Millet "Şu karantina olayları bitince şunu yapacağım, bunu yapacağım, oraya gideceğim..." diyor, benim en büyük arzum dışarıdan yemek söylemek. (Kendi başıma ve eve siparişin olduğu bir yerde yaşasam zaten yapardım. Balıkesir'de ailemleyim, Gökçeada'da da eve sipariş yok. En azından belli bir saatten sonra yok ve ben de geç yiyorum.) Üst düzey vizyonsuzluk mu yoksa günlük hayatımın adının "karantina" olduğunu öğrenmenin hıncı mı bilemiyorum artık. Ha bir yerlere gitme (Japonya, Moğolistan, Türkiye içinde de bir sürü yer... Aslında dünyanın yarıdan fazlasını görme arzum var ama öncelik bu üçünde) isteğim uzun süredir var ama zaten önceden de gitmek için fırsatım yoktu. Kime "Japonya'ya gideceğim" desem "Önce yakın bir yere git" diyor, "Turla git" diyor, kafayı yedim artık. Kimse "Amerika'ya gideceğim" diyene "Önce yakın bir yere git" demiyor ama! Ne lan bu? Bu arada Amerika demişken buradan İngilizlere sesleniyorum: Sizin konuşacağınız dilin ben... Ne saçma cümle yapınız var lan? Yarısından sonra çevrilmeye başlanması gereken cümle mi olur?
Türkanime yorum kısmından banlıyım bir süredir (ay mı oldu yıl mı hatırlamıyorum ama uzun süredir banlıyım) banımı açmanızı falan istemiyorum, sadece neden banlandığımı söyleyin bari insafsızlar! Hayır yeni Discuss hesabı açacağım ama devamlı eski hesaptan "Şu şu yorumunu beğendi" "Bu bu yorumu yaptı" diye bildirim geliyor, o bildirimleri yeni hesaba aktarabilecek olsam bir dakika durmadan yeni hesap açacağım.
Microsoft Word'ün arama fasilitesi (Bu kelimeyi de ilk kez kullanıyorum. Fasilite neymiş be, hizmet de, başka bir şey de...) büyük İ ile küçük i'yi eşleştirebiliyor ama küçük i ile büyük İ'yi eşleştiremiyor. Tamam, Avrupa dillerindeki (ve Asya dillerinin Latinizasyonundaki) I/i olayından dolayı öyle oluyor ama yine de sinir bozucu.
Berbere gitmekten oldum olası hoşlanmam, hatta nefret ederim. Ulan "üniversiteye gidince böyle dertlerimiz olmayacak ne güzel" diyorduk ama bölümün yönetimi lise müdürü zihniyetinde adamlarda olunca tabii "Gidin kestirin şu saçlarınızı" diyebiliyorlar. O yüzden de sadece okul açılmadan hemen önce giderim berbere, bir daha da sene boyu önünden geçmem. Berbere gitmekten nefret etmemin temel sebebi "anlaşamamak" ama birkaç farklı sebep daha var: Öncelikle nasıl bir el ayarı varsa acıtıyor bunlar saçı. Benimki acıyor en azından. Sonra şu örtü var, üstüne başına kıl gelmesin diye örttükleri. Onun arkasını iğneyle tutturuyorlar ya, "Ne zaman batıracak acaba?" diye paranoyak oldum lan. O örtüyü bir de tıraştan sonra kaldırıp saçına sakalına bir şeyler yapmaya devam ediyor, ne kadar kıl varsa kıyafetinin içine giriyor. E ne anlamı kaldı öyleyse? Berber muhabbeti var bir de ki hiç gelmiyorum. Berbere gitmek zorunda kaldığımda uyuyor numarası yapıyorum lan! Ha bir de gözlüğü çıkarıyorlar ya hiçbir şey göremiyorum, aynı sebepten yüzmeyi de çok sevmiyorum. Hele bir de "yeni kesilen saçın üşümesi" olayı var ki özellikle sonbaharda falan hiç çekilmiyor, neymiş bu kısa saç sevdası anlamadım ki. Lan o değil zaten tipsizim, saç da kısacık kalınca iyice ebesinin şeyine benziyorum. (En ideal görüntümü buldum ama; yine çok bir şeye benzediğim yok da en azından aynaya baktığımda korkmuyorum: Uzun saç, kısa sakal. Uzun saç dediysem öyle topuz yapacak uzunlukta değil, yanaklara düşecek uzunluktan biraz kısa.) Allahtan bu olay genelde soğuğa denk geliyor da kapüşonu çekip kimseye görünmeden eve gidebiliyorum. Zaten normalde de aynaya bakmaktan hoşlanmam, berberden çıktıktan sonra bir hafta kadar ayna fobisi oluyor. Anlaşamama konusuna gelelim: Katiyen istediğin şeyi yapmıyorlar. "Önleri kısalt, arkalar kalsın" diyorsun enseden 3 numarayla girip önü olduğu gibi bırakıyor, "Arkaları kısalt, önler kalsın" desen bu sefer alnından kesmeye başlayıp arkayı bırakıyor. "Abicim bak uzun kalsın, azıcık kes sadece" dersen makineyi üçe takıp saça dalıyor, asker tıraşı yapmadan da koltuktan kaldırmıyor, "Kısalt ulan" dersen "Yakışmaz abim" deyip upuzun bırakıyor hıyar. Bütün berberlerde aynı bu, ne dersen tam tersini yapıyorlar.
Truva savaşı vardır, bilirsiniz. Filmi falan da yapıldı, Çanakkale'de temsili bir tahta at var falan... Yalnız benim aklıma takılan bir şey var: Ya bu Truva savaşı denen şeyin Türkçesi "Kız meselesi" olmuyor mu? Öyle ama!
Supernatural'ın 14. sezonuna başladım (bilgisayar videoları bir oynatıp bir oynatmadığı için böyle aralar verebiliyorum; o değil de inşallah dedikleri gibi bu 15. sezon son sezon olur, hayır çünkü 25 sezon yapsalar 25'ini de izlerim, o iğrenç Leviathan konusuna katlandıktan sonra hiçbir şey koymaz bana. Tabii Leviathan sezonunun da hakkını yiyemem: Bizi Charlie Bradbury gibi bir karakterle tanıştırdı), ilk bölümde Suriyeli bir mültecinin sabah namazı kıldığı bir sahne var. Yalnız adam yataktan kalktığı gibi abdest falan almadan direkt namaza duruyor, tekbir bile getirmeyip ellerini bağlayacaktı hatta ama artık yönetmen mi uyardı ne yaptıysa getirdi iftitah tekbirini. O değil de bu dizide Kuran okuyan Michael göreceğimi hiç düşünmemiştim, daha önce cin falan işlediler ama... Bir de Cass'in ilk çıktığında "İncil oku, biz savaşçıyız" diye Dean'e ayar verip 3 sezon sonra "İncil'de doğrulardan çok yanlışlar yazar" dediği bir dizi ortamı olunca haliyle... Gerçi çeviren artık kimse o kısımdaki altyazıyı çevirmemiş, Cebrail ve Mikail'den bahseden bir ayetti ama hangi ayet olduğunu tam olarak çözemedim. Tamam, buldum: Bakara/98 imiş. Bir de aynı bölümde söz konusu mülteci İngilizce konuşurken "God" diyor, Ahmed Yesevi mi lan bu adam, Dede Korkut mu, Yunus Emre mi? Hangi dilde konuşursa konuşsun "Allah" demesi lazım. Hatta İngilizce konuşsa bile "Michael" yerine "Mikail" demesi lazım ama hadi neyse, onu kabul ediyorum.
Bak bu kurtadam mitolojisinde senelerdir süren bir "gümüş kurşun" olayı var, ben şunu anlamadım: İlla kurşun mu lazım? Yani kalbine gümüş bıçağı soksan ölmeyecek mi mesela? Ya da ateşli silahlardan önce ne yapıyorlardı kurtadamlar için (sonuçta üç bin yıllık efsane bu, yeni bir şey değil), gümüş ok falan mı kullanıyorlardı? Bak bu gümüş olayı mantıksız gelmiyor, birçok kültürde gümüş ve ay bağlantılıdır ve hemen hemen bütün okült geleneklerde gümüş kutsal olup "kötülere zarar verme özelliği" vardır ama neden mermi, onu sorguluyorum. Bu arada şimdi kontrol ettim de eski efsanelerde gümüş bıçak ve kılıçtan bahsediliyormuş, mermiye takma olayı Hollywood'a ait sanırım.
Satsuriku no Tenshi'ye başladım da hiç böyle beklemiyordum. Kötü olduğundan değil, konu, işleniş vs. bambaşka bir şey bekliyordum; böyle olduğunu bilsem günceldeyken başlardım, böyle ertelemezdim.
İlginç bir şey: Beyaz yılan kültü diye bir şey var. Sadece Japonlarda ve Türklerde var ama; ilginç bir durum. Çinlilerde de varmış bu arada, kontrol ettim. Japonlarda beyaz yılanlar tanrıların hizmetkârlarıdır, Türk kültüründe biraz daha farklı bir beyaz yılan kültü var. Yılan Ana, yılanların annesi, şifacıların koruyucusu, insanlar arasında beyaz bir yılan formunda dolaşır. Ev iyesi, yani evin koruyucu ruhu yılan formunda insanlara görünür (ama beyaz olduğuna dair bir şey söylenmiyor efsanelerde), Yılan Ata yani yılanların babası, şifacıların hükümdarı ise kara yılan olarak betimlenmekteymiş (muhtemelen Dolichophis jugularis'ten değil de herhangi bir siyah yılandan bahsediliyor burada). Uzakdoğu ve Türk kültürü arasındaki ortaklıklardan biri de bugün bizim kültürde unutulmuş olsa da izleri ve uygulamaları süren "Kader ipliği" meselesidir. Kader ipliği kırmızı bir kurdeledir ve aşıkların kaderini bağlar, bizdeki nişanda, nikahta kırmızı kurdele bağlama geleneği bunun izidir. Burada da Uzakdoğu kültüründen farklı olan yön karşımıza çıkıyor: Biz o kurdeleyi keseriz, Uzakdoğu kültüründe bunu yapmak kaderi ayırmak olur. Kırmızının evlilikle ilişkilendirilmesi bu kadarla sınırlı değil; hem Çinli hem de Türklerin geleneksel gelinlikleri kırmızı renklidir. Dede Korkut'ta evlenen Bamsı Beyrek'in al çapanından ve alplerinin o al çapan giyerken ak çapan giymekten rahatsız olduğundan bahsedilir. Türkülerimizde "al gelinlik" "al göynek" izi sürülür hâlâ. Daha önce de söyledim bunu: Türkçede "Kızıl" olumsuz ve uğursuz, "al" ise olumlu ve kutsal ifade olarak karşımıza çıkar. "Kılıcım gök girip kızıl çıksın" demek seppuku yemini etmekle aynı şeyken kırmızı elma anlamındaki "almıla" (evet, Almıla, Almila değil. Alp sözünün de aslında L yumuşatılmaz, Alplar şeklinde söylenir çoğulu falan ama günümüz Türkiye Türkçesi Osmanlı'daki zarafet takıntısından payını oldukça almış bir dil) iyi bir isimdir. Düşmanın kanından bahsedilirken "Kızıl kan akıtıldı" deniken şehitlerin kanı için "Al kana bulanmış göynek" denir. "Kızıl elma" kavramı bunun reddi gibi duruyor, sonuçta olumlu olduğunu düşünüyoruz ama "Kızıl elma" aslında olumsuz bir kavramdır. Kızıl Elma, Oğuz mitolojisinde "Fethedilmesi imkansız bir yer"dir ve Türk anlayışında "Yer ve gök arasındaki her şey Türk'e aittir, Tengri dünyanın hakimiyetini Türklerin eline vermiştir" (Bu anlayışın Kanuni'nin Fransa kralına yazdığı mektupta "Ben Allah'ın yeryüzündeki gölgesiyim" demesinden ve kendisine Sultanlar Sultanı, Hakanların Başı; krala ise "Fransa vilayetinin kralı" demesinden, bak devlet bile değil vilayet diyor, İslam'dan sonra da sürdürüldüğünü anlayabiliriz) Böyle bir anlayış için asla fethedilemeyecek bir yerden daha kötü, daha korkunç ne olabilir?
Bu arada şu beyaz yılan paragrafını yazmak için tekrar araştırma yaparken uzun süre düşündüğüm bir soruya da cevap bulmuş oldum. Soru şuydu: "Tamam, hayvan bakıyorlardı ama haftalarca dağda dolanıp geziyorlardı da bu eski Türkler, böcek olmasa bile yılan, kertenkele vs. yemeye dair gelenekler yok mu acaba?" Gerçi sonradan aklıma kuş falan avlayabilecekleri geldiğinden "Yok herhalde" demiştim ama İslam öncesinde en azından yılan eti yemeye dair gelenek varmış: Yılan eti yiyenin bilinmeyeni bileceğine, gizli sırlara vakıf olacağına inanılırmış. İslam sonrasında zaten olamaz çünkü hangi mezhep olursa olsun Sünnilikte yılan eti haram, gerçi hem Orta Asya hem de Anadolu için ilk Müslüman Türklerin çoğu Alevi, Yesevî gibi mezheplerdendi, özellikle Anadolu'da göçebeliği sürdürenler (nam-ı diğer Yörükler ve Türkmenler) arasında Yavuz Sultan Selim dönemine kadar hâlâ Tengricilik yaygındı, Müslüman olanların da tamamına yakını Alevi idi; o yüzden onu kontrol ettim ama Alevilikte vücuda zararlı olan şeylerin haram olmasından başka bir bilgi bulamadım, bunu nasıl yorumlayacağımdan emin değilim. Yılan eti vücuda zararlı mıdır mesela, ya da zehirli-zehirsiz ayrımı mı var? Bu arada yılan eti yemek aslında bitmemiş bir gelenek, anneannem yılan eti yemiş mesela zamanında. Kadın tam Yörük zaten: At üstünde uyuyakalıp parmağını orakla kesmeler, çekik gözler, eski hikayeler... Daha önce de söylemiş olmam lazım bunu: Annem de babam da aynı köyden, anneannem de aslında babamın sülalesinden (bunu ikinci kısmı söylememiştim galiba) ama annemle babam İstanbul'da tanışmış. "Nasıl oldu o ya?" dedim, "Tanıdıklar tanıştırdı" dediler. Bu arada sülale derken baba tarafımdan dedemle anneannem kuzen bile değil, daha uzak akrabalar, hatta tek akrabalıkları aynı sülaleden olmaları. (Onun bilmem kimin dedesi şunun bir şeyi falan olayı var da hatırlamıyorum şimdi)
Büyünün hâkim güç olduğu fantastik evrenin olmazsa olmazı elftir, bunu unutmayın sakın. Ha benim Tolkien külliyatından daha çok sevdiğim (ama kesinlikle çok daha az saygı duyduğum) ASOIAF'ta elfler yok ama aynı hesaptan Ormanın Çocukları var, zaten o evrende (en azından kitaplarda) büyü hâkim bir güç değil, daha çok kılıç çağı o, bir de hıyar ve şerefsiz soyluların çağı. Büyücüler hor görülüyor, derideğiştirenler Kuzey'de bile görüldüğü yerde öldürüyor (Buna rağmen Mormont kadını "Biz derideğiştireniz, ayılarla halvet oluyoruz" diyebiliyor Asha'ya ama olsun), üstatlar büyü kitaplarını yakıyor falan, öyle bir ortam. Ha neyse, elf diyorduk. Elf aslında Keltçe "peri" demek, İngilizcede şu Noel Baba'nın (bu da Pagan Avrupa figürüdür, sonradan Aziz Nikolas ile birleştirilmiş ama aslında kar, soğuk ve kış tanrısıdır kendisi; zaten Noel denen şeyin doğuşu Hristiyanlıktan eskidir, kış dönümü festivalidir; sonradan dini bir anlam yüklenmiştir.) yardımcısı olan yeşilli ufaklıklara hâlâ "Elf" deniyor mesela, bizde genelde "cin" diye çevirirler o "elf"i. (Gözünüzde canlandıramadıysanız: Santa Claus and Elves diye görsellerde arayınca yeterinde sonuç çıkıyor) Tolkien'in elfleri daha ziyade İskandinav mitolojisindeki "Alf"ler temel alınarak oluşturulmuş, zaten Tolkien'in en büyük kaynağı İskandinav mitolojisi. Gerçi Kelt "elf" ve İskandinav "alf" mitolojisi de temelde aynı kaynağa dayanıyor ama sonuçta arada fark var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder