Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Arefe Günü Saçmalamacası

Bizim dünyamızda (ya da aşağı bizim dünyamız gibi görünen bir evrende) bir fantastik eser yazarsam iki şey yapıyorum: Birincisi, ne kadar farklı inanç, mitoloji varsa bunları karıştırıp kendi karma mitolojimi oluşturuyor ve o şekilde yazıyorum. Bazı figürlerin birleştirilmesi sonucu doğabiliyor (Bir keresinde Erlik Han, Lucifer, Şeytan ve Prometheus'u birleştirmiştim. Gerçi Lucifer ile Şeytan'ı birleştirmeme gerek de yoktu, zaten aynı şey de konumuz bu değil) İkincisi de şu: Genellikle birkaç sayfadan sonra aklıma başka bir fikir geliyor veya tıkanıyorum, sonucunda da öyle birkaç sayfa uzunluğunda "yarım" bile denemeyecek bir şey oluyor elimde. Ben bu önbilgiyi başka bir şey söylemek için açtım: Şu Sahte Kahramanlar'ı ölmeden bitirmeyi başarırsam şayet, melekli şeytanlı bir hikaye yazma niyetim var, orada da Lucifer'ı kız olarak yazma planım. Sebebi de tam olarak bir karakterin ağzından vereceğim, hatta dur diyalog halinde:

-Lucifer... Bir kadın mı? (Nasıl göründüğüne bağlı olarak "kadın" değil genç kız hatta "küçük bir kız" vs. de diyebilirim, henüz karar vermedim ona. Karar verdiğim tek şey saç rengi ki bence hangi rengi seçtiğimi tahmin edebilirsiniz.)
-Yani... Lucy kız ismi sonuçta.

Kitap boyunca koskoca Kovulmuş Şeytan'a Lucy diye hitap etmeyi (ve ettirmeyi) planlıyorum, evet. Ne? Ne var? Bu arada özellikle kontrol ettim, Lucy ve Lucifer'ın etimolojik bağlantısı varmış. Daha doğrusu şöyle: Lucy, Latince "Lucius" yani ışık, aydınlık (hatta bazen "bilgi" anlamında da kullanılır) kelimesinin İngilizceleştirilmiş hali, Lucifer de Lucius'tan gelen ve "Işıkgetiren" diye çevrilen bir kelime. (Prometheus'la birleştirdiğim oldu, dedim ya; tam olarak bu sebepten. Işıkgetiren-Ateşgetiren.)

İki tane lise dizisi vardı, yayınlandığı dönemde herkes bunlarla dalga geçerdi: Biri Pis Yedili, diğeri Arka Sıradakiler. Kim izliyordu belli değil ama herkes dalga geçerdi bu iki yapımla. Show TV ise Pis Yedili'yi tekrar yayınlamaya başlamış (Doktorlar'ın telifi mi bitti acaba yoksa tekrar "Show TV doktorlar için çıkarılan tam gün yasasını yanlış anlamış" gibi esprilerle muhatap olmamak için mi Doktorlar yayınlamadılar?), aile evinde odam olmayıp salonda yaşayınca tabii mecbur TV'ye hakim oluyorum, gerçi her halükarda vaktimin çoğunu bilgisayarda geçiriyorum ama tv tam karşımda duruyor. Lan başka bir şey diyecektim ama lafı bağlayamıyorum. Neyse, ben zaten uzun süredir belli başlı birkaç yapım (alayı komedi türünde) ve Gökçeada'da internetin çalışmadığı zamanlar (ki sizi temin ederim tahmin ettiğinizden ve edebileceğinizden daha çok oluyor bu. Bazen de çalıştığını sanıyor) haricinde tv izlemiyorum, o yüzden pek bir önemi yok.

Türk anime (siteden bahsetmiyorum) camiası çok acayip bir yer, vallahi. Yıllar içinde birçok yeni espri, yeni yazıresim, yeni akım (Çoğu yabancı -bilhassa Amerikan- anime camialarından alıntı "Jojo gay animesi" "Weeb'in weeb'e ettiği eziyet" falan) çıktı, sayfalar, gruplar, adminler değişti ama birkaç şey hiç değişmedi. Birincisi anime izlemeye yeni başlamış, shounen nedir, shoujo nedir, hentai, yaoi, yuri nedir bilmeyen arkadaşlara Boku no Pico önermek. Gerçi bir ara gruplarda Boku no Pico sözünün telaffuzu dahi yasaklanıp bu adet son bulmuştu ama son zamanlarda yeniden dirildiğini görüyorum. İkincisi "Bu anime nedir?" vs. diye uğraşmak yerine "Kutsal?" diye sormak. Yabancılar da "Sauce?" diye soruyor artık ama bizim "Kutsal?" daha eski, araştırın, karşılaştırın görürsünüz. Üçüncüsü de spo verenler (hatta bazen yalan spo verenler) ve onlara sövenler. O zamanlara özlem duyup duymadığımdan emin değilim ama bugünkünden epey farklıydı. Eskiden her loli paylaşımına FBI yazıresmi atılmazdı mesela, gerçi o zamanlar hem nadiren loli paylaşılırdı hem de anime stüdyoları, mangakalar, ranobe yazarları falan "legal loli" olayının cılkını çıkarmamıştı. Noucome'deki "Loli Sensei" Douraku Utage gibi birkaç tane vardı ama bugünkü gibi her yer legal loli'lerle dolu değildi. O zaman da trap'ler vardı ama trap çılgınlığı yoktu. (Trap'in ne olduğunu söylemeyeceğim, ya zaten biliyorsunuzdur ya araştırıp bulursunuz ya da umrunuzda değildir, dolayısıyla benim söylemem herhangi bir anlam ifade etmeyecek. Sanki verdiğim her gereksiz bilgi anlam ifade ediyor da, neyin tribiyse bu.)

Geçen yazıda (veya yazılardan birinde, hatırlamıyorum) diş matkabı yerine insani bir çözüm bulunması gerektiğini söyledim ya. Hiç bana "Lokal anestezi" falan demeyin, o matkabın dişimi oyduğunu gayet hissediyorum ben. Ne anladım anesteziden? Acımasın, hissetmeyelim diye yapılmıyor mu bu aq işlemi? Hayır, sorun bende mi acaba diye de düşünüyorum bazen. Zira berberde de gayet saçımı hissediyorum (daha doğrusu hissediyordum, artık olmuyor), kendi tırnaklarımı kendim kesmeye başladığımdan beri çok dibe sokmazsam olmuyor ama tırnak keserken de gayet tırnaklarımı hissediyordum. Bir de şehirdeki acı eşiğim düşük benim. Şöyle: Ormanda kendimi kanatsam daha sabırlı oluyorum ama şehirde hemen "acıyo' yaaaa"ya bağlıyorum. Ormanın havasından herhalde, ben şehirde yaşamaya uygun bir insan evladı değilim, aha bu da kanıtı. Diş konusuna dönersek: Zaten bir dişçi koltuğu, bir berber koltuğu. Bu ikisi insana -en azından bana- kendini kurbanlık koyun gibi hissettiriyor. Öyle sabit durursun, her emre uyarsın falan... İkisinde de kesici delici birtakım şeyler var... Ohooo. Berberlerle sorunumu daha önce anlattım. Diş matkabını hissetmek konusuna dönersek de "Müzik dinle" tavsiyesi aldım ama hiçbir işe yaramayacak, biliyorum. Benim sorunum (daha doğrusu esas sorunum) matkabın sesiyle değil ki, ağzımın oyulduğunu bildiğim hissetmemle ilgili. Lan genel anesteziye razıyım bak, masadan kalkamayacaksam da kalkamayayım, sanki yaşarken herkese çok faydam var da ben ölünce kötü olacak. O değil de sedasyon diye bir şey varmış, yıllardır kimse söylemedi bize böyle bir şeyi, söyleseler bir denerdim belki. Ama artık çok geç: Dişçi muayenehanesinin kapısına bile gidemem şu anki durumda. O değil benim iğneyle, çektirmeyle falan sorunum yok bak. Gayet çatır çatır çektiririm, onu hissetmiyorum ama arkadaş şu matkabı benden uzak tut işte be! İşkence aleti kapsamına alınması lazım o şeyin.

Şu savaş-dövüş talimlerini (kılıç falan) yapmaktan bazen sıkılıyorum. (Hoş, kılıç adada kaldığından ne zamandır talim falan da yapmadım o ayrı. Hoş yapsam bile gerçekte nasıl yapmam gerektiğini bilmediğimden çalakılıç sallıyorum, başka da bir halt yapmıyorum. Teorik olarak inciğine cinciğine dek biliyorum ama bu tür şeylerde gerçekten bilen birinden doğru düzgün bir eğitim almazsan teorik bilgi herhangi bir şeye yaramıyor. Buradan bana bunu öğreten okçuluk kursuna selam ederim. Niye "80 milyon bizi izliyor" kafasına girdim lan ben?) Neden sıkılıyorum? Çünkü insan bir şeyler yapınca o şeyin sonucunu görmek istiyor. Yazarken bunun sonucunu görürsün, zaman zaman eski eserlerine bakarsan daha çabuk görürsün. Çizerken görürsün, bahçecilikte görürsün, Youtube olsun gerçek bir dizi/film olsun bir şeyler çekerken görürsün vesaire vesaire... Okçulukta da görürsün bak (gerçi güya 40 libre olan ama gerçekte 30 libre bile olmayan bir yaya sahip olduğum için ben onda da göremiyorum, o da ayrı bir konu); ama şu aq kılıç, balta, dövüş falan talimlerinde karşında bir rakip yoksa çalışmalarının herhangi bir işe yarayıp yaramadığını bilmen mümkün değil. Keçeye kılıç mı çalacaksın da anlayacaksın? O zaman da anlayamazsın ki. "Yakın dövüş/silah talimi" doğası gereği en az iki kişilik olan ve tercihen bir grup halinde turnuva usulünde yapılması gereken bir şey. İşin daha beter bir yanı var: Gözlük. Okçulukta bu bir sıkıntı değil ama kılıç talimi turnuva usulünde yapılacaksa gözlükle yapamam, e çıkartırsam da bir şey göremeyeceğimden mesafeyi ayarlayamam. Hayır ne biçim vücudum var anlamadım: Gözüm bozuk, dişlerimden bahsetmek bile istemiyorum, boğazımda bir balgam sorunu var, kanımda D vitamini eksik... Daha neler var Allah bilir. Lan bir yerimden bir yerim düzgün, sağlıklı olsaydı bari. (Lazerle göz tedavisinden falan bahsetmeyin bana, araştırdım onu. Sadece %10 ihtimalle gerçekten işe yarıyor, ayrıca tamamen kör olma ihtimali de var) Bak tüplü dalış yapmak istiyorum mesela; göz bozuk olduğundan onu da yapamıyorum. Deneme dalışı görevlisi "Altı kat büyütüyor" diye bir şeyler salladı ama zerrece inanmadım. Araştırdım: 1,5-2 derece miyopide sorun olmaz diyor. Lan ben gözlük takmaya başladığımda (ki ilkokula rastlar) zaten gözlerim 2,5'tu, ne diyo'n sen hacı? Gözü bozuk olanlar için numaralı deniz gözlükleri var, onlar da ebesinin şeyi gibi pahalı. Öyle gidip dükkandan da alamıyorsun, özel yaptırman gerekiyor yüz tipine, göz numarana falan göre (Normal gözlük de öyle lan aslında?). Sırf bir deneme için alınmaz, hoş öyle bir şey alsam normal yüzerken de giyerim zira göremediğimden yüzmekten hoşlanmadığımı söylemiştim daha önce. İşin ironik tarafı şu ki su altını gerçekten seviyorum: Deniz taşları, istiridyeler, keşiş yengeçleri, balıklar, mercanlar, deniz kestaneleri, deniz çayırları... Zaten akvaryum sevdam da tamamen oradan geliyor: Gerçekten denizde olunca göremiyorum ama akvaryumda olunca suyun altını gayet net, iyi bir şekilde görebiliyorum. Hayır hem her yerim bozuk hem kimseye bir faydam yok hem diğer şeyler... Tek yaptığım ölümü beklemek ve bu esnada (çoğunlukla komedi izleyerek) oyalanmak. Yani sırf komedi malzemesi olarak ya da ileride ibretlik bir hikayenin kahramanı falan olmak için mi dünyadayım ben? Amacım nedir? Sınanmaksa o sınavdan kaldım zaten, artık kurtarılabilecek seviyeyi geçtim. Anca çarmıha falan gerilirsem affedilirim. Artık ölümü beklemek değil yaşamak istiyorum ben. Dişlerim sağlam olsun veya en azından diş matkabını (adının o olmadığını biliyorum ama matkaptan başka bir şey değil o) hissetmeyeyim de tedavi olabileyim istiyorum, yataktan kalktığımda gözlük aramadan görebilmek istiyorum, lezzetli, soslu bir şeyler yedikten sonra boğazımda bir yumru kalmasın istiyorum, bedenim ve ruhum bu kadar zayıf olmasın, daha dayanıklı olsun istiyorum, sakin bir hayat sürmek istiyorum, gelecek hayalleri kurabileceğim bir sevgilim olsun istiyorum... Şehirde yaşamak da istemiyorum bir de: Avcı, toplayıcı/yağmacı ve tarımcı yarı-göçebe toplumda yaşamak istiyorum ben. Şöyle elime mızrak alıp fırlatabileceğim bir ortamda bulunmak, tepesi isten kararmış keçe çadırda yaşamak. Ölmeyi beklerken intihar etmiş olmayayım diye hayatta kalmaya çalışmaktan bıktım, ya yaşamak ya da bir an önce ölmek istiyorum artık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder