Öne Çıkan Yayın
Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)
İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~
31 Ağustos 2020 Pazartesi
Ejderha ve Mühür ~ 6,1. Bölüm: Bahar Festivali
30 Ağustos 2020 Pazar
Ejderha ve Mühür ~ 5. Bölüm: Kılıç
29 Ağustos 2020 Cumartesi
He Öyle İşte, Şöyle Böyle Bir Şeyler (Rastgele Gülüş Koyacağım Lan Artık, Vallahi Yeter)
Semizotu kadar kültüre alınması saçma, mantıksız bir bitki yok. Bir bitkiyi niye kültüre alıp ehlileştirirsin? Birkaç sebebi vardır, bunlarda tek biri ya da birden fazlası geçerli olabilir: Meyvesini veya artık hangi kısmı kullanılıyorsa onu büyütmek (Mutfak alanında "sebze" sayılan neredeyse bütün bitkiler: hıyar, karnabahar, domates, brokoli... Ayrıca hemen hemen tüm meyveler: Karpuz, elma...), daha uzun süre ve daha verimli bulunmasını sağlamak (Buğday, mısır ve hemen hemen tüm tahıllar, ayrıca birçok kök bitkisi: Havuç, soğan, sarımsak...), olumsuzluklarını (genelde zehir) gidermek (Patates, patlıcan, domates) vesaire. Yabani semizotunun yaprakları tarla semizotuyla neredeyse tamamen aynı boyutta, üstelik tek sapta/kökte çok daha fazla yaprağı var yabani semizotunun. Tarla semizotunun mevsimi varken yabani semizotu kart da olsa yaz kış demeden bulunabilen bir bitki. Ayrıca acayip arsız bir bitki, domates başta olmak üzere meyvesi mutfak alanında sebze kabul edilen neredeyse bütün bitkilerin yanında hediye olarak veriliyormuş gibi saksıda bile çıkıyor; haliyle bulunamama gibi bir sorun yok, hatta tarla semizotunun ekilmesi, sulanması vs. gerekirken yabani semizotunu istesen bile öldürmen epey zor. Ayrıktan arsızdır bu ot. Yabani semizotunun tek bir olumsuzluğu var: Çok bilmeyen biri zehirli olan sütleğen ile*1 karıştırabilir ama tarla semizotu yapay durması (Yani bana öyle bir his vermesi, pazarda tanıyamıyorum bu bitkiyi ama sal beni tarlaya, yabani semizotları ve sütleğenlerden iki sepet getireyim birbirine karıştırmadan) haricinde sütleğene çok daha fazla benziyor. Bu arada yapaylık hissi de mat yapraklardan geliyormuş bana, az önce fark ettim.
*1: Ki zaten sütleğen botanik açısından semizotunun zehirli ikizidir, böyle bir kavram vardır botanikte: Yenilebilir/şifalı bitkilerin çoğunun bilenin (genelde) rahatça ayırt edebileceği (tabii bilen için bile her zaman kolayca ayırt edilemeyebiliyor ama genelde iki bitkiyi de iyi tanıyan biri ayırt etmekte zorlanmaz çoğu bitki için; ha botanikçileri bile zorlayacak denli benzeyenler de var tabii ama onlar konumuzun dışında) ama çok bilmeyenin de kolayca karıştırabileceği birer zehirli ikizi vardır.
Bak bu tarla semizotu, içinde on iki tane falan kök olan bir demet:
Bu yabani semizotu, tek kök:
Aha bu aşağıdaki de sütleğen. Bu arada sütleğen zehirli olmasına rağmen aynı zamanda bir şifalı bitki ama hem binlerce yıldır bütün kültür ve coğrafyalardan otacı ve şifacılar hem de günümüzün eczacıları (bu arada eczacı ilaç alım satımıyla uğraşan kişi değildir, bayağı bilim insanı, adeta atanamamış biyokimyagerdir; bunu da belirteyim, öbürünün adı ilaç mümessilidir) der ki: "Zehirle ilaç arasındaki tek fark miktarıdır." Su zehirlenmesinin ne olduğunu araştırarak da bunun doğruluğunu kendiniz teyit edebilirsiniz.
Yani semizotu kadar kültüre alınması mantıksız bir bitki yok, bitki dediğin avantaj için kültüre alınır; burada tam aksine tarla semizotu dezavantajlı. Lan yabanisi her mevsim olan ot kültüre alınınca neden mevsim kazanıyor, domatese bibere mi özeniyor? Bunun açıklamasını borçlusun ey semizotunu kültüre almanın iyi bir fikir olduğunu düşünen ilk insan evladı! Gerçi şu mevsim durumu ekme ve biçmeyle ilgili olabilir, belli bir mevsimde ekince belli bir süre olgunlaşması gerekiyor; o zaman tohumluk ayrılanlar dışında tamamını toplarsan da mevsimi oluşuyor tabii. Bu arada yabani semizotunun tadı da tarla semizotuna bin basar ama o böğürtlen, çilek gibi diğer asıl tadını mineralden alan bitkilerde de gerçekleşen bir durum olduğundan üstünde durmadım. Elmanın mesela yabanisi acılık ve ekşilikten neredeyse yenemez bile*, armut ve kiraz da hakeza çünkü bunlar tatlarını esas olarak mineralden almazlar, çevre ve özellikle de ışık tada daha çok etki eder; bunun temel sebebi de yer bitkisi değil yüksek dal bitkisi olmalarıdır.
*Yedim bu arada, tecrübe konuşuyor yani; Türkiye'de Malus sylvestris yetişir, hoş bahçe elmasının yani M. domestica'nın yabanisi M. sylvestris değil M. sieversii ama M. sylvestris de çiçek elmaları içinde örnek türdür ki Sylvestris adından da bunu anlayabilirsiniz, "Orijin"e verilme adeti olan bir isimdir bu; ayrıca yabani böğürtlen ve çilek de yedim, Türkiye'de Fragaria vesca da yetişir. Ulan Batı Asya ve Avrupa'nın hemen her yerinde yabanisi yetişip Fransa'da kültüre alınan çilekle 12. Yy.da yazılmış Mevlana mesnevisinde bile bahsedilen nohutu da Amerikalı yaptılar ya, daha hiçbir şey demiyorum ben. Patlıcan Çinli, hıyar Hint bu arada; o ikisi de Amerikalı değil. Domates ve patates Amerikalı ama; o tamam, onda sıkıntı yok.
Hayatımı (geçen yazıda da anlattığım geldiğim çarpık zihinsel ve bilinçsel durum nedeniyle) yarı hayat muhalifi tam sefa pezevengi mandıra filozofu olarak geçirmeye karar verdim. Öyle de böyle de yalnız öleceğim aq, bari kimseyi takmayayım da şanım yürüsün. Staj bir bitsin hayatımı o yöne sokacağım. Ben şehirleşmeye karşıyım, ben para için çalışmaya hatta paranın kendisine karşıyım, ben takım elbiseye karşıyım hele kravata iyice kafam girsin, ben saç kestirmeye karşıyım, ben endüstriyel hayvancılığa karşıyım, ben altıpatlardan yüksek silah teknolojisine karşıyım diye diye dolanmayı planlıyorum ortalıkta. Ha bir de bir adet deli raporu almayı planlıyorum, hayatımda çok avantajı olur gibi. Normal zamanda aklıma gelen ama söylemediğim, hatta "Lan saçmalama" diye kendimle kavgaya giriştiğim her türlü düşünceyi söyleyip normal davranırsam* pek zorlanmam diye düşünüyorum açıkçası.
*: İşte bu yüzden "normal" kavramına karşıyım. Benim normalim bu kardeşim, Allah Allah? Japon için de kahvaltıyı pilav ve kızarmış balıkla yapmak normal, Fransız için de bayağı bildiğimiz bahçe salyangozunu şarapta pişirip ıspanak tıkarak emmek normal (Escargot), Perulu için de Gine domuzunu (Kobay) kızartıp yemek normal (Cuy). Ya da yemekten gitmezsek mesela Yunan için kutlama esnasında evde tabak bırakmamak normal (Sirtaki), Amerikalı için eve ayakkabıyla girmek normal, İngiliz için soğuk ve sıcak suyun farklı musluklardan akması normal, Rus için kafana içine kurşun koyduğun bir tabancayı dayayıp sırf ölmeme ihtimalin DE olduğu için ateşlemek normal (Rus ruleti). Şu anda "Yeni normal" denilen şeylerin çoğunluğu olmasa epey fazlası eskiden de benim günlük hayatımın parçasıydı mesela, benim için o "yeni" falan değil direkt normal. Normal nedir, onu bir söylesene bana önce. Normalmiş, peh! Sensin normal! Hiçbir özelliği olmayan sıradan tiplerin sığındığı kalkandır normal kavramı! Normunuzu alıp bir tarafınıza... Niye bu kadar gaza geldim lan ben?
Mesela en bilindik yazar triplerinden biri de "Bir yerden sonra hikaye kendi kendine aktı"dır, özellikle Stephan King ve GRRM çok yapar bu açıklamayı. Şimdi, daha önce "Okunması için yazılan tiyatro" olayında olduğu gibi sırları deşmemi, geçirmemi bekliyorsanız... Çok beklersiniz zira bu tamamen anlaşıldığı şey kasteden bir söz. Yazarın görevi hikayenin yolunu belirlemek değildir, yazar karakterleri, temel olay örgüsünü ve çatışmaları oluşturur, bazen aklında bir son belirler bazen belirlemez ki zaten belirlese bile esnetilebilir bir son olur, ilk kısımları yazmaya başlar; olaylar ve karakterler oluştukça, özellikle de çatışmaların zemini hazırlanırken karakterler irade kazanır, evrende hiç bilinmeyen bir yerlerde bir şeyler olur ve zaman içinde hikaye kendi yolunu bulur, yazarın görevi suya yol açmak değil; yolunu bulan suyu çatışmalarla bulandırmak ve dökülmesi gereken denize ulaşamayacak bir yöne saptıysa engel olmaktır ki bu da bazen karakter öldürmek, belli bir bölümün tamamını silmek ya da aklındaki temel olay örgüsünde değişiklik yapmak gibi çok ciddi müdahaleler gerektirebilir; GRRM bunu yapmaktan kaçınmayan bir yazar mesela, kaçınmadığını açıkça söylüyor; Stephan King kaçınıyor açıklamalarından anladığım kadarıyla, öyle olunca da işler toparlanamaz şekilde çığrından çıkıyor tabii. Hoş bunda Martin denen hıyarın bol kepçe karakter oluşturup Stephan King'in figüran bile eklememesi de etkili olabilir. Bu bahane değil hakikattir özetle. Mesela yüzüktayflarının sudan korkması gibi evrenin temeline konulan bir fikir, akan suya müdahale etmemek için bizzat Tolkien tarafından imha edildi fantastik edebiyat kavramının oluşmasını sağlayan o meşhur eserde. Hikayeler kendi kendini anlatır, yazar sadece bir aracı, belki bir çeşit tercümandır; yazar kitabın tanrısı değildir, belki kitabın "derin evreni" gibi, gerekli gördüğü müdahaleleri yapan ama temelde sadece aktaran biridir. Aslında yazar, evreni kurması açısından deistik bir varlığa benzetilebilir belki ama yazar müdahale yapma gücünden yoksun yahut müdahaleye isteksiz değildir, yalnızca gerekli gördüğü zaman, çok ciddi olan şeylere müdahale eder; geri kalanını evrenin, haliyle öykünün kendisine bırakır. Bu arada evren dedim diye fantastik/bilimkurgu gibi almayın, "bizim dünyamız"da geçen gerçekçi (Bana "Gerçek nedir?" diye sordurtmayın, geçen yazıdaki şizofreni kuruntumu temellendirip anlatır, alayınızı paranoyağa çeviririm! Gerçekmiş...) kurgular da içerdikleri karakterler, olaylar vs. ile kendilerine has birer evrendirler. Bu arada Orta Dünya olsun, Batıdiyar olsun, hatta GORA bile bizim televizyonların (bilhassa son zamanlardaki) yaz dizilerinden de günlük dizilerinden de çok daha mantıklı temeller üzerinde yükselen çok daha gerçekçi evrenlerdir, bunu da belirteyim.
Öncelikle siyasete ve her türden siyasi görüşe kafam girsin. Sonralıkla bir siyasi görüşüm olmasa da kendimi illa konumlandıracaksam Turancılığa yakın bir yerde konumlandırırım. Bununla birlikte, günümüz şartlarında "Turan Birliği" pek de mümkün değil. Neden peki?
Birincisi bu Turan birliği kimleri kapsayacak? Sadece Türkî halkları mı yoksa Ural halkları ile Türkî olmayan Altay halklarını da mı? Türkî olmayan Altay halklarını kapsayacaksa "Dış Altaylar" gibi bir şey denebilecek, diğerleriyle dilsel, tarihi ve kültürel açıdan daha az bağı olan Koreli, Ainu ve Japonlar buna dahil edilecek mi? Peki ya Türkçülerin genellikle Türk olduklarını söylediği, kendileri Slav olduklarını iddia eden; hakikatte Türk-Slav kırması olan ve şu anda diğerlerinin tümüyle alakasız bir Slav dili konuşan Bulgarları ne yapacağız? Hele bir de kendileri genellikle Türk olduğunu söyleyen, esasında soy olarak Bulgarlardan hiç farkı olmayıp bir tek Müslüman olmaları farkı olan ve Bulgaristan'da azınlık olarak yaşayan Pomakları ne yapacağız?
İkincisi için birinciye bir cevap bulmamız gerekiyor; cevabı "İç Altaylar ve Macarlar" olarak verelim şimdilik. "Neden Macarlar var da diğer Ural halkları yok?" sorusunun cevabı ise şu: Finler ve Estonlar köklerini takmazken Macaristan'da Turancı bir siyasi parti var da ondan. İyi de İç Altaylar arasından kendi ülkesi olmayan çok grup var. Örneğin bugün çoğu Libya'da yaşayan, Abbasiler döneminde başlayıp Memlükler ve Osmanlılar zamanında iyice fazlalaşmış Kuzey Afrika Türkleri var, İran Türkleri (ki çoğu Safeviler döneminden kalma Azerbaycanlılar), Alamancılar, Irak (Türkmeneli) Türkmenleri falan da var. Hadi onları "Zaten başka vatandaşlıktan memnunlar" deyip görmezden gelsek de*1 kendine ait özerk bölgesi olan, yani devleti olan ama bu devlet başka bir devletin hükmünde bulunanlar var. Çuvaşlar, Uygurlar (hoş o da nasıl özerklikse, inim inim inliyorlar Çin işkencesi altında) Karakalpaklar, Gagavuzlar, Tatarlar, Buryatlar... Hele Karakalpaklar (Bu arada bunlar Terekeme de denen Oğuz-Azer halkı Karapapaklar değil, onlar başka) kendileri de bir Kıpçak halkı olarak bir Kıpçak devleti olan Özbekistan'a bağlılar, bu konuda Özbekler ve Karakalpaklar ne diyecek mesela? Ha bu birlik tek bir yerden yönetilen devlet değil de Avrupa Birliği benzeri bir şey olursa Karakalpaklar açısından sorun çıkmaz, yine de hâlâ diğerleri var. Ha bir de bu birlik bu şekilde kurulsa ilk başta Çin ile savaşa tutuşur çünkü Çin'in Moğolistan'ın güneyinde işgalci konumda bulunduğu ve Batı Çin'de Çinlilerden çok bulunan Türk-Moğol grupları olduğu gerçeği var.
*1: Bu arada diğerleri olabilir ama Irak Türkmenlerinin hele de başka bir halka ait özerk bölge içindeyken memnun olduğunu pek sanmıyorum, bu adamların resmen kendilerini yönetenlere "Kafanızı keseceğiz" mesajı veren "Biziz Türkmen Gençleri" diye marşları var lan? Bu arada kendileri hani şu meşhur "Misak-ı Milli'de Türkiye'ye dahil olup şu an Türkiye'ye bağlı olmayan, yani teknik olarak işgal altında bulunan" topraklarda yaşamaktalar.
Üçüncüsü İç Altaylar tarihin hiçbir döneminde bütün olmadı. Alp er Tunga, ilk alptır ama hükmü yalnız Sakalar üzerindeydi. Tarihi olarak Orta Asya halklarını ilk kez birleştiren Mete Han (ki kendisini satan babasının kendine bağladığı halklar olmasaydı o iş biraz zordu, Tuman "Teoman" Han'ın da hakkını vermek lazım), ömrü boyunca Hunlara bağlanmaya yanaşmayan Türk ve Moğol obalarıyla uğraştı. Bugün bir destan kahramanı olan, genelde Mete Han ile aynı kişi olduğu düşünülse de benim pek ihtimal vermediğim ve muhtemelen Mete Han'dan daha eski bir zamanda yaşadığını düşündüğüm Oğuz Kağan, destanda "Tümen"dir, Türkleri birleştiren kişidir ama destan, ayrıca Oğuz Kağan'ın hükmedemediği Türkî halklardan da bahseder. Göktürk Devleti -ki bu devletten önce Türkî halklar için genel anlamda bir Türk adı bulunmazdı, boy adları öne çıkardı- varlığı süresince Uygurların isyanlarıyla uğraştı, Batı'da olanlar ve devlet dışına gidip "Siz takılın ya" diyen ve Anadolu'ya ilk ayak basan Türkler olan Ak Kıpçaklar'ı hiç saymıyorum bak. Cengiz Han'dan önce de Moğollar için ortak bir ad yoktu bu arada, yine boy adı öne çıkardı; Cengiz Han'a kafayı kırdırıp bilinen dünyanın yarısını dümdüz etmesine neden olan da yine bir Moğol boyu olan Merkitlerdi. Cengiz Han Orta Asya'da İç Altaylar arasında bir birlik sağlamış olsa da bu kez de Selçuklu siktiri çekti mesela, yine bir bütünlük oluşmadı. Ya da Anadolu Türk birliğini Özbek, haliyle Türkî olan Emir Timur parçaladı. Ha tabii o biraz da o birleşmenin sırf harita üzerinde olmasından oldu ama olsun. Avrupalılar mesela Haçlı Seferleri de dahil birkaç kere toplu hareket ettiler. Balkanlardaki Müslüman yoğunluklu devletler mi dediniz? Dokuzuncu Haçlı Seferi'nde bile orada pek bir Müslüman varlığından söz edilemezdi, daha sonrasında da Osmanlı vardı zaten.
Dördüncü olarak... Hepsine cevap bulduk da bütün sorunlar çözüldü diyelim, önümüzde çok büyük bir engel var: Biz Türkiye Türkleri daha kendi içimizde ayrışıyoruz. Bak, teröristleri ya da azınlıkları falan hiç saymıyorum, nesebi hakkında "Türk'üz işte be" ya da "Bilmem nere göçmeniymişiz"den fazla fikri olan Türkiye Türkleri kendi aralarında birlik olamıyor daha. Muhacırlar Yörüklere söver, Yörükler Muhacırlara "Avrupa görmüş Yörük" deyip kendilerinden alta koyar ve asimile olmakla itham eder, Manavları kimse takmaz, Muhacırlar onlara Yörük'müş gibi davranırken Yörükler "Bizden değilsiniz" tavrıyla yaklaşır. Üçü toplanıp ilk bahsettiklerimi soysuzlukla, gayriciddilikle, devşirmelikle itham eder. Hele Türkiye Karapapakları (Terekemeler) gibi aslında Türk olup da azınlık olanlara hiç girmiyorum bile. Bir de Yörüklerin genel anlamda "Ülkenin asıl sahibi biziz ulan, ayağınızı denk alın" şeklinde bir tavrı vardır, bu tavrı Türkmenlere kullanmazlar (Zaten Türkiye halklarından bahsediyorsak Türkmen ve Yörük tanımlarının nerede başlayıp bittiği de belli değildir ya, o ayrı), bir de Kafkas kökenli halklara (Çerkezler, Abhazlar vs.) karşı da pek kullanmazlar; genel anlamda diğer "yaygın Türklere" karşı kullanırlar. Hadi onu geçtim Muhacırlar arasında Selanik göçmenleri kimseyi beğenmez mesela. Yörükler desen daha beter: Karakeçililer, Sarıkeçililer ve Avşarlar kimseyi beğenmez de herkese alt tabaka gibi yaklaşır (Aslında ilk iki aşiretin dahil olduğu boy ile üçüncü boyun tarih boyunca birçok Oğuz devletinin kuruluşunda önemli roller üstlendiği ve birinin Oğuzlar içinde yönetici boy, diğerinin de akıncı boy olarak konumlandırıldığı düşünülürse pek de garip değil), diğerleri bunların asimile olduğunu, has Yörük olmadığını söyler, herkes toplanıp Çepnilere söver (Bu mezhepten de bağımsızdır ha, gerçi dediğim her şey mezhepten bağımsız ama Çepnilere sadece Sünni Yörükler sövmez, onu diyorum), Çepniler herkese "Siktirin lan" tavrıyla yaklaşır falan... Hele Karakeçililer ve Avşarlar arasında kökleri ta Osmanlı'nın ilk zamanlarına, hatta belki daha eskiye dayanan bir soğuk savaş vardır (Alt tabaka yaklaşımında dediğim olay da başlıca sebeplerdendir) ki her iki grup da birbirine ağır söver, ellerine kılıç versen birbirlerine dalma ihtimalleri vardır. Yani Türkiye Türkleri daha kendi aralarında bir olamıyorlar, hatta alt parçalara ayırsan onlar da kendi aralarında bir olamıyor. İran Türklerinde de aynısı var bak: Türk adındansa Azeri, Kaşkay, Sungur, Halaç gibi boy/soy isimleri öne çıkar. Ha iki grubun bir başka ortak özelliği Türk'e karşı bir şey olduğunda Türk adı altında birleşebilmeleridir ama başka zaman birbirlerine geçirme derdindedirler. Bak ilk alt parçada da birleşebiliyorlar onu unutmuşum, birer Karakeçili, Çepni ve Avşar birbirine söverken Yörüklerin geneli hakkında bir laf edilirse derhal ortak savunmaya geçebilirler; Muhacırlar da aynı.
Bir şeyin yenilmesinin, daha doğrusu yenilmeye devam ediliyor olmasının birçok sebebi vardır ki onlara az sonra geleceğim ama bir şeyin yenilmeye başlamasının tek bir sebebi vardır ki o da o şeyin yenilebilir olmasından gayrı bir şey değildir. Peki, bir şey neden yenmeye devam edilir? Öncelikli olarak tadı sevilir, tutulur, halk geneline yayılırsa devam edilir. Başka bir sebep de aşinalık ve fazlalıktır. Örneğin Ortaçağ Avrupa mutfağı bira ve lahana üzerine kuruludur ki bunun temel sebebi Orta ve Kuzey Avrupa'da arpa ve lahana dışında pek bir şey yetişmemesidir, mısır, patates falan daha Amerika'da tabii o dönem. Ha bu arada halk mutfağından bahsediyorum; yoksa Ortaçağ Avrupa soylu ve zenginlerinin sofralarında Ortadoğu, Hindistan, hatta Çin'den gelen "egzotik" baharatlar (Egzotik baharat dedikleri de karabiber, tarçın falan ha; öyle Hindistancevizi sütü, köri falan beklemeyin), pirinç gibi malzemeler ve özellikle deniz ürünleri (Deniz ürünleri derken günümüzde yediğiniz balıkları düşünmeyin, balina, deniz kaplumbağası falan. Ha Ege, Karadeniz ve Akdeniz kıyılarında günümüzdekine benzer/yakın bir balık kültürü vardı muhtemelen) yer alıyordu. Mesela aynı sebepten Türk mutfağında dana eti pek kullanılmaz, Türk yemekleri daha çok kuzu/koyun etini veya koyun-dana karışımını içerir; sığırların çit sürmek ve kağnı çekmek gibi önemli görevleri vardı sonuçta. Bakmayın bizim çakma elitlerin "Koyun eti kokuyor be" diye burun kıvırdığına, Türk mutfağında dana eti festival yemeğidir, günlük hayatta tüketimi çok azdır. Ulan saray mutfağında bile dana eti pişirilmiyordu be doğru düzgün! Yalnız pek bilinmez, Osmanlı saray mutfağı balık ve deniz ürünleri açısından epey zengindir. Öte yandan muhtemelen yaşlanmış sığırlar sucuk, pastırma vs. olarak değerlendiriliyordu zira koyunun pastırması pek bir şeye benzemez, aroması çok yoğun olduğundan üstüne bir de çemendir bilmem nedir sürersen koku bombası gibi bir şey elde edersin. Ha evet bu arada, koyun eti kokmaz, aroması yoğundur. Hayır "Kokuyor" deyince neden illa ağır/kötü koku belirtiliyor? Sığır etinin kokusu yok mu? Var; hem de çiğ sığır etinin ele bulaştığında çekilmez bir kokusu var, onun yerine pişmiş koyun etinin kokusu mis gibidir. Koyun etinin aroması yoğundur, kokmaz. Ulan bunu diyenler Ege adalarında balıkları hüpletmeseler samimiyetlerine inanacağım, balıktan daha çok kokan herhangi bir gıda maddesi mi var ulan? Devam ediyorum: Bir başka sebebi de şifalı olmasıdır. Evet evet, şifalı olması. Biraz düşünürseniz kendiniz örnek bulabileceğinize inanıyorum.
Bu arada şu vegan yemekler konusundan bahsedeyim hazır konu yemekken. Vegan sucuk, Vegan pastırma gibi şeyler açık söylüyorum mallıktır. Vegan köfteye ve "vegan peyniri" denen tofuya pek laf etmiyorum zira halihazırda hiç et içermeyen köfte türleri (falafel olsun, mücver olsun) geleneksel olarak zaten hep vardı (Gerçi veganlık da son yüzyılın trendi gibi görünse de kökleri ta Antik Hindistan'a dayanan bir şey, orası ayrı), tofu da kaç bin yıllık yiyecek ki Uzakdoğulular tarafından asla peynir veya peynire alternatif olarak görülmemiş bir şey; zaten tofu 2. yüzyılda Çin'de ortaya çıktığında Çinliler belki biliyordu ama Japonlar peynir diye bir şeyin varlığını bilmiyordu daha. Hah, neyse; Vegan et gibi şeyler mallıktır. Değil veganın, kırk yıllık etçinin, hatta bir ihtimal sebzeden nefret edenlerin bile seveceği ve hiçbir kısmı hayvansal bir ürüne benzetilme gayretinde bulunulmamış öylesine vegan yemekler var ki aklınız durur, peki bu yemekler varken ve bir kısmı için tamam, restoran imkanları gerektiğini kabul ediyorum ama büyük bir kısmı veya en azından benzerleri/çakmaları ev imkanlarıyla gayet yapılabilirken neyin gayreti bu? "Bütün gününüzü salata yiyerek geçirin, vegansanız hak ediyorsunuz" şeklinde değil bu arada durum. Atıştırmalıklar, mezeler, salatalar, ana yemekler, tatlılar, hayvansal ürün şart olmayan ürünler* var bir sürü. Al mesela ana yemek mi, meze mi, soğuk başlangıç mı belli olmayan terrine, tamamen sebzeden yapılan bir yemektir**; hoş jelatin de kullanılır ama bitkisel jelatin diye bir şey var, hani jelatinin illaki domuz etinden yapılması gerektiğini sanıp market ürünü yemiyorsanız söyleyeyim (Ha markalar özel olarak vegan ürünler haricinde bitkisel jelatin kullanmıyor pek, orası ayrı; hassasiyetiniz oysa oradan devam, ben sığır jelatini denen şeyin varlığından haberdar olmayan sığırlara söylüyorum).
*Çoğunluğu hamur işi, o ayrı. Birkaç örnek size: Poğaça, pizza, pide, makarna, mantı. Evet, mantı. Tek mantı Kayseri mantısı değildir; geleneksel olarak bitkisel dolgularla doldurulmuş mantılar dünyanın birçok yerinde bulunur, hatta hiç dolgu yapılmayanları da vardır; "Dumpling" diye ararsanız ne kadar çok çeşitli mantı olduğunu görebilirsiniz, gerçi "Dumpling"i mantıya eşdeğer tutunca çiböreği ve mantı denince aklımıza gelme ihtimali pek olmayan ve tatlı olarak sınıflanan bazı Hint gudikliklerini de mantı diye sınıflandırmamız gerekiyor ama olacak artık, bu kelimenin Türkçede tam karşılığı yok sonuçta. Mantıdan başka, bilmeyen için şaşırtıcı bir şey söyleyeyim mi? Suşi! Suşi çiğ balık demek değildir arkadaşlar şunu öğrenin artık, o dediğiniz sashimi. Suşinin temel yapısı sirkeli, şekerli ve tuzlu pirince dayanır; ek olarak çiğ ya da pişmiş etler, sebzeler ve benzeri birçok ürün alabilir. Kappa nigiri gayet şekil, güzel, hoş bir arkadaşımızdır ve hıyardan yapılır mesela; herhangi bir hayvansal ürün içermez.
**Bu arada işin ilginç yanı terrine et yemeği olarak hayatına başlamıştır ama şu anda sebze terrine çok daha popülerdir, bu yemeğin özünde etle değil de tekniği ile bağı olduğundan ve sebze terrine, vegan döner gibi sonradan birinin bir tarafından uydurduğu bir şey değil de gerçek şeflerce icat edilmiş gerçek bir yemek olduğundan kategorisi farklı; üstteki yıldız parantezinin içindeki örneklerden biri gibi düşünün yani.
23 Ağustos 2020 Pazar
Yine Yüz Milyon Beş Yüz Bin Konudan Bahsedilen Gereksiz Bir Yazı
"Revani" diye şair var lan. Aslında "Revan"dan geliyor bu mahlas, Taht-ı Revan'daki revan. O da "yürüyen/hareket eden taht" demek, revani tatlısının adının bunla ilgisi olduğunu pek sanmıyorum. Hah neyse, hakkında şöyle bir bilgi var: "Tezkirelerde zevk ve sefaya, içkiye, güzele bir insan olarak nitelendirilen Revani, şiirlerinde de bu eğilimini yansıtmış, sürdüğü yaşamı, özlemini çektiği tutkuları, canlı, içten, akıcı bir söyleyişle, divan şiirinin mazmunlarını kullanarak, ama kendi dünyasından kopmadan dile getirmiştir. Divan'ı ile İşretname mesnevisi (içki içme kurallarını konu alır; bazı edebiyat tarihçileri tarafından, daha sonra yaygınlaşan sakinamelerin ilk örneği sayılmıştır) günümüze kalmıştır." Vikipedi'den bu paragraf, noktasına virgülüne dokunmadım; dokunsam "Güzele ne lan?" diye parantez ekleyip (Muhtemelen yazılması unutulmuş "düşkün" kelimesi var o arada) o ama'dan önceki virgülü yazanın bir tarafına sokardım. Son cümleyi anladıysanız anlamışsınızdır, anlamadıysanız şimdi anlayacaksınız ama anlayanlara bile bunu kendi cümlelerimle anlatmak istiyorum: "'Rakı adabı' üzerine mesnevi yazmış ulan işsiz herif!" Kendim dışında her boktan haberim olması da ayrı bir şey tabii.
Çok boş vakti olan amcalar vardır, bildiniz mi? Hani emekli olurlar genelde, markette falan "Bu sıra nereden başlıyor ulan?" diye her akıllarına geleni söyleyip gerekirse ta ilgili kurumun en başındaki kişiye kadar ulaşırlar. Artık boş zamanın getirdiği can sıkıntısı ve sonun yaklaştığının bilincinin doğurduğu kaybedecek bir şeyi olmama hissinin birleşimimi mi yoksa başka bir şey mi bu tavrı doğuruyor bilmiyorum. Konuya böyle girmeme rağmen aslında bu amcaları sevmiyor değilim, neticede adamlar bizim gibi "He" deyip geçmiyor, saçma sapan ve gereksiz de olsa haklarını savunuyorlar. İnsan hayatı -her ne kadar bu kadar çatışmayla da yaşanmazsa da- bu kadar basit bir şeydir, daha önce de dediğim gibi. Bir insanın yegane derdi o gün ne yiyeceği olmalıdır ve bu da paraya değil mevsime, toprağa, suya ve coğrafyaya, belki biraz da inanca ve kültüre endeksli bir dert olmalıdır. Hah, işte bu amcalar aslında yaşamanın doğru yolunu bulmuşlar ama millete anlatamadıklarından artık bıkıp psikolojik terörizmi seçmişler. Ondan sonra You-Zitsu'da Kouenji denen bir maymun vardır, o da yaşamanın doğru yolunu bulmuş bir insan evladı. İnsan hayatı böyle bir şey: Sınırların içinde bulunduğun sürece canının istediğini yapmalısın, budur yani. O sınırları da önce devlete göre belirlemelisin ki dertsizlik için çıktığın yolda başına dert alma; sonrasında ahlak, kültür, inanç, kendi kişisel görüşlerin vs.ye göre sınır belirleyebilir veya belirlemeyebilirsin. Bana ne aq? "Canının istediğini yap" dedim az önce, "Benim dediğimi yap" demedim. Zaten benden hoca falan da olmaz, ne dediğimi ne yaptığımı yapmamak bilhassa benden yaşça küçükseniz sizin hayrınıza; zira mal ortada yani. Dikkate değer bir şey değil. Mal derken hem "varlık" anlamında hem de "öküz" anlamında (Hakaret olarak kullanılan "mal"ın etimolojisini kırk kere anlattım, tekrar ettirtmeyin) bu arada. Neydi bu, cinas mıydı?
Mesela bir yere gidiyorum; daha önce bildiğim, gittiğim bir yer, kimse yok. Kimse olmaması süresi belli bir seviyeyi aşınca bende "Lan acaba şizofren miyim, hiç öyle kişiler yok muydu? Bugüne kadar yaşadıklarımın kaçı gerçekti, şu an beyaz duvarlı bir tımarhane odasında mı takılıyorum ben yoksa?" şeklinde korkular oluşuyor. Bunun delilik arzusundan mı korkusundan mı yoksa ikisinin birleşiminden mi kaynaklandığı hakkında bir fikrim olmasa da hissettiğim şeyin korku olduğundan şüphem yok. Bu ailem için bile oluyor, eve gidiyorum, kimse yok; bana haber vermemişler, ulaşamıyorum da telefonlara falan... Haydi...
Modernleşmedir, teknolojidir, şehirleşmedir bunlardan pek hoşlanmadığımı zaten biliyorsunuz. Genel tavrım şu ikisi: "Aq teknolojisi önce kendi söküğünü diksin" ve "Lan şunu bir yapıp öyle ona geçseydiniz?" Birincisi mesela akıllı telefonların GPS cihazlarını yok edeceği iddiası. E, iyi de; akıllı telefonun GPS'i internetsiz dağ başında çalışmıyor, onu ne yapacağız? Türkiye'de zaten "internet altyapısı" diye bir şey bile olmadığı ve şehrin ortasında yanındaki iki binaya internet verilebilen yerlere internet verilememesi gibi gudik durumlardan hiç bahsetmiyorum bak çünkü bu öngörünün bütün dünya ABD'den ibaretmiş veya ABD ile aynıymış gibi düşünülerek yapıldığı açık. Tamam, internet konusunu bir şekilde çözdük Elon Musk'ın "hava interneti" ile falan... İyi de benim pek sevgili akıllı telefonum, çoğu zaman hangi ilçede olduğumdan bihaber; Ayvalık'ta sanıyor mesela beni, onu ne yapacağız? Lan ilçe tayinini doğru düzgün yapamayan telefon neden ve nasıl GPS'in yerini alsın? Ki gezginler tarafından çevrimdışı haritalar, hatta matbu (yani kağıt üstüne basılı) haritalar bile hâlâ kullanılırken GPS nereye yok oluyor daha? Yine birinci konu hakkındaki ikincisi de kablolu kulaklıkların devrinin biteceği. İyi de kardeşim, bu sokuk kablosuz kulaklıklar aynı modelden telefonlarda bağlanması gereken telefonu ayırt edemiyorlar daha ve bunu bizzat bir iPhone kullanıcısı Twitter'da söyledi (Şimdi Tweet'i aramakla uğraşamam, Onedio'nun komik tweet listelerinden birindeydi). Nasıl yapacağız o işi? Önce hangi telefona bağlanması gerektiğini öğrensin, sonra kablolu kulaklıkların neslini tüketir. Gelelim ikinci konuya. Tabii Onedio bu konuda pek güvenilir bir kaynak değil farklı içeriklerdeki yanlış olduğu yüz yirmi yıl önce kanıtlanmış efsaneleri (mesela kirpilerin diken fırlattığı) hâlâ "ilginç bilgi" adı altında sunması ve konuyu anlamayı imkansızlaştıran çeviri hatalarıyla (Son zamanlardaki Onedio içeriklerini son halindeki Google Translate'ten çevirip kopyala yapıştır yapsan daha iyi çevirir) falan ama Onedio kaynaklı bir haber: Çipli bedenlerle falan ilgili bir şey. Bu arada tekrar bulamadım, kaldırmışlar herhalde; Neurolink ile ilgili bir şey çıkıyor ama bahsettiğim o değildi. Bu kısmı silmeyi düşündüm ama Onedio'ya geçirmemi silmek istemiyorum, dolayısıyla Onedio'yu bağlamdan koparıp devam ediyoruz: Arkadaşım şu sağlık sorunlarına bir baksanız önce? Diş, tırnak, kemik diye diye helak oldu lan millet. Sırf ölümcül olmadığı için mi yani bu? Hadi illa eğlence meğlence için bir şeyler yapacaksınız, şu koduğumun tam dalış teknolojisini çıkarın lan artık! O değil teknolojinin kendisi ortada yokken Türkçe adı var ama bizimkiler yine İngilizcesini kullanacak. "Taşınabilir şarj" demeye üşenip "Powerbank" diyor lan millet. Buradan İngilizlere sesleniyorum: Ağzınızın yayını sikeyim, ağzınızı eğe büğe ne hale getirmişsiniz lan güzelim dili. Şimdi de yazılışı ona göre değiştiriyorsunuz ama ibneler. Neyse, sakinim. Hayır şu an uğraştığınız şeyler prensip olarak tam-dalıştan çok farklı değil hatta daha ileride, kaç yıldır perişan oldu lan millet beklemekten! (Elon, sana güveniyorum koçum; şu Neurolink ile bize bir NerveGear sürprizi yap be, Twitter profil resmini Edward Elric yapmış adamsın, hadi abicim)
Hazır İngilizceye sövmüşken Türkçe hakkında birkaç şey söylemek istiyorum: Türkçe sanılan kadar esnek bir dil değildir. Anlam açısından kısmî bir esnekliği vardır, kelimelerin anlamları ilgili şeylere değiştirilmeye genelde müsaittir. Bununla beraber yapı olarak son derece katı bir dildir, öyle olmasaydı bugün hâlâ "kaplumbağa, temren, ayak-adım" gibi kelimeleri kullanmazdık. Eğer farklı kelimeler veya farklı anlamlar yapıyı etkileseydi bugün kaplumbağaya "Kabuklu" gibi bir şey derdik. Temren sözü okçuluk artık geçer akçe olmadığı için nadiren kullanılsa da her zaman kullanıldı, "Temiren"-"Temir/Temür" kökünden gelir, Temir'e de bugün Demir ve (anlamla değil özel isim olarak kullansak ve bu da kökten değil hükümdardan gelse de) Timur diyoruz. Haliyle "Temren" sözünün de çoktan değişmiş olduğu çağda "Demren" veya "Timren" gibi bir hale gelmesi gerekirdi, oysa aynı kaldı (Bu arada "Demren" Temrenden dönüşerek erkek adı olarak kullanılıyormuş ama okçuluk içerisinde asla kullanılmadı). Ayak ve adım hakkında da "Ayak" kelimesi "Ad-ak"tan değişmişken "Ad-ım" aynı kalmış, değişime teşne olsa ikisi de değişirdi ve muhtemelen alakasız değişimler olurdu ("Ayak" ve "Azun" diyebilirdik mesela). Bu "ad"ın günümüzdeki "Ad" ile ilgisi yok bu arada, günümüz Türkiye Türkçesinde yumuşak sessizlerle biten öztürkçe sözcüklerin neredeyse tamamı uzun harflerden çıkmıştır; "Ad" sözünün ilk hali "āt" şeklindeydi. Ya da "Uyku" kelimesini Azerbaycancadaki hali olan "Yuxu"ya ve "Uyuklamak" gibi kelimelere bakınca esasen "Uyukı" veya "Iyukı" gibi bir şey dendiğini rahatlıkla anlayabilirsiniz (Kontrol ettim, kaynaklara göre Uyugı; o da ūdıgı kökünden gelmiş), sondaki "I" ismin İ halinin I'sı olduğundan en eski Türkçede değiştirilmemesine rağmen ünlü uyumuna uydurulmuş*. Aradaki U da Türkiye Türkçesinde ya düşmüş ya da başa atılmış ki muhtemelen Arapçanın etkisi var bu durumda da. Yalnız aynı zamanda, Türkçe diğer dillere karşı muhafazakar olmayan, aşırı esnek bir dil. Yabancı sözlerden alınan sözcükleri rahatça benimsemeye imkan sağlıyor ki bunu da özünde olmasa bile dönüştürülebilen ses yapısı ve ekleme müsaitliği ile sağlıyor ("Müsaitlik" kelimesi tek başına bu dediğime kanıt örneğin). Aksi durumda Arapça ve Farsçadan aldığımız F içeren sözleri P ile söylerdik, fazilete "Padılat" derdik mesela. D nereden mi çıktı? Dad harfinden, "Fadıl" ismi kökünden. "Osmanlıca dad harfi" diye aratın anlarsınız. Arapların diğer dillerden aldıkları P içerikli sözleri F ile söylediği gibi yapardık yani. En yakın örnek: Pers-Fars. İşte o nedenle, Türkçe temel olarak kelime ithal edip bunları kendine mal eden yapıda bir dildir ki bu da sondan eklemeli dillerde temel özelliklerden sayılabilecek kadar yaygın görülür. Mesela "Stalk" kelimesi zamanla "Stalk etmek" gibi bağlardan koparılıp "Stalklamak" şeklinde devşirildi, daha eski örneklerden "Örnek" var; Ermenice "Orinag" kökünden gelir, "Ornak" ile başlayıp yumuşatılmış olması muhtemel; bu söz daha sonrasında sanki Öztürkçe bir sözmüş gibi algılanıp ek eklenerek "Örneğin" gibi bir sözün icadına da yol açmıştır. Böyle de aslında baktığında son derece acayip bir dil konuşuyoruz. Aha! "Garip" sözünden meramımı anlatayım: Arapça G-R-B kökünden "Garib" Türkçeye (hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde) "Garip" diye girmiş, girmiş de çoğulu olan "Gureba" ve "Garabet" ikilisini de yanında getirmiş. Gureba hâlâ aynı kalır ve pek kullanılmazken garabetin anlamı garipten de öte pis, iğrenç bir şey gibi abartılı bir seviyeye çıkarılmış. Garip sözü mü? Gariplik, garipleşmek gibi şekillerde ne kadar iyi devşirildiğini anlayabiliyoruz. Türkçe esasen devşirme üzerine kurulu bir dildir zaten, en eski yazılı veya sözlü kaynaklarda bile etimolojisini Türkçe [veya hadi Korece ve Japoncayı da kendi dil grupları içine koyup (Yani Altay dil ailesinden çıkarıp ki adet çoğunlukla çıkarmak üzerine günümüzde) ve Ural dillerini de kökenden ayırıp Altay dilleri diyelim] dışına kadar takip edebildiğimiz sözler var. Ta Alp er Tunga sagusunda kullanılan "Acun" sözünün etimolojisini Soğdca ve Farsçaya (ki Soğdcayı zaten Farsçadan ayrı bir dil olarak görmüyorum ben, Farsçanın daha kaba, daha basit ve muhtemelen aslına çok daha yakın bir lehçesi sadece; günümüzdeki Tacikçenin de kökenidir kendisi) kadar takip edebiliyoruz. Yılan sözünün etimolojisini ya Moğolca "Yıl" köküne (Türkçedeki "Yılmak" ile aynı kök aslında) ya da Çince "Lung"a kadar götürebiliyoruz, hadi Moğolcayı boş verelim; Altay dil grubu içinde aynı/benzer kök normal diyelim (Yani sonuçta bu diller aynı kökenden doğup değiştiler, üstüne hem Türkçe hem de Moğolcada çoğu kelimeyi Altay kök diline dek takip edip ne kadar az değişmiş olduğunu görebiliyoruz), Çince teorisini kabul edersek Türkçenin devşirme sisteminin nasıl çalıştığını çok iyi anlarız: Lung->Iluñ->Ilu/Ilı->Ilımak/Ilmak (Yılmak) (Aslında burası Ilı/Ilu'yu boş verip Ilıñmak diye de yorumlanabilir)->Ilan (Yılan, yani "Yılmak" eylemini gerçekleştiren, sürünen vs. Ilıñmak kökü kabul edersek Ilıñan->Ilan yani Ilıñmak -artık her ne demekse- eylemini gerçekleştiren, diye de yorumlayabiliriz). Hani aslında biz bu dilin içinde doğduğumuzdan pek düşünmüyoruz ama bir anlığına dışarıdan bakmayı denersek son derece garip bir dille karşılaşıyoruz. Öte yandan her dilin kendi içinde gariplikleri ve saçmalık boyutuna varan kendine özgü halleri vardır, sadece Türkçede (dediğim üç farklı durumdaki üç farklı esneklikten ve sondan eklemeli dil özelliğinden dolayı) çoğu dile oranla biraz daha fazla, o kadar. Yine de Fransızca ve Arapçanın eline bu konuda kimsenin su dökemeyeceğine inanıyorum, Arapçada eski çağlarda (Eski dediğim bayağı eski, İslam öncesi çağlar) noktaların bile yazımı ihmal ediliyordu lan, tahmin edeceğiz herhalde kelimeyi, müneccimiz ya biz. Dart atarak mı hangi kelime olduğuna karar veriyorlardı ne yapıyorlardı acaba? ("Fal okları" göndermesi. Ha bunun uygulaması böyle atmak şeklinde değilmiş, o ayrı) Bak İngilizceye çok pis söverim, biliyorsunuz; ama bu gariplik ve saçmalıkları tabii ki olsa ve bazı birtakım başka dillere göre biraz fazla olsa da Türkçedeki kadar fazla değil. Bu arada İngilizce epey törpülenmiş ve 16. yy. civarında neredeyse en baştan icat edilmiş bir dildir, bilinçli olarak ortadan kaldırılan çok fazla özgünlük ve saçmalığa, bir o kadar da uydurulmuş anlamsız kökler veya köksüz sözlere sahiptir. Örneğin bugün İngilizceye en çok minnet duyulma sebeplerinden olan artikel olarak sadece "The" ve birkaç önemsiz, aslında pek de artikel denemeyecek şeyin bulunması bilinçli olarak inşa edilmiştir, öncesinde yüze yakın artikel vardı bu dilde. Ha bizde de bir dil devrimi var ama o tam devşirilemeyen sözleri atmak, ölmek üzere olan Öztürkçe sözlere kalp masajı yapmak (Bazısında -mesela biçim- başarı sağlanmışken bazısında sağlanamadı tabii) ve halihazırda Türkçe olan veya devşirme olduğu bile fark edilemeyecek kadar Türkçeleşmiş olanlara (Örneğin: Örnek) ekler icat etmekten ibaret genel olarak, özellikle halk dili büyük oranda aynı kalmıştı; İngilizcede yapılan komple dili öldürüp tekrar diriltmek iken bizde yapılan olsa olsa organ nakli olur.
*Ünlü uyumuna uydurmak Türkçede şaşırtıcı derecede yakın zamanlara özgü bir adettir bu arada, örneğin "Kızılı, Yeşili ve Moru aldı, köprü yaptı" sözü bu adet çıkana dek "Kızılı, yeşili ve morı aldı, köprü yapdı" şeklinde söylenirdi; aslında köprü hakkında başka bir durum var "köpür" kökünden ama şimdi konu karışmasın. Hatta şu kaynaştırma ekleri "gerekli durum" haline gelene kadar hep vardı, G->Ğ->Y şeklinde gittiler hatta. Yani şöyle: "Kızılgı, yeşilgi, morgı alıdı, köpriğ yapıdı." diye. Kızılgı->Kızılğı->Kızılyı->Kızılı; Morgı->Morğı->Moryı->Morı->Moru. Aslında yeşil Yaş-ıl kökünden gelir, su/ıslaklık veya ağaç ve diğer bitkilere bağlanan bir etimolojisi vardır, sonradan incelmiştir ama onu da konu ve anlatmak istediğim şey karışmasın diye ince olarak aldım. Hatta şurada göstereyim: Yaşılgı->Yaşılğı/Yeşilgi->Yaşılyı/Yeşilği->Yaşılı/Yeşilyi->Yeşili. Ünlü değişimi sadece kalın/ince durumuna göre yapılan şeylerdi, ünlü uyumuna uydurulması çok sonra ortaya çıkan bir adet. Kaynaştırma harfi gerekliliğine dair örnek de vereyim tam olsun: Arabagı->Arabağı->Arabayı. Bu arada bu zamire de uyarlanır, mantığı aynıdır: Ebgim-:Ebğim-:Ebyim->Ebim->Evim.
19 Ağustos 2020 Çarşamba
Söveceğim Şimdi Başlığına da Şeyine de be
Komagene "Taco" şeklinde bir ürün çıkarmış. Karışık duygular içerisindeyim. Hani "Çiğ köfteye yapmayın bunu" mu desem yoksa "Lan bayağı güzel olabilir ha" mı desem bilemedim. Çiğ köftenin sonunun lokma gibi olmasından korkuyorum. Gerçi Komagene içinde elli çeşit şey olan dürümlerine rağmen hâlâ etrafta en eski usulde limon-nar ekşisi-marul-acı çiğ köfte sosu (isteğe bağlı) satan bir sürü çiğ köfteci var, o halde endişeye mahal yok. Oy hakkımı "Lan aslında bayağı güzel olabilir ha"dan yana kullanıyorum. İçinde özel tako peyniri olduğunu söylüyor Komagene (Tako peyniri diye bir şey olduğunu sanmıyorum bu arada. Bir araştıracağım), onu görünce nedense aklıma çiğköftenin eritilmiş peynirle çok iyi gidebileceği geldi. Bayağı güzel olur gibime geliyor ama nedenini bilmiyorum. Böyle eritmeye uygun peynirleri aslında çiğ köfteye koysak çok iyi olabilir. Bu arada evet, her peynir eritmeye uygun değildir. Bazılarını (mesela sepet peyniri veya hellim) eritmek için sanayi ısısı gerekirken bazıları (mesela beyaz peynir) eriyince saçma sapan bir şeye döner, peynirlikten çıkar. Hele şu üçgen peynirlere falan hiç girmiyorum zira zaten farklı peynir türleri (daha doğrusu artıkları) eritilip karıştırılarak yapılıyor. Eritmeye uygun peynirler işte kaşardır, kaşkavaldır, emmentaldir, çedardır falan... Bu arada buldum, "tako peyniri" diye bir şey yok ama peynirli takolarda Monterey Jack diye bir peynir kullanılıyormuş. Bu arada çedar da bu peynir eritilerek yapılıyormuş (Yani galiba. Tam anlayamadım o kısmı).
Tavuk karkasın (Karkas: Yenmeyecek yerlerinden arındırılmış bütün et. Marketlerde "bütün piliç" diye satılan şey yani bahsettiğim) rahatsız edici bir şekilde insan vücuduna benzediğini fark etmiş miydiniz? Ben ettim, tavuk didiklerken. Bu arada insan eti (kim neden böyle bir sınıflandırma ve araştırmaya ihtiyaç duymuş bilmesem de) kırmızı et olarak sınıflandırılıyor ama beyaz ete yakın bir kırmızı et olarak sınıflandırılıyor, diğer kırmızı etlerle aynı yerde değil. Domuz eti de öyle sınıflandırılır mesela (Ha bir de şu kimin neden ihtiyaç duyduğunu bilmediğim şeye göre yapısal olarak insan etine en çok benzeyen ettir). Balık etleri zaten kendi içinde "beyaz balık eti" ve "siyah et" diye ayrılıyor, balık eti komple diğer etlerden farklı bir konumda. Hah, tavuk diyorduk. Muhtemelen bu konuya renk ve deri sebep oluyor. Sığır ya da koyun karkasın derisi üstünde olmuyor (Ha iç derisi veya kuzu gömleği oluyor tabii ama o pek insan derisi gibi gözükmüyor), zaten rengi de kıpkırmızı. Peki ya tavuk? Rengi Avrasyalıların ten rengine epey benziyor, üstünde de delikli melikli bir deri var. Eh, öylece dururken de öyle oluyor. Harbi rahatsız edici. Ha, peki tavuk yemeyecek miyim artık? Yooo, gayet löpür löpür götürmeye devam edeceğim. Bunu da sırf "Lan bu böyle manyak manyak fikirleri nereden buluyor?" deyin diye yazdım. Hadi eyvallah, ben kaçar. Nereye kaçıyorsun birader? Yazı bitmedi daha? Kalaca'z mecbur. Devamını da sonra yazarım, tohumuna para mı saydım lan. Bu söz burada kullanılmaz d'i' mi? Ama çok acayip kullanasım geldi, onun için ayrı paragraf veya cümle bulamam şimdi. İşim gücüm var. Gidip Youtube'da yarak kürek videolar izleyeceğim. Çok ciddi bir iş bu, maaş veriyorlar bana bunun için. Deliler Birliği'nden. Öyle büyük rakamlar almasam da küçük rakunlar verebiliyorlar. Sonra işte çekirge, salyangoz, taş (kuyuya atmak için), cimcirbaşkanı mührü falan veriyorlar. Sabah kapının önüne saatli bomba şeklinde lokum içinde bırakıyorlar, yazı turayı düz atmayı becereni de başkan yapıyorlar. Öyle yani, hadi meşgul etmeyin, patron izliyor. Ne demek ne patronu? Ben işte? (Bu arada rakun ve cimcirbaşkanı Yiğit Özgür'ün karikatürlerinden figürler, Google Görseller'de aratırsanız bulursunuz)
Blogger'ın ne şeye yaradığı belli olmayan güncellemesi nedense yayınlanma tarihlerini doğru düzgün yayınlamıyor, ta yazdığım tarihe atıyor yayınladığım hali. Bakalım, düzeltirler herhalde.
"Balık tutmaya gideceğim de nereden solucan bulabilirim, nerelerde çok vardır?" Şimdi bu cümlenin tarihçesini anlatamayacağım, zaten birebir duyduğum bir şey de değil. Bak bu cümle güzel bir cümledir, bir insanın maksimum endişesi bu olmalıdır bence. Budur yani, insan hayatı bu kadar basit bir şeydir. "Balık tutacağım nerede solucan vardır?" İşte efendime söyleyeyim "Canım elma çekiyor ya, şurada ağaç var mıydı?" Bunu komplikeleştirmeye, saçma sapan işler çıkarmaya gerek yok. Şehir inşa edip asfalt dökmek, sabah sekiz akşam beş çalışmak, banka hesabı açmak gibi şeylere gerek yok. İnsan hayatı basit bir şeydir, "yemek buldun ye, dayak buldun kaç." Bu bu kadar basittir ulan, ne diye insanı uğraştırıyorsunuz?
Bak hani Nil'in (Şarkıcı Nil ulan işte, soyadını söylemesem tanıyamayacak mısınız?) şu son (ne bileyim son mu değil mi, Onedio'da vardı ulan işte) açıklaması var, kaplumbağalı. Bakın buna "Beynim yandı" diyen çok net Türkçe bilmiyordur. Bir de o açıklamaya beyninin yandığını söyleyenler paragraf sorularına neden o kadar laf edildiğini açıklıyor. Ya da ben de o kaplumbağalı açıklamayla aşağı yukarı aynı eksende durduğumdan gayet iyi anladım. Olasılıklı olan mı? Yok, onu matematik profesörü gelse çözemez herhalde ama bu kaplumbağa şeyinde anlamayacak bir şey yok.
O değil geçenlerde (Geçenlerde dediğim de birkaç ay da olabilir, ne bileyim ulan ne zaman? Bende zaman kavramı eskiden beri yoktu ama bir süredir iyice ortadan kalktı) yazdığım "Liseli erkek muhabbeti" olayı vardı ya? Hah, etrafta karşı cinsten bir şahsiyet yoksa kaç yaşında adamlar da o hale gelebiliyor bazen, öyle de bir olay var. Bunu niye yazdım? Hiç, öylesine. Hayatı zorlaştırmaya gerek yok, "Dur, şu da aklıma geldi" dedim ve yazdım. Budur yani (Ulan nasıl bağladım! Hiç de aklımda yoktu ha).
Ejderha ve Mühür ~ 4. Bölüm: Vampirin Güncesi
16 Ağustos 2020 Pazar
Ejderha ve Mühür ~ 3. Bölüm: Kam Erlik
"Adın ne?"
Ani soru karşısında afalladım.
"Utpa. Sizin?"
İhtiyar: "Ulgan."
Cidden mi? Bay Ülgen'in adını taşımak bayağı büyük bir sorumluluk olsa gerek.
Ulgan: "İkimizin adında da büyük sorumluluk var demek..."
Beni yeniden dikkatlice süzdü. Ne arıyorsun ihtiyar?
Ulgan: "Soyadın ne?"
Soyadı mı?
"Kurt."
İlginç bir bilgi: Atam olan şamanın soyundan gelen ailelerin bir kısmının (yani baba tarafından olanların, soyadı değişimi nedeniyle) soyadları şu şekilde: Kurt, pars, yılan, kartal, keçi.
Ulgan: "Erlik adı sana bir şey çağrıştırıyor mu?"
"Yer altının hükümdarlarından biri."
İzanami ve Hades gibi. Aynı zamanda atam olan şamanın adı ama bunu söylemeyeceğim.
Ulgan: "Sorum yanlıştı sanırım. Kam Erlik adı sana bir şey hatırlatıyor mu?"
Evet, atam olan şaman. Bunu söylemeli miyim? Ne olacaksa olsun.
"Evet, atam olan şaman."
Ulgan: "Ben de öyle düşünmüştüm. Erlikli ailesinden o zaman?"
Vay, bunu en son anneannemden duyup dalga geçmiştim. Evet, o da aynı şamanın soyundan geliyor. Bayağı kalabalığız ve Avrasya'da bayağı yere yayılmış haldeyiz. En yoğun olduğumuz yerler Macaristan, Türkiye, İran ve Kazakistan. Budapeşte, Bursa, Konya, Balıkesir, Muğla, Tebriz ve Astana'da yoğunlaşıyoruz. Yine de birçok ülkenin birçok şehrinde Erlikli kökenli birileri var.
Ulgan: "Benim atam olan şaman, şu kadim ailemin kurucusu. Adı Kam Teñri. Ailem de Umaylılar diye anılır."
"Ne olmuş?"
Sorumu tekrarladım, anlamı varmış gibi.
Ulgan: "Kam Erlik'in ağabeyiydi."
Vay be, tuhaf isimler ailemizde eski bir gelenek demek ki. Yalan söylemesi için bir neden olduğunu düşünmüyorum. İhtiyar devam ediyor.
Ulgan: "Mühre sahipsin."
Bunu biliyorum. Mührün ne olduğunu bile bilmiyorum ama olsun.
Ulgan: "Ailenizden uzun süredir şaman çıkmadı. Bazıları farklı şekillerde kanlarındaki gücü kullandı gerçi."
İznik'in fethine katıldığı anlatılan yarı derviş yarı cinci hocadan mı bahsediyor acaba? Doğrudan atam değil gerçi ama o da öyle olduğunu söylemedi zaten.
Ulgan: "Seni eğiteceğim. Mühre sahip olman, kaybolan ihsanınızı çıkarabileceğini gösteriyor."
Vlar "çocukluk arkadaşı" olayına klişe diyordu bir de. Aslında yetenekli büyücüymüşüm de herkesten saklıyormuşum meğer, klişe olacaksa tam olsun.
Ulgan: "İki aile farklı yollardan gitse de uygulamalarının temeli aynı. Bizim büyümüz gündelik eşyalara ve hareketlere saklanır, özellikle de kılıç hareketlerine. Yine de arada önemli bir fark var: Biz büyümüzü büyük oranda aynı tutsak da siz birçok farklı tarzla, İslamî, Hristiyan-tarzı, Musevi Kabala, Zerdüşt ve Budist büyülerle ve daha fazlasıyla birleştirip bambaşka bir tarz oluşturdunuz. Sorun olmayacağını düşünüyorum."
Olmaz. Teorik bilgim var. Zeus'un kalbine kazık saplamak umarsız bir davranış değil bilinçli bir hamleydi. Olay özetle turist olarak Puklinya'ya gelip Düzen Bürosu'na sorun çıkarması, daha önce de dediğim gibi bu şehirde güçlünün sözü geçer. Ve bilgi güçtür. Francis Bacon'un iddiasının aksine tek başına yeterli olmaktan çok uzaktır ama; ya fiziksel bir şeyle -mesela kas gücü, çeviklik, zenginlik veya el becerisiyle- ya da zihinsel bir durumla -örneğin önüne geleni tehdit edip kölen yapacağın bir şerefsizlik seviyesiyle- tamamlanmalıdır. Yine de kendimi söylemekten alamayacağım bir şey var ki...
"Ne bu? Amakusa remiks kilisesi mi? Peki Kanzaki de bizi görecek mi?"
Ulgan: "Çok az kişinin anlayabileceği referanslar verme."
"Ya ne yapayım? Fikir çalan sensin!"
Ulgan: "O bizim fikrimizi çaldı. Karısı Umaylı soyundan geliyor, biliyor muydun?"
"Kimin?"
Konuşmayı sürdüremiyorum artık. Kamachi Kazuma'dan mı bahsediyoruz şu an? Evli olup olmadığı bile belli değil. Gerçek adı o mu ki? Mahlas kullanıyor olabilir.
Ulgan: "Kamachi'ye fikir veren."
"Kim lan o?"
Ulgan: "Şaka, şaka..."
Bana "Çok az kişinin anlayabileceği referanslar verme" deyip onu anlayamayanların anlayamayacağı bir diyaloğa sokan sensin ve şimdi "şaka" diye mi geçiştiriyorsun?
Ulgan: "Erlikli ve Umaylı büyüsü hakkında dediklerim gerçek ama."
Olmasa şaşardım. Öğreneceğiz mecbur. Aynı anda hem kılıç hem büyü eğitimi almak kulağa o kadar da kötü gelmiyor.
Ulgan: "Meditasyonla başlayalım."
Yine mi? Şaman kanım mı var yoksa Buda'nın mı soyundan geliyorum belli değil. Ailemin öğrettiği her şey de bununla başlıyordu. Öylesine alışkanlık oldu ki meditasyon yapmadığım gün hayatı kaçırmış gibi hissediyorum. Amma ironik.
Ulgan: "Bildiğin herhangi savaş sanatı var mı?"
"Ailemin gizli dövüş sanatı..."
Ulgan: "Amarokun aslı olan mı?"
"Babam öyle olduğunu söylüyor."
Ulgan: "Başka?"
"Tekvando..."
Ulgan: "Ne tür tekvando?"
Bırak da lafımı bitireyim. Ne demek "Ne tür"? Sorduğun buysa Korelinin tekinden "gerçek savaşta kullanımı" için bir ders aldım. Bayağı uzun sürdü. Onun dışında federasyonun kurallı tekvandosuyla da uğraştım. O adam bir terim kullanmıştı. Neydi? Beş bir şey... Zaten sanki beş farklı savaş sanatı öğreniyormuş gibi hissettim. Hah, tamam.
"Modern tekvando. Ayrıca beş kwan: Song Moo, Chung Do, Moo Duk, Ji Do ve Chang Moo."
İsimleri hatırlayabilmem çok iyi oldu. İhtiyar nihayet devam etmeme izin vermiş gibi duruyor.
"Aikido, alpagut dövüş sanatı, okçuluk."
Öyle bakma ihtiyar. Bitirdim. Neyin peşindesin? Devamı yok. Bir şey soracaksan sor.
Ulgan: "Okçuluğu kim öğretti?"
"Dedem?"
Bunun ne önemi var?
Ulgan: "Hangisi?"
Cidden, bunun ne önemi var?
"Anne tarafından."
Ulgan: "Türk okçuluğu o zaman. Atlı mı?"
"Yaya."
At binmeyi bilmiyorum. Hem baba tarafım öğretse İngiliz okçuluğu mu öğretecekti? Bunun konumuzla ne ilgisi var? Ulgan devam ediyor.
Ulgan: "Yadigarları teslim aldın mı?"
Ne yadigarı? Hiçbir şeyi teslim almadım ben.
"Yedinci yaş günümde başıma güvercin tüyleriyle süslü bir börk takmışlardı."
Ağzım kendi kendine hareket etti. Yok, hayır, öyle değil. Cevap vermeye zorlandım. Git geber, şaman kanı. Sahip olduğum kanın böyle bir özelliği var: Aynı kana sahip kişiler seni cevap vermeye zorlayabilir, bu bir zorlama olduğu için de yalan söylemek söz konusu değil. Babam da annem de bunu üzerimde birkaç kez kullandı, fark ettim ki yalan söylenemese de bir yere kadar bilgi gizlemek mümkün. İradenle ve umursamazlık seviyenle ilgili sanırım. İkinciden gurur duymasam da bende ikisi de yüksek. "Kanın Dürüstlüğü." Ablam buna bu ismi vermişti. Ailemiz pek katı olmadığı için başımız belaya girmese de bir kez Kanın Dürüstlüğü'nü kullanmayı denedim ve buz kraliçesi sandığım ablamın aslında üst düzey tsundere olduğunu öğrendim. Öğrenmesem daha iyiydi gerçi, buz kraliçesiyle daha rahat iletişim kuruyordum. Kendi kaşınmıştı ve onu devam ederse Kanın Dürüstlüğü'nü kullanacağım konusunda uyarmıştım, o nedenle de pişman olduğum söylenemez. Beni sinir etmişti ama konuyu ve ayrıntıları pek hatırlamıyorum.
Ulgan: "Kılıçlardan birini teslim almadın mı?"
Kılıç falan teslim almadım. Alacak olsam kılıç eğitimini ailemden alırdım zaten. Niye sana geleyim? Büyü için, doğru.
"Hayır."
Ulgan: "O zaman... Kılıç kullanmayı öğrenince ne kuşanmayı düşünüyorsun?"
Ben bir yeri mi kaçırdım? Bu konuşma çok hızlı ve ani gitmiyor mu? Anlayamıyorum. Dükkanın tekinden bir kılıç alacağım işte, Puklinya'da ortalama bir FRP kasabasına kıyasla daha çok silahçı var.
"Bir tane alacağım."
Ulgan: "Acıktım. Ne yemek istersin?"
Aniden konuyu değiştirdi. Takip edemiyorum artık. Puklinya'da yiyecek konusunda epey seçenek var bu arada. Birçok milletten insan ve birçok mitolojiden yaratığın olduğu bir şehirde hepsi kendi mutfaklarını sunacak tabii. Önceden böyle bir durum yokmuş ama İnanç Bürosu'nun üç önceki başkanı Pazuzu domuz içeren yemeklerin domuz içermeyen versiyonlarının da menüye koyulmasını şart koşmuş. Kral Pazuzu değil, öyle üst seviye bir varlık sikik bir Üçlü Şehir'in dandik bir bürosunda vaktini öldürmez. Zeus bile sadece turist olarak üç gün kalmaya gelmişti. Kralının adını taşıyan sıradan bir rüzgar cini sadece. Aslında kendisi kaşrut uygulamak istemiş ama İnanç Bürosu'nun başkanının yetkileri diğer çalışanlar tarafından kısıtlanmıştır, kendi inancını dayatmasın diye olsa gerek. Yemekler ucuz da sayılır. Sonuçta Puklinya ve diğer Üçlü Şehirler'in ekonomisi dolara değil altına endeksli. Çoğu kişi burada yaşadığı için Puklinya'ya ait sikkelerle ödeme alıyoruz, bakır, gümüş ve altın olarak üç tipteler. Bununla birlikte dışarıda yaşayan az sayıda kişi insanlara ait para birimleriyle ödeme alıyor. Onları anlayamıyorum. Buraya her gün gelip gitmek eziyet olurdu. Sadece geçitlerle geliniyor aslında ama tam olarak nerede ki burası? Avrasya'da bir yerlerde...
"Bunu sormayı niye ertelediğimi ve muhatabımı doğru seçip seçmediğimi bilmiyorum ama..."
Öyle bakma ihtiyar, sorumu sormamı zorlaştırıyorsun.
"Puklinya tam olarak nerede?"
Ulgan hâlâ sorgulayan gözlerle bakıyor.
"Coğrafi olarak yani."
Ulgan: "Anadolu'da bir yerlerde, başkent seçilmesinin bir nedeni var."
Diyorsun?
Ulgan: "Saçının yeşil olduğunu fark etmiş miydin?"
Bu adam niye kırpılıp kuşa çevrilmiş uyarlamalar gibi konudan konuya atlıyor? Sahne atlanmış gibi bir his. Neyin peşindesin? Ayrıca saçım yeşil falan değil.
"Hayır, siyah olduğundan oldukça eminim."
Ulgan: "Kesinlikle yeşil."
Tamam, pes ediyorum. Bu amcayla daha fazla mücadele edemem. Aslında Puklinya'da sıradan dünyada görülemeyecek bazı şeyler görülebiliyor, o yüzden bu fikre tamamen karşı değilim.
Ulgan: "İkinci mühre sahipsin yani."
Ne? Sahip olduğum mühür saçımın yeşil olması mı? Ayrıca birden fazla kişide birden fazla mühür mü var? Aaah, vazgeçtim. Tamam, tamam. Madem öyle ihtiyar, senin kurallarınla oynayacağım.
"Pide güzel olabilir."
Tatmin olmuş bir ifadeyle bakmayı kes, tiksindiriyorsun beni.
12 Ağustos 2020 Çarşamba
Öylesine, Bildiğin Yazı 82768271612 (Yaparım demiştim. Gerçi "abartı sayısı"yla numaralandırmayı ben de beklemiyordum ama birazcık sinirlendim de...)
SAO'nun güncel sezonunu izliyorum, Underworld'ün bilmem kaçıncı kısmı. Kaç sezona böldünüz lan bunu? Neyse. Aslında bakma, SAO ilk sezondan sonra izlenecek anime değil de ikinci sezondan beri güncelden devam ettiğim için gidiyor. Ha ikinci sezon (Phantom Bullet/GGO) sırf Sinon için izlenmez mi? Bence izlenir ama konumuz bu değil. Bir de kılıç düşkünü olduğumdan ve dövüşler de efektler olsun, hamleler olsun güzel olduğundan devam ediyorum bir şekilde. Yalnız aklıma bir şey takıldı... Bu kırmızılılar Yuna'yı tanıyor, Gülen Tabut'un logosunu biliyorlar... Ama Kirito'yu tanımıyorlar. Lan bu herif bildiğin SAO kurbanlarının yüzü değil mi? Bütün dünya tanımıyor mu aq harem ağasını? Yüzünü bilmeseniz bile adını elli defa söylediler lan? Ayrıca tanımasanız bile PoH itinin sakat birine yaptığı muamele kötü adamın o olduğunu anlamak için yeterli değil mi? Aranızda zeka belirtisi gösteren neden sadece iki kişi var? O iki kişinin de bizim tayfaya katılacağı o kadar belli ki; hani başka türlüsünün imkanı yok. SAO bu, hep böyle gitti. En azından Klein ve Eugo haricinde bir erkek ve Yui haricinde Kirito'ya meyletmeyen bir kız dahil olur ekibe (Yui de Kirito'nun kızı olduğu için meyletmiyor zaten aq). O değil de geçen sezon Asuna ilk geldiği bölümde Alice engel olunca neden "Kocam lan o benim" diye içeri dalmadı onu anlamadım, teknik olarak evlendiniz lan siz? Aincrad'da hani? Hatta gerçek dünyaya çıkınca da bir olayınız yok muydu? Niye hâlâ sevgilim diye tanıtıyorsunuz birbirinizi? Yazar ne yazdığını unuttu herhalde. Ha yok, onun açıklaması yapılmıştı Aincrad'dan kurtulduktan sonra, tamam. Ama ben Asuna'nın yerinde olsam gayet o tavırla içeri dalardım. Bu arada burada Houkago Teibou Nisshi'nin çevirmeninden özür dilemek istiyorum: Çevirisi yarım kalmamış serinin, Corona dolayısıyla komple yayını yarım kalmış; şu an devam ediyor. Ama bunca yarım kalan çeviri varken komple serinin değil sadece çevirinin yarım bırakıldığını düşünmem benim suçum değil!
Bir arkadaşı babama "Fiskobirlik Nuga en fazla fındık içereni" demiş, ondan aldı geldi. Şimdi, birincisi daha fazla fındığın daha kaliteli olduğu anlamına geldiği inancını hiç sorgulamayacağım çünkü babam hayatını kalitesiz şeyleri "Doğal, o yüzden." diye savunarak geçiren bir insan. Lan ne alakası var? Kalitesiz işte, doğal olan şey daha kaliteli olur bir kere! Doğal ürün dediğin "Tamam, sen burada kendi kendine takıl" şeklinde yetiştirilmez de doğru düzgün bakım yapılırsa (Ve doğal tarım ürünleri GDO'lu olanlara kıyasla çok daha fazla bakım ister; bizim millet bitki bakımını su, gübre, ilaç şeklinde anladığı için bu durum ortaya çıkıyor) genetiği değiştirilmiş olanların, hormonluların vs. asla ulaşamayacağı bir kalitede bulunur. Ulan ayrıca bitkinin hormonsuz ve GDO'suz olması doğal olduğu anlamına gelmiyor, sen buna tarım ilacı, suni gübre vs. kullandıysan o şey doğal değildir. Ormandan kendin mi topladın da doğal olduğundan o kadar eminsin? Biz dediğimiz şeye elli yerden kanıt getirsek inanmıyor, başkası "Gökyüzü yeşil." dese inanacak. Neyse, Fiskobirlik Nuga diyordum. Aslında tadını sevdim, güzel bence; yalnız şöyle bir durum var: Bu tür ürünler her zaman kakaolu fındık ezmesi/kreması şeklinde geçer ama Nutella, Peripella, Çokokrem vs. bildiğin çikolatadır. Bu Nuga gerçekten de içine kakao katılmış fındık kreması, yerken fındığın özünü hissediyorum. Kavanoz kaşıklayarak aydınlanan insan mı olur lan? Tema da "fındık" ha; bari genel olarak kuruyemiş falan olsaydı. Tadı kötü mü? Değil, aslında epey güzel; ama kakaolu fındık kremasından beklenen şey bu değildir, tam tersine çikolatayı hissettirmesi ve ön plana koyması beklenir bu ürünlerden.
Merak ettiğim, cevaplanması gereken şeyler var. Günümüzde kil testiler bilmem kaç derece fırında pişiriliyor da iflah oluyor, elde yapmak o kadar da mümkün değil. Ama kardeşim toprak/kil çanak çömlekler insanlar tohum ekmeyi öğrenmeden önceden beri var, komple mağarayı mı ateşe veriyorlardı lan? Seramikçiler, tarihçiler, arkeologlar, artık bu konu kimin alanıysa cevap verin! Aslında o çok dert değil de asıl "Yiyecek için sırlama" benim sorunum. İki tane kimyasaldan bahsediliyor da lan eben, ne kimyasalı? Kaç bin yıl diyorum lan? Bitkidir, kalaydır, ne kullanılıyordu eskiden? Neden bunun cevabı hiçbir yerde yazmıyor? İkincisi demir eritme. Şimdiki teknolojide demiri eritmek için koskoca tesis kuruyoruz ama "dökme demir" dediğin şey yüzlerce yıldır var olan bir şey, nasıl erittiler lan bizim günümüz teknolojisiyle zor erittiğimiz demiri? Nasıl ha nasıl? Bu arada toprak değil ama "Demir eritme çukuru/potu"nun nasıl yapılacağına dair video var internette. Şimdiki merak konum da eskiden kullanılan o sistem hayli işlevselken şu an neden koskoca fabrika kuruyoruz, ulan?
Youtube'da gezinirken Kılıçevi'nin kılıçlarından gördüm, bir tane "Osman Gazi kılıcı" diye bir şey vardı. Kuruluş dizisinde kullanılan kılıçmış, ilk bölüme göz atmama rağmen hiç de dikkat etmemişim kılıca. Halbuki tam olarak onlara dikkat etmeye çalışıyordum: Kıyafetler doğru düzgün mü, tamgaları ne yaptınız, kılıçlar nasıl kılıçlar? Bu, benim için tarihi dizi budur. Epey iyi bir seçim ama Osman Bey kılıcı için o yapı. Temel yapı (kabza dahil) Arap palasına benziyor (Osman Bey'e ait olan veya öyle bilinen kılıçların hepsi Arap palası biçiminde), hafifçe eğrilmiş; bu iki yönden gayet iyi bir seçim: Hem Arap palası* benzeri yapısını korumak eğrilik arttıkça zorlaşırdı hem de erken Osmanlı tarzı kılıçların oldukça hafif bir eğriliği vardır. Örnek için Fatih Sultan Mehmet'in kılıcına bakabilirsiniz. Ayrıca balçaktaki o ejderimsi kurt figürleri? Bayağı güzel yani sözün özü. Ha bu gerçekte asla var olmamış (Belki Hunlar bir dönem benzer bir kılıç kullanmış olabilir, manyak gibi her kılıç tipini denedi adamlar) kurgusal bir kılıç olduğunu değiştirmiyor ama epey güzel ve gayet iyi bir seçim. Dur, siteden kaldırılır falan; görsel koyayım.
*O değil de bu kılıca ne denir ki başka? Adı bu değil ama başka bir adı da yok; ne Arapça ne Farsça ne de Türkçede "Düz kılıç" harici bir şekilde anılmıyor, düz kılıç dediğinde de işin içine Avrupa kılıçları, düz namlulu şemşir falan da giriyor. Düz İslam kılıcı mı desem ne desem? Gerçi İslam'la bir alakası yok kılıcın, Ortadoğu tarzı kılıç işte. Araplar İslam'dan önce de bu tür kılıçlar kullanıyordu, Yahudiler de Mısırlılar da kullanırdı. Ortadoğu tarzı düz kılıç belki? Neyse ne be, Arap palası demeye devam edeceğim ben.
Ha Fatih demişken: Şu İBB'nin aldığı tabloda Fatih'in karşısında duranın kim olduğu tartışıldı bayağı. Tabii ki ressamdan başka birinin bilmesi kesin olarak mümkün değil ama ya Osmanlılı ya da başka bir Türk-İslam devletinden gelme biri olduğu kesin. Türk-İslam kıyafetleri diğer İslam kültürlerindeki kıyafetlere pek benzemez bu arada, İslam öncesi Türk kıyafetleriyle yapısal olarak birleşmişlerdir, Osmanlı'da ayrıca Bizans ve diğer batı kıyafetlerinin etkisi de vardır. Peki, sırf kıyafetten mi bu düşüncem? Aslında başka bir Müslüman ülkeden veya bir doğu ülkesinden de geliyor olabilir; tıraşlı olduğu için batılı olduğu düşünülmüş çoğu kişi tarafından ama mümkün değil. Ayrıca tıraşlı olduğu ne belli lan? Belki herif köse? Belki daha sakalı çıkmamış bir genç? Hah, neyse, neden mümkün değil? Kıyafetten. Yok, öyle değil, "Batılı adam Osmanlı kıyafeti giyemez mi?" değil olay. Olay şu: Ne batılı bir ressam soydaşını ve/veya dindaşını Osmanlı kıyafetleri içinde çizmeye razı gelir ne de Fatih buna izin verir. Hadi diyelim Fatih izin verdi (Zira kendisi en yenilikçi ve kabullenici padişahlardandı, Yavuz gibi "Asarım keserim"ci değil de "Tamam, ne yaparsanız yapın" tipindeydi daha çok. Gerçi aynı zamanda başına da buyruktu, paşaların defalarca kuşatmayı kaldırmak için baskı yaptığı bilinen bir şeydir) paşalar ve şeyhülislam bir sürü arıza çıkarırdı. İş Fatih'i (Akşemseddin'e ve İstanbul'un fethi hadisine rağmen) "Gavur sultan" ilan etmeye kadar giderdi mazallah (Başına benzer bir şey gelmiş biri için: 2. Mahmut).
Stajda sadece bir hafta oldu ama kendim ve hayat hakkında çok şey öğrendim. Staja mı gittim yoksa dağ başında bir bilgeye çırak mı verildim anlayamadım. Ha öte yandan, epeydir beni geride tutan "Ne yapmak istiyorum, ne yapabilirim, ne yapmalıyım?" sorununa da birkaç gayet kesin ve geçerli cevap buldum. Ha fikir bulma, karar alma ve uygulama konusunda bipolardan hallice olduğumdan bu belki ilerleyen günlerde (mesela staj bitip evde pineklemeye dönende) değişebilir ama artık büyüdüğümü, zincirlerimden tek birinden dahi olsa kurtulduğumu hissediyorum. Özgürlük çok iyi bir hismiş. Korkutucu da tabii ama... Eh, gül, diken, bok püsür (Sözü yazsam daha az efor sarf ederdim yeminle).
"Kafam girsin." diye küfür var lan. Türkçe harbi dünyanın en güzel dili bak. Başka dilde var mı böyle küfür? "Kafam girsin!" Nereye girsin? Hadi "Sokayım"lı sözlerle aynı yere, sığar mı bu bir... İkincisi gerçekten bedenimizin üstündeki kafadan mı bahsediyoruz? Çünkü çoğu küfrün etken elemanının... Ne anlatıyorum lan ben?
"Ejderha ve Mühür"ün 2. bölümü için bir tasvir yaptım, onunla uğraşmasam çoktan yayınlayacaktım. Tasviri tamamlayayım da devam edeyim. Biraz doğaçlama yaptık tabii... Neden? Çünkü kendisi çok bir şey beklediğim bir eser değil, öylesine, kafa dağıtmalık yazıyorum. Ciddiye alsam zaten bu dandik blogda yayınlamam. O değil şu "Ne yapmak istiyorum?" konusunda ekstra bir blog açabilirim, tabii henüz değil; daha çok zaman var onun için. O ekstra blog, açıkçası, gelir için olacak. Ek gelir için yani... Ya da ana gelir, diğerlerinin düzenine ve diğer şeylere bağlı. Cevaplarım kesin ve geçerli olmasına rağmen yol haritam kesin değil, hatta bir yol haritam bile yok. Şimdilik akışa müdahale etmeyecek ve sürüklenmeme izin vereceğim. Zamanı gelince daha net tavırlar koyarım.