Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

23 Temmuz 2020 Perşembe

Vallahi Öylesine, Bildiğin Blog Diye Başlık Koyup Numaralandırmaya Başlayacağım Ama Ya!

Geçenki yazıya eklemeyi unuttuğum bir kısım var (Dayanamadım yine başa ekledim), geyiklerin gerçekten ekolojik dengeyi bozabileceği kısmıyla ilgili. İster yaratılış, ister evrim, ister yaratılışçı evrim* ister de başka bir şeyle açıklayın, doğanın herhangi bir müdahalenin çok ağır sonuçlara yol açacak oldukça hassas bir dengesi vardır.

*Bu arada gerçekten "Yaratılışçı evrim" diye bir fikir mi teori mi ne derseniz artık var. Temelde evrimi reddetmeyip bunun Tanrı'nın iradesi ve planıyla, onun öncülüğünde gerçekleştiğini savunan bir fikir. Bir de bizde hem ateistlerde hem de Müslümanlarda "Evrim varsa Tanrı yoktur, Tanrı varsa evrim yoktur." gibi saçma sapan, nereden çıktığı belli olmayan bir mantık var. Kuran'da zaten yazmıyor da herhangi bir hadiste "İleride şöyle şöyle diyecekler, inanmayın" deniyor mu mesela? Tütün ve "Ümmetin bölünmesi" için, apartmanlar için vs. hadis var zira (*1), bunun için var mı? Buradan ateistlere, hatta sadece onlara değil ayrıca müminlere de soruyorum: Her şeye gücü yeten bir varlığın yarattığı şeylere bunun gibi bir güç/yetenek vermiş olma ihtimali yok mu? Hatta "Tanrının espri anlayışı" gibi bir şeyin varlığını kabul edersek "evrime kanıt" denen şeyleri insanlığı trollemek için dünyaya ve canlıların bünyesine yerleştirmiş bir yaratıcının varlığı bile fikirsel olarak mümkün. Genel tartışma insanın yaratılışıyla ilgili ayetlerle çıkıyor, onu da yaratılışçı evrimciler açıklasın, benden bu kadar. Genel hatlarıyla olayı söyledim, "Şu şöyledir" diye fikir beyan etmiyorum; zaten bir yaratıcıya inanan (e, haliyle) bir Müslüman olsam da bu konuda çekimserim, "Evrim mevrim yok ulan!" düşüncesine de "Evrim var birader" düşüncesine de sahip değilim (İkinci düşüncede olsam yaratılışçı evrimci olurdum, o ayrı). Aklıma gelmiş ve konuyla ilgiliyken, Türkiye ateistlerinin "Zeki adam ateist olur!" gibi bir tavrı var. Evet, zeki ateist var gerçekten ama malın önde gideni olanlar da var. İki tiple de muhatap oldum daha önce. İnancın zekayla bir ilgisi yoktur. Peki ya Newton, Edison ve Tesla arasından hangisinin aptal olduğunu söyleyebilirsiniz? Yıllarca herkesi kandırabileceğin seviyedeki şerefsizlik de epey zeka gerektiren bir şeydir bu arada, "akıl" ile "zeka" arasındaki farklardan biri de budur. Newton yaşadığı dönemde Haçlı Seferi yapılsaydı katılacak, katılmasa bile silah milah tasarlayıp yardımcı olacak kadar koyu bir Hristiyan'dı. Hem Edison'un hem de Tesla'nın (Tesla'nın belli bir dini olup olmadığı kesin olmasa da) okült inançları ve bunlara bağlı olarak gelişmiş alışkanlıkları vardı (Örnek: Tesla'nın üç takıntısı. Üç sayısı ruhani yöne değer verilen birçok kültür [örnek: Türk kültürü. Avrupalılar bunu içeren kültürlerini kendi elleriyle imha ettiler ama Asya'da çoğu yerde hâlâ bu kültür hakim] ve okült gelenek açısından önem arz eden bir sayıdır, bunun gibi bir de yedi vardır. Araştırma konusu: Tesla and Occultism. Zaten Edison'la ilgili sonuçlar da çıkıyor böyle girince). Ve okült inançlara sahip olmak Tanrıya değilse bile ruhlara veya doğaüstü kuvvetlere inanıyor olmak anlamına gelir, yani materyalist bir okültist teknik olarak mümkün değildir (Ha buna rağmen herhangi bir tanrıya inancı olmayabilir o okültist kişinin ama "ateizm" kavramı maddeciliği ve doğaüstü olan her şeyin reddini de içinde barındırır). "Cebir" kavramının mucidi (Gerçek anlamda mucidi, bu adamdan önce "Cebir" diye bir şey yoktu) Harizmi'den (Müslüman) bahsetmiyorum bile.

*1: Sahih olup olmamasıyla ilgilenmiyorum, bence sahih denen hadisler bile onlar üzerinden hüküm vermek için fazlasıyla şüpheli zaten. O yüzden artık mezhebimi yetiştirildiğim şekliyle Sünni/Hanefi diye tanımlamıyorum. Yalnız şüpheli bulsam da hadisi, sünneti ve bin yıldır yapılan uygulamaları (namazın kılınış şekli gibi) tamamen reddeden biri de değilim, burada da Kurancılardan ayrılıyorum. Birkaç ek fikrim daha ve hadis üzerinden karar vermekte nasıl bir aykırılık gördüğüme dair çok basit birkaç hüküm var da -en azından şimdilik- onları yazıp yazıyı "mezhep tebliğ ve davet mektubu"na çevirmeye niyetim yok.

Yok, ben artık mangalar özelinde çevirmenlere değil sitelere kızmaya başlayacağım. Öyle bir karar aldım. Neden? Çünkü daha önce bahsettiğim altı ay önce yirminci bölümü yayınlanmış "Çevirisi devam ediyor" serileri olduğu gibi şu an Giji Harem (Bizim sitelerde İngilizce adı olan Pseudo Harem diye geçiyor, bu arada "Harem"i görüp önyargıyla yaklaşmayın; gayet tekeşli romantik komedi bu, rakip karakter bile yok. Pseudo zaten "yalancı/sahte/sahtekâr/sözde" anlamlarına gelen Antik Yunancadan Latinceye, oradan da birçok Avrupa diline geçmiş bir ön ek, manganın adının neden "sahte harem" olduğunu da ilk bölümü okursanız anlarsınız) okuyorum, çeviri kısmında "Çevirisi yok" ("Çevirisi bırakılmış" da değil, "Çevirisi yok." Çevirisi yoksa ne işi varsa başlığının sitede... Bu arada şu mangaları ve ranobeleri çevrilmiş halde e-kitap olarak alabilsek güzel olurdu, normal kitabı basılı okumaktan yanayım bir kısmı da fizyolojimle ilgili olan bazı sebeplerden ama bunları zaten internetten okuduğumuz için e-kitap herhangi bir fark oluşturmayacak; İngilizce olarak alabiliyoruzdur muhtemelen. Hem bizim bu "resmi çevirmenler" de o sistemle güncele daha çok yaklaşırlar ve daha fazla seri çevirirler, öyle düşünüyorum.) yazmasına rağmen 6 saat önce (Ben 1 hafta önce okumaya başladım, o zaman da öyle yazıyordu; "En son kaçıncı bölüm ne zaman atılmış buna? Çevirisi bırakılmış ama 2 günlük yorum var" diye baktığımda gördüm) yeni bölüm atılmış. Yani manga çevirileri evet yarım bırakılıyor ama neyin yarım kalıp neyin devam ettiğini bilemeyebiliyoruz siteler yüzünden. Hoş şu an bahsettiğim site Manga TR yakın zamanda saldırıya uğradı falan, bölüm eksikleri ve bilgi yanlışlarıyla uğraşmaları ve fark edememeleri normal ama olsun. Anime çevirmenleri konusunda mı? Vurun kahpeye. Kashiwa Densetsu R'nin çevirisi yarım bırakılmaz da olması gerektiği şekilde olması gerektiği zamanda tamamlanırsa onlar hakkındaki fikrimi de (belki) gözden geçirebilirim.

"Oynanması için değil okunması için yazılan tiyatro" diye bir kavram vardır. O nedir biliyor musunuz? "Ya ben bunu yazdım ama... Bunu oynamaları için bayağı efekt falan gerekir, bir şekilde kıvırayım. Ben onu okunması için yazdım ya, ne ş'apıyo'nuz?" Bunu biliyorum, neden? Çünkü hayatının belli bir döneminde "edebiyat" kavramı içine dahil edilebilecek her şeyi (divan şiiri, gölge oyunu, senaryo, sagu, mani...) yazmış (yazmayı denemiş desek daha doğru) bir insanım. Tiyatro da yazmayı denedim, ortaya oynanması teknik açıdan mümkün olmayan bir oyun çıktı. Ben de yazdım eserin üstüne: "Oynanması için değil okunması için yazılmıştır." Yarrağımı okunması için yazılmıştır. Baktın işler sarpa sarıyor, oyun çığırından çıkıyor, başa onu yaz sonra coş, uç uçabildiğin kadar. Onun olayı odur, bunu da tecrübe etmiş biri olarak söylüyorum ("Sektörün içinden biri olarak konuşuyorum" tribi. Gerçi haksız bir tavır değil, orası ayrı).

Bizim millette çok temel bir kusur var ve geri kalan çoğu kusur da zaten ondan kaynaklanıyor: Bilgin olmayan konuda fikre sahip olmak. Varan 1: "Ben kapitalizme karşıyım." Tamam, karşısın ama nedir kapitalizm, biliyor musun? "İşte emek sömürüsü, sermaye, zenginler fakirleri eziyor..." Yaklaşımın bununla sınırlıysa eğer: Hayır, kapitalizme falan karşı değilsin. Şu anki sisteme karşısın ve temelinde kapitalizm olduğunu biliyorsun ama başka bir bok bildiğin yok. Kapitalizm nedir, emek sömürüsü nedir, gelir dağılımı nedir, ekonomi nedir? Peki ya bu kapitalist sistem bizi neden sömürüyor, hiç mi yararı, faydası yok, bunu yapmaktan zevk mi alıyorlar (Hayır, "onlar" kimse artık. Uzaylılar falan herhalde), her zaman böyle miydi, "para" kavramından önce benzeri, öncüsü sayılabilecek bir sistem var mıydı yoksa yok muydu? Bir insanın kapitalizm karşıtı olabilmesi için bu sorulara tek ve basit bir cümleyle de olsa cevap verebilmesi, "Ne diyor lan bu?" dememesi gerekiyor. Kapitalizm karşıtlığının kurucusu saymama itiraz olmayacağını düşündüğüm Karl Marx (Elbette ondan önce de kapitalizm yerine sistemler önerilmiş veya sisteme sövülmüş olabilir ama bu işi kurumsallaştıran Marx'tır), ekonomi hakkında bilinen her şeyi, her yaklaşımı, her teoriyi bütün ayrıntılarıyla kağıda döküp tam bir işsiz gibi dizin çıkardıktan sonra Das Kapital'i yazdı. Varan 2: "Ben komünizme karşıyım." Bak, bu da tam tersi ama bunun da bir sikten anladığı yok. Yani aynısının laciverdi. Komünizme karşısın, iyi, peki, güzel. Peki nedir aga bu "Komünizm"? "İşte ben eşek gibi çalışayım o yatsın herkes aynı parayı alsın, karımızı kızımızı millete..." Yaklaşımın bu kadarsa komünizm karşıtı falan olamazsın çünkü komünizmin ne olduğunu bilmiyorsun demektir. Komün toplumlarla bir ilgisi var mıdır, neden böyle bir sistem fikri doğmuştur, Sovyet Rusya neyin peşindeydi (Cevap: Sıcak denizler xD), komünizm ve sosyalizm aynı şey midir ve farklıysa farkları nedir, bugünün toplumuna ve sosyal devletine bir etkisi olmuş mudur, olmuşsa nasıl olmuştur, gerçekten mülkiyetsizliği mi savunur? Bu sorulara cevap veremiyorsan karşı da olamazsın. Bir şeye karşı mısın, inanmıyor musun, güvenmiyor musun, ebesine mi atlamak istiyorsun? O şeyin ne olduğunu öğren; ama "kahve sohbeti" kıvamında değil de gerçek anlamda öğren, sonra topla tüfekle ona karşı savaşır mısın, her fırsatta anasına mı söversin ne bok yersen ye. Bana ne? Bildiğin şeye karşı olmak gayet normal bir durumdur (Avcılık konusundan önceki liseli erkek muhabbeti konusunda olduğu gibi) ama hakkında bir sik bilmediğin şeye "Ben onun gelmişini geçmişini..." tavrıyla yaklaşmak mümkün olmaması gereken ama bizim toplumda var olan bir olgudur. Bu arada kapitalizm, komünizm, liberalizm, sosyalizm ya da diğerleri... Bütün sistemlerin günümüz şartları için ağır ve kusurlu olduğunu düşünüyorum. Elbette insan elinden çıkan bir sistemin kusursuz olma ihtimali yok ama bu sistemler ortaya çıktığı çağlarda kusurları gözardı edilebilirdi çünkü o çağın şartlarına göre dizayn edildiler, günümüzün değişen ve hatta değişken şartlarında o kusurlar başımıza bela olur.

Bir şey için blogdaki eski yazılara bakıyordum da (O kadar da eski olanlara değil lan, en eskisi 2 yıl önce) o ne iğrenç bir imlaymış öyle ya. Bağlaçtan önce, sonra virgül, "E" yerine "İ" yazmak, "Tabii"yi tek İ ile yazmak falan... Gözüm kanıyordu. Sonuçta aradığımı da bulamadım. Bu arada O'l'm, Ş'apıyo'nuz gibi şeyler imla hatası değildir, açın bakın kesme işaretinin görevlerine. "Tabii"yi gibi ifadeler ise imla hatası mı değil mi belli değil, tırnak işaretinde neyin tırnağın içinde, neyin dışında yazılacağı konusunda her kafadan ayrı ses çıkıyor.

Çoğu insanda hamamböceklerine karşı bir katlanamama hissi var, bende de var ki aslında böcek-sever biriyimdir. O his katlanamama hissi; korkudan, iğrenmeden ya da huylanmadan çok daha öte bir his. Bunun nedenlerini biraz düşündüm. Bir sürü mikrop taşıdıkları için mi? Farelerden korkmanın yaygın olması da veba salgınının izidir, bu Corona birkaç nesil sonra yaygın yarasa, pangolin, yılan vs. (Nereden çıktı lan bu virüs? Bir karar verin) korkusuna neden olabilir (Gerçi yılan korkusu şimdi de yaygın). Bir de torpilli ibneler doğada yaşamazlar. "Nasıl yani?" Birkaç istisna tür haricinde alayı insanların yerleşim yerinde yaşar, siz hiç dağda, ormanda, yürüyüşte hamamböceği gördünüz mü? Göremezsiniz çünkü (dediğim gibi birkaç istisna tür, mesela Madagaskar tıslayan hamamböceği, haricinde) alayı şehirde (Şehir: İnsanların yerleşim yeri) yaşar. Bunun üzerine biraz düşünürken "Lan biz bunları yenemedik!" Aydınlandım resmen. Şöyle ki: Doğa sonsuz bir savaş alanıdır ve şehir denen kavram, bütünüyle bu savaş alanından uzakta durup rahata ermek için tasarlanmıştır. İnsanlık, her ne kadar hile kullanarak da olsa doğayla girdiği savaşların çoğunu kazandı. Kurtları devşirip diğer kurtlarla kapıştırdık (Çoban köpekleri), tavuk gibi yırtıcı hali son derece karizmatik ve tehlikeli (çizer vallahi, ne biçim pençe var hayvanda. Şekline bakmak için: Red jungle fowl. Türkçeye "kızıl orman kuşu" diye çevriliyor) olan bir hayvanı ucuz gıda kölesine dönüştürdük, kedilerle bir döneme dek asla savaşmadık ama ittifak yaptık (Araştırma konusu: Kedinin evcilleştirilmesi) ve bu ittifak sonucu farelerle olan savaşı kazandık. Ha Papa'nın tekinin Avrupa özelinde kedilerle savaş çıkarması nedeniyle* fareler intikamlarını aldılar, o ayrı. Bu arada bu Papa kedilere karşı topyekûn savaş başlatmadan önce de Avrupa'nın çoğu yerinde kedilere pek iyi davranılmıyordu ama "Önümüze gelen kediyi keselim." durumu yoktu. Arıları bile kendi işçilerimiz haline getirdik. Savaşıp da kazanamadıklarımız neler? Sinekler, hamamböcekleri ve virüsler. Virüs zaten gözle görülmeyen bir şey, o anca hastalıkta aklımıza geliyor, geç. Sinekler de dünya nüfusunun çoğunda ya iğrenme (karasinekler) ya da amına koyma (sivrisinekler ve gece çıkan ufak sinekler) hissi uyandırıyor. Ya hamamböcekleri? Onlara karşı savaşı kazanamadık, hatta aslında kaybediyoruz. Böcek ilaçlarına kısa sürede bağışıklık sağlıyorlar, ölü taklidi ile kaçıp gidiyorlar, uçuyorlar, kaçıyorlar... Bu da yetmezmiş gibi envai mikrobu oraya buraya sürtüyorlar. Boğulmayıp klozetten, musluktan çıkıyor; saçma sapan hallere giriyorlar. İnsanlığın doğayla savaşında kazanamayacağını içten içe de olsa kabullendiği tek varlık hamamböceği. Sineklere ve virüslere karşı insanlık umudunu yitirmedi ama hamamböceklerinin kazanan taraf olduğunu içten içe bildiğimiz için onlara katlanamıyoruz. Bize karşı koyabilen tek fiziksel varlık, insanlığın doğaya karşı tek kolektif yenilgisi. Bireysel yenilgiler var elbette ama insanlığın topla tüfekle inine dalıp da yok edemediği tek varlık hamamböceği. Filler, gergedanlar, aslanlar... Hepsi çok daha basit hamlelerle yok olmanın eşiğine getirildi, şimdi de ele geçirdiğimiz yerin yaralarını sarmak için onları artırmaya çalışıyoruz. Bu savaş adetidir, ele geçirdiğin yeri geliştirir ve halkın yaralarını sararsın. Ya da dümdüz edip taş üstünde taş, omuz üstünde baş koymayabilirsin, o da bir seçenek tabii. Ama eğer kendi yerleşik düzenin ve nereye yerleştirileceği belirsiz bir halkın varsa yemez, insanları öldürsen bile binaları ya seve seve ya sike sike sağlam bırakacaksın; o olayın hakkını anca göçebeyken verebilirsin. "Bize giren çıkan yok, zaten göğün altı toprağın üstü bizim evimiz." diyebilen bir halkın varsa alayının köküne kibrit suyu dökecek cesaretin olur.

*Bu olaydan önce kara kedilerin uğursuzluk getirdiğine dair bir inanç da yoktu bu arada, o fikir de ilgili papanın (IX. Gregorius) başının altından çıkma. O döneme kadar ne Avrupa'da ne başka bir yerde öyle bir inanış yok, hatta Kelt kültürünün ayakta kalan etkisi nedeniyle Britanya'da (Avrupa'da eski Pagan kültürünün izlerinin tamamen silinemediği veya Hristiyanlaştırılamadığı sadece üç yer var: Britanya, İskandinavya, Doğu Avrupa) aristokratlar kedi besliyordu o dönem (Yalnız Keltler kara kedilere "Uğursuz bu!" şeklinde yaklaşmasa da kurban verecekleri zaman kara kedi tercih ediyorlarmış). O yüzden diyorum "Kara kedi uğursuzluk getirir genel-geçer bir inanış değildir." diye, Antik Mısır, Japonya, Çin gibi birçok yerde aksine uğur getirdiklerine inanılır/inanılırdı. Türkiye için bir örnek: Hem Sünnilik hem de Alevilikte kedi -rengine bakmaksızın- temiz ve peygamber sevgisi/övgüsü kazanmış bir hayvandır mesela. Göçebe dönemlere bakarsak Türklerde bir kedi kültü göremiyoruz (Oğuzlar'da köpek kültü var, Oğuzlar haricindeki Türk halklarında olmasa da Moğollarda da var aynı köpek kültü. At, kurt ve kartal kültünü söylemeye bile gerek duymuyorum. -Duydu-), bunun nedeni de muhtemelen kedinin göçebe yaşama pek de uygun bir hayvan olmaması. Gerçi Anadolu'daki göçebelerin hayvanları hakkında zamanında Akkoyunlular'ı ziyaret eden bir Venedik elçisinin (Adı yok mu lan bu adamın?) yazdığı bir listede kedi de var, bir de "12 adet av için yetiştirilmiş leopar" var aynı listede ama bahsettiği muhtemelen Anadolu parsı ya da oselo gibi bir şeyden ziyade karakulak [İlginç bilgi: Karakulaklar, bildiğimiz kedilerin yabanisi olan yaban kedilerinden (Felis silvestris) çok daha kolay evcilleştirilebilen canlılardır]. Bu arada karakulakların Anadolu'da aslında olmayan, Türklerle gelmiş bir tür olduğunu düşündürecek bazı bilgiler var. Bu liste gibi gibi ya da şunun gibi: Yıllarca buraların hâkim dili olan Latince'de (Bizans'ın anadili Latince, halkın hangi dilde konuştuğunun bir önemi yok) karakulak için kelime yok, Türkçe "karakulak"ın apartılmış hali olan Caracal kullanılıyor. Tabii bu düşüncem sadece bu iki bilgi yüzünden değil, dahası da var da uğraşamam. Hayata karşı genel yaklaşımım bu benim: "Ne uğraşacağım şimdi? Değecek mi sanki uğraşmama? Ne gerek var o zaman?" İşte galiba o yüzden bir haltı beceremiyorum ama konumuz bu değil. Bu arada bazı şeylerde kendi kendimi gaza getirip işi inada bindirerek sonuna kadar gidebiliyorum, "Sen görürsün aq!" şeklinde. Bu başkasına değil kendime karşı oluyor. Karakulaklara dönersek: Yalnız benimki sadece "Lan böyle olmuş olabilir mi?" şeklinde bir düşünce, teori falan değil, yalnızca bir fikir. Ha yalnız kedi kültü yok ama Türk cincilik geleneğinde kediler "ruhları görebilen, kalp gözü açık" hayvanlar olarak tasvir edilir (Köpekler için de benzer bir tasvir vardır ama onlara kediler gibi olumlu değil de daha çok nötr veya "uyarıcı" tavrıyla yaklaşılır). Belli bir sabit noktaya bakıp kalmaları "Evi kötülüklerden korumaları" veya "Gelen (ruhani) misafiri dost mu düşman mı olduğuna dair sorguya çekip ölçüp tartmaları" ile var olmayan bir şeyle oynamaları/kavga etmeleri de "Şeytanları kovması" ile açıklanır. Köpekler hakkındaki uyarıcı tavır da bu şekilde daha iyi anlaşılır: Aynı geleneğe göre köpek havlayıp misafirin (burada kullanılan tanım misafir değil, en azından cincilikte değil ama kelimeyi hatırlamıyorum, doğru kelimeyi bilip bilmediğimi bile hatırlamıyorum) bildirir, gelen ruhani misafirin dost mu düşman mı olduğunu umursamaz ve eğer sahibine doğrudan gelen bir zarar yoksa kötücül ruhu kovmaya kalkışmaz. İnanıp inanmamak, dine uygun bulup bulmamak size kalmış; fikir beyan etmiyorum, genel inanışı/uygulamayı söylüyorum. Aslında böyle açıklama yapmak bile gereksiz ama işte ne yaparsın?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder