Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

28 Mayıs 2020 Perşembe

Yine Her Zamanki Şeyler, Ne Başlık Bulacağım Lan Böyle Yazıya?

Şu duşlarda sıcak soğuk dengesi acayip sıkıntı ya. Şuna bir çözüm bulun mühendisler, duş başlığı üreticileri, tesisatçılar, artık bu konu kimin yetki alanındaysa. Hayır, bazı Uzakdoğu ülkelerindeki lüks küvetler gibi bütün duş başlıklarına termostat takıp belli bir ısı ayarı yapalım demiyorum ama donmayacağımız ve kendimizi tenceredeki ıstakoz gibi hissetmeyeceğimiz bir ısı/sıcaklık ayarlamak için neden yeni bir barajın inşasına yetecek kadar su harcamak zorunda kalıyoruz ulan biz? Ondan sonra kuraklık, bilmem ne... Olur tabii kuraklık, hep duşta suyun sıcaklığını ayarlamadığımız için oluyor onlar.

Yesterday wo Uttaite'ye sövüp geçeceğim ama sonuçta animeler hakkındaki sinirimi bozan bütün durumları listelediğim geçen yazıda Yesterday wo Uttaite'ye sövmek istememin ve animenin gerçek anlamda yarısından fazlasına kadar gelmişken daha fazla dayanamayacağımı düşünüp izlemeyi bırakmamın yegane sebebi olan Shinako'ya bir haksızlık yaptığımı fark ettim. Yok hayır, hâlâ "En nefret ettiğim, elime geçse bir kaşık suda boğacağım kurgusal karakterler" listesinin top 10'unda (hatta muhtemelen top 5'i zorlar, bu listeyi bir ara yapayım ben) ve kişiliği hakkında da görünüşü hakkında da düşüncem değişmedi. Sadece şu var: Eğer Seryu'ya "Olmasaydın hikaye olmazdı reis" kıvamında yaklaşıyorsak Shinako'ya da öyle yaklaşmamız lazım. Ha bence Shinako olmadan Yesterday wo Uttaite çok daha güzel bir hikaye olurdu ama sonuçta anlatıcının işine karışılmaz. Ya da karışılır lan, bir önceki yazıda Toaru serisinin yazarını itin şeyine soktum, gayet bunun mangakasına da aynı muameleyi yapabilirim. Sırf Haru ve Uozumi üzerinden gitse katbekat daha iyi bir hikaye olurdu o.

Bir de geçen yazıda Index'in üçüncü sezonu demişim, ikinci sezon olacak o. Toaru'nun üçüncü, Index'in ikinci sezonu. Karmaşık bir sıralaması var Toaru'nun, bir Index bir Railgun şeklinde, o yüzden oldu. Düzelttim tabii ama okuyan okudu zaten yazıyı.

Eskiden hiçbir yere dokunmasam bile tırnaklarımın arasında tuhaf kirler olurdu, son zamanlarda olmuyor. Aslında buna sevinmem lazım ama ben "Eskiden niye oluyordu, şimdi niye olmuyor" diye kafayı yiyeceğim, geceleri uyuyamıyorum bunu düşünmekten. Gerçekten uyuyamıyorum bu arada ama sebebi tabii ki bu değil. Yani muhtemelen değildir.

Ekşi Şeyler'de bir yazı okudum, başlık "Yazar Olmak İsteyen Edebiyatseverler İçin İroni Dolu Bir Tavsiye Listesi" ama bence ironi falan içermiyor, düpedüz gerçekler bunlar. Ben de zaten tam olarak böyle düşündüğüm için Sahte Kahramanlar'ı asla yayınlatamayacağıma inanıyor ve böyle düşündüğüm için hayatımı, kariyerimi bir yazar olarak planlamak yerine yazmayı sadece bir kaçış aracı ve "hobi" diyebileceğimiz bir şey olarak kullanıyorum. Yazmayla ilişkimin özeti tam olarak şu cümle: "Ben yazar değilim, sadece yazmayı seviyorum." Yine de şu Sahte Kahramanlar'ı gerçek bir kitap olarak görmeyi çok isterim be... Sonundan memnun olduğum tek eserim, boru mu? (Ha sonu olan az sayıda eserimden biri olmasının da bunda etkisi var tabii, çoğunluğu yarım kalmış hikayeler. Yarım sayfa yazıdan oluşan romanım var lan. Evet, "roman" dedim.) Her ne kadar henüz tamamlayamamış olsam da... Sonunu mu nasıl yazdım o zaman? Anlatım sırasına göre değil aklıma geldiğim sırayla yazıyorum, bazı kolaylıklar sağlayıp bazı zorluklar çıkarıyor ama hikaye sırasıyla yazmaya kalktığımda işler sarpa sarıyor, ilerisi için ertelenmiş bir sürü fikir ve elimde nasıl devam edeceği belli olmayan bir hikaye kalıyor o zaman. Bu şekilde sıralamasız yazmak evreni genişletmek açısından da iyi oluyor, ilerideki bir olaya gönderme (foreshadowing'e ne diyebiliriz? Gelecek gölgelemesi? Translate "habercisi" -evet, bilmem nenin habercisi ya da haberci değil, habercisi- Vikipedi ise "önceden ima etme" diye çeviriyor bunu; "ima tekniği" ya da "ima akışı" falan diyebiliriz herhalde) yapmam ya da "Bunu da böyle yazdık ama..." diye hissettiğim şeylerin arka planını ve mantığını açıklamam açısından bana epey kolaylık sağlıyor. Tabii bazı karakterleri öldürmemi ya da bir şekilde hikayeden çıkarmamı, hatta bazı şeyleri yapmalarını bile engelliyor ama olacak o kadar. (Yo', kasap yazar değilim ama bir karakterin ölmesi gerekiyorsa ölmeli.) Tabii başka zorluk ve kolaylıkları da var, kolaylıklar ve zorluklar açısından esasen eşit bir teknik ama o kolaylıkların benim için marjinal faydası inanılmaz fazla olduğundan ve zorlukları beni esasen çok da kötü etkilemediğinden bu teknikle yazmayı seviyorum. Seviyormuşum yani, Sahte Kahramanlar bu şekilde yazdığım ilk şey ama bundan sonra yazdığım hemen her şeyi bu teknikle yazarım ben. Sahte Kahramanlar'ı hayırlısıyla bitirebilirsem...

Uzun zamandır kola içmiyorum. İlk başta "bırakmamın" fare kanı dedikodusu, İsrail'i lanetliyoruz Facebook paylaşımları ya da sağlıksız olması gibi bir sebebi yoktu, hatta bir sebebi olup olmadığından da emin değilim; sadece bir gün "artık kola içmeyeceğim." dedim ve bir daha canım çekmedi. O değil de şu an iradesiz herifin teki olduğum düşünülürse hayatımda tam olarak hangi karar ve olaylar sonucunda bu aciz duruma geldiğimi de sorgulamadan edemiyorum, daha önce de çocukluğumda daha cesur olduğumu söylemiştim. Bir şekilde kola içmek zorunda kaldığım zamanlar oldu (böyle deyince ağzıma hortum sokup kola basmışlar gibi bir şey canlandı gözümde ama olacak o kadar), hafif bir kafa yapma gibi bir etkisi oluyor. Gerçi bunu biraz geç fark etsem de sırf alkol kokusuyla bile sarhoş olabilen bir bünyem olduğu (alkollü ortamda bulunan halimi ve alkolsüz ortamda bulunan halimi karşılaştırıp öyle ulaştım bu sonuca, e sırf içki görerek sarhoş olamayacağıma göre demek ki olay kokuda) için bu benim vücudumun şahsi kazmalığı da olabilir. Bak kolanın verdiği o his (onu da nasıl anlatsam bilemedim, yaşamanız lazım. Onun için de uzun yıllar kola içmeyip bir anda bir kutuyu/şişeyi bitirmeniz lazım, sırf bir cümleyi anlamak için değer mi? Bence değmez ama karar sizin. "Çakırkeyflik" belki?) gazozda olmuyor, gerçi dişlerimin berbat durumda olması ve balgam sorunu nedeniyle nadiren içsem de "gazoz içmeyi bırakmak" (bırakmak deyince uyuşturucudan bahsediyormuşum gibi geliyor, başka bir kelime bulun bana) gibi bir şeyi hiç yapmadım.

Bak şimdi, Japonya gidip görmek istediğim ülkeler listesinin başını çekiyor ama yurtdışında yaşama fırsatım olsa bunun için Japonya'yı mı seçerdim emin değilim. Gerçi öyle bir fırsatı herhangi bir şekilde değerlendirmeye alıp almayacağımdan da emin değilim ama eğer yurtdışında uzun süre yaşamaya karar verirsem Japonya son seçeneklerimden olur. Neden peki? Çünkü "İnternette gördüğünüz her şeye inanmayın." Birinci olarak dil faşizmi. Şöyle ki bir turist Japonca konuşurken hata yapsa herhangi bir şey demezler ama Japonya'da yaşayan biri bir kanjiyi okuyamasa veya bir tonlamayı yanlış yapsa öküzün boynuzuna oturturlar insanı. Ha tonlama bazı kelimelerin anlamını tamamen değiştirdiğinden haksız sayılmazlar gerçi. İkinci olarak bu artık beni etkileyecek bir durum değil ama eğitim sistemi. Ne dedim ben neden olarak? "İnternette gördüğünüz her şeye inanmayın." Yok Japon eğitim sistemi böyle, okullar şöyle falan diye bir şey yok. Japonya, eğitim sistemi bizimkinden beter olan nadir ülkelerden biri (Ha bu uluslarası sınavlarda falan iyi notlar almalarını sağladığı için çok göze batmıyor). Zaten intihar oranı dünyada en yüksek olan ülkelerden biri ve bu intihar edenlerin ~%90'ı sınav stresine dayanamayan öğrenciler. Japonya'da daha insani bir eğitim ve çalışma sistemi olsaydı intihar oranı çok daha düşük bir ülke olurdu. Çalışma sistemi, geldik buna... Orada yaşayacaksam orada çalışmam gerekiyor haliyle. Hani görmüşsünüzdür "Japonya'da çalışanların uyuklaması çok çalıştıklarını gösterir, takdir görürler" diye. Bu doğrudur ama doğru olmasının yegane sebebi Japonya'da çalışanlara yapılan muamelenin Ortaçağ Avrupa'sında kölelere yapılan muameleden beter olmasıdır. Adamları öyle bir çalıştırıyorlar ki uyuyakalıyorlar tabii. Başka sebepler de var (mesela Japon yeninin durumu ve birçok şeyin fiyatını dolara bile çevirsen hâlâ elinde epey büyük bir sayı olması meselesi) ama temelde bunlar. Zaten benim Japonya'yı görmek isteme sebebim "anime romantikliği" değil, orijinal kültürün (Japon ve Çin kültürü arasında Alman ve İngiliz kültürü arasında olduğundan daha fazla fark var, bunu da belirteyim. Ortak bir Uzakdoğu kültürü diye bir şeyden söz edemezsin, dilleri, tarihleri, inançları ve kanları birbirinden çok farklı olan bu milletler elbette kültürel etkileşimde bulundu ama genele baktığında çok az ortak nokta var. Bütün Uzakdoğu kültürlerini Çin kültürüyle eş tutmak "Siz Arapça mı konuşuyorsunuz?" diyen Avrupalıların yaptığıyla aynı şey), tarihi bambu binaların (şu altın tapınak ve gümüş tapınağı bayağı merak ediyorum; gerçekten altın ve gümüşten bir kısımları falan var mı acaba?) ve ilginç yemeklerin ("ilginç yemek" derken kastettiğim yarasa çorbası, akrep şiş, köpek döner gibi Çin tarzı ilginçlik değil; umeboshi -yeşil erik turşusu-, doğru düzgün bir ramen, narutomaki -bunu aslında tanımlamanın bir yolu yok ama "bir çeşit balık sosisi" diyebiliriz-, basashi -çiğ at eti- ve kumaniku -ayı eti; Hokkaido'ya özgü. Kesin Ainu'lardan kalmıştır bu kültür, onlar zaten festivallerinde ayı kurban edip yiyorlarmış. Japonlar ayı avlamak gibi bir şeye başkasından görmeden hayatta cesaret edemezdi zira, bunlar kılıç savururken matematik hesabı gibi kurallara bağlı olan adamlar lan- gibi ilginçlik. Son ikisi gerçekten ilginç bak ama ilk üçü daha çok ilgimi çekiyor çünkü burada bulamıyorsun. Doğru düzgün rameni de bulamıyorsun, evet. Hayır son ikisini sanki bulabiliyorsun diyeceğim ama son ikisini Japonya dışında katiyen bulamazken ilk üçü Japonya dışında da bulunabiliyor, o yüzden. Ha ayı etini Japonya dışında bulmak mümkün ama Japon usulü ayı etini bulmak mümkün değil) ilgimi çekmesi ve beni meraklandırması. Ha bu Japon kültürü-tarihi-mimarisi-mutfağı merakımın başlamasında animenin etkisi yadsınamaz, o ayrı ("Yadsınamaz" kelimesini cümle içinde kullanın).

Blogger yine yeni tasarım meni tasarım bir gibler diyor, birkaç yıl önce de öyle bir şey dedi, hayatımda hiçbir şey değişmedi. Arkadaşım bir şey değişmiyorsa yeni tasarım yapmayın lan? Yeni arayüz diyormuş, neyse ne be. Şu stabil çalışan uygulamalarla oynamasalar olmaz zaten. Bu şey resmen, Google'ın "Bak çalışıyoruz ha, boş durmuyoruz." mesajı ama ben o mesajı alıp bir taraflarına sokmak istiyorum. Değiştireceksen değiştir, ne "aga bak değiştiriyo'z, bi' dene istersen" deyip tribe sokuyorsun lan adamı? Değişirse kullanamayacağız sanki alüminyum. (Evet, alüminyum. Delirttiler çünkü.) Facebook da tasarım değişikliğini dayadı önüme, bunların takvimleri falan mı var lan? "Bak şu tarihte herkes yeni tasarım yapıyor, göreyim sizi koçum" şeklinde?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder