle sarılınca bu yeni köyleri yağmalayıp binaları, çitleri yıkmak gibi bir geçmişi var. (Ve bu konu bana utanç değil, garip bir gurur veriyor. Elime yetki geçse şehirleri yıkacak bir profil çizmemden kaynaklı olsa gerek. Buradan yetkililere sesleniyorum: Bana öyle bir yetki vermeyin. O zaman: Yıkın şehirleri, apartmanları ve bütün binaları/Geride çadırlarımız kalacak ve Anadolu'nun ormanları. Bu ilk cümle bir süredir aklımda ama kullanacak hikaye falan bulamıyordum, bari yeri gelmişken burada böyle ek bir cümle ekleyip beyit olarak yazayım.) Önünde sonunda yerleşmişiz işte. Bu arada Osmanlı son dönemde göçerleri yerleştirmeye takmış, onu fark ettim. Amaç neydi acep?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder