*O yazıların bir hazırlanma süreci var. Hepsini yayınlamadan önce birkaç kez baştan sona okuyorum, bazılarını yayınladıktan sonra da bir-iki kez baştan sona okuyorum. Aleni yazım yanlışlarını düzeltiyorum: TDK ve TDD'nin bile anlaşamadığı kelimeler ya da eski yazım (içün, deyu) değil de "okuyordum" yerine "okuyprdym" ya da "uluslararası" yerine "uluslarası" yazmak gibi şeyleri. Yarım cümle var mı ya da yarım konu kalmış mı diye bakıyorum çünkü bu "parantez yıldızları"nı yazarken esas konuyu unutabiliyorum, onu geç cümleyi tamamlamayı bile unutabiliyorum. İşte havada kalmış cümleleri düzeltiyorum, bir tarafımdan sallamışım gibi duran bilgiler hakkında kaynakça veya bakınız veriyorum falan. Altı üstü bir blog, roman editörü titizliğinde çalışıyorum lan.
Türk okçuluğunda çeviride sıkıntı oluşturan kavramlar var. Lafa böyle girince bir şey anlamadınız tabii. Mesela "okların konduğu kutu" anlamına gelen yabancı kelimeler "Sadak" diye çevrilir; oysa sadak Türkçede yayın kurulu halde, av ve savaşa hazır şekilde taşınırken kullanıldığı çanta/kılıf anlamına gelir. Türk yayı ve yumi (Japon yayı) gibi biyokompozit yaylar İngiliz uzunyayları veya Roma-Yunan yayları gibi tek malzemeli yaylara benzemez, devamlı kurulu (kurulu: Kullanıma hazır) durursa güçsüzleşip durdukları yerde paralanırlar. At sırtında yayı kolda taşımak zor olduğu için de (o kadar kısa yayı film usulü çapraz asmak yürek ister, intihara meyilliyseniz buyrun deneyin) böyle bir çözüm bulunmuştur. Avrupa'da ise zaten aslında Asyalı olan Macarlar gibi birkaç istisna halk dışında atlı okçuluk bile olmadığı için sadak asla icat edilmemiştir. Türkçede oklar için iki farklı çanta vardır: Biri tirkeştir, okları atışa hazır olarak, belde taşırsınız (Evet, belde. İngiliz okçuları bile sırtlarında taşımıyorlardı ulan). İkincisi ise "kubur"dur ki bu kelime günümüzde Türkçede hâlâ farklı anlamlarla yaşar. Aslında "çukur, mezar" anlamındaki, Türkçeye de "Kabir" olarak geçmiş Arapça "Kabr" sözünün çoğuludur. Kubur boru biçiminde bir kaptır ve okların kullanılmadan, uzun yollarda taşınması için kullanılır. Karşılaştırma yapılacaksa İngiliz "sadakları" kubur iken Japon "sadakları" (İngiliz-Japon karşılaştırmasına takmış gibi gözüküyorum ama hem birbirleri hem de bizimle bu kadar fazla farklı noktaları olması onları üçlü kültürel karşılaştırmalar için iyi seçenekler haline getiriyor) tirkeştir. Japon sadaklarında oku çekip atarsın, İngiliz sadaklarını ise yere koyar, oku alıp seçip atarsın. Zaten İngiliz okçuluğu doğası gereği pek hareketli değil daha sabit bir yapıya sahip olduğundan Asya-tarzı tirkeşlere ihtiyaç duymazlar.
Kurulmamış yay:
Kurulu yay:
Japon tirkeşi:
İngiliz kuburu:
Bu arada günümüz İngiliz okçuları bellerine taktıkları tirkeş benzeri şöyle şeyler de kullanıyor ama bunlar modern zamanların işleri, Tozkoparan İskender bunlara ok nedir, nasıl atılır diye öğrettiğinde bile onları kullanmaya başlamamışlardı:
Bu da Japon tirkeşinin nasıl takıldığına bir örnek:
"Öyle ok çekmek zor olur ki lan?" derseniz ise: Japon okçuluğu kyuudo tıpkı Japon elinden çıkan diğer her şey gibi bir ton ritüele ve kurala sahiptir, bunlardan biri de özel bir ok çekme ve gezleme (bunun ne olduğunu da kendiniz araştırın; gerçi "öyle ok çekmek zor olur ki lan?" diyebilecek kadar okçuluk bilginiz varsa bunu zaten biliyor olmanız gerek) hareketidir (Hatta galiba farklı durum ve haller için farklı ok çekip gezleme hareketleri var). Kyuudo videoları falan izlerseniz (Ben hiç izlemedim bu arada; ama Japon atlı okçuluğu olan "yabusame" gösterisi izlemiştim İstanbul'da) görürsünüz o olayı; o çekiş için tam uygun yerleşim o.
Türk sadağı:
Türk tirkeşi:
Türk kuburu-1:
Türk kuburu-2; Osmanlı'nın zarafet takıntısından* nasibini almış bir örnek:
Hatta bu da bonus olsun, Moğol sadağı; ayrıca yay sadağa nasıl konur, sadak nereye asılıp nasıl taşınır konusunda da bir örnek:
*Bu arada bunu deyip duruyorum ama o zarafet takıntısını sevmiyor da değilim; bir günümüzün mimarlı, müteahhitli, planlı apartmanlarına bak bir de 14. yüzyılda apar topar inşa edilmiş, taş bile getirtilmeyip sağdan soldan toplanan malzemelerle yapılmış Behramkale Murat Hüdavendigar Camii'ye. Gerçi ben her türlü günümüzün ruhsuz binalarına gıcığım; Antik Yunan'dan kalma yarı-yıkık ve esasen çok fazla bir süsü, estetiği olmayan ("estetiği olmayan" değil, "Çok fazla bir estetiği olmayan") binalar bile vallahi billahi daha hoş ya, insanın ruhunu daraltmıyor en azından. Diğer şeylerde de böyle: Eski şeylerde bir estetik kaygısı var, günümüzdekilerde yok. Kilitbahir Kalesi'nde bir balta var mesela, savaş baltası falan da değil dümdüz odun baltası; onda bile bir estetik, göze hoş gelen bir şey var.
Moğol hafif süvarisinin (Süvariyse atı nerede lan bu adamın? Kesip yedi mi savaşta aç kalınca?*) kalkanını gördünüz mü, sırtındaki. En merak ettiğim şey o kalkanların nasıl sırta takıldığı ve sonra nasıl çekildiği, lan arkadaş her şey hakkında bilgi, örnek, çizim vs. var, bu konuda sanki kalkancı esnafı (O nasıl esnaf taifesi lan?) gizli örgüt usulünde çalışıyormuş gibi hiçbir bilgi yok. Bu arada kemangerler ve Türk kılıç ustaları (Kılıç ustasının da hem kılıç yapımcısı hem de kılıç kullanıcısı anlamında kullanılması bir yandan güzelken bir yandan da "Ayıraydınız ya şunu, çok mu zordu?" dedirtiyor) gizli örgüt usulünde çalışıyor; kemangerler librenin nasıl ayarlandığı bilgisini saklıyor, kılıç ustalarına gelince... Adamların ne tür çelik kullandıkları, nasıl bir suda çelik soğuttukları bile belli değil. At kanında kılıç soğutan kılıç ustası var lan! Gerçi onlar Moğol'du galiba. Yalnız Selçuklu-Osmanlı kılıççı esnafından** bir kısmın at kanı değil de at idrarında veya en azından at idrarı da içeren bir karışımda kılıç soğuttuğundan eminim, o bilgiyi net hatırlıyorum. Aslında Osmanlı'da kullanılan kılıç tiplerinden de bahsedecektim ama yazı iyice "Orta Asya Savaş Sanatı Hakkında Genel Bilgiler"e dönecek, o yüzden en az bir tane alakasız bir konudan bahsetmedikçe ondan bahsetmeyeceğim. (Yazar hakkında bilgiler, Şekil 1-A; hep de 1-A zaten, bırak 2'yi daha Şekil 1-B'yi bile göremedik: Yaptığım çoğu şey rastgele, sebepsiz ve içgüdüseldir ama bir şeyi yapmaktan özellikle kaçınıyorsam bence gayet geçerli olan ama sizin hakkında ne düşündüğünüzü bilemeyeceğim ve zaten pek de umursamadığım bir sebebi vardır.)
*Bu arada bu işi Fransızlar yapmıştır ama Moğollar yapmamıştır, atla sahibi arasında evlilik benzeri bir ilişki olur Orta Asya'nın göçebe süvari halklarında. At eti yerler ama binek atlarını değil, yılkıları ya da eti için yetiştirilen atları -ki Türkçede onlara da yılkı denir- yerler. At, avrat, pusat sözü de bunu anlatır; kılıç da öyle önüne gelenin dokunabileceği bir şey değildi. Erin üç namusu vardır: Biri atıdır, biri hatunudur, biri de pusatıdır. "Fransızlar yapmıştır" ifadesi "Kesin yapmışlardır, her şey beklenir bunlardan" anlamında değil bu arada; ciddi söyledim. Araştırma konusu: Horse meat in France.
**Vallahi defterdarlar mezarlarından kalkıp telekle divitle kovalayacak beni artık. O değil de kontrol ettim, Osmanlı kayıtlarında hakikatten kılıççı esnafı diye kayda geçirilmişler, halbuki öyle yapmadıklarını düşündüğüm için defterdar ölüleri ile bir münasebet kurmuştum lakin yapacak bir şey yok artık, başa gelen çekilir. Ne dedik başta? Belanın bile hayırlısı. (Adı niye bela ulan o zaman? Adı "bela" olan bir şey hayırlı olabilir mi?)
O değil de Enen no Shouboutai'ın ikinci sezonu çıkmış, hiç beklemiyordum; duyuruldu mu ki o? Ha bir de geçen yazıda Little Witch Academia ve yuri-yaoi esintisi hakkında verdiğim Naruto örneği vardı ya? Daha iyi bir örnek buldum: Boku no Hero Academia. BNHA hayranları zaten kafayı yemiş durumda, olmadık olmadık ship'ler (Türkçe cümleye yabancı sözcük sıkıştırmak, Terimler bölümü. "Gemiler" mi diyeyim?) yapıyorlar ama özellikle Deku ve Bakugou'ya karşı o şekilde bir tavırları var, BNHA yaoi esintili bir seri mi yani? El-cevab: Değil.
Uludağ Limonata'nın paketinde "Ev yapımı tadında" yazıyor ya hani? Öncelikle kesinlikle ev yapımı tadında falan değil. Ulan ayrıca ev yapımı tadında limonata içmek istesem evde yaparım, limonata lan bu? Atla deve değil ki. Limon, su, şeker; isteğe bağlı olarak soda, nane, buz; ekstrem bir şeyler peşindeyseniz çilek falan. Evde yapmaya üşendiysem ya da "Ben sizin gibi evde limonata yapmam pis fakirler" diyebilecek gelir düzeyindeysem gider kafede falan içerim. Ha bunu dedirtebilecek gelir düzeyine sahip olup özel aşçısı, hizmetçisi vs. olmayan insan da ne bileyim?
Aklıma gelmişken, bu kostüm oyunu (Cosplay) kostümleri neden kağıttan yapılma lan? Ucuz olsun diye herhalde ama hiç gerçekçi durmuyor, kumaştan yapsanıza oğlum şunları? Kedi kulaklarına falan zaten hiç girmiyorum, insanı kemonomimi kavramından soğutuyor.
Aha bak kağıt:
Bu da insanı hayattan soğutan tilki kulağı:
O yüzden bu işi ciddi yapanların çoğu kendi kostümlerini dikiyor demek, sırf bütçeden değil.
Yeterince konu geçtiği için, Osmanlı'da kullanılan kılıçlar şöyle listelenmiş bir sitede:
Osmanlı kılıçları genelde eğri, ilk İslâm kılıçları gibi
çift ağızlı düz, yılankavî, miğvel, yatağan ve pala olmak üzere değişik
tiplerdedir.
Eğri dedikleri Türk kılıçları ile son dönem Osmanlı "saber"ları. Türk kılıcı:
Son dönem Osmanlı subay kılıcı; Avrupa süvari kılıcı (Saber) temelli, Cumhuriyet'ten sonra da kullanılmıştır bu tür kılıçlar kılıç alayı falan gibi işler için:
"İlk İslam kılıçları gibi çift ağızlı düz" dedikleri Arap palası oluyor zaten:
Yılankavi kılıca burmalı kılıç ve yıldırım kılıcı da denir, esasen Arap palasının bir türüdür; Yıldırım Bayezid da bu tür bir kılıca sahipti. Lakabından dolayı mı yıldırım kılıcı kullanmış yoksa yıldırım kılıcı adı o kullandıktan sonra mı verilmiş merak ettim:
Miğvel nedir diye baktım, meç imiş:
Bu arada meç ile Avrupa'ya ait rapier (Aslında meç de Yunanlardan geldi, o da Avrupa'ya ait) benzer kılıçlardır ama tamamen aynı değildir; rapier:
Yatağanı zaten bilen biliyor, Denizli'nin Yatağan ilçesinde doğup yeniçerilerin asli kılıcı haline gelmiştir:
Pala da pala zaten, hani altı eğri üstü düz, enli olan kılıçlar:
Bu arada bu kılıçların görsellerini ararken "Bursa'da Otomobil Fiyatına Kılıç" diye bir haber gördüm. İyi de bu şaşırtıcı değil ki? İyi yapılmış kılıçlar ve koleksiyon, hediye ya da tören amaçlı süslü kılıçlar asla ucuz şeyler olmadılar zaten; bütün dünya birbirine kılıçla dalarken bile o tür kılıçlar son derece pahalıydı. Zaten kılıç daima elit bir askeri azınlığın silahı olmuştur; komutanlar, şövalyeler, samuraylar, yeniçeriler, zengin ailelerden gelenler, soylular... Sıradan askerler, sipahiler gibi kişiler ya başka silahlar (genelde mızrak ya da kargı) ya kama/hançer ya da pek de iyi yapılmamış, ucuz kılıçlar taşırdı. İyi bir kılıçları varsa da onu yağma, aile yadigarı, hediye gibi farklı şekillerde ele geçirmiş olurlardı. Alplerin kılıçları vardı mesela ama obada önüne gelenin alp olması gibi bir durum yoktu, alpler bir nevi şövalyeydi, elit bir askeri azınlıktı. Roma askerlerinin çoğu mızrak taşıyordu misal. Tımarlı sipahilerin esas silahları da mızrak ve ok-yaydı. Kılıçlar daima birkaç at, birkaç öküz fiyatına oldular (O paraya öküz alırız!); hatta törenlerde hükümdarlar tarafından kullanılmak için yaptırılan süslü kılıçların fiyatları sarayı satın alıp balkonu mutfağa katabilecek kadar pahalıydı.
Bu arada şöyle bir şey gördüm, uzunca zamandır olan bir muhabbettir gerçi de:
Şimdi... Neresinden tutsan elinde kalan bir ifade bu. Birincisisi: Arkadaşım, Osmanlı alfabesi öğrenmeni engelleyen mi var? Git öğren, oku. Ben biliyorum; okumakta bazen zorlansam da* yazabiliyorum (Osmanlı alfabesinde böyle bir olay var. Okumayı bilmen yazabileceğin, yazmayı bilmen okuyabileceğin anlamına gelmiyor. Latin alfabesi bu konuda daha usturuplu; birini bilirsen diğerini de yapabileceğin kesin. İngilizcede değil gerçi ama olsun.) İkinci olarak: Japonlar kendi alfabeleriyle 3000 yıl önce yazılan yazıyı siksen okuyamaz. Neden? Çünkü o zamanlar "kana" icat edilmemişti, sadece kanji kullanılıyordu; zaman içinde katakana ve hiragananın da ortaya çıkmasıyla kanjiler azaltıldı, değiştirildi vs. Ulan değil 3000, 2. Dünya Savaşı'ndan kalmış gazeteleri yayınevine gönderip "Bu kanji ne lan? Nasıl okunuyor bu?" diye soran Japon var. Aynı şeyi Çinliler için desen haklılık payın olur, o ayrı. İngilizlere gelince... İngilizce hayvan gibi değişim geçirmiş bir dil, ayrıca her zaman bu harflere sahip değildi. W eskiden kullanılmıyordu mesela, UU şeklinde yazılıyordu; o yüzden o harfin İngilizce adı "Doble U" zaten. Küçük "i" yoktu, "ı" diye yazılıyordu; nokta sonradan eklendi. Üçüncü olarak: Bunlara sorsan Osmanlı alfabesinin Arap alfabesine göre okunuş ve harf anlamında bir sürü farkı olduğunu da bilmezler, direkt Kuran harfleriyle, harekelerle yazıldığını sanırlar. O harekeler Arapçada bile kullanılmıyor bu arada, Kuran okurken karışıklık çıkmasın diye icat edilen ve sadece Kuran'da kullanılan işaretler onlar. Hele önlerine Uygur alfabesiyle yazılmış bir metin getirsen büyü kitabı sanırlar. Ben Osmanlı alfabesi karşıtı bir insan değilim; Osmanlı alfabesinin de Uygur alfabesinin de Orhun'un da Kiril'in de Latin'in de hakkını savunurum; aynısı hükümdarlar (Daha önce de dediğim gibi: Seçimle başa gelen kişi de hükümdardır), devletler falan için de geçerli. Ha ama hakkını savunmak bu yöneticiler veya devletlerin yaptığı, dediği her şeyi doğru ve/veya haklı bulmak anlamına gelmiyor, bunu da belirteyim. İnsan kendi tarihini bu kadar ayrıştırır mı ulan?**
*Çünkü nerede nasıl yazıldığına göre harfler değişebiliyor, Rik'a hattı mesela belgelerde en çok kullanılan, benim de sevdiğim bir hat olmasına rağmen matbu hattıyla öğrenen biri için okuması çok zor. Bir de Osmanlıcada tıpkı İngilizce gibi bir durum var: Okunuşu değişen kelimeleri aynı şekilde yazmakta bir ısrar. Arapça kökenli sözcükleri mesela okumak çok da kolay değil, "Bey" kelimesi aslı "Bek" olduğu için Be ve Kef harfleri ile yazılıyor. Hatta "Ben" kelimesi de Be ve Nef ile yazılıyor, bazen Nef'in noktaları ihmal edilebiliyor; dolayısıyla önündeki kelime "Bey, ben, bek" diye okunabiliyor. "Kef"i Elifba bilen herkes biliyor zaten, Nef de şu: ڭ
**Gerçi bu "Kendi tarihini ayrıştırma" daha eğitim sırasında başlıyor. Mesela Şah İsmail ve onun nezdinde Safeviler sanki Persmiş gibi bir algı oluşturulur. Oysaki Safeviler de tıpkı Selçuklu ve Osmanlı gibi Türkmen kökenli bir hanedandı. Timur'un soyundan bahsedilmez ama sanki Moğol'muş gibi anlatılır. Doğru, Timur bir hükümdar olarak gerçekten de Cengiz Han'ın ardılıdır, kurduğu devlet de Cengizliler'in ardılıdır; ama bu Timur'un Özbek olduğu gerçeğini değiştirmez. Öz oğlu Uluğ Bey'e gelince nesebinden bahsedilmeden Türk gök bilgini denmesi bilinir ama. Timur'un Türkî olduğu bilgisi haricinde sanki gayrimüslimmiş gibi anlatılır; oysa adamın türbesi Semerkand'dadır. Hatta o "Timur'un filleri vardı, Türkler ilk kez fil gördü." bilgisi var ya? Timur o filleri yine Türk olan Delhi Sultanlığı'ndan savaş tazminatı olarak almıştır. Bugün Safevi devletinin varisi ve ardılı İran değildir, Azerbaycan'dır. Timurlu Devleti'nin varis ve ardılının Özbekistan olduğunu söylemeye bile gerek yok. Dünya tarihinde devletler arasında genel olarak bir veraset davası vardır; bunu Türkiye tarihinde çok net görebilirsiniz: İkinci dönem beyliklerinin hepsi "Selçuklu'nun varisi" oldukları iddiası ile yola çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti için takip şu şekilde: Osmanlı>Selçuklu>Gazneliler (Aslında Oğuz Yabguluğu daha mantıklı, Selçuklu'nun da Osmanlı'nın da Türkiye Türklerinin büyük bölümünün de Oğuz kökenli olduğu düşünülünce ama onu alınca birkaç devleti listeden siliyorsun; buradan sonra direkt Göktürklere atlıyor liste)>Karahanlılar>Uygur Kağanlığı>Göktürkler (Oğuz Yabguluğu'nu Gazneliler yerine koyunca kan dolayısıyla Uygur Kağanlığı ve yine Uygur olan Karahanlıları silip atman gerekiyor, Göktürkler Oğuz kökenli)>Ak Hunlar (Hunlar ise Kıpçak; Türkiye Türklerinden ziyade Kazaklarla, Kırgızlarla ilgililer)>Büyük Hun Devleti. Günümüzün Orta Asya Türki Devletleri'nin çoğu için olay bir yerde Cengizliler'e bağlanıyor, onun ardından da Göktürk>Ak Hun>Asya Hunları diye gidiyor. Macarlar için de Avrupa Hunları'na ve onun üzerinden Asya Hunları'na uzanan bir takip var. Hem bu durumu takip etmeye çalışıp hem de bunlardan biriyle bir ara savaşmış olan veya "genel durum içinde yer almayan" (Mesela Osmanlı gibi Sünni değil de Alevi olan Karakoyunlu ve Akkoyunlular; gerçi Osmanlı da Yavuz'a kadar pek Sünni sayılmazdı. Devletin bağımsızlığı için Hacı Bektaş Veli'den cevaz aldı lan adamlar?) herkesi "Türk düşmanı" kategorisine koymak böyle çarpık sonuçlara yol açabiliyor işte.
Bu arada şöyle bir şey gördüm, uzunca zamandır olan bir muhabbettir gerçi de:
Şimdi... Neresinden tutsan elinde kalan bir ifade bu. Birincisisi: Arkadaşım, Osmanlı alfabesi öğrenmeni engelleyen mi var? Git öğren, oku. Ben biliyorum; okumakta bazen zorlansam da* yazabiliyorum (Osmanlı alfabesinde böyle bir olay var. Okumayı bilmen yazabileceğin, yazmayı bilmen okuyabileceğin anlamına gelmiyor. Latin alfabesi bu konuda daha usturuplu; birini bilirsen diğerini de yapabileceğin kesin. İngilizcede değil gerçi ama olsun.) İkinci olarak: Japonlar kendi alfabeleriyle 3000 yıl önce yazılan yazıyı siksen okuyamaz. Neden? Çünkü o zamanlar "kana" icat edilmemişti, sadece kanji kullanılıyordu; zaman içinde katakana ve hiragananın da ortaya çıkmasıyla kanjiler azaltıldı, değiştirildi vs. Ulan değil 3000, 2. Dünya Savaşı'ndan kalmış gazeteleri yayınevine gönderip "Bu kanji ne lan? Nasıl okunuyor bu?" diye soran Japon var. Aynı şeyi Çinliler için desen haklılık payın olur, o ayrı. İngilizlere gelince... İngilizce hayvan gibi değişim geçirmiş bir dil, ayrıca her zaman bu harflere sahip değildi. W eskiden kullanılmıyordu mesela, UU şeklinde yazılıyordu; o yüzden o harfin İngilizce adı "Doble U" zaten. Küçük "i" yoktu, "ı" diye yazılıyordu; nokta sonradan eklendi. Üçüncü olarak: Bunlara sorsan Osmanlı alfabesinin Arap alfabesine göre okunuş ve harf anlamında bir sürü farkı olduğunu da bilmezler, direkt Kuran harfleriyle, harekelerle yazıldığını sanırlar. O harekeler Arapçada bile kullanılmıyor bu arada, Kuran okurken karışıklık çıkmasın diye icat edilen ve sadece Kuran'da kullanılan işaretler onlar. Hele önlerine Uygur alfabesiyle yazılmış bir metin getirsen büyü kitabı sanırlar. Ben Osmanlı alfabesi karşıtı bir insan değilim; Osmanlı alfabesinin de Uygur alfabesinin de Orhun'un da Kiril'in de Latin'in de hakkını savunurum; aynısı hükümdarlar (Daha önce de dediğim gibi: Seçimle başa gelen kişi de hükümdardır), devletler falan için de geçerli. Ha ama hakkını savunmak bu yöneticiler veya devletlerin yaptığı, dediği her şeyi doğru ve/veya haklı bulmak anlamına gelmiyor, bunu da belirteyim. İnsan kendi tarihini bu kadar ayrıştırır mı ulan?**
*Çünkü nerede nasıl yazıldığına göre harfler değişebiliyor, Rik'a hattı mesela belgelerde en çok kullanılan, benim de sevdiğim bir hat olmasına rağmen matbu hattıyla öğrenen biri için okuması çok zor. Bir de Osmanlıcada tıpkı İngilizce gibi bir durum var: Okunuşu değişen kelimeleri aynı şekilde yazmakta bir ısrar. Arapça kökenli sözcükleri mesela okumak çok da kolay değil, "Bey" kelimesi aslı "Bek" olduğu için Be ve Kef harfleri ile yazılıyor. Hatta "Ben" kelimesi de Be ve Nef ile yazılıyor, bazen Nef'in noktaları ihmal edilebiliyor; dolayısıyla önündeki kelime "Bey, ben, bek" diye okunabiliyor. "Kef"i Elifba bilen herkes biliyor zaten, Nef de şu: ڭ
**Gerçi bu "Kendi tarihini ayrıştırma" daha eğitim sırasında başlıyor. Mesela Şah İsmail ve onun nezdinde Safeviler sanki Persmiş gibi bir algı oluşturulur. Oysaki Safeviler de tıpkı Selçuklu ve Osmanlı gibi Türkmen kökenli bir hanedandı. Timur'un soyundan bahsedilmez ama sanki Moğol'muş gibi anlatılır. Doğru, Timur bir hükümdar olarak gerçekten de Cengiz Han'ın ardılıdır, kurduğu devlet de Cengizliler'in ardılıdır; ama bu Timur'un Özbek olduğu gerçeğini değiştirmez. Öz oğlu Uluğ Bey'e gelince nesebinden bahsedilmeden Türk gök bilgini denmesi bilinir ama. Timur'un Türkî olduğu bilgisi haricinde sanki gayrimüslimmiş gibi anlatılır; oysa adamın türbesi Semerkand'dadır. Hatta o "Timur'un filleri vardı, Türkler ilk kez fil gördü." bilgisi var ya? Timur o filleri yine Türk olan Delhi Sultanlığı'ndan savaş tazminatı olarak almıştır. Bugün Safevi devletinin varisi ve ardılı İran değildir, Azerbaycan'dır. Timurlu Devleti'nin varis ve ardılının Özbekistan olduğunu söylemeye bile gerek yok. Dünya tarihinde devletler arasında genel olarak bir veraset davası vardır; bunu Türkiye tarihinde çok net görebilirsiniz: İkinci dönem beyliklerinin hepsi "Selçuklu'nun varisi" oldukları iddiası ile yola çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti için takip şu şekilde: Osmanlı>Selçuklu>Gazneliler (Aslında Oğuz Yabguluğu daha mantıklı, Selçuklu'nun da Osmanlı'nın da Türkiye Türklerinin büyük bölümünün de Oğuz kökenli olduğu düşünülünce ama onu alınca birkaç devleti listeden siliyorsun; buradan sonra direkt Göktürklere atlıyor liste)>Karahanlılar>Uygur Kağanlığı>Göktürkler (Oğuz Yabguluğu'nu Gazneliler yerine koyunca kan dolayısıyla Uygur Kağanlığı ve yine Uygur olan Karahanlıları silip atman gerekiyor, Göktürkler Oğuz kökenli)>Ak Hunlar (Hunlar ise Kıpçak; Türkiye Türklerinden ziyade Kazaklarla, Kırgızlarla ilgililer)>Büyük Hun Devleti. Günümüzün Orta Asya Türki Devletleri'nin çoğu için olay bir yerde Cengizliler'e bağlanıyor, onun ardından da Göktürk>Ak Hun>Asya Hunları diye gidiyor. Macarlar için de Avrupa Hunları'na ve onun üzerinden Asya Hunları'na uzanan bir takip var. Hem bu durumu takip etmeye çalışıp hem de bunlardan biriyle bir ara savaşmış olan veya "genel durum içinde yer almayan" (Mesela Osmanlı gibi Sünni değil de Alevi olan Karakoyunlu ve Akkoyunlular; gerçi Osmanlı da Yavuz'a kadar pek Sünni sayılmazdı. Devletin bağımsızlığı için Hacı Bektaş Veli'den cevaz aldı lan adamlar?) herkesi "Türk düşmanı" kategorisine koymak böyle çarpık sonuçlara yol açabiliyor işte.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder