Bayramın başından beri dişim ağrıyor. İlk önce sol tarafımdaki üst dişlerden biri ağrıdı, sonra aynı taraftaki alt dişlerden biri. Şu anda da sol dişlerim komple ağzıma sığmıyormuş gibi. Ağzımı açıp kapatıyorken veya yutkunurken yanağıma, dilime falan çarpıyorlar. Yine sol tarafta bir diş var, dolgulu; onu sanki yerinden çıkmak üzereymiş veya çıkmış gibi hissediyorum. Sallanmıyor ama ezkaza dilim değse sanki düşmekte olan süt dişi gibi hissettiriyor. Zaten kırılmış mı çürümüş mü ne olmuş belli değil ona, öyle bir şey. Lan bir şey yiyemiyorum, çiğnerken sağa sola çarpıyor, dişe bak. Babam bir dişçiden bahsettiydi, sedasyon olduğunu düşündüğüm bir şey yapıyormuş; ilk fırsatta ona gideceğim, bu iş böyle olmaz. Çenemi söküp baştan mı yapar ne yaparsa yapsın, kurtulmak istiyorum artık şu durumdan. Zaten normalde de sol tarafla bir şey çiğneyemiyorum o dolgulu diş sıkıntı çıkardığından, şu anda sağla da çiğneyemiyorum. Ortayla çiğnemeye kalksam sola kayıyor. Böyle diş mi olur mk ya, resmen bağımsızlığını ilan etti iskankâr piç. Lan keşke insan dişleri de köpekbalığı gibi olsaydı, kırılan, çürüyen vs. dişler düşüp (ama ağrısız, sızısız, uğraştırmadan düşüp. Süt dişleri gibi her seferinde çile çekmeyelim, o iş öyle olmaz) yerine yenileri çıksaydı. Biz bu özelliği nasıl köpekbalıklarına kaptırdık ya? Bu arada bunun olmaması, insanlığın bizzat kendi icat ettiği şehir yaşamına uygun olmadığının en büyük kanıtıdır. Malum, öyle bir özelliğimiz olsaydı bitki kökleri ve diğer sert malzemeleri yemek tam bir işkence olurdu. Ha dişler yine de güçlü olsa (mesela o kadar kolay aşınmasa) ama kendini yenileme özelliği olsa güzel olurdu. Yetkili mercilere mektup yazasım var, çözün şunu ya. Artık ilahi bir güç olur, üst-insanı üretmeye çalışan çılgın "bir grup bilim insanı" olur, İllüminati, dış mihraklar falan; kimde böyle bir yetki, bilgi varsa çözsün şu olayı. Hadi bazı şeylere yine katlanalım, ne bileyim? Renkleri değişebilir mesela çürümeden, diş hekimleri taş mı yesin sonuçta. İnsan bedeni amma çok sorun çıkarıyor be! Gece gündüz ağrı kesici içe içe hapçı gibi oldum üç gündür.
Bu arada "Paludaryum" olan Blogger mahlasımı ("Nick" için daha bırak forum sitesini, internet bile yokken çok güzel bir karşılık bulmuş şairlerimiz, yazarlarımız; haliyle "nick"i mahlas diye çevirmekte beis görmüyorum. Aslında genelde "rumuz" diye çeviriyorlar ama eh, blog yazarı da yazardır, dolayısıyla sahip olduğu şey mahlastır) gerçek insan ismi gibi duran bir şeyle değiştirdim. Mahlasın Paludaryum olmasının sebebi ilk blogumu açarken pek bir şey bilmememdi (o bloga bir yazı bile yazmadım bu arada, akvaryum, teraryum ve paludaryum üzerine bir blogdu; daha doğrusu olacaktı), değiştirilebildiğinden de bihaber olduğumdan öylece kalmıştı. Şimdiki mahlas da gerçek adım değil bu arada, Erdem kısmı gerçek ama diğer kısımları değil. Hoş durdu bence.
Staja başladım ve daha önce de fark etmeme rağmen görmezden geldiğim ya da sonrasında inkar ettiğim bir şey fark ettim. Ben aslında, iddia ettiğimin aksine, boş boş durmayı sevmiyorum. Zevk alarak yaptığım bir şeyden sonra bacaklarımın sızısı, kolumun ağrısı, başımın öne düşüp durması... Gerçekten yaşadığımı hissettiriyor. Yorgunluk 1, boş boş yatma 0. Cidden en iyi his bu, mükemmel. Hayatımın kalanını bir restoranda geçirmeye itirazım yok, bununla birlikte muhtemelen bir süre sonra rahat batacak ve farklı bir arayışa çıkacağım. Bütün insanlar doyumsuzdur ve hep farklı şeyler isterler ama ben, aslında göçebeliğe devam etmek isterken zorla yerleştirilmiş bir kan taşıyorum; dolayısıyla bir süre sonra ait olduğum yeri ve kurduğum düzeni parçalayıp fiziken olmasa da ruhen yollara çıkıyor ve başka diyarlara uçuyorum. Bir yere kök salmaktan korkuyorum, dolayısıyla restoranı ya boş verip hayatımı parçalayacağım ya da başka sulara yelken açacağım. Restoran içinde... Aslında bu kulağa o kadar kötü gelmiyor, tek bir konsepte tutunmayı başarırsam eğer, ona bağlı kalmaktan korkmadan yüzleşirsem farklı türlerde restoranlar epey iyi tecrübe sağlar ve bazı şeylere ulaşımımı ve isteklerimden bir kısmını karşılar. Cidden ama cidden, zevk aldığın ve sana yarar sağlayan bir şeyden sonraki yorgunluk hissi paha biçilemez. İlgisiz ve yararsız angaryaların yorgunluğu sadece boş beleşliğin zulmünü getirir ama bu... Cidden, cidden yaşadığımı hissediyorum ve aslında, hayatı, yaşamayı sevmediğimin kendime söylediğim bir yalan olduğunu fark ettim. Ben sadece hayatımın çoğu kısmında yaşadığımı hissetmediğimden o sırada boşuna dünyanın kaynaklarını tüketmekten mutsuzdum, yaşıyor olmamla ölü olmam arasında benim açımdan bir fark yoktu çünkü. Bu his... Tatlı yorgunluk, cidden yaşadığımı hissettiriyor. Çekilen acının ve mücadelenin kanıtı. Bunu daha önce de defalarca tecrübe etsem de hiçbiri bu denli kuvvetli vurmamıştı. Belki de bunu bile unutacağım veya -değişiklik ve seyahat isteyen kanımın ve ruhumun etkisiyle- görmezden gelmeye başlayacağım, yine de şimdilik... En azından şimdilik bütün hayatımı çalışarak geçirmek eskisi gibi korkunç bir fikir gibi gözükmüyor gözüme, kariyer planım için oldukça tatmin edici ve en ulaşılabilir seçenek. Zaten diğerlerinin çoğuna ulaşmak için teknik olarak ya bunu ya da benzeri bir şeyi yapmam gerekiyor. Ama cidden şehir hayatı benlik değil, yine de... Bir gezgin olacak kadar cesaretim olup olmadığından emin değilim, yeteneğe gelince... Birçok şeyde olduğu gibi gezginlik için de herhangi bir yeteneğe sahip değilim. Bu sorun mu ki? Sevdiğin, zevk aldığın bir şeyi yaparken yorulmak... En iyisi bu. Bunlar benim için oldukça basit şeyler aslında: ormanda ufak bir gezintiye çıkmak, bıçak-kılıç bilemek*, mutfakta çalışmak... Bir şeyler yazmayı da sevmekle birlikte o -en azından benim için- pek fiziksel yorgunluk hissettiren bir şey değil, aslında kağıt-kalem çalışmayı sevsem de düzeltmeler, eklemeler ve çıkarmalar ile birlikte son kontroller ve terim/kelime kontrolleri de çok daha kolay olduğundan artık bilgisayar tercih ediyorum. Kağıt-kalem fiziksel bir yorgunluk oluşturuyor elbet lakin onu pek de hoş görmedim imdiye dek. Belki telek ya da divit kullansam farklı olurdu? Gerçi şu an kullandığım kalemi epey seviyorum, benim bir parçam haline geldi artık; liseden beri birlikteyim lan kalemle. Bazı kısımları benim yüzümden mahvoldu ama kaç kez onardım o kalemi. Uçlu kalem tamiratçısı oldum çıktım. O kalem de eskiden taşıdığım şeylerden beri, bir yük değil; eski bir dost veya daha çok aileden biri gibi. Aslında düşündüm de şimdiki hayatımdan koleksiyon benzeri şeyler dışında fiziksel varlığı olan ve yanımda taşımaya devam ettiğim en eski şey kendisi. Bir gün gerçekten artık çalışmaz hale gelirse (daha önce birkaç kez öyle olduğunu düşündüğüm oldu ama her seferinde tamiratı başardım) hâlâ yanımda, daha doğrusu koleksiyonumda tutmaya devam edeceğim bir şey.
*Eğer bu işi koleksiyona döndürürsem bayağı açılmamış kılıçları/bıçakları açma işine bile girebilirim, bıçak yapımına da teşne olabilirim. Bu işi koleksiyona döndürmemi engelleyen iki şey var: Birincisi kendi evim olmaması, ikincisi kendi paramı kazanmamam. İkisi de birbiriyle ilintili gerçi. Sonuçta onun henüz zamanı var; bazı şeyler olur, bazı şeyler olmaz, bazı şeyler bekletilir. Bu kadercilik değil, sadece "Olup olmayacağını ve hangi koşullarda olacağını bilmediğim kayıp geçmişe ait yok olmuş geleceğe ağıt yakmanın yararı yok" tavrı.
Kino no Tabi'yi izliyorum şu aralar, çok güzel seri lan. Mükemmel. İçimde gerçek anlamda seyahat isteği oluşturuyor ama bunun için birçok eksiğim var. Para bir şekilde çözülür, hatta hiç para olmadan da seyahat edilir, örnekleri var. Mesela Christopher Johnson McCandless. Ha Türkiye'de hem kanunen hem psikolojik olarak hem de kelimenin tam anlamıyla sikerler, o ayrı (İğrenç ve her halükarda onursuz ve vicdansız bir şey olan tecavüzü bu şekilde basitleştirmek istemesem de cümle bütünlüğü açısından mecburum; "hayatta kalmak için her yol mubahtır" durumunda bile kabul edilemeyecek bir şey bu. Kurduğum cümle cinsiyetten bağımsız bu arada, damacana diyeyim siz anlayın). Ya insanlardan uzak durun ya da bıçak falan taşıyın. Psikolojik ve kanunen olan konusunda etkisi olmaz ama en azından fiziksel tehditlere karşı az da olsa caydırıcı olur. Ateşli silahlar için de ruhsat falan gibi belgeleri bütün yol boyunca yanınızda taşımanız gerekiyor jandarma sizi terör bağlantısından nezarete almasın diye, bir de bıçağın tutukluk yapma ya da ters patlama gibi sorunları olmaz. Ha bir de bıçak yeterince yakın mesafedeki bir ölüm kalım durumunda düşündüğünüzden çok daha hızlı ve efektif kullanılabilir. Karşınızdaki kişide taramalı tüfek falan varsa fırlatmak dışında kullanamazsınız tabii. Taramalı mı? Oha, Counter mı oynuyorsunuz, ne taramalı tüfeği lan? Olsa olsa tabanca olacak işte. Ateşli silahın belgelerinin vs. Külfetini alıyorsanız taşıyın, bana ne? Bisiklet, motor, karavan, araç, yat, özel uçak (Oha!), at gibi bineklerin hepsinin kendince külfetleri olsa da bir şeyi gerçekten isteyen biri külfetleri de göze almalıdır. Yine -belki çoğu kişiye göre bunların hepsinden fazla- külfeti olsa ve diğerlerine kıyasla uzun süreceği aşikar olsa da yürüyerek seyahat de mümkün. Yapılmışı için tıklayın. Bazı ekipmanlarım eksik; pahalı ya da nadir şeyler değiller, sadece almayı ertelediğim şeyler. Onları kanatlarımı açmaya gerçekten karar verirsem almak için bekletiyorum. Bir de yetenek, şans ve sabır gibi genel anlamda başarısız biri olmama neden olan üç büyük eksiğim var. Yetenek bir şekilde hallolur, sabır... Aslında sevdiğim şeylere karşı gayet sabırlıyımdır, şehir denen hasta yapılanma ve insan denen zerzevat sürüsü beni sabırsız kılıyor. Yalnız konudan saptım yine, bende böyle bir etkisi oluyor ama animenin mükemmel ötesi olmasının sebebi bu değil elbette. Farklı geleneklere, bakış açılarına sahip ülkelerde* farklı şeyler görüyoruz (genelde alegorik ve felsefi oluyorlar)... Yok, ben bunu anlatamadım; ya anlatabilen birinden dinleyin ya da boş verin, açın izleyin. Animenin sadece iki kusuru var: Birincisi çoğu şey açıklanmadan geçiliyor (Gerçi geleneğin açıklaması mı olur? Her bölümde de farklı ülkedeyiz zaten), ikincisi eski olduğundan (2003 yapımı olanı izliyorum, 2017 yapımını değil; ona belki sonra bakarım) en azından ilk bölümler için Mail.ru ve SIBNET dışında bir seçenek yok. Bu arada Türkanime'deki sırayla değil çıkış sırasıyla (yani olması gerektiği gibi) izleyecekler için söylüyorum: Kino kız. 4. bölüme kadar kendisinin cinsiyetini pek umursamamış ve bir iki kere "Ne acaba bunun cinsiyeti?" diye düşünmüş olduğum halde genel olarak erkek muamelesi yapmıştım kendisine. Öyle görünmesi benim suçum değil ama; kat kat motorcu kıyafetinin altına bir şeyler çizip güzelim animeyi fanservise boğun demiyorum ama saçı kısa (hadi bunu da geçtik, saçı çok daha kısa olan anime kızları da gördüm), yüz hatları belirsiz (normalde animelerde trap'ler ve benzerleri haricinde yüz hatları karakterin cinsiyetini ele verir), seslendirmen de cinsiyetsiz bir ses yapmaya çalışmış olsa gerek, kendi kadın olduğu için erkek sesiyle birleştirmiş ama ayarını tutturamayınca da sesi daha çok erkek sesine benziyor. Ha ama tamamen erkek sesi olmadığı da doğru. Bunlar kusur değil bu arada, cinsiyetini soran ya da kendisine bay/bayan diyen herkese "Ben Kino." Diyor (Najimi misin mübarek?); sadece neden cinsiyetini pek de umursamamakla birlikte genel anlamda erkek muamelesi yaptığımı açıklamaya çalışıyorum.
*"Kuni" böyle çevrilmiş ama aslında diyar daha uygun bir çeviri, illa yabancı kökenli olmasın deniyorsa "İl" de olur. İl, günümüzde şehir benzeri bir anlamda kullanılsa da aşağı yukarı "diyar" demektir, Balkan illeri denirken Balkanlardaki şehirler değil Balkanlar bölgesinin geneli kastedilir örneğin. Yine Dede Korkut'ta "Oğuz İli" denilen yer şehir değil bildiğin ülkedir; buradaki "kuni"ler ise ülkeden çok şehre benziyor. Gerçi bu durum birinci olarak animenin eski sayılabilecek bir anime olmasından, ikincisi de çeviri hatalarının ve Onee-san diye seslenen kişiye altyazıda "Kardeş" dedirtmek gibi dandik durumların da kaynağı olan İngilizce çevirmenlerin "Amaaaan, sikmişim Japoncayı." tavrından kaynaklanıyor Türkçe çevirmenlerden çok. Bizim çevirmenlerde de biraz suç var tabii, insan bir dinler bakar (Gerçi bir kez altyazı düzenledim, hani harbiden bir yandan çevirip bir yandan izleyip dinlemek zor; önceden bölüm izlenip not alınsa verimli olur anca) ama suçun büyüğü bu kez (ilginç bir şekilde) İngilizce çevirmenlerde.
O değil de acaba bu anime kısımlarını okuyan var mı? Kim ne okuyor belli değil, çoğu yazıyı sadece iki kişi okuyor; onlar da hep aynı iki kişi mi farklı kişiler mi bu belli değil, belki sadece bazı kısımları okuyup geçiyorsunuz. Çok da önemli değil zaten, blogun çok okunmasını isteseydim "halka açık günlük" ile "deneme tahtası" arasında bir şeye döndürmez, eski başlıktan devam edip sadece doğa, akvaryum ve anime yazıları yazar, aralarından birini seçip blogu onun üzerine inşa etmek için temizler veya birkaç ek konu daha eklerdim. Hatta bambaşka bir şekle bile büründürebilirdim ortamı. Bu yazıları sadece içimi dökmek için yazıyorum ama günlükten biraz farklı, bu blogda içten içe birisine (böyle de belli birinden bahsediyormuşum gibi oldu, herhangi birisine) ulaşmasını umduğum yazılar var; günlük tutmak istesem kağıt kalem kullanırım. Aslında bu blog, varlığımı kanıtlamak için var. Eskiden beri özellikle sıkıntımı yazıya dökme adetim vardır, konuşmakta pek başarılı değilim. Hoş o yazıları daha sonrasında ya yok ettim ya da sıkıca sakladım yani haber niteliği taşımadı. İnsanlar beni geriyor; ya "ağzından kerpetenle laf alınan" ya da "Çok konuşan ama hiçbir şey söylemeyen" bir duruma geliyorum. İkincisi samimi olduğum ve saklayacak az şeyim olan insanların yanında oluyor. Her insanın saklayacak bir iki şeyi vardır bu arada, bazen kendi bile bilmez, bazense kendi kendine açık eder yani fiiliyatta bir gizleme durumu olmaz ama saklanması gereken şeyler insanı insan yapan şeylerden biridir. Bunun illa büyük veya önemli bir şey olması gerekmez, en önemsiz konu hakkındaki en önemsiz düşüncenizi bile içgüdüsel olarak veya başka nedenlerden kendinize saklamayı tercih edebilirsiniz. Saklamak yalan söylemek anlamına da gelmez, sadece fikir belirtmemek anlamına gelir; konu açılmadıkça ortaya dökülmesi için bir sebep yoktur ve çoğu insan, konu içinde onu aklına bile getirmeyecek kadar doğruya zaten sahiptir. Gerçi konuşma anlamında artık eskisi kadar beter durumda değilim, diyalog sürdürmekte hâlâ başarılı olmasam da en azından kurulan diyaloğa katılmakta geliştim.
Şu bahsettiğim blog hikayesi hani, "Ejderha ve Mühür" adı; ilk beş bölümün tamamı ile 6. ve 7. bölümlerin bir kısmını çoktan yazdım ama bu hikayede bazı tasvirler olsun istiyorum. Ranobenin olayı tasvirdir sonuçta. Bir denedim ve herhangi bir şekilde insan çizemediğimi tekrar teyit ettim, aslında "üstüne çizmelik insan eskizi" Google Görseller'de bolca var ama onu çıkarttırması ayrı, temize geçirmesi ayrı, silmesi ayrı dert. Aslında şöyle hazır eskizler ve karakteri kendi hareket ettiren çizim programları olsa güzel olurdu diye düşündüm ama sonra onun için çizim tableti lazım olduğu aklıma geldi, kağıt kalemle düzgünce çizebildiğim şeyleri bilgisayar faresiyle öldür Allah çizemiyorum. Şimdilik almayı düşündüğüm bir şey olmadığı için boş verdim, eşya ve ekipman tasarımlarına yönelmek niyetindeyim ama daha ilk çizmeye çalıştığımı bile elime yüzüme bulaştırdım. Sebep? Çünkü kendisi insan fiziğini bilmeyi gerektiren bir çeşit kıyafet/zırh. Tam olarak kol zırhı aslında, Türkçede kolçak denir. Aslında insan çizemememin temel sebeplerinden biri insanların nasıl görünmesi gerektiğini bilmemem. Her gün gördüğüm veya oturup "sohbet" olarak adlandırılabilecek konuşmalar yaptığım kişilerin genel görünüşleri hakkında fikirlerim var tabii ama genel olarak insanlara pek dikkat etmem. Balıklara hep dikkat etmişimdir, küçüklüğümden beri akvaryumum olduğu* için birçok farklı türün hem görünüşünü hem davranışlarını (farklı ortamlarda ve farklı türlerle birlikteki davranışlarını) yakından inceleme fırsatı da buldum. Dolayısıyla onları en azından genel anlamda, hangi balık oldukları anlaşılacak şekilde çizebiliyorum. Çizmeye çalıştığım insanlar... İnsana bile benzemiyor, maymuna falan da benzemiyor; daha çok uzaylı gibi duruyorlar. Hikayeye dönersek: Aslında ilk planım farklıydı ama hem yazma tarzım (bunu yazma tarzım, genel anlamda bir tarzım var elbet ama hikayeye göre o tarzı farklı şekillerde kullanıyorum) hem de Kino no Tabi'nin ve You-zitsu'nun ranobesinin etkisi (Yazdığım şeyler tükettiğim şeylerden aşırı etkileniyor, bununla birlikte "kopya" ya da "çakma" denilebilecek, en azından tamamının öyle olduğu söylenebilecek, bir iş çıkarmadım şimdiye dek) bu hikayeyi ana karakterin (ya da karakterlerin, çok emin değilim. Yok, diğerleri ikincil ve üçüncü oyuncu, tamam) farklı farklı varlıklarla (Kıyısına köşesine fantastikliktir, ruhtur, büyüdür sıkıştırmadığım hikayem yok) sohbet etmesi şeklinde ilerleyecek.
*Şu aralar yok gerçi ama yerleşik düzene geçer geçmez kuracağım. Yerleşik düzene geçmez de karavan falan alırsam da ona kurarım, sıkıntı yok. Gerçi yerleşik düzen dediğim de yarı-göçebeliğe oldukça yakın olacak muhtemelen ama günümüzde akvaryum teknolojisi çok gelişti, akvaryumu yanında taşımakta ısrar etmezsen ve uzakta kalacağın süre bir yıl, beş yıl, Tibet'te Nirvana'ya ulaşana kadar falan gibi uzun süreler değilse yarı-göçebelik bir sıkıntı değil artık.
Hazır hem akvaryum demiş hem de animeden bahsetmişken, Kakegurui izliyorum şu sıralar. Bununla yayınlandığı dönemde "Çılgın lezbiyenler kumar oynuyor" diye dalga geçilirdi (ve izlediğimden gördüğüm kadarıyla gerçekten o lakabı hak eden bir seri), yüzleri çirkinleştirme sahneleri falan neyse de ben başka bir şeye takıldım. Öğrenci Konseyi* odasında bir akvaryum var, duvardan duvara. Lan nasıl bir camdan yaptınız onu, sekizinci bölümdeyim; oraya da nasıl geldim belli değil, en son "2. bölüme geçeyim bir" dediğimi hatırlıyorum; bir şekilde sarıyor. Bazuka atsan kırılmayacak cam neredeyse, bizim 60 lt. su basıncı azıcık fazla gelince çatlayıp sızıntı yapıyor(du). Kurşun geçirmez cam falan da değil, neler neler attılar oraya? Kurşun geçirmez cam bile kırılmasa da en azından çizilirdi o kadar darbeye, konsey duvarları (Akvaryumu duvardan duvara yapınca duvarın yerini akvaryum alıyor haliyle) sapasağlam maşallah. Söyleyin biz de alalım o camdan, gerçi paramız yetmez muhtemelen ama olsun. Ha "neon tetranın, çöpçünün, bitkili karışığın içine niye arovana attınız lan?" sorusunun cevabını konsey başkanı verdi, "O kadar büyük akvaryum bitkili neon için kullanılır mı?" desem de aynı tıynette bir insan olduğumu hatırlamam uzun sürmedi. Ben kesinlikle bitkili karma-canlıdoğuran tipiyim, o akvaryumu bana verseler neon tetra olmasa da lepistestir, elma salyangozudur, melek balığıdır takılırım. Aslında melek balıklarının neonları avlamak gibi bir huyu olmasa (Her ne kadar uysal, sakin desek de özünde etçil çiklitler bunlar) neon da koyardım, sırf melekler yemesin diye koymuyorum. Niye planlamaya giriştim lan ben şu an? Olaylar çok ani gelişti.
*Bir animenin olmazsa olmazları:
1. Sahil bölümü
2. Eğer ortada bir okul varsa öğrenci konseyi de vardır. "Belli ki var" denilip geçilemiyor öyle, karakter olarak dahil olup olayların içine girmeliler
3. Eğer isekai varsa harem de vardır.
Bunları içermeyen anime onay alamıyor, Kiniro Mosaic de dağa gittikleri bölümünü "sahil bölümü" diye yutturmayı başarıp geçmiş sansür kurulundan, "öyle diyolla". Aklıma geldi de Barusu ve Kazuma'nın haremi yok. Barusu'nun var sayılabilir belki; sonuçta Emilia var, Rem var, Patrasche var (ejder mejder, var yani, itiraz edebilir misiniz?), Echidna var, birkaç kişi daha var ama... O zaman üçüncü maddeyi "Anakarakteri torpilli, hayvan gibi güçlü isekai varsa harem de vardır." diye değiştiriyoruz. O değil de Barusu'nun haremi olmadığını kabul etsek bile Regulus denen manyağın haremi var. Bu arada Regulus: O ağzını birbirine yapıştırayım e mi, bu kadar konuşan karakter mi olur lan? Hayır bir de paso boş yapıyor, telefonu fırlatıp atasım geliyor o konuşurken. Barusu'nun haremi hakkında "Az önce saydığın onca isim ne oldu?" Cevap: Emilia dışında alayı reddedildi, Patrasche de yer ejderi olmasından yırttı; 2. sezondan spo verdim mi acaba? 2. sezonu izlemek istedim ama boyna telif yemiş oynatıcılar vardı, ben de "Eeeh, ranobeyi okudum/okuyorum sonuçta. Görmesem de olur" dedim, saldım. Aslında 3. madde durabilir, Kazuma'nın durumu iç açıcı olmasa da herif zaten başlı başına isekai anakarakterleriyle dalga geçmek için üretildiğinden bir şey yapamıyor. Trol karakter öyle değil böyle olur Saitama! Gerçek One Punch Man de Saitama değil Kamijou Touma'dır bu arada (Uzun zamandır bunu yazmak için fırsat kolluyordum, ayağıma geldi), herif her dövüşü rakibinin yüzüne tek bir yumruk çakıp rakibi kızsa (genelde öyle oluyor) haremine ekleyerek (tabii bundan kendisinin haberi olmaması da ayrı bir konu) kazanıyor lan. Hadi büyüyü ve özel gücü Imagine Breaker kesiyor anladık, 0. Seviyeyle dövüşürken o yumruk nasıl işe yarıyor lan?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder