Zil takıp oynayasım var şu an. Sebep? İki sebebi var: Birincisi bir süredir üstümde olan melankoliyi, içimde taşıdığım saçmalıkların bir kısmını ve gerçekleşmesinin mümkün olmadığını bildiğim (neredeyse fantastik evrenlere yakınsayan) birkaç hayali kısa süre önce "Eeeh, s... gidin ulan" diye başımdan savdım, saçımdan bir tutam kesip yaktım (bunu niye yaptığımı sormayın çünkü herhangi bir açıklaması yok. Kültürel bir şey de değil, sadece içgüdüsel olarak yapasım geldi ve yaptım.) ve epey bir rahatladım. Ve bugün, nihayet, sınavlar bitti! Bayağı keyifliyim ki derslerin en az birinden kesin kalacağım, ona rağmen bu denli keyifliyim yani...
Tabi ile tabiinin farkı bir süre kafamı kurcaladı. Tabi "bir şeye bağlı, bağımlı" anlamına geliyor, mesela "Bu şehrin ahalisi o vakitler Kral Maurus'a (böyle biri var mı bilmiyorum çünkü ismi şimdi uydurdum) tabiydi." derken kullanılan kelime (Günümüzde pek kullanılmıyor tabii). Tabii de "doğal olarak, haliyle" anlamında; yalnız hangisi hangisi karıştırdığım bir vakit internette gördüğüm bir şey kafamı karıştırıp tabii yerine tabi yazmama neden oldu. Tabi derken A'yı uzatıyoruz bu arada, Türkçede o im olmadığı için gösterilmiyor ama aslında oradaki harf A değil Á; çok zorlarsan Türkçede  diye gösterip sesletimi ve Türkçeyi katledebilirsin. Tabiide de tabii ki i'yi uzatıyoruz. (Teşekkürler, Bay Aşikar. Bu İngilizce bir cümlenin çevirisi ki bence birebir çevirisinden katbekat daha güzel. İngilizcesi de şu: Thank you captain obvious. Birebir çevirisi de Teşekkürler, Kaptan Apaçık gibi bir şey. Ha bu arada benim İngilizce yavaştan tekrar dirilmeye başladı, yine de hâlâ gıcığım bu dile. Ama en azından cümlelerin çoğunu anlayabiliyorum -yazılı sistemde tabi.- Dinleme hâlâ zayıf. Bak aklıma gelmişken, İngilizler önce dinleyerek öğreniyor bu dili, sonra yazarak öğreniyor. Biz de Türkçeyi aynı şekilde öğreniyoruz, herkes anadilini o şekilde öğreniyor ama yabancı dilleri önce yazıp sonra dinleyerek öğrenme konusunda bir tutku var. Yeri gelmişken Japoncayı önce dinleyip sonra yazıya geçmiştim -anime izlemesem niye Japonca öğrenmeye kalkayım? Manyak mıyım? Susun, cevap vermeyin.- Hâlâ fiil cümleleri ve sayma konusunda zayıfım ama isim cümlelerini düzgünce kurabiliyorum. -İsim cümlesi deyip geçme, İngilizcede bir isim cümlesini kurmak için on tane yardımcı fiil var. Allahtan İngilizler zamanında o 12'den fazla artikeli The, A/An ve No'ya -ben demiyorum, Wikibooks diyor No artikeldir diye. Olumsuz artikelmiş kendisi- sabitlemişler de Almanca gibi bir de artikelle uğraşmıyoruz. Almancada olumlu üç artikel var zaten, bunun olumsuzu var, zamanı var, var oğlu var...- Kanji konusuna girmeyin, kalbinizi kırarım. O değil de parantez içine bir espri yazacaktım olay nerelere geldi, neyse.) Neyse, aslında seslendirmeden nasıl yazacağımı anlamam gerekirdi ama sesletim her zaman yazıya uymuyor, Türkçe gibi her harfin tek bir ses değerinin (ki bu da tartışılır. Mesela Türkçede üç farklı F sesi olduğuna iddiaya bile girebilirim: Biri üflerken çıkan F sesi, diğeri P'den yontma kalın bir F, sonuncu da Arapçadan gelme yarı-peltek bir F. V'de de benzer bir durum var ki her iki harf de Türkçede orijinalde sadece doğa yansıması sesleri olup yabancı diller ve başka harflerin dönüşümüyle sonradan dile girmiş harfler. Öztürkçe kelimelerdeki F için neredeyse her zaman P'ye, V için neredeyse her zaman B ya da Ğ'ye -aslında B, V'ye, Ğ, W'ye dönüşür ama Modern Türkçe Alfabede her iki ses de V ile gösteriliyor; gerçi Osmanlıca, Selçukluca gibi dillerde de aynı harfle, yani vav ile gösterilmiştir ama konumuz bu değil- ulaşılır. Ya da örneğin S başta olmak üzere çoğu harfin sert ve yumuşak iki farklı sesletimi vardır. Saka kuşu derken çıkardığın S ile Sevmek derken çıkardığınız S birbirinden farklıdır ki Türkçenin ilk alfabesi kabul edilen -her ne kadar daha geride bir Hun alfabesinden söz edilebilse, hatta İskit alfabesine dair kanıtlar olsa da- Göktürk alfabesinde de iki S iki farklı harfle belirtilir. Ya da İstanbul ağzında unutulmuş ama yöresel ağızlarda hâlâ yaşayan Ñ, Nç (Burada N ve Ç iç içe geçmiş durumda) gibi sesler N'nin farklı sesletimleri olarak söylenebilir ki İstanbul ağzında Ñ kaybolmuş desek de Tanrı ve Deniz derken çıkarılan N ile Ana ve Nine derken çıkarılan N birbirinden farklıdır, dolayısıyla ñ'nin kendisinin olmasa da etkisinin hâlâ yaşadığını söylememiz mümkün. Ñ ne olan diye düşünüyorsanız, hani edebiyatta eski metinlerde daima Ng diye gösterilen ses var ya, işte o.) olduğu bir dilde bile yazım kimi zaman karışabiliyor. (Diğer dillerde harflerin birden fazla ses değeri mi var? Evet, bazılarında var: Mesela İngiliz alfabesinde A genellikle E'ye denk tutulur ama O, A, I ve alakasız şekillerde okunduğu -ya da hiç okunmadığı- yerler de vardır, bunların hepsi o harfin ses değerleri içindedir; dolayısıyla Türk A'sının tek ses değeri varken -yukarıda bunun tartışılabilir olduğunu söylesem de aksan, sertlik, harfin ne kadar uzatıldığı gibi şeyleri farklı ses değerleri saymazsak yine de elimizde tek ses değeri kalır- İngiliz A'sının dört beş farklı ses değeri vardır ve yerine göre kullanılır) O değil de (bu kalıbı çok fazla kullandığımı fark ettim) bir maruzatımı bildirecektim, olay etimolojik tartışmaya döndü. Gerçi harflerin ses değerleri etimolojinin konusu mu yoksa ayrı bir bilim dalı var mı onu da bilmiyorum.
Eski kelimeleri kullanmayı çok istediğim zamanlar olabiliyor ama pek fırsatım olmuyor bu konuda.
Bir süre internetim yoktu, şimdi geri geldi.
Ama inanılmaz mutluyum ya, sınavlar bitti, oh be! Bu arada internet yokken bir sürü güzel fikir buldum -hatta bir kısmını çöpe attım, öyle boldu fikirler! Şaka şaka, fikirlerin bir kısmı diğerleri kadar iyi değildi o yüzden.- Demek ki şu dediğimi yapıp bir hafta teknolojiyle hiç uğraşmayıp ormanda kalsam -tabi hayatta kalmaya çalışmadığımı, yeterince miktar ve lezzette* yemeğim olduğunu, hazır yakılı ateş olduğunu, üşüme gibi durumların olmadığını; yani her şeyin konforlu olduğunu varsayıyoruz, artık nasıl olacaksa o- dünyayı değiştirecek fikirlerle döneceğim. Tabii yanıma kitap falan da almamam lazım ki oyalanacak bir şeyim ya da odaklanacak ekstra bir şey olmasın da düzgünce düşüneyim. Bu fikirleri bulduğum sırada evde sadece internet değil daha önce okumadığım bir kitap da yoktu.
*Lezzetin de yeterincesi olur, evet. Mesela Indomie Noodle'ın sebzelisi "yeterince" lezzetli bir yiyecektir; yani daha iyi bir alternatifin olmadığı durumlarda gayet güzel yenir, gider, hatta zaman zaman insanın canı dahi çekebilir ama "lezzetli" değil "yeterince lezzetli" bir şeydir, yani tat konusunda aslında sınıfta kalmaktan son anda kurtulmuştur. Yeterince lezzetli olmayan şeylere -ki biz bunlara halk arasında "Nimetle oyun olmaz" diyoruz, "Katletmişsin güzelim yemeği" diyoruz, "Çin işkencesi" diyoruz, zaman zaman ağza alınmayacak, nimete söylenmeyecek şeyler bile söylüyoruz. Dün bizzat hazır çorbanın tekine söyledim mesela.- örnek vermek gerekirse Knorr Çabuk Makarna'yı örnek verebiliriz. Bu "yeterince lezzetli olmayan" şeyleri yemektense açlıktan ölmeyi tercih eden insanlar vardır, düşünün yani.
Kitap demişken, tsundoku olmaya biraz meyilim var ama henüz öyle bir durumum yok. Kendime ait bir kitaplık elde etmeyi bekliyorum, o zaman muhtemelen bu meyil ortaya çıkacak ki istediğim bir durum değil esasen.
O değil de pazara kadar sandviç ve makarnanın gözüne vuracağım herhalde; çünkü evde hazır yemek yok, yemek yapacak malzeme yok, diyelim yemek yapacak malzeme var, bu sefer pişirecek kap yok: hepsi ya makinede ya da kirli. Bugün makinedeki temizleri çıkarıp yeni kirlileri koyayım en iyisi... Ya da boş ver, yarın yaparım. Aman neyse, bugün mü yarın mı bir gün yaparım işte. Muhtemelen bugün yapacağım. Bir tek dün çorba faciasından sonra yaptığım makarna, biraz yoğurt, tost ekmeği, kaşar, salam, turşu, sosis, sucuk falan var. Yalnız ortalama bir büfe açmaya yeterli malzeme varmış evde, oha. Birkaç tane de Trabzon hurması ile limon var. Çok az da kavurma. Tamam, malzeme varmış ama sebze yok, nasıl yemek yapayım bunlarla? En fazla sosisli pilav gibi bir şey yapabilirim yani. Aslında kavurmalı pilav da yapabilirim ama dediğim gibi: Malzeme varsa da kap kacak yok! Bir de beyaz peynir almam lazım, pazar günü pazara gidip alacağım peynirimi. Peynir kalmadı evde. Peynir, yoğurt, bunlar çok güzel şeyler. Yabanmersinli, orman meyveli falan kefiri sevdiğim için sade kefiri de severim diye düşünüp bir tane aldım. Daha doğrusu alamadım, laktozsuz kefir almışım. Ama laktozlu kefir ve laktozsuz kefir arasında çok bir tat farkı olacağını düşünmüyorum açıkçası, fena değil ama meyvelisini içmeye devam ederim artık. Bak, meyveli yoğurt, meyveli kefir... Meyveli peynir üretmedi kimse. Ürettiyse de tutmamıştır. Her yer meyveli peynirle dolsun demiyorum zaten ama tadına bakabileceğimiz az sayıda olsa güzel olurdu. Ben de üretebilirim gerçi, beyaz peynir üretmeyi çok şükür biliyorum. Hatta yumuşaklığını nasıl ayarlayacağımı da biliyorum. Beyaz peynir konusuna dönmüşken; peyniri çok severim. Öyle her peyniri değil ama; iyi beyaz peynir, tulum peyniri, Ezine, kaşar, çedar gibi sevdiğim peynirler var bir de otlu peynir, gouda, edam, lor gibi daha az sevdiğim peynirler var. Peynir konusunda "sevmiyorum" diye bir şey diyemiyorum, üzgünüm. Belki herhangi bir küflü peynir tadarsam bu durum değişir ama sanmıyorum. Kurut peynir sayılırsa eğer daha az sevdiklerime giriyor. Neyse, iyi beyaz peynir hakikatten çok iyi oluyor. İyi peyniri bulmaya ömrümü adayabilirim yani, o derece seviyorum peyniri. Ama tabi bu iyi peyniri bulma çabaları sonucu kendi peynirimi kendim yapma noktasına varabilirim, böyle bir şey de mümkün. Ben bir ara çok az (bir kalıp falan) meyveli peynir üreteyim en iyisi, bakalım nasıl olacak tadı. Beyaz peynire dönelim, beyaz peynirim bitti ve acilen almam lazım. Yani bağımlı olduğum yiyecek içecekler listesi yapılırsa beyaz peynir (ama iyi, sevdiğim tarz beyaz peynir) top 10'a, hatta top 5'e kafadan girer. Listenin bir numarasıysa yine kafadan belli: Soğuk çay. Makarnadan peynire gelip amma uzattım ha. Öyle böyle değil, çok iyi uzattım. Peynir önemli ama.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder