Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

19 Kasım 2019 Salı

Her Zamankinden Lütfen!

Şu "ev" konusunda biraz düşündüm de tam olarak nasıl bir yerde olmasını istediğime karar verdim: Hani İstanbul'da geçen dizilerde (zaten %98'i orada geçiyor o da ayrı bir konu) zenginlerin evleri vardır; şehrin biraz dışındadır, dağın bayırın ortasındadır ama bir yandan her türden sipariş (yemek, eşya, ithal ürün vs.) getirilir, yani esasen şehrin içinde sayılır. İşte tam olarak öyle bir yerde bir eve ihtiyacım var. Gerçi ben o evi yaptırasıya kadar öyle bir yer kalır mı ülkede o da belli değil. Ah, ve mutlaka dağ başında olmalı o ev. En azından dağların orada olmalı. Eskiden bizim köyün kurucularına laf ederdim "Dağ başına, bu kadar yokuşa köy mu kurulur ulan!" diye ama şimdilerde dağ başlarını epey seviyorum. Bir de yakınlarda nehirdir, göldür bir şey olursa mükemmel olur ama o şart değil.

Peyniri aldım; biraz fazla tuzlu, biraz fazla yumuşak ve biraz az yağlı. Hepsi biraz ama... Bir de başka peynircileri deneyeceğim, yine de iyi sayılır.

Fiyatlandırma konusunda kafamı kurcalayan bir şey var. Bütün hindi bütün tavuktan pahalı ama hindi etinden yapılan salam tavuk etinden yapılandan ucuz. Nasıl oluyor o iş? Aynı olay her ucuz eti at eti olarak görme konusunda da var. Canlı at canlı sığırdan pahalı ama sığır eti yerine at eti kullanmak nasıl daha ucuz oluyor?

Bir soğuk çay bağımlısı olarak tabii bazı şeylere vakıfım. Mesela Lipton Ice Tea Karpuzlu çıktığından beri Fuse Tea reklamlarda Lipton'a fena sallıyor. Lipton da hak etti ama; sen rakibinin piyasaya çıktığından beri olan ürününün üstüne konup bir de çok orijinal bir buluş yapmış gibi reklam yaparsan o rakip senin üzerine kamyonla toprak atsa hakkıdır. Aslında benim bahsetmek istediğim bu değildi: Bim'in Teatone'u vardır, soğuk çay dünyasının köpeköldüreni gibi bir şeydir. Günde üç litre soğuk çay içenlerin evinde dizili olarak görürsünüz bunu. İşte onda bildiğin çay tadı var, bazen demi dibine çöküyor, aromayı hiç alamıyorsun son yudumdan. Lipton'da falan çay tadı hiç almıyorsun, bambaşka bir şey içiyorsun ama Teatone'da aromanın yanında çay tadı da bildiğin var. İyi mi kötü mü siz karar verin. Yalnız o çay tadı abartılırsa kötü oluyor, onu biliyorum: A101'in Bi Ice Tea'sinde hiç aroma alamıyorsun, bildiğin soğumuş çay içiyorsun mesela. Onu içeceğime çay demleyip dolaba koyarım ben şahsen.

Bu adanın internetine kafa atacağım ama artık, yeter. Saat 12'den (öğlen 12) sonra Youtube harici herhangi bir şey izleyemiyorum. Dibimde vızıldayan iki -belki daha fazla- sinek var zaten, dışarıda yağmur yağıyor ama bu şerefsizler evde takılıyor. Bir sinekkapan alacağım artık, bu neymiş ya! Bu kadar sinir bozucu hayvan olur mu kardeşim? Sen git dışarıda dışkıya kon, çöpe kon; sonra evde yemeğime, vücuduma kon, yok ya! Ketçap mayonez de ister misin? Ya bu mevsimde sinek mi olur, kış uykusuna mı yatıyorsunuz ulan? Neden ben Kasım'ın sonunda, gayet soğuk bir günde sinekle uğraşıyorum? Sizin çoktan soğuktan dolayı ölmüş olmanız gerekiyordu! Herkes haddini, doğadaki görevini bilsin kardeşim, Allah Allah... Sinekler yarım saattir başımda vızıldadığından konu dağıldı: İnternet diyordum. Neyse, özetle Youtube harici bir şey izleyemiyorum yani. Sonra "şu dizi çok güzel, onu izle," "bu anime mükemmel," yok efendim "X'in yeni sezonu çıkmış." Benlik bir durum yok ortada, internet izletmiyor ki. Buradan Balıkesir'deyken "Adada sürekli bilgisayardasın zaten, burada yapma" diyen aileme sesleniyorum: Adadaki internet bir şeyler yapmama izin verse Balıkesir'de bütün gün bilgisayarda olmam zaten! Elli tane yayınlandığı gibi izlemeye başlayıp internet yüzünden yarım bıraktığım anime var elimde. Dizi konusuna hiç girmiyorum çünkü üç günde bir bölüm anca izleyebildiğim Supernatural'dan sonra başka diziye başlama konusunda hevesim yok. Bir bölümü niye ben üç günde izliyorum arkadaş, ya hiç internet vermeyin ya doğru düzgün verin! Olmuyor böyle yarım yamalak.

Geçen yazıda söylediğim İngilizce ve bazı başka dillerde bazı harflerin birden fazla ses değeri olması konusu diğer diller için değil ama İngilizce için "Büyük Ünlü Kayması" (great vowel shift) adlı bir olaydan kaynaklanıyormuş, öncesinde gayet harf ve harf çiftlerinin tek ses değerleri varmış, nasıl okunacağı belliymiş. Günümüzdeki gibi Island yazıp "Aylınd" okuma, knife'ın, knight'ın başındaki K'yi atma gibi durumlar yokmuş. House kelimesi "hus" diye yazılıp okunuyor, "make," "mak" olarak okunuyormuş mesela. Bu can't'in "kant" okunduğu Britanya telaffuzu da ondan herhalde.

Yalnız harbiden çok canım sıkılıyor. İnternet yarım, TV'de şu anlık bir şey yok (18.35 Pazartesi) -olan da gıcık ediyor,- kitap da yok evde. Ne yazacak ne oyalanacak bir şey aklıma gelmiyor, müzik dinleyesim yok ve dışarı çıkmak için hava çok karanlık. Kaldı ki sabahtan beri dışarıdaydım zaten, daha açıkça okulda. Yan dönüp cenin pozisyonunda yatmak şu an aklıma gelen en eğlenceli aktivite, o denli sıkılıyorum. Müzik dinleyeyim bari ya da en kısa zamanda kitap alayım. Ulan müzik dinleyeyim bari dedikten sonra da kulağım ağrımaya başladı, s.kerler, cenin pozisyonunda yatıp hayatı sorgulamaya gidiyorum ben; sıkıntım geçmezse de halıya yatıp ölümü beklerim biraz.

Cenin pozisyonunda yatıp düşünürken neredeyse uyuyakalacaktım, sonuçta geri döndüm. Gerçi neyi kaçta yazdığımı bilmiyorsunuz, bunu yazmamın önemi vardı sanki. Şu talimler konusunda... Kepaze çekip havaya kılıç sallamaktan bıktım. Zaten beraber kılıç talimi yapacağım birini bulmam zor da bari keçe talim kuklam olaydı. Eh, bu gidişle yalnız ölecekmişim gibi görünüyor; eskisi kadar takmıyorum bunu. Ama arkadaş hiç değilse internet tam olsaydı ya! Talim yapacak kişi yok, hayat arkadaşı yok, ev arkadaşı yok (bu durumdan memnunum aslında), aile uzakta, e bari internet tam olsaydı be! Böyle yarım yamalak, var ama olmasa daha iyi... Bir Ege kasabasında sessiz, sakin bir dedeyi yalayasım var şu an, öyle sıkılıyorum. Bu cümle Yiğit Özgür'den bu arada:
sessiz sakin bir dedeyi yalamak istediğimi fark ettim ile ilgili görsel sonucu

Şu an can sıkıntısından at çobanı olmaya karar verdim. Alacağım elli altmış tane at, çıkacağım bir dağ başına, at kılı, kımız falan üretip satacağım; sırf şu sıkıntı geçsin diye! Onun yemiydi, bunun suyuydu, "Dur acıktım şunların birini keseyim"di, "bir tanesi de bineğim olsun"du derken sıkılmam en azından.

Bu arada bütün bu can sıkıntısına rağmen okuluma, işime, amaçlarıma dair hırsımı kaybetmedim. Bazen kaybediyorum, bazen toparlıyorum ama şunu biliyorum ki eğer o hırsı geri dönülemez şekilde kaybeder, o hayalden tümüyle vazgeçersem kaybolurum. Aslında işime, geleceğime dair bir şeyler yapsam da canım sıkılmasa diye düşünüyorum bütün bu sıkıntıda. Genellikle ilk kaybettiğim hırs olurdu ama saçımı yaktığımdan beri (bkz. bir önceki yazı) bazı şeyleri daha az takıyorum ve bazı şeylerde daha ciddiyim. Saçmalıkların bazılarını yok etmenin faydaları düşündüğümden büyükmüş.

Daha önce bir yemeğin hangi kültüre ait olduğunu anlamak için ismine ve diğer halkların da aynı isimle seslenip seslenmediğine baktığımı söylemiştim ama bunun bir istisnası da hikayesi olan yemekler. Ayrıca kesin olarak ne zaman nerede icat edildiği bilinip dönemine uygun olarak isimlendirilen yemekler de var. Mesela Osmanlı saray yemeklerinin çoğunun adı Arapça ya da Farsça kökenli ama Türkiye dışında neredeyse hiç bilinmiyorlar, çoğu Türkiye içinde de sınırlı olarak biliniyor gerçi. Örneğin çiğ köftenin ta Hz. İbrahim dönemine dayanan bir hikayesi var, ha keza tavukgöğsünün de Roma askerlerinin sefer yemeklerinden olduğu biliniyor.

"Nerelisin?" Çok girift bir soru. Kişinin nerede doğduğunu, babasının dedesinin nereli olduğunu ve ailesinin veya kendisinin nerede yaşadığını kapsayan bir soru. Bu üç sorunun da cevabı aynı olanlar şanslı ama üçünün cevabı da farklı olanlar (bkz. Ben) bir de soru yaşadığı yerin dışında sorulduysa ne cevap vereceklerini şaşırabiliyorlar.

E-devlet soyağacı (resmi adı bu değil) çıktığında çok popüler olmuştu, yaşlıların anlattıklarından düzgün bir soyağacı çıkaramamanın hırsıyla baktım ama beşinci nesilden öncesi kayıtsız bizde. Ben sora sora yedi nesil geriye gidebiliyorum, hatta aradaki boşlukları dönem ve kültüre uygun isimlerle doldurup Yahşi Pazarlu Bey'e kadar gidebiliyor, oradan da kayıtlara,  efsanelere bakıp Oğuz Kağan'a kadar varabiliyorum. O bakımdan pek işime yaramadı yani; zamanında kimse dağın başına kadar gelip bizimkilere hüviyet çıkarmamış demek ki.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder