Ulgan: "Çalışmaya başlamadan önce bir kılıç almalısın. Ad koy, bile ve onunla bağ kur, silahların ruhu vardır."
Her şeyin ruhu var. Ailemin öğrettiği buydu. Gerçi silah ve kıyafet gibi şeyler eşyalar arasında insan-benzeri ruha sahip olanlar olarak anılır. Ama bırak da yemeğimi bitireyim.
"Ahşap bir kılıçla talim yapmak daha iyi değil mi?"
Olumlu cevap alamayacağımı bildiğim bir soru. Annemin iddiasına göre Erlikliler birbirlerine karşı yaptıkları talimlerde bile asıl keskin silahlarını kullanırlarmış. Gerçi belli ki talimde birilerinin ölümünü de pek umursamıyorlarmış. Erlikli ailesinde, nesillerdir ölümü atasıyla ve/veya yaratıcısıyla kavuşma olarak görmeyip ondan korkan çok az kişi olmuştur. Benim de pek çekindiğim bir şey olduğu söylenemez.
Ulgan: "Çelik olmadan açığa çıkaramayacağın büyüler var."
Sonuçta şehirdeki kılıç üzerine uzmanlaşmış bir silah dükkanına girdim. Dükkanın sahibi bir yer iyesiydi. Aslında tam olarak Puklinya'nın kurulu olduğu arazinin yer iyesi.
Satıcı: "Kam Erlik'in soyu. Hoş geldin."
Satıcı klasik bir yer iyesi betimlemesi gibi gözüküyor. İri cüsseli, uzun boylu, yaşlı bir kadın. Toprak rengi bir kaftan ve yılan ölüsünden bir kolye takıyor, başında da buğdaylı bir börk var. O değil de aniden meşhur falan mı oldum? "Yerin kulağı var." Kyouka'nın yılanı mı söyledi acaba? Kuşlar falan da olabilir. Peki o zaman, cevabını uzun süredir merak ettiğim bir soruyu soruyorum; kendin kaşındın.
"Bir yer iyesi niye dükkanın tekinde tezgahtarlık yapıyor?"
Satıcı: "Bu dükkanın sahibiyim ben, sadece tezgahtar değilim. Puklinya kurulduktan sonra il iyesi yerimi aldı, bana artık ihtiyaç olmadığı için de bu yolu seçtim. Ne tür bir kılıç bakıyorsun?"
Dükkanda birçok farklı türde kılıç vardı. Daha sade ve savaş için yapılmış olanlardan tören ve gösteriş için olan süslülere kadar. Tür olarak da epey çeşitliydi, macuahuitl bile var burada.
"Gücümü iyi kullanabileceğim bir tane. Kullanımı çok da zor olmayan. Aslında eğri kılıç istiyorum ama kullanımları zor."
Eğri kılıç kullanmanın zor olduğunu Ulgan kendi söyledi. Satıcı bir süre garip garip yüzüme baktı, sonra konuya girdi.
Satıcı: "Özel bir kılıç yapabilirim; kişilik özelliklerine ve zevklerine bağlı olarak. Ama bunun için senin haberini toplamam gerekecek, senden ve seni tanıyanlardan. Onayın gerek."
"Onayım mı?"
Satıcı: "Ben koruyucu ruhum. Bu topraklara zarar vermemiş herhangi birine onay almadan bir şey yapamam."
"Nereden gelecek bu haberler?"
Satıcı: "Tanıdıklarından. Şinto tapınağının beyaz yılanı, şehirdeki köpekler, ayak bastığın toprak ve diğerleri."
"Yolların toprak olması senin marifetin yani?"
Satıcı: "Düzen Bürosu'nun biraz taviz vermesi gerekiyordu ki onlarla bilgimi paylaşayım."
"Peki, onay veriyorum. Ne yapmam gerek?"
Satıcı: "Bunun için sözlü onay yeterli; ama adını da bağışlaman gerek."
Tabii. Ad ruhu taşır, bilirsen kötülük yapman kolaylaşır. Kan onayı gerekmediği için mutluyum yine de. Onay alacağım diye lanetlenme tehlikesi geçirmenin lüzumu yok.
"Kam Erlik soyundan, Kurt neslinden Afşin oğlu Utpa. Puklinya arazilerinin yer iyesine bilgi için onay veriyorum."
Kendimi tanıtmayı bilmem çok iyi. Aileye dağıtılmış büyük bir kitaplığa sahibiz ve -muhtemelen şu "yadigar" börkün de bizde olması nedeniyle- en iyi kütüphanenin bizimki olduğu söyleniyor. Sadece bizim kitaplık Göktürkçe, Eski Uygurca, Karahanlıca, Farsça, Selçukluca, Osmanlıca, Moğolca, Çağatayca, Tatarca, Safevice, Çince, Rusça, Macarca, Türkiye Türkçesi, Arapça ve Latince kitaplarla dolu; genel kitaplıkta bir sürü farklı dilde eser vardır herhalde. Çoğu büyü kitabı, bir kısmı botanikle ya da ailemizin tarihiyle ilgili kitaplar. Bir de aile büyüklerinin "Erlikli İmamı" diye dalga geçtiği, Erlikli büyüsünü İslamlaştırılmış Pers büyüsüyle birleştiren ve böylece Ulgan hocanın bahsettiği Umaylı ve Erlikli büyüsü farkının oluşumuna neden olan Abdal Küntegin Musa'nın yazdığı ve Erliklileri İslam'a davet eden bir kitap var. Türkiye ve İran Erliklilerinin çoğunun -en azından görünürde- Müslüman olduğu düşünülürse başarılı olmuş gibi. Hazır yeri gelmişken, Erliklilerin yapılanmasını anlatayım. Eskiler dünyayı kafalarına göre bölgelere bölmüş ve her bölgede o bölgedeki diğer Erliklileri gözetecek bir bey seçilir. Aslında bu sadece sembolik bir şey. Ayrıca her ülkede ve her kıtada birer han ve yabgu vardır. Hepsine hükmeden -tabii bu çağda hüküm müküm kalmadı ama- kişiye Başkam denir. Başkan değil, karıştırmayın. Kurt nesli haricindekiler Abdal Küntegin Musa'nın ağabeyi olan bir önceki Başkam'dan tacı çaldığına inanıyor ama bizim ailemiz bunu kesinlikle reddediyor ve tacın onun hakkı olduğunu söylüyor. Taç dedikleri de o başıma taktıkları güvercin tüylü börk ha. Söylemek için geç kalmış olabilirim ama Abdal Küntegin Musa; Ayçiçek ve benim ayrıldığımız doğrudan ata. Ben büyük oğlunun soyundan geliyorum, Ayçiçek ise en büyük kızın soyundan geliyor. Bu durum sebebiyle... Şu anki Başkam babam, sonraki ablam olacaktır herhalde. Mührün bu konuyla bir ilgisi var mı acaba? Daha önce dediğim soyadlar var ya? Onların nesille doğrudan alakası yok, çoğu neslinin adını soyadı almak istemiş tabii ama aslında alakasız bir soyada sahip olanlar çoğunlukta.
Satıcı: "Bu biraz sürecek belli ki... Ben sana haber gönderirim. Ara ara Şinto tapınağını ziyaret et."
"Neden illa orası?"
Satıcı: "Ne demek 'neden'? Evcil hayvan dükkanındaki yılanları mı kullanayım? Tapınağın yılanı sana haber verecek, daha doğrusu tapınak hizmetçisi."
La havle... İyi n'apalım, Kyouka'yı görmek için bahanem olmuş olur. Neye yarayacaksa, herhangi biriyle herhangi bir şansım asla olmayacak. Bir hafta kadar sonra devriyeye çıktım.
"Şu bahar festivali tam olarak ne zaman? Hazırlıklar çok uzun sürmedi mi?"
Ayçiçek: "Birkaç gün sonra. Bir şey için heyecanlı olduğunu görmek ilginç, duygularının veya en azından heves duygunun olmadığını sanıyordum."
Sen de mi ya? Söylemeye gerek duymuyorum ama takımları değiştirdik. Şinto tapınağının önünden geçerken biri seslendi.
Kyouka: "Siparişin hazırmış, öyle dediler."
Ha? Ne? Aniden denince algılayamadım. Ha, kılıç, tamam.
Kyouka: "O satıcıdan uzun zamandır ses seda çıkmıyordu, öldüğünü sanmıştım."
"Arazi kaybolmadıkça yer iyesi ölmez. Daha doğrusu eğer koruması gereken arazi yerinde duruyorsa öldürülse de reenkarne olur. Eh, araziyi uzaya ışınlamadıkça veya dünyanın merkezine inen bir çukur açmadıkça gerçekten yok etmenin de bir yolu olmadığına göre... Senin kocan da aynı değil mi?"
Kyouka: "Kocam?"
Anlam vermeye çalışıyormuş gibi yüzüme baktı.
Kyouka: "Ha, tapınağın tanrısı. Onun sadece 'miko' konsepti içinde bir simgeleme olduğunu biliyorsun, değil mi? Muhafız Birliği'nin komutanlarının kılıçlarıyla evli olmasıyla aynı şey."
Muhafız Birliği'nin silah olarak mızrak, hançer ve ateşli silah kullandığını sanıyordum. Üst düzeydekiler kılıç tercih ediyordur belki. Bununla beraber o sembolik evliliğe dair birkaç şey duydum, evet. Aslında Düzen Bürosu, Muhafız Birliği'nin tüm üyelerinin kaydını tutuyor; bilirsiniz, bir suça karışırlarsa aklanmaları ya da cezalandırılmaları daha kolay olsun diye. Yine de o belgelere sadece ofis başkanları, ofis başkanlarından daha yetkili kişiler ve onlar tarafından doğrudan görevlendirilen/yetkilendirilen kişiler ulaşabilir, benim gibi biri o belgeleri ancak rüyasında görür. Gerçi şaman kanı, rüya için oldukça etkili; gerçeği görebilirim ama... Eh, kim uğraşacak? Kyouka açıklama yapmaya devam ediyor, bu kız her zaman bu kadar çok mu konuşuyordu?
Kyouka: "Şinto tanr... Yok, öyle denmesinden hoşlanmıyordun, kusura bakma. Kamilerin ciddi evlilik törenleri vardır ve insanlarla da evlenebilirler ama bunun için bir tapınak hizmetçisi seçeceklerini sanmıyorum, tören falan yapmadık. Daha doğrusu uygun bir tören yapmadık, miko olma törenim dışında yani; o da kamiler açısından bir önem arz etmiyor. Burada kim olduğunun onun için bir önemi yok, basitçe tapınağa bakan birinden farksızım. Cinsiyetimin de herhangi bir önemi olduğunu sanmıyorum, basitçe görevini yapan bir memurum ve teknik olarak bekarım."
Cidden Kyouka her zaman bu kadar çok mu konuşuyordu? Bunları zaten biliyorum, git Hayk'a söyle. Sırf karşı gelemediğimden sana yazdığımı düşünen o. Yine de dinledim, sesi sevimli çünkü. Bütün gün konuşsa yine dinlerim. En azından bu konuda oldukça zayıfım. Bu arada "koca" kelimesini sırf tapınak tanrısı dememek için kullandım, adını bile bilmiyorum. "Kami" deseydim keşke.
Ayçiçek: "Sahi, bu tapınağın tanrısının adı ne?"
Farklı yetiştirilme tarzları. Benim aksime Ayçiçek, tinleri tanrı olarak görebilecek şekilde yetiştirildi. Yani daha doğrusu henoteist bir şekilde; Göktanrı'ya tapıyor ama henoteizm işte... En azından bana dediği buydu. Yine ben; Tanrı/Tengri, Yehova, Elohim, Kyrios, Ahura Mazda, Azda, Allah gibi isimleri aynı varlığın farklı adlandırmaları olarak görecek şekilde yetiştirildim, Ayçiçek ise... Hepsini bir mücadelede farklı varlıklar kabul ediyor. Aslında Semavi din kavramı içinde bakıldığında bu oldukça ilginç bir düşünce şekli. Ayçiçek'in bu eğilimi, doğrudan atalarından biri olan Deli Saru'nun yazdığı Yaratılış Gerçeği adlı kitaba dayanıyor, nesillerdir hayvanlarla ve ruhlarla konuşup her türlü doğaüstü işle uğraşmış, Tanrı ile anlaşmalar yapmış bir ailede birinin Deli lakabını alması için ne kadar beter olması gerektiğini hep merak etmişimdir aslında. Aslında Ayçiçek hepsini farklı kabul etmiyor tabii; Yaratılış Gerçeği'ne göre evrenin yaratılışı sırasında bir panteon durumu varmış, sonrasında öküz ölüp ortaklık bozulunca bu durum ortaya çıkmış. Öyle olduğunu söylüyor Deli Saru. Kitapta şunlardan bahsediliyor: Tengri, Elohim, Ahura Mazda, Buda, Aton, Waheguru. Sonrasında Đức Cao Đài ve Haneullim gibi eklemeler de yapıldı. Tengri doğal olarak Göktanrı ama Ayçiçek aynı zamanda Burhancılık ve Tenrikyou'nun da ondan çıktığını düşünüyor; Elohim ise Semavi dinlerin Tanrısı için Deli Saru'nun kullandığı ad ki Deli Saru bunu yazmamış olsa da eklerde Bahailik, Babilik ve Sabiilik de bu işe dahil ediliyor. Ahura Mazda'yı sadece Zerdüştçülük değil Ezidilik ve Maniheizm için de yazmış, Aton hakkındaki düşüncesi yukarıdaki kavgadan sıkılıp Mısır panteonuna dahil olduğunu söyler, eklerde Haneullim için de Kore panteonuna katıldığı anlatılır. Buda için de oldukça uzun süre müdahale etmeyip durduğunu, sonrasında insanların arasına indiğini söyler. Aslında başka bir aile, bu kitabın varlığını yazarını deli ilan etmek için yeterli görürdü ama Erlikliler farklıdır. Bu arada teşekkürler, beni soruyu sormaktan kurtardım.
Kyouka: "Jinsan... Sanırım."
"O nasıl isim be?"
Dayanamadım artık.
Kyouka: "Korktum. İlk kez heyecan emaresi gösteriyorsun ve düz adamlık mı yapıyorsun? Bu mudur?"
Biraz ağır tepki verdiğimi biliyorum ama Jinsan mı? Hadi ama... O "san" nasıl yazılıyor? Üç mü, dağ mı yoksa saygı eki mi?
"Özür, sadece... İsim..."
Kyouka: "Tuhaf, evet. Aslında tam olarak jinsan-no-kami."
Bu işleri daha da tuhaflaştırıyor. Ne demek o? "Neyin kamisi" bu şeyin adı?
Kyouka: "Görünüşe göre buradaki dağlardan birinin adı İnsan Dağı'ymış."
Cidden "yama" ile mi yazılıyor? Bekle, İnsan Dağı mı?
"Adem Dağı'nı niye öyle çevirdiniz?"
Kyouka: "Adem Dağı? Oranın adı bu mu?"
Haritada öyle yazıyordu.
Ayçiçek: "Çevirileri Düzen Bürosu ayarlıyor."
7. Ofis'e yıktılarsa canı sıkılan biri trollemek için her dilde saçma sapan isimler koymuştur dağa. Latincesi de Lilith mons falandır Allah bilir. Büro'ya dönünce kayıtlara ve çevirilere bakacağım. Bu arada Jinsan ya da aslında olması gerektiği şekliyle Jinyama aynı harflerle yazılıyor, tam olarak şöyle: 人山. Bunu Jinsan, Jinyama, Hitosan veya Hitoyama diye okuyabilirsiniz. Birkaç farklı şekilde de okuyabilirsiniz. "İnsan dağı" veya "insanların dağı" gibi bir anlama geliyor. Ama tapınağın kamisin adı neden Adem Dağı'nın Kamisi acaba? Kutsal dağ, tabii. Buralardaki en yükseği o; dağ başlarında güç yoğundur. Yine de tapınağı o dağa inşa etmek daha mantıklı... Olmazdı, ihtiyar Ulgan evini oraya kurmuş çünkü. İnanç Bürosu'nun o adama bulaşmak isteyeceğini sanmıyorum. Devriye bitince dükkana uğradım. Vay, bayağı güzel bir kılıç. Pek eğri olmayan bir yalmanlı kılıç, çok süslü sayılmaz ama tamamen sade de değil, üstelik namlu işlemeleri tek tarafında değil iki tarafında da birebir aynı şekilde var; isteklerimi ve ihtiyaçlarımı mükemmel karşılıyor. Bir ad... Daha sonra düşünürüm. Kını da güzelmiş, kadife mi bu? Aslında şaman eğitimim, "malzeme ve kumaş eğitimi" adı altında deri, kadife, ipek, pamuk ve bunlar gibi şeyler hakkında da ayrıntılı bir eğitim içeriyordu ama ablam bu konuda tam bir dahi olduğundan bana ve Cengiz'e sadece tek malzeme için eğitim vermeyi yeterli gördüler. Ben deriyi aldım, Cengiz ise ipeği. Kılıcın namlusunda, yalmana yakın bir yerde daha önce tek bir yerde, bu dükkanın tabelasında gördüğüm bir sembol işlenmiş; sen de bütün kılıç yapımcıları gibi tekniklerinle imzalasana kılıcı, neden şahsi damganı benim kılıcıma vuruyorsun?
Satıcıya ikisini de soramadım tabii, bana kılıcı verir vermez sarı yılana dönüşüp ortamdan sıvıştı çünkü. Ayı teması olmamasına şaşırdım ama belki ayıya dönüşünce ortamdan sıvışması pek mümkün olmayacağı için yılan seçmiştir. Bari ödeme yapmamı bekleseydin, Düzen Bürosu'ndan olduğum için mi ödeme yapmadan kaçmayacağıma bu kadar eminsin? Ya da bana fenalık yapmak için bir bahane mi oluşturmaya çalışıyorsun? Neyse ne, faturanın çoğunu Ulgan'a, bir kısmını da Düzen Bürosu'nun "Gerekli Harcamalar Bürosu" diye de anılan altıncı ofisine fatura ettiğimi gösteren bir belge bıraktım. Gayet geçerli bir belge bu arada, gerekli kurumlara onaylattırdım. 6. Ofis, Düzen Bürosu'nda iç harcamaları yönetir ve her Düzen Bürosu çalışanının eksik ihtiyaçları ve performansı dikkate alınarak hesaplanan, yıllık olarak Düzen Bürosu'nun kendisine ödettirilebilen bir harcama limiti vardır. Bu limit işte benim gibi silah almak, temizlemek gibi şeyler için de kullanılabilir, sonuçta Düzen Bürosu'ndaki işimi doğru düzgün yapabilmek için aldım bu kılıcı. O değil de yer iyesinin çıkardığı fatura beklediğimden yüksek, böyle kaliteli çelikten yapılmış ve ayrıca süslenmiş bir kılıcın ucuz olmasını beklemezdim tabii de... Yine de Düzen Bürosu'na fatura ettiğim kısım bu yılki limitimi neredeyse bitiriyor, yağ ve biley taşı gibi şeyleri Ulgan hocadan yağmalayacağız artık. Daha çok ay var ya... Bu arada kendisi öyle dememi istediği için Ulgan'a "Hoca" diyorum, görünüşe göre Kam Erlik'i eğiten ağabeyi Kam Teñri'ymiş ve ihtiyar da buna çok anlam yükleyip onların ruhlarının bizde dirileceğini söylüyor. Bu reenkarnasyon gibi bir şey değil, terim olarak ailem de "reenkarnasyon" dese de kendimiz olmaya devam edeceğiz; sadece tecrübe ve yetenek aktarılacak. Gerçek anlamda ruhun dirilişi söz konusu değil. Mührün Kam Erlik'in dirilişiyle ilgili bir nane olduğunu biliyordum zaten ama kimse doğru düzgün açıklama yapmıyor, benim ailem aradan geçen onca yılda unutmuş veya bir yerde bilgi saklandığından dolayı cahil kalmış ama ihtiyar biliyor gibi göründüğü halde hiçbir şey söylemiyor. Üzerinde Kanın Dürüstlüğü'nü kullanmayı denedim, elime sadece Kanın Dürüstlüğü hakkında daha fazla bilgi geçti. Karşı tarafın umursamazlık seviyesi, iradesi, bencilliği, sana karşı duyduğu saygı ve/veya sevgi, ayrıca ne kadar ortak kan taşıdığınız bunu etkiliyormuş. Yani ablama karşı çok daha kolay yapabilirken Ayçiçek üzerinde kullanmaya çalışırsam zorlanacağım, ihtiyar... Hiçbir etkisi olmuyor. Bununla birlikte, Ayçiçek bunu benim üzerimde kullanmaya çalışırsa beni bülbül gibi öttürecek muhtemelen; iradem genel anlamda yüksek ama dediğim gibi sevimli kızlara karşı zayıfım. Ne iradem ne de başka bir şeyim kalmıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder