Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

29 Ağustos 2020 Cumartesi

He Öyle İşte, Şöyle Böyle Bir Şeyler (Rastgele Gülüş Koyacağım Lan Artık, Vallahi Yeter)

Semizotu kadar kültüre alınması saçma, mantıksız bir bitki yok. Bir bitkiyi niye kültüre alıp ehlileştirirsin? Birkaç sebebi vardır, bunlarda tek biri ya da birden fazlası geçerli olabilir: Meyvesini veya artık hangi kısmı kullanılıyorsa onu büyütmek (Mutfak alanında "sebze" sayılan neredeyse bütün bitkiler: hıyar, karnabahar, domates, brokoli... Ayrıca hemen hemen tüm meyveler: Karpuz, elma...), daha uzun süre ve daha verimli bulunmasını sağlamak (Buğday, mısır ve hemen hemen tüm tahıllar, ayrıca birçok kök bitkisi: Havuç, soğan, sarımsak...), olumsuzluklarını (genelde zehir) gidermek (Patates, patlıcan, domates) vesaire. Yabani semizotunun yaprakları tarla semizotuyla neredeyse tamamen aynı boyutta, üstelik tek sapta/kökte çok daha fazla yaprağı var yabani semizotunun. Tarla semizotunun mevsimi varken yabani semizotu kart da olsa yaz kış demeden bulunabilen bir bitki. Ayrıca acayip arsız bir bitki, domates başta olmak üzere meyvesi mutfak alanında sebze kabul edilen neredeyse bütün bitkilerin yanında hediye olarak veriliyormuş gibi saksıda bile çıkıyor; haliyle bulunamama gibi bir sorun yok, hatta tarla semizotunun ekilmesi, sulanması vs. gerekirken yabani semizotunu istesen bile öldürmen epey zor. Ayrıktan arsızdır bu ot. Yabani semizotunun tek bir olumsuzluğu var: Çok bilmeyen biri zehirli olan sütleğen ile*1 karıştırabilir ama tarla semizotu yapay durması (Yani bana öyle bir his vermesi, pazarda tanıyamıyorum bu bitkiyi ama sal beni tarlaya, yabani semizotları ve sütleğenlerden iki sepet getireyim birbirine karıştırmadan) haricinde sütleğene çok daha fazla benziyor. Bu arada yapaylık hissi de mat yapraklardan geliyormuş bana, az önce fark ettim.

*1: Ki zaten sütleğen botanik açısından semizotunun zehirli ikizidir, böyle bir kavram vardır botanikte: Yenilebilir/şifalı bitkilerin çoğunun bilenin (genelde) rahatça ayırt edebileceği (tabii bilen için bile her zaman kolayca ayırt edilemeyebiliyor ama genelde iki bitkiyi de iyi tanıyan biri ayırt etmekte zorlanmaz çoğu bitki için; ha botanikçileri bile zorlayacak denli benzeyenler de var tabii ama onlar konumuzun dışında) ama çok bilmeyenin de kolayca karıştırabileceği birer zehirli ikizi vardır.

Bak bu tarla semizotu, içinde on iki tane falan kök olan bir demet:

Semizotu Siparişi | SEBZE MEYVE DÜNYASI | 0216 491 05 70

Bu yabani semizotu, tek kök:

LOBBi

Aha bu aşağıdaki de sütleğen. Bu arada sütleğen zehirli olmasına rağmen aynı zamanda bir şifalı bitki ama hem binlerce yıldır bütün kültür ve coğrafyalardan otacı ve şifacılar hem de günümüzün eczacıları (bu arada eczacı ilaç alım satımıyla uğraşan kişi değildir, bayağı bilim insanı, adeta atanamamış biyokimyagerdir; bunu da belirteyim, öbürünün adı ilaç mümessilidir) der ki: "Zehirle ilaç arasındaki tek fark miktarıdır." Su zehirlenmesinin ne olduğunu araştırarak da bunun doğruluğunu kendiniz teyit edebilirsiniz.

Sütleğen otu nedir? Sütleğen otunun faydaları nelerdir? Sütleğen ...

Yani semizotu kadar kültüre alınması mantıksız bir bitki yok, bitki dediğin avantaj için kültüre alınır; burada tam aksine tarla semizotu dezavantajlı. Lan yabanisi her mevsim olan ot kültüre alınınca neden mevsim kazanıyor, domatese bibere mi özeniyor? Bunun açıklamasını borçlusun ey semizotunu kültüre almanın iyi bir fikir olduğunu düşünen ilk insan evladı! Gerçi şu mevsim durumu ekme ve biçmeyle ilgili olabilir, belli bir mevsimde ekince belli bir süre olgunlaşması gerekiyor; o zaman tohumluk ayrılanlar dışında tamamını toplarsan da mevsimi oluşuyor tabii. Bu arada yabani semizotunun tadı da tarla semizotuna bin basar ama o böğürtlen, çilek gibi diğer asıl tadını mineralden alan bitkilerde de gerçekleşen bir durum olduğundan üstünde durmadım. Elmanın mesela yabanisi acılık ve ekşilikten neredeyse yenemez bile*, armut ve kiraz da hakeza çünkü bunlar tatlarını esas olarak mineralden almazlar, çevre ve özellikle de ışık tada daha çok etki eder; bunun temel sebebi de yer bitkisi değil yüksek dal bitkisi olmalarıdır.

*Yedim bu arada, tecrübe konuşuyor yani; Türkiye'de Malus sylvestris yetişir, hoş bahçe elmasının yani M. domestica'nın yabanisi M. sylvestris değil M. sieversii ama M. sylvestris de çiçek elmaları içinde örnek türdür ki Sylvestris adından da bunu anlayabilirsiniz, "Orijin"e verilme adeti olan bir isimdir bu; ayrıca yabani böğürtlen ve çilek de yedim, Türkiye'de Fragaria vesca da yetişir. Ulan Batı Asya ve Avrupa'nın hemen her yerinde yabanisi yetişip Fransa'da kültüre alınan çilekle 12. Yy.da yazılmış Mevlana mesnevisinde bile bahsedilen nohutu da Amerikalı yaptılar ya, daha hiçbir şey demiyorum ben. Patlıcan Çinli, hıyar Hint bu arada; o ikisi de Amerikalı değil. Domates ve patates Amerikalı ama; o tamam, onda sıkıntı yok.

Hayatımı (geçen yazıda da anlattığım geldiğim çarpık zihinsel ve bilinçsel durum nedeniyle) yarı hayat muhalifi tam sefa pezevengi mandıra filozofu olarak geçirmeye karar verdim. Öyle de böyle de yalnız öleceğim aq, bari kimseyi takmayayım da şanım yürüsün. Staj bir bitsin hayatımı o yöne sokacağım. Ben şehirleşmeye karşıyım, ben para için çalışmaya hatta paranın kendisine karşıyım, ben takım elbiseye karşıyım hele kravata iyice kafam girsin, ben saç kestirmeye karşıyım, ben endüstriyel hayvancılığa karşıyım, ben altıpatlardan yüksek silah teknolojisine karşıyım diye diye dolanmayı planlıyorum ortalıkta. Ha bir de bir adet deli raporu almayı planlıyorum, hayatımda çok avantajı olur gibi. Normal zamanda aklıma gelen ama söylemediğim, hatta "Lan saçmalama" diye kendimle kavgaya giriştiğim her türlü düşünceyi söyleyip normal davranırsam* pek zorlanmam diye düşünüyorum açıkçası.

*: İşte bu yüzden "normal" kavramına karşıyım. Benim normalim bu kardeşim, Allah Allah? Japon için de kahvaltıyı pilav ve kızarmış balıkla yapmak normal, Fransız için de bayağı bildiğimiz bahçe salyangozunu şarapta pişirip ıspanak tıkarak emmek normal (Escargot), Perulu için de Gine domuzunu (Kobay) kızartıp yemek normal (Cuy). Ya da yemekten gitmezsek mesela Yunan için kutlama esnasında evde tabak bırakmamak normal (Sirtaki), Amerikalı için eve ayakkabıyla girmek normal, İngiliz için soğuk ve sıcak suyun farklı musluklardan akması normal, Rus için kafana içine kurşun koyduğun bir tabancayı dayayıp sırf ölmeme ihtimalin DE olduğu için ateşlemek normal (Rus ruleti). Şu anda "Yeni normal" denilen şeylerin çoğunluğu olmasa epey fazlası eskiden de benim günlük hayatımın parçasıydı mesela, benim için o "yeni" falan değil direkt normal. Normal nedir, onu bir söylesene bana önce. Normalmiş, peh! Sensin normal! Hiçbir özelliği olmayan sıradan tiplerin sığındığı kalkandır normal kavramı! Normunuzu alıp bir tarafınıza... Niye bu kadar gaza geldim lan ben?

Mesela en bilindik yazar triplerinden biri de "Bir yerden sonra hikaye kendi kendine aktı"dır, özellikle Stephan King ve GRRM çok yapar bu açıklamayı. Şimdi, daha önce "Okunması için yazılan tiyatro" olayında olduğu gibi sırları deşmemi, geçirmemi bekliyorsanız... Çok beklersiniz zira bu tamamen anlaşıldığı şey kasteden bir söz. Yazarın görevi hikayenin yolunu belirlemek değildir, yazar karakterleri, temel olay örgüsünü ve çatışmaları oluşturur, bazen aklında bir son belirler bazen belirlemez ki zaten belirlese bile esnetilebilir bir son olur, ilk kısımları yazmaya başlar; olaylar ve karakterler oluştukça, özellikle de çatışmaların zemini hazırlanırken karakterler irade kazanır, evrende hiç bilinmeyen bir yerlerde bir şeyler olur ve zaman içinde hikaye kendi yolunu bulur, yazarın görevi suya yol açmak değil; yolunu bulan suyu çatışmalarla bulandırmak ve dökülmesi gereken denize ulaşamayacak bir yöne saptıysa engel olmaktır ki bu da bazen karakter öldürmek, belli bir bölümün tamamını silmek ya da aklındaki temel olay örgüsünde değişiklik yapmak gibi çok ciddi müdahaleler gerektirebilir; GRRM bunu yapmaktan kaçınmayan bir yazar mesela, kaçınmadığını açıkça söylüyor; Stephan King kaçınıyor açıklamalarından anladığım kadarıyla, öyle olunca da işler toparlanamaz şekilde çığrından çıkıyor tabii. Hoş bunda Martin denen hıyarın bol kepçe karakter oluşturup Stephan King'in figüran bile eklememesi de etkili olabilir. Bu bahane değil hakikattir özetle. Mesela yüzüktayflarının sudan korkması gibi evrenin temeline konulan bir fikir, akan suya müdahale etmemek için bizzat Tolkien tarafından imha edildi fantastik edebiyat kavramının oluşmasını sağlayan o meşhur eserde. Hikayeler kendi kendini anlatır, yazar sadece bir aracı, belki bir çeşit tercümandır; yazar kitabın tanrısı değildir, belki kitabın "derin evreni" gibi, gerekli gördüğü müdahaleleri yapan ama temelde sadece aktaran biridir. Aslında yazar, evreni kurması açısından deistik bir varlığa benzetilebilir belki ama yazar müdahale yapma gücünden yoksun yahut müdahaleye isteksiz değildir, yalnızca gerekli gördüğü zaman, çok ciddi olan şeylere müdahale eder; geri kalanını evrenin, haliyle öykünün kendisine bırakır. Bu arada evren dedim diye fantastik/bilimkurgu gibi almayın, "bizim dünyamız"da geçen gerçekçi (Bana "Gerçek nedir?" diye sordurtmayın, geçen yazıdaki şizofreni kuruntumu temellendirip anlatır, alayınızı paranoyağa çeviririm! Gerçekmiş...) kurgular da içerdikleri karakterler, olaylar vs. ile kendilerine has birer evrendirler. Bu arada Orta Dünya olsun, Batıdiyar olsun, hatta GORA bile bizim televizyonların (bilhassa son zamanlardaki) yaz dizilerinden de günlük dizilerinden de çok daha mantıklı temeller üzerinde yükselen çok daha gerçekçi evrenlerdir, bunu da belirteyim.

Öncelikle siyasete ve her türden siyasi görüşe kafam girsin. Sonralıkla bir siyasi görüşüm olmasa da kendimi illa konumlandıracaksam Turancılığa yakın bir yerde konumlandırırım. Bununla birlikte, günümüz şartlarında "Turan Birliği" pek de mümkün değil. Neden peki?

Birincisi bu Turan birliği kimleri kapsayacak? Sadece Türkî halkları mı yoksa Ural halkları ile Türkî olmayan Altay halklarını da mı? Türkî olmayan Altay halklarını kapsayacaksa "Dış Altaylar" gibi bir şey denebilecek, diğerleriyle dilsel, tarihi ve kültürel açıdan daha az bağı olan Koreli, Ainu ve Japonlar buna dahil edilecek mi? Peki ya Türkçülerin genellikle Türk olduklarını söylediği, kendileri Slav olduklarını iddia eden; hakikatte Türk-Slav kırması olan ve şu anda diğerlerinin tümüyle alakasız bir Slav dili konuşan Bulgarları ne yapacağız? Hele bir de kendileri genellikle Türk olduğunu söyleyen, esasında soy olarak Bulgarlardan hiç farkı olmayıp bir tek Müslüman olmaları farkı olan ve Bulgaristan'da azınlık olarak yaşayan Pomakları ne yapacağız?

İkincisi için birinciye bir cevap bulmamız gerekiyor; cevabı "İç Altaylar ve Macarlar" olarak verelim şimdilik. "Neden Macarlar var da diğer Ural halkları yok?" sorusunun cevabı ise şu: Finler ve Estonlar köklerini takmazken Macaristan'da Turancı bir siyasi parti var da ondan. İyi de İç Altaylar arasından kendi ülkesi olmayan çok grup var. Örneğin bugün çoğu Libya'da yaşayan, Abbasiler döneminde başlayıp Memlükler ve Osmanlılar zamanında iyice fazlalaşmış Kuzey Afrika Türkleri var, İran Türkleri (ki çoğu Safeviler döneminden kalma Azerbaycanlılar), Alamancılar, Irak (Türkmeneli) Türkmenleri falan da var. Hadi onları "Zaten başka vatandaşlıktan memnunlar" deyip görmezden gelsek de*1 kendine ait özerk bölgesi olan, yani devleti olan ama bu devlet başka bir devletin hükmünde bulunanlar var. Çuvaşlar, Uygurlar (hoş o da nasıl özerklikse, inim inim inliyorlar Çin işkencesi altında) Karakalpaklar, Gagavuzlar, Tatarlar, Buryatlar... Hele Karakalpaklar (Bu arada bunlar Terekeme de denen Oğuz-Azer halkı Karapapaklar değil, onlar başka) kendileri de bir Kıpçak halkı olarak bir Kıpçak devleti olan Özbekistan'a bağlılar, bu konuda Özbekler ve Karakalpaklar ne diyecek mesela? Ha bu birlik tek bir yerden yönetilen devlet değil de Avrupa Birliği benzeri bir şey olursa Karakalpaklar açısından sorun çıkmaz, yine de hâlâ diğerleri var. Ha bir de bu birlik bu şekilde kurulsa ilk başta Çin ile savaşa tutuşur çünkü Çin'in Moğolistan'ın güneyinde işgalci konumda bulunduğu ve Batı Çin'de Çinlilerden çok bulunan Türk-Moğol grupları olduğu gerçeği var.

*1: Bu arada diğerleri olabilir ama Irak Türkmenlerinin hele de başka bir halka ait özerk bölge içindeyken memnun olduğunu pek sanmıyorum, bu adamların resmen kendilerini yönetenlere "Kafanızı keseceğiz" mesajı veren "Biziz Türkmen Gençleri" diye marşları var lan? Bu arada kendileri hani şu meşhur "Misak-ı Milli'de Türkiye'ye dahil olup şu an Türkiye'ye bağlı olmayan, yani teknik olarak işgal altında bulunan" topraklarda yaşamaktalar.

Üçüncüsü İç Altaylar tarihin hiçbir döneminde bütün olmadı. Alp er Tunga, ilk alptır ama hükmü yalnız Sakalar üzerindeydi. Tarihi olarak Orta Asya halklarını ilk kez birleştiren Mete Han (ki kendisini satan babasının kendine bağladığı halklar olmasaydı o iş biraz zordu, Tuman "Teoman" Han'ın da hakkını vermek lazım), ömrü boyunca Hunlara bağlanmaya yanaşmayan Türk ve Moğol obalarıyla uğraştı. Bugün bir destan kahramanı olan, genelde Mete Han ile aynı kişi olduğu düşünülse de benim pek ihtimal vermediğim ve muhtemelen Mete Han'dan daha eski bir zamanda yaşadığını düşündüğüm Oğuz Kağan, destanda "Tümen"dir, Türkleri birleştiren kişidir ama destan, ayrıca Oğuz Kağan'ın hükmedemediği Türkî halklardan da bahseder. Göktürk Devleti -ki bu devletten önce Türkî halklar için genel anlamda bir Türk adı bulunmazdı, boy adları öne çıkardı- varlığı süresince Uygurların isyanlarıyla uğraştı, Batı'da olanlar ve devlet dışına gidip "Siz takılın ya" diyen ve Anadolu'ya ilk ayak basan Türkler olan Ak Kıpçaklar'ı hiç saymıyorum bak. Cengiz Han'dan önce de Moğollar için ortak bir ad yoktu bu arada, yine boy adı öne çıkardı; Cengiz Han'a kafayı kırdırıp bilinen dünyanın yarısını dümdüz etmesine neden olan da yine bir Moğol boyu olan Merkitlerdi. Cengiz Han Orta Asya'da İç Altaylar arasında bir birlik sağlamış olsa da bu kez de Selçuklu siktiri çekti mesela, yine bir bütünlük oluşmadı. Ya da Anadolu Türk birliğini Özbek, haliyle Türkî olan Emir Timur parçaladı. Ha tabii o biraz da o birleşmenin sırf harita üzerinde olmasından oldu ama olsun. Avrupalılar mesela Haçlı Seferleri de dahil birkaç kere toplu hareket ettiler. Balkanlardaki Müslüman yoğunluklu devletler mi dediniz? Dokuzuncu Haçlı Seferi'nde bile orada pek bir Müslüman varlığından söz edilemezdi, daha sonrasında da Osmanlı vardı zaten.

Dördüncü olarak... Hepsine cevap bulduk da bütün sorunlar çözüldü diyelim, önümüzde çok büyük bir engel var: Biz Türkiye Türkleri daha kendi içimizde ayrışıyoruz. Bak, teröristleri ya da azınlıkları falan hiç saymıyorum, nesebi hakkında "Türk'üz işte be" ya da "Bilmem nere göçmeniymişiz"den fazla fikri olan Türkiye Türkleri kendi aralarında birlik olamıyor daha. Muhacırlar Yörüklere söver, Yörükler Muhacırlara "Avrupa görmüş Yörük" deyip kendilerinden alta koyar ve asimile olmakla itham eder, Manavları kimse takmaz, Muhacırlar onlara Yörük'müş gibi davranırken Yörükler "Bizden değilsiniz" tavrıyla yaklaşır. Üçü toplanıp ilk bahsettiklerimi soysuzlukla, gayriciddilikle, devşirmelikle itham eder. Hele Türkiye Karapapakları (Terekemeler) gibi aslında Türk olup da azınlık olanlara hiç girmiyorum bile. Bir de Yörüklerin genel anlamda "Ülkenin asıl sahibi biziz ulan, ayağınızı denk alın" şeklinde bir tavrı vardır, bu tavrı Türkmenlere kullanmazlar (Zaten Türkiye halklarından bahsediyorsak Türkmen ve Yörük tanımlarının nerede başlayıp bittiği de belli değildir ya, o ayrı), bir de Kafkas kökenli halklara (Çerkezler, Abhazlar vs.) karşı da pek kullanmazlar; genel anlamda diğer "yaygın Türklere" karşı kullanırlar. Hadi onu geçtim Muhacırlar arasında Selanik göçmenleri kimseyi beğenmez mesela. Yörükler desen daha beter: Karakeçililer, Sarıkeçililer ve Avşarlar kimseyi beğenmez de herkese alt tabaka gibi yaklaşır (Aslında ilk iki aşiretin dahil olduğu boy ile üçüncü boyun tarih boyunca birçok Oğuz devletinin kuruluşunda önemli roller üstlendiği ve birinin Oğuzlar içinde yönetici boy, diğerinin de akıncı boy olarak konumlandırıldığı düşünülürse pek de garip değil), diğerleri bunların asimile olduğunu, has Yörük olmadığını söyler, herkes toplanıp Çepnilere söver (Bu mezhepten de bağımsızdır ha, gerçi dediğim her şey mezhepten bağımsız ama Çepnilere sadece Sünni Yörükler sövmez, onu diyorum), Çepniler herkese "Siktirin lan" tavrıyla yaklaşır falan... Hele Karakeçililer ve Avşarlar arasında kökleri ta Osmanlı'nın ilk zamanlarına, hatta belki daha eskiye dayanan bir soğuk savaş vardır (Alt tabaka yaklaşımında dediğim olay da başlıca sebeplerdendir) ki her iki grup da birbirine ağır söver, ellerine kılıç versen birbirlerine dalma ihtimalleri vardır. Yani Türkiye Türkleri daha kendi aralarında bir olamıyorlar, hatta alt parçalara ayırsan onlar da kendi aralarında bir olamıyor. İran Türklerinde de aynısı var bak: Türk adındansa Azeri, Kaşkay, Sungur, Halaç gibi boy/soy isimleri öne çıkar. Ha iki grubun bir başka ortak özelliği Türk'e karşı bir şey olduğunda Türk adı altında birleşebilmeleridir ama başka zaman birbirlerine geçirme derdindedirler. Bak ilk alt parçada da birleşebiliyorlar onu unutmuşum, birer Karakeçili, Çepni ve Avşar birbirine söverken Yörüklerin geneli hakkında bir laf edilirse derhal ortak savunmaya geçebilirler; Muhacırlar da aynı.

Bir şeyin yenilmesinin, daha doğrusu yenilmeye devam ediliyor olmasının birçok sebebi vardır ki onlara az sonra geleceğim ama bir şeyin yenilmeye başlamasının tek bir sebebi vardır ki o da o şeyin yenilebilir olmasından gayrı bir şey değildir. Peki, bir şey neden yenmeye devam edilir? Öncelikli olarak tadı sevilir, tutulur, halk geneline yayılırsa devam edilir. Başka bir sebep de aşinalık ve fazlalıktır. Örneğin Ortaçağ Avrupa mutfağı bira ve lahana üzerine kuruludur ki bunun temel sebebi Orta ve Kuzey Avrupa'da arpa ve lahana dışında pek bir şey yetişmemesidir, mısır, patates falan daha Amerika'da tabii o dönem. Ha bu arada halk mutfağından bahsediyorum; yoksa Ortaçağ Avrupa soylu ve zenginlerinin sofralarında Ortadoğu, Hindistan, hatta Çin'den gelen "egzotik" baharatlar (Egzotik baharat dedikleri de karabiber, tarçın falan ha; öyle Hindistancevizi sütü, köri falan beklemeyin), pirinç gibi malzemeler ve özellikle deniz ürünleri (Deniz ürünleri derken günümüzde yediğiniz balıkları düşünmeyin, balina, deniz kaplumbağası falan. Ha Ege, Karadeniz ve Akdeniz kıyılarında günümüzdekine benzer/yakın bir balık kültürü vardı muhtemelen) yer alıyordu. Mesela aynı sebepten Türk mutfağında dana eti pek kullanılmaz, Türk yemekleri daha çok kuzu/koyun etini veya koyun-dana karışımını içerir; sığırların çit sürmek ve kağnı çekmek gibi önemli görevleri vardı sonuçta. Bakmayın bizim çakma elitlerin "Koyun eti kokuyor be" diye burun kıvırdığına, Türk mutfağında dana eti festival yemeğidir, günlük hayatta tüketimi çok azdır. Ulan saray mutfağında bile dana eti pişirilmiyordu be doğru düzgün! Yalnız pek bilinmez, Osmanlı saray mutfağı balık ve deniz ürünleri açısından epey zengindir. Öte yandan muhtemelen yaşlanmış sığırlar sucuk, pastırma vs. olarak değerlendiriliyordu zira koyunun pastırması pek bir şeye benzemez, aroması çok yoğun olduğundan üstüne bir de çemendir bilmem nedir sürersen koku bombası gibi bir şey elde edersin. Ha evet bu arada, koyun eti kokmaz, aroması yoğundur. Hayır "Kokuyor" deyince neden illa ağır/kötü koku belirtiliyor? Sığır etinin kokusu yok mu? Var; hem de çiğ sığır etinin ele bulaştığında çekilmez bir kokusu var, onun yerine pişmiş koyun etinin kokusu mis gibidir. Koyun etinin aroması yoğundur, kokmaz. Ulan bunu diyenler Ege adalarında balıkları hüpletmeseler samimiyetlerine inanacağım, balıktan daha çok kokan herhangi bir gıda maddesi mi var ulan? Devam ediyorum: Bir başka sebebi de şifalı olmasıdır. Evet evet, şifalı olması. Biraz düşünürseniz kendiniz örnek bulabileceğinize inanıyorum.

Bu arada şu vegan yemekler konusundan bahsedeyim hazır konu yemekken. Vegan sucuk, Vegan pastırma gibi şeyler açık söylüyorum mallıktır. Vegan köfteye ve "vegan peyniri" denen tofuya pek laf etmiyorum zira halihazırda hiç et içermeyen köfte türleri (falafel olsun, mücver olsun) geleneksel olarak zaten hep vardı (Gerçi veganlık da son yüzyılın trendi gibi görünse de kökleri ta Antik Hindistan'a dayanan bir şey, orası ayrı), tofu da kaç bin yıllık yiyecek ki Uzakdoğulular tarafından asla peynir veya peynire alternatif olarak görülmemiş bir şey; zaten tofu 2. yüzyılda Çin'de ortaya çıktığında Çinliler belki biliyordu ama Japonlar peynir diye bir şeyin varlığını bilmiyordu daha. Hah, neyse; Vegan et gibi şeyler mallıktır. Değil veganın, kırk yıllık etçinin, hatta bir ihtimal sebzeden nefret edenlerin bile seveceği ve hiçbir kısmı hayvansal bir ürüne benzetilme gayretinde bulunulmamış öylesine vegan yemekler var ki aklınız durur, peki bu yemekler varken ve bir kısmı için tamam, restoran imkanları gerektiğini kabul ediyorum ama büyük bir kısmı veya en azından benzerleri/çakmaları ev imkanlarıyla gayet yapılabilirken neyin gayreti bu? "Bütün gününüzü salata yiyerek geçirin, vegansanız hak ediyorsunuz" şeklinde değil bu arada durum. Atıştırmalıklar, mezeler, salatalar, ana yemekler, tatlılar, hayvansal ürün şart olmayan ürünler* var bir sürü. Al mesela ana yemek mi, meze mi, soğuk başlangıç mı belli olmayan terrine, tamamen sebzeden yapılan bir yemektir**; hoş jelatin de kullanılır ama bitkisel jelatin diye bir şey var, hani jelatinin illaki domuz etinden yapılması gerektiğini sanıp market ürünü yemiyorsanız söyleyeyim (Ha markalar özel olarak vegan ürünler haricinde bitkisel jelatin kullanmıyor pek, orası ayrı; hassasiyetiniz oysa oradan devam, ben sığır jelatini denen şeyin varlığından haberdar olmayan sığırlara söylüyorum).

*Çoğunluğu hamur işi, o ayrı. Birkaç örnek size: Poğaça, pizza, pide, makarna, mantı. Evet, mantı. Tek mantı Kayseri mantısı değildir; geleneksel olarak bitkisel dolgularla doldurulmuş mantılar dünyanın birçok yerinde bulunur, hatta hiç dolgu yapılmayanları da vardır; "Dumpling" diye ararsanız ne kadar çok çeşitli mantı olduğunu görebilirsiniz, gerçi "Dumpling"i mantıya eşdeğer tutunca çiböreği ve mantı denince aklımıza gelme ihtimali pek olmayan ve tatlı olarak sınıflanan bazı Hint gudikliklerini de mantı diye sınıflandırmamız gerekiyor ama olacak artık, bu kelimenin Türkçede tam karşılığı yok sonuçta. Mantıdan başka, bilmeyen için şaşırtıcı bir şey söyleyeyim mi? Suşi! Suşi çiğ balık demek değildir arkadaşlar şunu öğrenin artık, o dediğiniz sashimi. Suşinin temel yapısı sirkeli, şekerli ve tuzlu pirince dayanır; ek olarak çiğ ya da pişmiş etler, sebzeler ve benzeri birçok ürün alabilir. Kappa nigiri gayet şekil, güzel, hoş bir arkadaşımızdır ve hıyardan yapılır mesela; herhangi bir hayvansal ürün içermez.

**Bu arada işin ilginç yanı terrine et yemeği olarak hayatına başlamıştır ama şu anda sebze terrine çok daha popülerdir, bu yemeğin özünde etle değil de tekniği ile bağı olduğundan ve sebze terrine, vegan döner gibi sonradan birinin bir tarafından uydurduğu bir şey değil de gerçek şeflerce icat edilmiş gerçek bir yemek olduğundan kategorisi farklı; üstteki yıldız parantezinin içindeki örneklerden biri gibi düşünün yani.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder