Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

17 Mayıs 2020 Pazar

Öylesine Bir Şeyler (Yok, bu seferki Ramazan Saçmalamacası değil; zira içinde serzeniş vasıtasıyla kafa ...me de var)

Son zamanlarda Ekşi'de arayıp okuduğum başlıkları, Sahte Kahramanlar'a yaptığım ekleme ve düzenlemeleri düşündüm de dertsiz başıma dert almaya çalışıyormuş, hatta ondan da öte belamı arıyormuşum gibi geldi.

Bazı müezzinlerde zamanlama sıkıntısı var. Ezan okununca sesler falan kısılıyor malum, bir süre sonra ses kesiliyor. "Ezan bitti herhalde" deyip sesi açmaya yelteniyorsun, yeniden başlıyor. O kadar uzun nefes arası olmaz. "Hadi namaz kılayım" desen ona da erken başlayacaksın.

Friends dizisinden* çıkma "Friendzone" diye bir kavram vardır. (Bunun Türkçesi biraz uzun: "Ben seni arkadaş olarak görüyorum") Geçen Grand Blue'nun mangasını okurken ilk bölümde bir çevirmen notu vardı, "Daha ilk bölümden kuzenzonedlandı" diye de bayağı gülmüştüm o zaman. Sonra (sonra dediğim aha bugün, biraz önce) biraz düşündüm ve Türkçede daha fazla böyle kavram olması gerektiğini düşündün. "Abizon" mesela (Sondeki E'ye ihtiyacımız yok. Bu arada bunun Türkçesi de "Sevdiğim kız bana abi deyince") ya da "Ablazon" (Türkçesi "Abla deme işin düşer" Bu arada bu lafı gerçek hayatta hiç duymadım -sanki diğerlerini duydum, lafa bak- lakin Ekşi'de dört sayfalık başlığı var), "Kardeşzon" (Türkçesi: "O kardeşim gibidir") falan. Ha bir de "Özkardeşzon" var ki onun da Türkçesi "Durun siz kardeşsiniz." İyice hayvanlaştım mı ben bana mı öyle geldi? Dedim ama yazının başında "Son günlerde belamı arıyormuşum gibi geliyor" diye, üstüme gelmeyin.

*Bunu da onca sezon izledim ama tamamlamadım. Neden peki? Şu sebepten: Artık internetten mi Chrome'dan mı bilgisayardan mı kaynaklı bilmiyorum, dizi izlemeye başladığımda bazen kaymak gibi ilerliyor bazense takıla takıla bir hal oluyor. O değil bu dizi sitelerinde ayarlayamıyorsun da oynatma kalitesini. Youtube olmaz zaten de doğru düzgün oynatıcılara da yüklemiyorlar ki arkadaş. Bazen kaliteyi ayarlayabiliyorsun ama 360p'de bile takılma başarısını gösterebiliyor. Ben de öyle olunca bir süre diziye yol veriyorum, o arada da bazen bir şeyler oluyor ipin ucunu karıştırıp diziyi komple bırakıyorum. Friends, The Big Bang Theory... İkisinde de bu oldu. Supernatural'ı iki kez bıraktım böyle. Hayır arkadaş Amerikan dizisi hastası bir insan değilim, aynı anda on dizi izlemiyorum ki. Bırakın bari iki üç tane diziciği rahat rahat seyredeyim, bu neymiş ya?

Teknolojinin yok olduğu bir dünyada teknolojiyi hatırlayan biri olsaydım ne yapardım acaba? Emin olduğum üç şey var: Bir, belli bir yere kadar ilerletirdim, başkası daha fazla ilerlemek isterse engel olmam tabii ama mesela ateşli silahlar falan kısmına hiç bulaşmazdım. İki: Osmanlı yayı, net. Belki biyokompozit yerine lamine işine girebilirim daha kolay ve daha kısa sürede hallolsun diye ama öyle bir ortamda biyokompozit yay için malzeme bulmak sıkıntı olmayacaktır. Yayı icat etmiş olsalar bile İngiliz uzunyayı tarzında bir şeylerle sürünüyorlardır çünkü muhtemelen. Üç: Kılıç aga kılıç, kılıç "geleneksel silahlar" (bunları nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum. Yay, mızrak, kalkan falan işte) arasında en son icat edilendir ve silah teknolojisinin ilk büyük icadıdır, muhtemelen mızrakla bıçakla takılıyor olurlar. En fazla uzun kama. Yalnız ne tür bir kılıç "icat edeceğim" hakkında karar veremedim, her türden kılıcı sevdiğim için bunda fiyat performansa bakıyorum.

Avrupa tarzı düz kılıçlar: Yapımı* ve kullanımı kolay, dayanıklı ve her iki tarafının da keskin olabilme olasılığı yüksek. Ayrıca yapmak için illa çeliğe gerek yok, tunçtan, hatta bakırdan yapılsa bile yeterince iyi olur.
Orta Asya tarzı eğri kılıçlar (Orta Asya tarzı diyorum çünkü Çinlilerin Dao'su, Soğdların Şemşir'i gibi bir sürü çeşitte eğri kılıç var, sadece Türk kılıçları yok eğri olarak; bu kılıçların tek ortak noktası Orta Asya veya Orta Asya sınırlarında doğmuş olmaları): Dengesi son derece iyi ve korkutuculuğu yüksek. (Karşınızdaki kişinin elinde rapier mi olsa daha çok korkar, ölümü hissedersiniz yoksa Zülfikar mı onu düşünün, neden böyle dediğimi anlarsınız) Ayrıca doğru çelikten** yapılırsa Avrupa tarzı düz kılıçları rahatlıkla kırabilir. Bir de hızlı ve çevik hareketler için uygun. Binek üstünde kullanım için de son derece mantıklı bir tercih.
Katana: Şunu net söyleyebilirim: Sırf keskinliği baz alırsak dünyanın en iyi kılıçları bunlardır, tabii doğru çelikten yapılırlar ve doğru düzgün bilenirlerse. Üstteki iki türde kılıcı da rahatlıkla parçalayabilirler. Bir de dengeleri iyidir.

*Avrupa tarzı düz kılıçların neden yapımı kolay? Çünkü fazla bir şey yapmana gerek yok, dök kalıba soğut. Tabii aslında bu tür kılıçlar da demir çubuklardan doğru düzgün dövülerek yapılır ama o şartlarda işleri kolaylaştırmak önemli. Gerçi metali eritmek dövmekten daha mı zor, bilemedim? Eh, çubuk için de eritip kalıba dökmek gerekecek gerçi. Eğer döveceksen çubuk şart, kılıcı dövdüğün metalin yekpare olması lazım ki yaptığın kılıç bir işe yarasın, elinde paralanıp gitmesin. Hatta değil kullanırken, su verirken bile parçalanabilir öyle bir kılıç. Daha önce düz kılıçların çeliğine su verilip verilmediğinden emin olmadığımı yazmıştım. Cevabımı aldım: Veriliyormuş, mantıklı olan o zaten, yoksa nasıl soğutacaksın kor haline gelmiş kılıcı? Kendi kendine soğumasını mı bekleyeceksin? Tabii tek sebep soğutma değil, düzgün şekilli ve doğru sertlikte kalması için de yapılıyormuş bu. Malum çok sert bir kılıç da olması gerekenden yumuşak olan kılıç da sıkıntı çıkarır savaş alanında. Katanalara da bir değil iki kez su veriliyormuş ama kılıcın eğrilmesiyle arasındaki bağı hâlâ çözemedim, onu yazan iyi sıkmış gibi geliyor. Tabii bu dediğim "su katılırken parçalanma" olayı Şam çeliği gibi defalarca kez dövülen, defalarca kez ısıtılıp birden fazla kez su verilen çelikler için geçerli değil, onları gayet sonradan da döve döve birleştirebilirsin ama onlardan yapılan kılıçlar da demir çubuk (bu aslında çubuk değil, biraz daha yassı ama kılıç kadar geniş ve kılıç kadar ince olmayan bir şey düşünün. Nasıl tanımlayacağımı bilemedim, İngilizcesi Steel bloom imiş, onun kelime anlamı da "çelik külçesi" gibi bir şey, hatta "Çiçek açmış çelik" gibi saçma sapan bir şekilde de çevirebiliriz. Böyle gerizekalı bir dil işte İngilizce) üzerine eklenen çelik ve başka metallerden parçalarla dövülüyordu.

**Doğru çelik derken: Yani Şam çeliği, olmadı "kara çelik" denen karbon çeliği. Ne yazık ki geçmişin kılıç ustaları ne Dede Korkut'ta ve deyimlerde devamlı geçen kara çeliğin ne de Şam çeliğinin tam ve doğru düzgün bir tarifini bıraktılar. Kara çelik denen kılıçlar gerçekten siyah veya en azından koyu renk mi yoksa yüksek kömür, yani karbon oranı nedeniyle mi öyle deniyor onu bile bilmiyoruz. Kara çelik hakkında emin olunan tek şey yüksek karbon oranına sahip olması ama günümüzün karbon çelikleriyle ya da onlardan herhangi biriyle aynı mı, farklıysa aralarındaki farklar ne onu bilmiyoruz. Günümüzün karbon çeliklerinde de simsiyah olanlar ve parlak, gümüşi renge sahip olan çeşitler var. Hatta Şam çeliği hakkında kara çelikten daha fazla bilgi var, en azından birden fazla çeşitte metalden yapıldığını ve katlanarak defalarca dövüldüğünü falan biliyoruz. Zaten eskinin Şam çeliğiyle aynı mı bilinmese de görünüşü aynı olan ve yeterince sağlam bir çelik "Şam çeliği/Damascus çeliği" adıyla hâlâ üretiliyor. (Oldukça pahalı ve hobi malzemesi olarak üretiliyor. Hobi dediğim de bıçak yapma, kılıç dövme -vallahi yurtdışında buna hobi gözüyle bakıyorlar, forumlarını gördüm- falan. Bu arada böyle aşağılar gibi yazdım ama bence gayet eğlenceli hobilerdir ikisi de; zaten genellikle kılıç döven bıçak da dövüyor, bıçak döven de -yabancıysa- bir süre sonra kılıca sarıp "Ben bunu da döverim" kafasına giriyor. Hatta kılıç ve bıçak haricinde balta dövenler, mızrak yapanlar falan da var; ekipmanım olsa yaparım aslında, hayır yapmam. Daha doğrusu yapamam. Çünkü neden? Çünkü "el becerisi" denen şeyden ziyadesiyle yoksunum, ha bu el becerisini geliştirmek için iyi bir şans olabilir bak. Bu işe bir bakayım ben.)

Kötü yönlere bakalım:

Avrupa tarzı düz kılıçlar: Keskinliği o kadar da (yani diğer iki seçenek kadar) yüksek olamaz (teknik olarak mümkün değil), çevik hareketlere gelmez, binicilikte elbette kullanılabilir ama iyi bir performans alınmaz.
Orta Asya tarzı eğri kılıçlar: Düz kılıçlara göre daha çabuk kırılırlar şekilleri nedeniyle, dövmesi zordur, elbette bakır ve tunç gibi malzemelerden yapılabilir ama gerçekten işe yarayan bir kılıç için çelik değilse de demir kullanmak zorundasınızdır.
Katana: Eğer üstün yönü olan keskinliği istiyorsak doğru düzgün bir çelikten yapılmak zorundadır, üstelik bu çelik tıpkı Şam çeliği gibi defalarca dövülen ve farklı malzemelerle kaplanan bir çeliktir. Kullanımı -şart olmasa da- geleneksel olarak birçok kurala bağlı olduğundan kullanımını öğrenmesi zordur. Ayrıca katana yapısı gereği son derece hassas bir kılıçtır ve dünyanın sadece en keskin kılıçları değil, aynı zamanda en kolay kırılan kılıçlarıdır.

Buradan bakınca katananın diğerlerinden farklı tek iyi yönü aşırı keskin olması ama birçok problemi var. Sanırım önce düz kılıçlar, sonra da eğri kılıçlar derdim. Zaten tarihi olarak da ilk ortaya çıkan kılıçlar düzdü, eğri kılıçlar at üstünde daha kolay kullanılması başta olmak üzere birçok farklı sebepten icat edildi. Katanalar da başlangıçta elitlerin kullanımı için düz kılıçlardan daha iyi, daha keskin ve daha korkutucu kılıçlar olması amaçlı üretildiler. Düz kılıçları da tıpkı tarihteki gibi bakır-tunç-demir-çelik şeklinde ilerletmek en iyisi. Ha şahsi kullanımım için -daha doğrusu koleksiyon ve hava atma amaçlı- tek bir tane katana yaptırabilirdim bak, o ayrı. (O kadar geliştirme yapıyorum, bir ordu ne bileyim bir köy, bir zenginlik falan versinler bir zahmet. Ya da en azından böyle şeylere azıcık müsamaha göstersinler)

Ne zaman "Hah, iyice battım işte, daha fazlası teknik olarak mümkün değil, artık en dipteyim" desem kendimi daha dipte, daha karanlık ve rezil bir konumda buluyorum. Ne olacak bu işin sonu belli değil ya, şimdilik günlerin geçip gitmesine izin veriyorum. Bana getirisi uykusuzluk oluyor. Bu arada "batmak" derken konumdan, ekonomiden falan bahsetmiyorum, dümdüz özbenliğimden ve kişiliğimden bahsediyorum. Şimdi burada örnek vermeyeceğim ama iyice şerefsiz, hıyar, iğrenç herifin teki olup çıktım. Hayır dışarıya da göstermediğim için neden yastıkları yumrukladığımı da açıklayamıyorum. Tamam, bu dünyaya, bu hayata uygun değilim, bunu zaten biliyordum (nasıl bir hayata, hangi dünyaya uygun olduğumu da bilmiyorum ya. "Sonsuz mutluluk" tasvirimde bile acı çekiyorum ulan. "Sonsuz mutluluk" tasvirimin cennetten birazcık farklı olması da bunun nedeni olabilir tabii) ama bu kadar düşmek zorunda da değildim. Lan hayır daha fazla çamura bulanmadan (ifadeyi yumuşattım) ölüp gideyim bari, diyorum o da olmuyor. Neden? Çünkü intihar edemeyecek kadar korkağım da aynı zamanda, öyle bir it oğlu itim (babam hariç). Lan o değil kimseye bir fayda sağlamadığım gibi içimden şerefsizin tekiyim ama dışarıdan it gibi de yaşamıyorum, sonuç olarak kimseye bir faydam olmadığı gibi doğru düzgün zevk de alamıyorum hayattan. Bari dizilerdeki şerefsiz zenginler gibi yaşasaydım (çok paran olmadan da öyle yaşanır, "gerçek zengin" gibi yaşamak için çok para lazım haliyle ama bizim dizilerdeki şerefsiz zenginler gibi yaşamak için o kadar da paraya ihtiyaç yok. Lan o kadar paran var, tek aktiviten eve/şirkete yeni gelmiş fakir kızı çekiştirmek olabilir mi ya? Git dünyayı gez, ne bileyim bir şeyler satın al...), en azından ölümü beklemek yerine bir şeyler yapardım. "Hayat zaten ölümü beklemek değil midir?" tarzında bir şey diyenin ağzına terlikle vururum, bunu diyen şair de olsa ermiş de olsa Sedat Peker'in yeğeni de olsa (artık kalmadı bunlardan, ha ben eskiden de denk gelmedim o ayrı) Amerikan başkanı da olsa acımam. Eskimiş, tek köşesi yırtılmış sarımtırak tuvalet terliğiyle vururum hem de; Covid-19 kaparsınız bu ortamda.

Ekşi Sözlük'te bazı başlık veya giriler var ki insanı zorla küfrettiriyor, olmadık şeyler söyletiyor. Örnek verirdim ama aklıma gelmiyor, yine de var bunlardan. Daha yarım saat önce en az üç tane gördüm.

Yukarıda it oğlu it dedim ya kendime, o... çocuğu, eşşoğlueşşek gibi ifadeler anaya babaya değil kişinin kendisine yöneliktir. Orada (özellikle birincide) küfür ebeveyne değil muhataba gidiyor, orada bir anlaşalım. Bu arada "eşşoğlueşşek"ten sonra "babası hariç" denir ya, "anası hariç" niye denmez mesela? Çünkü bu eşeğin babası değilse anası eşektir sonuç olarak, ikisinden biri eşek olmalı ki söz doğsun. Ha bu cümleden önce ne yazdım ben? "Küfür ebeveyne değil muhataba gidiyor" Demek ki değişen bir şey yok, "Babası hariç" gereksiz orada. Niye böyle gereksiz bir şeyi yazdım ben peki? Aha iki paragraf üstteki (bir üstteki iki satıra ne kadar paragraf denirse artık) şeyi düşünmemek için.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder