*Aslında gastronomi içinde bunların sınıflandırması biraz farklı, "dondurma" diye üst bir kategori var ve altında farklı sınıflar var; o sınıflardan aslında "dondurma" denmeyenlere bile günlük hayatta dondurma diyoruz. "Sorbe" dondurma kategorisindedir ama sınıf olarak dondurma değildir mesela (Günlük hayatta "dondurma" diye yediğimiz çoğu şey aslında sorbe. Temel fark sorbede süt olmamasıdır ama tabii tek farkı bu değil), "softcream" (hani şu hızlı yemek zincirlerinin krem şantiden hallice dondurmaları) da dondurma kategorisi içinde ama dondurma dışında sınıflandırılır. Akutaq kategori olarak dondurmadadır, bici bici de kategori olarak dondurma altındadır ama ikisi de "dondurma" sınıfı dışındadır. O kısım biraz karışık, uğraştırmayın beni şimdi. Gerçekten "dondurma" sınıfına giren şeyler Maraş dondurması, gelato, Magnum falan (Bu arada Maraş dondurmasına diğer dillerde "Dondurma" diyorlar, direkt Türkçe adı şehri atarak kullanıyorlar).
"Yenilenmiş" versiyon bu, "akutaq" aslında böyle gözükmüyor |
O değil de neden yazıların düzeni oluştu lan? 2. sırada anime var (Parantez yıldızlarını saymıyorum, bir önceki paragrafa dahil onlar; sıralama yapsam bile buçuklu yaparım), geri kalanında başka konu. Bu paragraf düzeni kendiliğinden gelişti. Bu arada şu sıralar, belki bazı şeyleri yapabilir, becerebilirim gibi hissediyorum. Bakalım, bakalım... Neler olacak?
Sularda taşlaşmış camlar olur bazen, muhtemelen görmüşsünüzdür ama taş muamelesi yapmış olabilirsiniz. Kimileri bunlara "Cam ulan bu" diye yaklaşır, kimileri de (Misal ben) "Taşlaşmış sonuçta" gerekçesiyle diğer taşlardan ayrı tutmaz. Bunları acaba yapay olarak üretmenin bir yolu var mı, diye düşündüm; tam olarak ayrıntısını ve başka koşullar gerektirip gerektirmediğini bilmiyorum ama bu cam parçalarının taşlaşmasını sağlayan temel şey su basıncı ve akıntı. Yani teorik olarak deniz suyunun koşullarını (tuzluluk, su değerleri, mineraller, sıcak-soğuk dengesinin değişimi ve tabii ki akıntı) taklit ettiğimiz bir havuzda üretilebiliyor olmaları lazım. Bence güzeller, tıpkı diğer deniz/dere taşları gibi. Bu arada bunlar için görsel ararken satıldıklarını gördüm, tabii ki bu yapay olarak üretilebildikleri anlamına gelmiyor ama yapay olarak üretmenin imkansız olduğu anlamına da gelmiyor. Elması bile yapay olarak üretebiliyorlar sonuçta.
"Ne yapmalıyım, ne yapabilirim ve ne yapmak istiyorum?" diye düşündüm biraz. Şunu fark ettim: İstediğim şey en tepeye çıkmak değil, onun biraz altında saygın bir yer edinmek. Şayet okuduğum bölümle devam edip gastronomiyle ilgili bir şeyler yapacaksam (ki yapmayacaksam neden okudum ben bu aq bölümünü dört yıl?) "Gastronomi Dünyasının Deli Dahisi" diye anılacak bir konumda olmak istiyorum. Sadece "Gastronomi Dünyasının Delisi" de olabilir, dahi kısmına o kadar da gerek yok. Bunu elde etmek için akla hayale gelmeyen yemekler icat etmeli ve var olan reçeteleri özünü bozarak bambaşka bir forma sokmalıyım. Eh, çok da zorlanacağımı düşünmüyorum; acayip acayip fikirler türetmek kötü olduğum bir alan değil. Hatta belli bir düzeyde yeteneğimin olduğu çok az şeyden biri, belki de gerçekten becerikli olduğum tek şey. Yalnız yemeklerin özünü bozmak, onun orijinalini ve orijinini bilmeyi gerektiriyor; gerçekte nasıl olması gerektiğini bilmediğin bir şeyi olmaması gereken ama yine de tatmin eden (aslında istediğim orijinalinden daha tatmin edici olması) bir forma sokamazsın. Yemeğin tarihi nedir, neden o malzemeler, o türde (mesela beyaz etle yapılan bir yemekte "neden hindi ya da ördek değil de tavuk?" gibi) ve o miktarda kullanılmış, hangi mutfağa aittir, nasıl gelişmiştir (orijinal tarifiyle aynı kalan çok az yemek var, Türk mutfağında neredeyse hiç yok; her şeye domates sokuşturulmuş ama o yemekler domates Anadolu'ya gelmeden önce de vardı), başka türlü gelişebilir miydi, malzeme kalitesi ve kullanılan teknik farklılığı nasıl etkiler... Bunları ve dahasını bilmeden öze ulaşamam; bunların bir kısmı araştırarak bir kısmıysa denenerek* öğrenilebilecek şeyler.
*Orijinal tarif denenerek. İşte bu yüzden ikame malzeme kullanmayı sevmiyorum, "şey"in özünü anlamamı zorlaştırıyor, hatta imkansız hale getiriyor. Kızılçamın özünü serviden anlayamazsınız. (Laf dandik oldu ama idare ediverin, belki beğenen çıkar). Tabii ki orijinal tarif üzerindeki her değişiklik düşüncesini de ya bir arada ya ayrı ayrı denemek gerekiyor ama önce özü anlamak lazım
Sıkıcı olmayan bir hayat hakkında (Hani şu "belamı mı arıyorum lan?" olayı) biraz düşündüm, aslında Umut Sarıkaya karikatürlerinde yaşamak oldukça eğlenceli olabilirdi. O zaman kahraman ya da kötü adam olmayı da umursamaz, figüranlığa razı gelirdim. "Dostoyevski'nin kumar borcunu kapatmak için yazdığı romanların parasının yarısı çayına, oraletine giden yancı" ile oturup Dosto'ya "Onu oynama abi, onu oynama" diye seslenmek, "Cebindeki anahtarları, bozuklukları bir kenara koymadan düşman üstüne varan Semih Cumhuriyeti askeri" ile atış kapışması yapmak, "Yepisyeni devleti yıkan, I<3Öşür Vergisi tişörtlü arkadaşına akıl danışan Memlük Sultanı" ile taş dizip mülk yapmak, "AB yatırım fonundan aldığı paralarla kiraya ev verip gül gibi geçinip giden Semih Cumhuriyeti başbakanı"na "Kanka raad ol, o iş bende, AB ararsa 'Bende kaldı' derim" demek, "'Ayakkap bulun oyniyim oğlum' diyen (yine) Semih Cumhuriyeti milli futbolcusu" ile halısaha maçı yapmak, Bay Cingılbört'ün "Yabancılık da bir yere kadar" talebini gerçek yapmak için imza kampanyası düzenlemek ve bunlar gibi boş beleş işlerle oyalanıp günlerimi geçirmek bayağı eğlenceli olurdu.
Yapmaktan zevk aldığım şeylerin "daimi görev" haline gelmesini sevmediğimi fark ettim, çok geçmeden soğuyorum onlardan. Biraz ara verince düzeliyor. Dediğim gibi: Bir görev verilirse yaparım, gerisine karışmam. Aynı zamanda; "görev" olmayan, zevk aldığım şeyleri ne zaman, ne şekilde ve ne kadar yapacağım keyfimin kahyasının o an müsait olup olmamasına bağlıdır. Bunları eğer bir kalıba sokup "görev" haline getirirsem tiksinmeye başlıyorum.
Hani "Her harfin tek ses değerine sahip olduğu dil" diye bir ifade kullanmıştım ya? Onun adı "Fonetik dil" imiş.
Bir çeşit "dövüş okulu" kurmak istiyorum aslında; bilirsiniz, Shaolin tapınakları veya Yamato-den gibi. Aklımda birkaç plan var ama o planları belli bir yerden ileri taşıyacak eğitimim yok, eğitimim olsa da hiçbir öğrenci ve varise aktarılamayacak, turnuvalarda, talimlerde kullanıcıların birbirlerini ölçemeyeceği bir dövüş stilinin var olmasına gerek yok. Öğrenci olmaya gönüllü birilerini bulabilirsem iş değişir tabii ama ne ben aramakla uğraşacağım ne de onlar gökten zembille inecek, dolayısıyla var olmayacak bir şey için kendimi paralayıp mükemmel arayışında bulunma niyetim yok. Bu arada bu "dövüş okulu" işi meslek değil de hobi olarak yapmak istediğim bir şey, hayatımı belirsiz bir şeyin üstüne koyup onun etrafında inşa etme hevesim olduğu söylenemez. Hayatımı gastronomi üstüne koyup gastronomi çerçevesinde inşa etmek isteyip istemediğimden bile emin değilim, bir, bilemedin iki; hadi üç olsun, bizim olsun seneye mezun olacağım ama hâlâ kararsızım. Acziyetlerim saymakla bitmez elbet lakin en büyüklerinden biri bu, birçok başka aczımın temeli ve dahi nedeni de tam olarak bu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder