Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

31 Temmuz 2020 Cuma

Neyse Ne İşte

Banyonun ışığına bir şey olmuş, soluk ve beyaz bir ışık yayıyor. Banyo fayansları falan da beyaz olduğundan oraya girerken kendimi yerin otuz beş metre altına inşa edilmiş, acayip acayip deneyler yapılan (korku filmlerine, oyunlarına konu olacak türde insan deneyleri) aşırı gizli bir tesise giriyor gibi hissediyorum.

Sahte Kahramanlar’ı (Hâlâ tam ismi vermiyorum) bitirdim nihayet, başyapıtımı… Buna bu kadar takıntılı olmam kendime bir şeyler kanıtlamak istediğim içindi. Bir işin sonuna gelebileceğimden emin olmak için. “İşte, gördün mü! Yapabiliyorum işte! Hiçbir şeyin sonunu getiremeyecek kadar aciz değilim henüz!” Kendi kendime bunu söylemek için. Aslında, hayatta kalmak için bir neden olarak belirlemiştim bunu kendime; şimdi huzur içinde ölebilirim. Zaten diğer şeyleri asla elde edemeyeceğim ve apartman dairesinin tekinde yalnız öleceğim, o yüzden sorun yok. Artık yaşamak için son görevimi de tamamladım. Tabii ki korkağın teki olduğumdan intihar etmek gibi bir niyetim yok, aslında mutfakta çalışmak (çalışacak olmak) beni biraz korkutuyor. Bıçağı bir anda kendime ya da başka birine saplama olasılığım çoğu insana kıyasla yüksek. Niyetle değil, ani refleks veya düşünceyle. Neden yalnız yapabileceğin şeyler bu kadar kısıtlı? Konuya dönersek: Sadece son okuma yapacağım ve anlaşılmayan cümleleri, imla hatalarını ve çelişkileri (bir karakterin göz renginin bir yerde farklı öbür yerde farklı tasvir edilmesi gibi şeyleri) düzelteceğim. Bir de kısımlara ayırabilirim gerçi, uzun çünkü. Ne yapacağıma tam olarak karar veremedim ama ilk etapta arama motorundan değil de sadece linkten gidilebilecek bir blogda yayınlayabilirim belki. Öyle yaparsam tam ismi de vereceğim tabii ki. O zamana kadar (ve belki daha sonrasında da) blogda kafamı dağıtacak bir çeşit netrom (web novel) yayınlamaya karar verdim, belli bir düzeni olmayacak, aklıma estikçe bölüm atacağım. Netromlar için klişe bir konu sayılır ama eh, bu da ciddi bir şey değil zaten. Sahte Kahramanlar, hayatımda gerçekten umursayıp ciddiye aldığım çok az şeyden biri tamamlandı. O zaman: Tamam şud.

Bir kamp bıçağım var, arkası kırıktı. Sahte Kahramanlar'ı bitirebildiğim için gaza geldim, onu düzelteceğim. Artık bir şeyleri becerebilirmiş, bir şeyler yapabilirmiş gibi hissediyorum. Ona bir çözüm ararken "Bari bir temizleyeyim şunu önce." dedim. Hoyrat kullandığımdan toprak ve pas izi var üstünde (Karbon çeliğinden yapılma bir de; hani NŞA paslanmaması lazım). Onu temizlerken daha önce kılıcımı bilerken fark ettiğim bir şeyi yeniden fark ettim: Böyle şeylerle uğraşmayı seviyorum. Kılıç ve bıçak temizlemek, yağlamak, bilemek... Çelikle uğraşmayı seviyorum sanırım. Gerçi durum çelikten ziyade uğraşmak da olabilir. Ok yapmak da zevk aldığım bir şey.

Aslında yeni bir blog açıp hem şu yeni hikayeyi hem bu blogda veya başka yerlerde eskiden yazdığım ve daha sonra yazacağım şeyleri (Sahte Kahramanlar da buna dahil) yayınlayabilirim belki ama... İkinci blog işi bir yerden sonra sarpa sarıyor, verimli bir şekilde sürdürülemiyor; onunla uğraşamam. En azından şimdilik.

Aklıma yazacak başka bir şey gelmiyor. Bayramınız mübarek olsun o zaman, yayınlıyorum artık.

Ha, dur, dur... Şu yeni Blogger arayüzü keşke eskisi gibi başlıksız yazıların taslağını gösterseymiş. Önce başlık atıp sonra mı yazacağız kardeşim? Konu neyse onunla ilgili başlık atacağız işte, yazmak konunun sapmasına çok müsait bir alan. Ben şimdi başlığa "Bıçak nasıl bilenir?" yazıp aşağıda bıçak türlerini ve nerede ne bıçağı kullanılması gerektiğini döşeyebilirim yazı öyle geliştiği için. Doğru düzgün yapın şunları.

Ha bir de Onedio: Mobil uygulamanın betasını sikeyim. Gayet stabil çalışan şeyi ne hale getirdiniz? İçeriklerin yarısı yok, bir yorum yapıyorsun on tane gidiyor falan...

Ejderha ve Mühür ~ 2. Bölüm: Düzen Bürosu


Düzen Bürosu'na girip doğruca 7. Ofis'in oraya gittim. Görünüşe göre eskiden bir 4. Ofis de varmış ama Uzakdoğu kökenli ruh ve yaratıklar rahat hissetmediği için şu anda Düzen Bürosu'nda her biri farklı konulara yoğunlaşan birinci, ikinci, üçüncü, beşinci, altıncı ve yedinci ofisler var. Biz 7. Ofis'in gerçek yetkileri bile yok, sadece yeni gelenlerin kendilerine uygun bir ofis buluncaya kadar beklediği bir yer. Tek yaptığımız devriye gezmek ve şüphelerimizi ilgili ofis veya kurumlara söylemek. Kapıdan girince en sağda oturan Hayk bir şeyler tıkınmakla meşguldü. Bu adamı bir an olsun ağzı boş görmedim ama benden bile daha cılız. Bu kez önünde tavuk vardı, kemikleri ne için kullanacak acaba? Kendisi cadı. Pardon, Vikan. "Cadı" dememe kızıyor ama yaptığı büyülerin vika tarzı modern büyüyle alakası yok, daha çok Ortaçağ Avrupa tarzı cadı büyülerini andırıyor; beni suçlayamaz. Hatta tam olarak Bütünleştirilmiş Balkan Büyüsü kullanıyor. Günümüzde uygulamasını sadece Hayk'ta gördüğüm, 16. yüzyıla ait bir büyü tarzı; kökenini Antik Yunan büyülerinden alıp Slav putperest büyüsü, Ortodoks tarzı büyü, Türk-İslam büyü ve tılsımcılığı, Roma Pagan büyüsü, Hristiyan İbrani tarzı büyü gibi birçok farklı tarzın birleştirilmesine dayanan bir büyücülük. Temel prensibi daha basit uygulamalarla daha çok güç açığa çıkarmaktır. Lider beni fark ettiğinde "Erkencisin." dedi.

"Geç kaldığımı sanıyordum."

Lider: "Geç kaldın tabii. Yine de görmezden gelinebilir."

"Niye?"

Ben 7. Ofis'in lideri olsam görmezden gelmezdim. Lider'in adını bilmiyorum bu arada. Söylemişti ama unuttum, kimse adama adıyla seslenmiyor.

Lider: "Şu anda ofisi görüyor musun?"

Haklı, olması gerekenden az kişi var. Ben, Lider, Hayk ve yine benim gibi şaman soyundan gelen Ayçiçek. Şey, aslında "benim gibi" ifadesinden emin değilim çünkü birebir aynı şamanın soyundan geliyoruz. Anne ve babamda olduğu gibi, akraba olduğumuzu söylemek için çok eski bir ortak ataya sahibiz. Belki de onu "Çocukluk arkadaşı" diye sınıflandırabilirim? Tanışıklığımız çok küçüklüğümüze dayanmıyor ama Puklinya'ya gelmeden önce onunla belirli bir düzeyde iletişimim vardı. Bir de lisenin başlarındayken haberi bile olmayan bir ilişki yaşadım kendisiyle ama zaten aşk doğası gereği kendi kendine gelin güvey olma halidir. O yüzden de bence aşkın en saf ve en gerçek hali platonik olandır. Bunu günlük hayatta kullandığımız anlamda kullanıyorum bu arada, Platon'un Politeía'sından doğan kavramla değil. Düzen Bürosu'nda onu ilk gördüğümde anılarım depreşmişti ama şu anda herhangi birinden farklı hissettirmiyor. Düzeltiyorum: Ayrıldığın ve arkadaş kaldığın, kırgınlığın olmayan herhangi bir eski sevgiliden farklı hissettirmiyor. Gerçi ben ne bilirim ki? Hiç gerçek bir ilişkim olmadı, hepsi tek taraflıydı. Hiç doğru düzgün açılıp reddedilmedim bile, anca "Biz de işte geçen sevgilimle şuraya gittik..." cümlesini duyunca kalbime hep yanımda taşıdığım (aile geleneği) gümüş çakıyı saplamamak için çaba verip muhabbetin kalanını kaçırdım. Ayçiçek'in durumuna gelince: Neredeyse herkese beni kuzeni olarak tanıttığına bakılırsa onun soyağacımıza bakış açısı benden epey farklı belli ki. Hatta bir kez de abisi olarak tanıttı, gerçi kendisine yazan bir erkeğe karşı bunu yaptığından o sayılmaz. Merak ederseniz aramızda bir yaş var. Zaten hiç de tipi değilim (evet, konuştuk bunu; ne var?), gerçi kime aşık olacağını seçemezsin ama... Dolayısıyla ufacık bir şansım bile olmadığını hep biliyordum. Bunun bilincinde o hayalleri kurmuştum, olmayacağını en baştan kabullenince daha az acı veriyor zaten. O yüzden kırgınlığım olması için de herhangi bir sebep yok; sonuçta birini haberi bile olmayan bir şey yüzünden suçlayamam.

"Neden bu kadar az kişi var?"

"Bugün festival var, ona hazırlanıyor."

Cevap Ayçiçek'ten geldi. Ne festivali? Benim festivalden falan haberim yok. Bahar... Bahar mevsimindeyiz, yani ekinoks. Hayır, çoktan Nisan ayındayız. Hıdrellez falan mı?

Lider: "Karma bahar festivali."

Yetersiz bir açıklama, kafam daha çok karıştı. Neyse ki -bu duruma alışık olacak- lafına devam etti.

Lider: "Bu şehirde birçok farklı inançtan varlık bulunduğundan şehre özgü bir bahar festivalimiz var. Sonuçta inançtan bağımsız olarak baharın gelişi kutlanması gereken ve kutlanan bir şey."

İyiymiş. Baharı severim. Kanımdaki gücün arttığını hissediyorum, dedem bunun histen ibaret olmayıp gerçek olduğunu söylerdi. Şamanlar güçlerini doğadan alır sonuçta. Açıkçası dağın başında yaşamayı şehir hayatına tercih ederdim.

Lider: "Yalnız... Adın beni hep şaşırtıyor. Kardeşin var mı?"

"Var."

Yalan söylemek için nedenim yok. Düzen Bürosu'nun hakkımda tuttuğu dosyada zaten yazıyor. Hepimizin dosyasını tutuyorlar.

Lider: "Adı ne? Abra mı?"

Ker Abra ve Ker Utpa. Yer Altı Denizi'nin (aslında yer altı denizlerinden birinin, görünüşe göre -ailemin öğrettiğinin aksine- birden fazla varmış) koruyucu ejderhaları. Yılan ve timsah.

"Hayır. Cengiz."

Aslında tek kardeşim o değil ama her halükârda adı garip olan tek kardeş benim, o yüzden fark etmeyecek.

Lider: "Ne? Neden?"

"Elinde kanla doğmuş."

Cengiz Han hakkında bir hikaye. "Elinde bir parça kanla doğdu ve cihanı kana buladı." Benim mührüm de doğarken elimde tuttuğum bir şey falan mıydı acaba? Gerçi Lider'in sorusu muhtemelen kardeşimin adı normalken benimkinin niye garip olduğunu kastediyordu ama olsun.

Lider: "Neyse, diğerleri gelmediği için devriyeye biz çıkıyoruz. Hayk ve Utpa, ben ve Ayçiçek olacak. Hayk, neresi olacağını biliyorsun."

Bir ay boyunca nasıl davrandığını görmüş olmasam Lider'in Ayçiçek'e yürüdüğünü düşünürdüm. Öyle bile olsa benim için sorun olmaması gerek aslında. Sonuçta vazgeçen bendim, bunda kendisinin konumundan haberi olmaması da etkili tabii. Düzen Bürosu'nda aynı ofiste çalıştığımızı öğrendiğimde anlatmayı düşündüm aslında ama iletişimimizi karmaşıklaştırmaktan başka bir sike derman olmayacağı için vazgeçtim. Görünüşe göre üçüncü caddede devriye gezeceğiz. Her şey normal görünüyor. Yaratıklar, insanlar ve ruhlar bir arada bir şeyler yapıyor. Bir Şinto tapınağının önünden geçiyoruz, bu şehirde her türden ibadethane var.

"Ah, Utpa. Nasılsın?"

Tapınak hizmetçisinden bir soru. İlk bakışta normal bir "miko" gibi giyiniyor. Dikkatli bakarsan ise daha çok Reimu kostümü giyiyormuş gibi görünüyor. Göbeği ve omuzları açık, eteği de dizlerinin üstüne çıkıyor. O da benim gibi bu şehirde görevli, bununla birlikte İnanç Bürosu'na bağlı. Evet, şehirde İnanç Bürosu var. Diyanet İşleri gibi ama resmi dinin Gnostisizm, agnostisizm ve Bahailik karışımı bir şey olduğu bir ülkenin Diyanet İşleri gibi. İnsanlarla iletişim kurmada kötü olsam da belli bir yakınlığım varsa pek sıkıntı olmuyor. Yine de bir grupla bir şeyler yapmakta kötüyüm. Herkesi düşünmek çok yorucu. Tapınak hizmetçisi de iletişim kurarken belli bir seviyede rahatlığımın olduğu kişilerden.

"İyi. Bitkileri suladın mı?"

Tapınak bahçesinde birkaç kutsal bitki yetiştiriyorlar. Gingko, tulsi ve birkaç şey daha. Ona "tapınak hizmetçisi" demeye devam etmemek için söylüyorum: Adı Kyouka.

Kyouka: "Suladım. Yılana yem almaya gidiyorum."

Öldürmesi günah olan beyaz tapınak yılanı. Yine de bu şehirde insanları ve diğerlerini günah işlemekten alıkoyan tek şey İnanç Bürosu'nun yaptırım yetkisi.

Hayk: "Vay, vay... Tapınak hizmetçisine mi yazıyorsun?"

Yazmıyorum. Sadece sevimli kızlara karşı zayıfım, yirmisini aşıp tek bir sevgilisi bile olmamış ve eşcinsel de olmayan herhangi bir sosyal yönden zayıf erkekten bir farkım yok yani. Çekik göz fetişim olmasının bu konuyla herhangi bir ilgisi yok.

Hayk: "Yine de vazgeçmelisin."

Yazmıyorum dedim ya. Gerçi içimden söyledim. Devam ediyor, üstelik mısır yerken devam ediyor. Onu ne ara ve nereden aldı? Hâlâ tavuk yediğini sanıyordum.

Hayk: "Tapınağın tanrısıyla evli, biliyorsun ya?"

"Yazdığım yok, yazsam bile o evlilik sadece sembolik. Taraflar umursamıyor. Tapınak görevlisinin bakire olması da lazım ama Kyouka'dan öncekiyle ilgili hikayeleri duydum."

Puklinya'da çoğu şey belli çerçevelerde yasaldır. Önceki tapınak hizmetçisinin eskortluk yaptığı söyleniyor. Aslında sadece bir söylenti değil, Düzen Bürosu'nun kayıtlarında var. Puklinya için yasak olmasa da böyle şeylerin kaydını tutuyoruz. Başka bir angarya. Kumar da serbest ama kumarhanelerin ve oralara gidenlerin de kaydı tutuluyor. Düzen Bürosu işini ciddiye alıyor, gerçek yetkileri bile olmayan bir büronun en yetkisiz ofisinde çalışıyorum. Angaryalar genellikle bize yığılıyor. O memuru bir bulursam...

"Ayrıca o şey tanrı falan değil. Sadece tin. Kutsal ruh veya doğa görevlisi falan diye çevirebilirsin bunu. Ailem bana tin adıyla öğretti. Hatta tin bile değil, 'kami' de diyebilirsin. Modern Japoncada Tanrı anlamı olsa da aslında kami'ler tinlerden daha farklı ve daha güçsüzdür. Her şekilde onlar sadece ruh, tin ve kami'lerin Quarra'dan tek farkları daha güçlü olmaları ve 'İnşa' denen, yoktan var etme olmasa bile öyle yorumlanabilecek bir güçleri olması."

Neden Hayk'ı ikna etmeye çalışıyorum? Kyouka rahatsız olmuş gibi görünmüyor, belki de sevgili edinmek için bu tek şansım olabilir. Tam benim tipim. Gerçi uzun süreli yalnızlık pek seçici olmamamı sağlıyor. Yine de hem kişiliği hem de görünüşü bence en ideali.

Hayk: "Kendisi tanrı olduğunu söylüyor ama."

"Zeus da tanrı olduğunu söylüyordu."

Ben kalbine kutsal bir kazık çakana kadar. Hz. İsa'nın -veya artık her kimse- gerildiği çarmıhtı o kazık aslında. Yine de reenkarne olacak, daha doğrusu oldu. Ne sıkıntı ama. Tinlerin sorunu bu işte: Adlarını hatırlayan bir kişi bile olsa onları gerçekten öldürmenin bir yolu yok. Zeus'un kalbine kazık çaktığım bilindiği için konuyu uzatmadım. Bilginiz olsun: O başlatmıştı. İleride bir yerde ayrıldık, bana yine batakhanelerin olduğu kısım kaldı. Bilirsiniz işte; genelevler, kumarhaneler, kötü adamların karanlık planlarını yaptığı izbe binalar, dışarıdan normal bir iş yeri gibi gözüken ama içeride acayip acayip deneyler yapılan yerler... Önüme bakmadığım için birine çarptım.

"Özür, özür."

Umursamaz bir tavırla söyledim. Düzen Bürosu için çalışıyorum, geçmeme izin ver. Çoğu benim kadar kibar olmazdı. Çarptığım kişi bayağı iri yarıydı ama insan gibi gözüküyordu. En azından dev, trol ya da ork olmadığına eminim.

Adam: "Sen kimsin, ha? Defterini dürmemi ister misin?"

Ne saçmalıyorsun? Kes sesini, seninle uğraşamam. Aslında Düzen Bürosu'nun birilerini dövme ya da alıkoyma yetkisi bulunmuyor, yine de bu şehirde güçlünün sözü geçer. Dolayısıyla bu herifi pataklamam başımı belaya sokmaz. Cılız görüntüme rağmen yakın dövüşte epey iyiyimdir. Ailemden -babamın amarok dövüş sanatının aslına epey yakın olduğunu iddia ettiği- bir tür "gizli dövüş sanatı" eğitimi almakla birlikte tekvando, aikido ve alpagut Turan dövüş sanatı ile uğraştım. Hiçbir şey olmasa bile silahsız birine karşı hançerim var. Övünmek gibi de olmasın, nereye nasıl vurması gerektiğini (haliyle neresine nası vurulmaması da gerektiğini) bilen çevik biri sırf kas gücüne sahip ama bilgisiz ve yavaş birinden çok daha etkilidir. Bir aydır girdiğim çok az sokak dalaşını kaybettim, onlarda da karşı tarafın hasarı benden daha büyüktü; kaçınmayı gayet iyi biliyorum zira. Düzen Bürosu'nun patronu gibi bir şey çıkarsa iş değişir tabii ama öyle birinin bu kadar kaba olacağını sanmıyorum. Düzen Bürosu'na bağlı olduğumu gösteren rozeti gösterdim. Altı köşeli yıldız içinde bir ters A. Aslında tam olarak anarşi A'sının ters hali. Onun içinde de kara kedi. Adı "Düzen Bürosu" olan bir kurum için amma acayip bir rozet. Rozetimin kimlik kısmında, vesikalığımın olması gereken yerde bir ouroboros tasviri var çünkü o vesikalığa bir şeyler yapılması lazımmış ve 7. Ofis'in işi her zaman savsaklanır, Lider bile vesikalıklı Düzen Bürosu kimliğine, kartına ya da her ne haltsa işte ona bir hafta önce kavuştu; ouroboros simgesi ise Düzen Bürosu'nun genelinde kullanıldığı için görenler yeni olduğumuzu düşünüyor, 7. Ofis'i sadece Düzen Bürosu'nun işleyişini bilenler aklına getiriyor ve özel olarak hangi ofiste bulunduğumuza bakıyorlar.

Adam: "Affedersiniz, affedersiniz."

Hey, aniden kibarlaşma. Kaba tavrın görünümüne daha uygun. Düzen Bürosu'nun doğru düzgün yetkisi yok ama bizden Muhafız Birliği de dahil olmak üzere çoğu kuruma kıyasla daha çok korkuyorlar. Neden acaba? Biraz sorgulasam mı? Ah, hayır, sorgulamayacağım. Karşıdan Vlar geliyor.

Vlar: "Utpa, neden buradasın?"

Olmamam gerekiyormuş gibi tonlama. Seni tutuklatırım.

"Devriye geziyorum."

Vlar: "Senin ofisinin tamamının festival için hazırlandığını sanıyordum?"

Rozetimin karizmasını aniden yerle bir etmemek için 7. Ofis demedi. Minnettarım, Vlar. Daha sonra sana bir hediye vereceğim.

"Çoğu onunla uğraşıyor. Devriye gezmesi gerekenler olacaktı, ben seçildim."

Ya da sen ve Quarra beni oyaladığınız için geciktim ve devriyeye verildim. Festival hazırlıklarını merak ediyorum aslında. Devriyeyi bitirip ofise döndüğümde festival hazırlıklarının birkaç gün daha süreceğini ve izne çıktığımı öğrendim. Yapmak istediğim bir şey için iyi bir fırsat.

28 Temmuz 2020 Salı

Amaaaaan, Başlık İşte Ya... Çok da Önemli Değil, İçeriği mi Yazayım?

Belli süreler içinde farklı listelerde devamlı gözümüze sokulan -ve doğruluğu meçhul olan- bilgiler vardır. Mesela "Kutup ayısı ciğeri insan vücudunun kaldırabileceğinden fazla A vitamini içerir, yerseniz ölürsünüz." Şimdi kutup ayısı fizyolojisine ayrıntılı bakmaya üşendim ama konumuz bilginin doğru olup olmadığı değil zaten. Kimse de demiyor ki "Yahu manyak mıyım, niye kutup ayısı ciğeri yiyeyim?" Kuzey Kutbu'ndaki bir hayatta kalma durumunda kutup ayısı mı avlarsın gerçekten? Balık, kutup martısı, yosun gibi çok daha mantıklı, kolay erişilebilir ve tehlikesiz seçenekler varken? Diyelim ki önümüze gelen her hayvanın tadına bakan bir manyağız (Örnek1: Bazı Çinli Youtuber'lar/İnstagram'cılar/Her ne haltçılarsa işte, Örnek2: Charles Darwin), kutup ayısının ciğerini mi tercih ederiz gerçekten? Ben olsam kaburga tercih ederim zira; günlük hayatta tüketmeseler de ayı (Ama kutup ayısı değil, Asya kara ayısı) etinin bir malzeme olarak parçası olduğu Çin, Kore ve Japon (Daha açık olmak gerekirse Hokkaido) mutfağında ya pençesini ya uyluğunu tüketiyorlar örneğin, kimse ayı sakatatı yemeye kalkmıyor. Ya da diyelim Kuzey Kutbu'nda hayatta kalma durumundayız ve uzun zamandır ölü bir kutup ayısından başka bir şey bulamadık. Dediğim gibi, ciğere kadar elli farklı yer var hayvanda; ayrıca ne zaman ve neden öldüğünü bilmediğin bir hayvanın etini yemek zaten ölme ihtimalini epey artırır, neresini yediğinin bir önemi yok. Hastalık mı var, zehir mi var, çürümüş mü bilemeyeceğin için "Hayatta kalayım" derken azıcık aç kalsan kurtulacağın durumda ölümüne sebebiyet verirsin. Ya da bu şey mi acaba, acısız intihar için bir seçenek mi sunuyorlar insanların önüne? Bu arada biraz araştırdım, İnuitler kutup ayısı eti yiyormuş ama İnuitler kuyruk yağı, somon yağı ve orman yemişi (berry) karışımından "dondurma" olarak sınıflanan* bir yiyecek de yapıyorlar (Adı akutaq, nasıl bir şey olduğunu kendiniz araştırmak isterseniz).
Kutup ayıları nerede yaşar? - Güncel haberler
*Aslında gastronomi içinde bunların sınıflandırması biraz farklı, "dondurma" diye üst bir kategori var ve altında farklı sınıflar var; o sınıflardan aslında "dondurma" denmeyenlere bile günlük hayatta dondurma diyoruz. "Sorbe" dondurma kategorisindedir ama sınıf olarak dondurma değildir mesela (Günlük hayatta "dondurma" diye yediğimiz çoğu şey aslında sorbe. Temel fark sorbede süt olmamasıdır ama tabii tek farkı bu değil), "softcream" (hani şu hızlı yemek zincirlerinin krem şantiden hallice dondurmaları) da dondurma kategorisi içinde ama dondurma dışında sınıflandırılır. Akutaq kategori olarak dondurmadadır, bici bici de kategori olarak dondurma altındadır ama ikisi de "dondurma" sınıfı dışındadır. O kısım biraz karışık, uğraştırmayın beni şimdi. Gerçekten "dondurma" sınıfına giren şeyler Maraş dondurması, gelato, Magnum falan (Bu arada Maraş dondurmasına diğer dillerde "Dondurma" diyorlar, direkt Türkçe adı şehri atarak kullanıyorlar).
Akutaq – Eskimo ice cream – ICE CREAM NATION
"Yenilenmiş" versiyon bu, "akutaq" aslında böyle gözükmüyor
Kanojo Okarishamasu (Doğru mu yazdım lan acaba?) 3. bölümde elendim ben, dahasını izleyecek varsa mutluluklar diliyorum. Zamanında Yesterday wo Uttaite'ye sövmemin cezasını çekiyorum belli ki. Hoş tek elenen ben değilim, 3. bölümde anime bütünüyle kanser ediyor insanı. Erkek anakarakterin (Evet, adını unuttum bunun da. Bölümü az önce bıraktım bu arada) yıkıklığı (Bu arada aslında bu karakter kanser ettirmekten çok sövdürüyor ama küfürlerimin hedefi çeşitli sebeplerden o değil de bizzat ben oluyorum, safi zarar mk karakteri), hele o Mami denen şerefsize hiç girmiyorum. Chizuru'nun ne olduğu belli değil şimdilik, kanser etmeyen bir tek erkek anakarakterin babaannesi var lan (Ha bir de Chizuru ama doğru düzgün karakter tahlili yapabilecek kadar görmedik onu, şimdilik kanser etmiyor ama ileride etmeyeceği anlamına gelmez). Sadece karakterler değil olaylar, diyaloglar falan da kanser; sadece karakterler olsa bir yere kadar gidilir (Yesterday wo Uttaite'de o kadar ilerleyebilmemin sebebi kanser olanın sadece karakterler olmasıydı). Bazı yapımları taşıyan karakterler vardır, iyi kötü bir yere gidersin. Mesela Hinako Note'u taşıyan Kuina'ydı, kime "Bu karakteri seviyor musun?" dense "Animeyi sırf onun için izliyorum/izledim/bitirdim." derdi. Hoş Hinako Note kanser etme potansiyeli olmayan bir komedi/günlük hayattan kesitler animesiydi (gerçi Kanojo Bilmem Ne de komedi, demek ki komedi olması kanser etmeyeceği anlamına gelmiyor) ama yine de Kuina karakteri olmasa neredeyse izleyicisi olmayacaktı. Sadece animelerde değil başka yapımlarda da görebilirsiniz bunu, tabii şu an aklıma örnek gelmiyor ama olsun. Hah işte, burada o görevi Chizuru'ya (biraz da nineye) vermişler ama sırf Chizuru (ve nine) izlemek için bu işkenceye katlanamam. "3. bölümü ittire kaktıra izleyebilirim, sonra salarım" diye düşünmüştüm ama 3. bölümü bile bitiremedim. Benden bu kadar, devam eden sinirleri çelik gibi güçlü arkadaşlarıma; her türden weeb, otaku, amimeci, kültür adamı ve türevlerine ve de oturup doğru düzgün anime izleyenlere başarılar diliyorum. Mami, sana ayrıca laflar hazırladım, zalımın kızı seni. Bu arada "Mami" de kanser bir ad ha, sadece iki tane Mami adında karakter gördüm animelerde. Biri işte buradaki orospu (Bu küfür değil tanım bu arada, "izlerseniz neden küfür olmadığını anlarsınız" diyeceğim ama kendinize bu eziyeti yapmayın, boş verin gitsin), diğeri de Puella Magi evrenindeki. İkisi de kanser ediyor, gıcık ediyor. Bu arada hazır konu animedeyken şu Uzaki-chan kızına ısınamamamın sebebi olarak gösterdiğim "Hatırlatma" var ya; görünüş değil kişilik olarak hatırlatıyor. Zaten bizim dünyamızın fizik, biyoloji ve kimya ile ilgili olanlar başta olmak üzere bazı doğa kanunları nedeniyle görünüş olarak herhangi bir "gerçek" insanı hatırlatması pek mümkün değil, o ayrı.

O değil de neden yazıların düzeni oluştu lan? 2. sırada anime var (Parantez yıldızlarını saymıyorum, bir önceki paragrafa dahil onlar; sıralama yapsam bile buçuklu yaparım), geri kalanında başka konu. Bu paragraf düzeni kendiliğinden gelişti. Bu arada şu sıralar, belki bazı şeyleri yapabilir, becerebilirim gibi hissediyorum. Bakalım, bakalım... Neler olacak?

Sularda taşlaşmış camlar olur bazen, muhtemelen görmüşsünüzdür ama taş muamelesi yapmış olabilirsiniz. Kimileri bunlara "Cam ulan bu" diye yaklaşır, kimileri de (Misal ben) "Taşlaşmış sonuçta" gerekçesiyle diğer taşlardan ayrı tutmaz. Bunları acaba yapay olarak üretmenin bir yolu var mı, diye düşündüm; tam olarak ayrıntısını ve başka koşullar gerektirip gerektirmediğini bilmiyorum ama bu cam parçalarının taşlaşmasını sağlayan temel şey su basıncı ve akıntı. Yani teorik olarak deniz suyunun koşullarını (tuzluluk, su değerleri, mineraller, sıcak-soğuk dengesinin değişimi ve tabii ki akıntı) taklit ettiğimiz bir havuzda üretilebiliyor olmaları lazım. Bence güzeller, tıpkı diğer deniz/dere taşları gibi. Bu arada bunlar için görsel ararken satıldıklarını gördüm, tabii ki bu yapay olarak üretilebildikleri anlamına gelmiyor ama yapay olarak üretmenin imkansız olduğu anlamına da gelmiyor. Elması bile yapay olarak üretebiliyorlar sonuçta.
Rarest of sea glass colours | Deniz gözlüğü, Renkler, Şişe
"Ne yapmalıyım, ne yapabilirim ve ne yapmak istiyorum?" diye düşündüm biraz. Şunu fark ettim: İstediğim şey en tepeye çıkmak değil, onun biraz altında saygın bir yer edinmek. Şayet okuduğum bölümle devam edip gastronomiyle ilgili bir şeyler yapacaksam (ki yapmayacaksam neden okudum ben bu aq bölümünü dört yıl?) "Gastronomi Dünyasının Deli Dahisi" diye anılacak bir konumda olmak istiyorum. Sadece "Gastronomi Dünyasının Delisi" de olabilir, dahi kısmına o kadar da gerek yok. Bunu elde etmek için akla hayale gelmeyen yemekler icat etmeli ve var olan reçeteleri özünü bozarak bambaşka bir forma sokmalıyım. Eh, çok da zorlanacağımı düşünmüyorum; acayip acayip fikirler türetmek kötü olduğum bir alan değil. Hatta belli bir düzeyde yeteneğimin olduğu çok az şeyden biri, belki de gerçekten becerikli olduğum tek şey. Yalnız yemeklerin özünü bozmak, onun orijinalini ve orijinini bilmeyi gerektiriyor; gerçekte nasıl olması gerektiğini bilmediğin bir şeyi olmaması gereken ama yine de tatmin eden (aslında istediğim orijinalinden daha tatmin edici olması) bir forma sokamazsın. Yemeğin tarihi nedir, neden o malzemeler, o türde (mesela beyaz etle yapılan bir yemekte "neden hindi ya da ördek değil de tavuk?" gibi) ve o miktarda kullanılmış, hangi mutfağa aittir, nasıl gelişmiştir (orijinal tarifiyle aynı kalan çok az yemek var, Türk mutfağında neredeyse hiç yok; her şeye domates sokuşturulmuş ama o yemekler domates Anadolu'ya gelmeden önce de vardı), başka türlü gelişebilir miydi, malzeme kalitesi ve kullanılan teknik farklılığı nasıl etkiler... Bunları ve dahasını bilmeden öze ulaşamam; bunların bir kısmı araştırarak bir kısmıysa denenerek* öğrenilebilecek şeyler.

*Orijinal tarif denenerek. İşte bu yüzden ikame malzeme kullanmayı sevmiyorum, "şey"in özünü anlamamı zorlaştırıyor, hatta imkansız hale getiriyor. Kızılçamın özünü serviden anlayamazsınız. (Laf dandik oldu ama idare ediverin, belki beğenen çıkar). Tabii ki orijinal tarif üzerindeki her değişiklik düşüncesini de ya bir arada ya ayrı ayrı denemek gerekiyor ama önce özü anlamak lazım

Sıkıcı olmayan bir hayat hakkında (Hani şu "belamı mı arıyorum lan?" olayı) biraz düşündüm, aslında Umut Sarıkaya karikatürlerinde yaşamak oldukça eğlenceli olabilirdi. O zaman kahraman ya da kötü adam olmayı da umursamaz, figüranlığa razı gelirdim. "Dostoyevski'nin kumar borcunu kapatmak için yazdığı romanların parasının yarısı çayına, oraletine giden yancı" ile oturup Dosto'ya "Onu oynama abi, onu oynama" diye seslenmek, "Cebindeki anahtarları, bozuklukları bir kenara koymadan düşman üstüne varan Semih Cumhuriyeti askeri" ile atış kapışması yapmak, "Yepisyeni devleti yıkan, I<3Öşür Vergisi tişörtlü arkadaşına akıl danışan Memlük Sultanı" ile taş dizip mülk yapmak, "AB yatırım fonundan aldığı paralarla kiraya ev verip gül gibi geçinip giden Semih Cumhuriyeti başbakanı"na "Kanka raad ol, o iş bende, AB ararsa 'Bende kaldı' derim" demek, "'Ayakkap bulun oyniyim oğlum' diyen (yine) Semih Cumhuriyeti milli futbolcusu" ile halısaha maçı yapmak, Bay Cingılbört'ün "Yabancılık da bir yere kadar" talebini gerçek yapmak için imza kampanyası düzenlemek ve bunlar gibi boş beleş işlerle oyalanıp günlerimi geçirmek bayağı eğlenceli olurdu.

Yapmaktan zevk aldığım şeylerin "daimi görev" haline gelmesini sevmediğimi fark ettim, çok geçmeden soğuyorum onlardan. Biraz ara verince düzeliyor. Dediğim gibi: Bir görev verilirse yaparım, gerisine karışmam. Aynı zamanda; "görev" olmayan, zevk aldığım şeyleri ne zaman, ne şekilde ve ne kadar yapacağım keyfimin kahyasının o an müsait olup olmamasına bağlıdır. Bunları eğer bir kalıba sokup "görev" haline getirirsem tiksinmeye başlıyorum.

Hani "Her harfin tek ses değerine sahip olduğu dil" diye bir ifade kullanmıştım ya? Onun adı "Fonetik dil" imiş.

Bir çeşit "dövüş okulu" kurmak istiyorum aslında; bilirsiniz, Shaolin tapınakları veya Yamato-den gibi. Aklımda birkaç plan var ama o planları belli bir yerden ileri taşıyacak eğitimim yok, eğitimim olsa da hiçbir öğrenci ve varise aktarılamayacak, turnuvalarda, talimlerde kullanıcıların birbirlerini ölçemeyeceği bir dövüş stilinin var olmasına gerek yok. Öğrenci olmaya gönüllü birilerini bulabilirsem iş değişir tabii ama ne ben aramakla uğraşacağım ne de onlar gökten zembille inecek, dolayısıyla var olmayacak bir şey için kendimi paralayıp mükemmel arayışında bulunma niyetim yok. Bu arada bu "dövüş okulu" işi meslek değil de hobi olarak yapmak istediğim bir şey, hayatımı belirsiz bir şeyin üstüne koyup onun etrafında inşa etme hevesim olduğu söylenemez. Hayatımı gastronomi üstüne koyup gastronomi çerçevesinde inşa etmek isteyip istemediğimden bile emin değilim, bir, bilemedin iki; hadi üç olsun, bizim olsun seneye mezun olacağım ama hâlâ kararsızım. Acziyetlerim saymakla bitmez elbet lakin en büyüklerinden biri bu, birçok başka aczımın temeli ve dahi nedeni de tam olarak bu.

23 Temmuz 2020 Perşembe

Vallahi Öylesine, Bildiğin Blog Diye Başlık Koyup Numaralandırmaya Başlayacağım Ama Ya!

Geçenki yazıya eklemeyi unuttuğum bir kısım var (Dayanamadım yine başa ekledim), geyiklerin gerçekten ekolojik dengeyi bozabileceği kısmıyla ilgili. İster yaratılış, ister evrim, ister yaratılışçı evrim* ister de başka bir şeyle açıklayın, doğanın herhangi bir müdahalenin çok ağır sonuçlara yol açacak oldukça hassas bir dengesi vardır.

*Bu arada gerçekten "Yaratılışçı evrim" diye bir fikir mi teori mi ne derseniz artık var. Temelde evrimi reddetmeyip bunun Tanrı'nın iradesi ve planıyla, onun öncülüğünde gerçekleştiğini savunan bir fikir. Bir de bizde hem ateistlerde hem de Müslümanlarda "Evrim varsa Tanrı yoktur, Tanrı varsa evrim yoktur." gibi saçma sapan, nereden çıktığı belli olmayan bir mantık var. Kuran'da zaten yazmıyor da herhangi bir hadiste "İleride şöyle şöyle diyecekler, inanmayın" deniyor mu mesela? Tütün ve "Ümmetin bölünmesi" için, apartmanlar için vs. hadis var zira (*1), bunun için var mı? Buradan ateistlere, hatta sadece onlara değil ayrıca müminlere de soruyorum: Her şeye gücü yeten bir varlığın yarattığı şeylere bunun gibi bir güç/yetenek vermiş olma ihtimali yok mu? Hatta "Tanrının espri anlayışı" gibi bir şeyin varlığını kabul edersek "evrime kanıt" denen şeyleri insanlığı trollemek için dünyaya ve canlıların bünyesine yerleştirmiş bir yaratıcının varlığı bile fikirsel olarak mümkün. Genel tartışma insanın yaratılışıyla ilgili ayetlerle çıkıyor, onu da yaratılışçı evrimciler açıklasın, benden bu kadar. Genel hatlarıyla olayı söyledim, "Şu şöyledir" diye fikir beyan etmiyorum; zaten bir yaratıcıya inanan (e, haliyle) bir Müslüman olsam da bu konuda çekimserim, "Evrim mevrim yok ulan!" düşüncesine de "Evrim var birader" düşüncesine de sahip değilim (İkinci düşüncede olsam yaratılışçı evrimci olurdum, o ayrı). Aklıma gelmiş ve konuyla ilgiliyken, Türkiye ateistlerinin "Zeki adam ateist olur!" gibi bir tavrı var. Evet, zeki ateist var gerçekten ama malın önde gideni olanlar da var. İki tiple de muhatap oldum daha önce. İnancın zekayla bir ilgisi yoktur. Peki ya Newton, Edison ve Tesla arasından hangisinin aptal olduğunu söyleyebilirsiniz? Yıllarca herkesi kandırabileceğin seviyedeki şerefsizlik de epey zeka gerektiren bir şeydir bu arada, "akıl" ile "zeka" arasındaki farklardan biri de budur. Newton yaşadığı dönemde Haçlı Seferi yapılsaydı katılacak, katılmasa bile silah milah tasarlayıp yardımcı olacak kadar koyu bir Hristiyan'dı. Hem Edison'un hem de Tesla'nın (Tesla'nın belli bir dini olup olmadığı kesin olmasa da) okült inançları ve bunlara bağlı olarak gelişmiş alışkanlıkları vardı (Örnek: Tesla'nın üç takıntısı. Üç sayısı ruhani yöne değer verilen birçok kültür [örnek: Türk kültürü. Avrupalılar bunu içeren kültürlerini kendi elleriyle imha ettiler ama Asya'da çoğu yerde hâlâ bu kültür hakim] ve okült gelenek açısından önem arz eden bir sayıdır, bunun gibi bir de yedi vardır. Araştırma konusu: Tesla and Occultism. Zaten Edison'la ilgili sonuçlar da çıkıyor böyle girince). Ve okült inançlara sahip olmak Tanrıya değilse bile ruhlara veya doğaüstü kuvvetlere inanıyor olmak anlamına gelir, yani materyalist bir okültist teknik olarak mümkün değildir (Ha buna rağmen herhangi bir tanrıya inancı olmayabilir o okültist kişinin ama "ateizm" kavramı maddeciliği ve doğaüstü olan her şeyin reddini de içinde barındırır). "Cebir" kavramının mucidi (Gerçek anlamda mucidi, bu adamdan önce "Cebir" diye bir şey yoktu) Harizmi'den (Müslüman) bahsetmiyorum bile.

*1: Sahih olup olmamasıyla ilgilenmiyorum, bence sahih denen hadisler bile onlar üzerinden hüküm vermek için fazlasıyla şüpheli zaten. O yüzden artık mezhebimi yetiştirildiğim şekliyle Sünni/Hanefi diye tanımlamıyorum. Yalnız şüpheli bulsam da hadisi, sünneti ve bin yıldır yapılan uygulamaları (namazın kılınış şekli gibi) tamamen reddeden biri de değilim, burada da Kurancılardan ayrılıyorum. Birkaç ek fikrim daha ve hadis üzerinden karar vermekte nasıl bir aykırılık gördüğüme dair çok basit birkaç hüküm var da -en azından şimdilik- onları yazıp yazıyı "mezhep tebliğ ve davet mektubu"na çevirmeye niyetim yok.

Yok, ben artık mangalar özelinde çevirmenlere değil sitelere kızmaya başlayacağım. Öyle bir karar aldım. Neden? Çünkü daha önce bahsettiğim altı ay önce yirminci bölümü yayınlanmış "Çevirisi devam ediyor" serileri olduğu gibi şu an Giji Harem (Bizim sitelerde İngilizce adı olan Pseudo Harem diye geçiyor, bu arada "Harem"i görüp önyargıyla yaklaşmayın; gayet tekeşli romantik komedi bu, rakip karakter bile yok. Pseudo zaten "yalancı/sahte/sahtekâr/sözde" anlamlarına gelen Antik Yunancadan Latinceye, oradan da birçok Avrupa diline geçmiş bir ön ek, manganın adının neden "sahte harem" olduğunu da ilk bölümü okursanız anlarsınız) okuyorum, çeviri kısmında "Çevirisi yok" ("Çevirisi bırakılmış" da değil, "Çevirisi yok." Çevirisi yoksa ne işi varsa başlığının sitede... Bu arada şu mangaları ve ranobeleri çevrilmiş halde e-kitap olarak alabilsek güzel olurdu, normal kitabı basılı okumaktan yanayım bir kısmı da fizyolojimle ilgili olan bazı sebeplerden ama bunları zaten internetten okuduğumuz için e-kitap herhangi bir fark oluşturmayacak; İngilizce olarak alabiliyoruzdur muhtemelen. Hem bizim bu "resmi çevirmenler" de o sistemle güncele daha çok yaklaşırlar ve daha fazla seri çevirirler, öyle düşünüyorum.) yazmasına rağmen 6 saat önce (Ben 1 hafta önce okumaya başladım, o zaman da öyle yazıyordu; "En son kaçıncı bölüm ne zaman atılmış buna? Çevirisi bırakılmış ama 2 günlük yorum var" diye baktığımda gördüm) yeni bölüm atılmış. Yani manga çevirileri evet yarım bırakılıyor ama neyin yarım kalıp neyin devam ettiğini bilemeyebiliyoruz siteler yüzünden. Hoş şu an bahsettiğim site Manga TR yakın zamanda saldırıya uğradı falan, bölüm eksikleri ve bilgi yanlışlarıyla uğraşmaları ve fark edememeleri normal ama olsun. Anime çevirmenleri konusunda mı? Vurun kahpeye. Kashiwa Densetsu R'nin çevirisi yarım bırakılmaz da olması gerektiği şekilde olması gerektiği zamanda tamamlanırsa onlar hakkındaki fikrimi de (belki) gözden geçirebilirim.

"Oynanması için değil okunması için yazılan tiyatro" diye bir kavram vardır. O nedir biliyor musunuz? "Ya ben bunu yazdım ama... Bunu oynamaları için bayağı efekt falan gerekir, bir şekilde kıvırayım. Ben onu okunması için yazdım ya, ne ş'apıyo'nuz?" Bunu biliyorum, neden? Çünkü hayatının belli bir döneminde "edebiyat" kavramı içine dahil edilebilecek her şeyi (divan şiiri, gölge oyunu, senaryo, sagu, mani...) yazmış (yazmayı denemiş desek daha doğru) bir insanım. Tiyatro da yazmayı denedim, ortaya oynanması teknik açıdan mümkün olmayan bir oyun çıktı. Ben de yazdım eserin üstüne: "Oynanması için değil okunması için yazılmıştır." Yarrağımı okunması için yazılmıştır. Baktın işler sarpa sarıyor, oyun çığırından çıkıyor, başa onu yaz sonra coş, uç uçabildiğin kadar. Onun olayı odur, bunu da tecrübe etmiş biri olarak söylüyorum ("Sektörün içinden biri olarak konuşuyorum" tribi. Gerçi haksız bir tavır değil, orası ayrı).

Bizim millette çok temel bir kusur var ve geri kalan çoğu kusur da zaten ondan kaynaklanıyor: Bilgin olmayan konuda fikre sahip olmak. Varan 1: "Ben kapitalizme karşıyım." Tamam, karşısın ama nedir kapitalizm, biliyor musun? "İşte emek sömürüsü, sermaye, zenginler fakirleri eziyor..." Yaklaşımın bununla sınırlıysa eğer: Hayır, kapitalizme falan karşı değilsin. Şu anki sisteme karşısın ve temelinde kapitalizm olduğunu biliyorsun ama başka bir bok bildiğin yok. Kapitalizm nedir, emek sömürüsü nedir, gelir dağılımı nedir, ekonomi nedir? Peki ya bu kapitalist sistem bizi neden sömürüyor, hiç mi yararı, faydası yok, bunu yapmaktan zevk mi alıyorlar (Hayır, "onlar" kimse artık. Uzaylılar falan herhalde), her zaman böyle miydi, "para" kavramından önce benzeri, öncüsü sayılabilecek bir sistem var mıydı yoksa yok muydu? Bir insanın kapitalizm karşıtı olabilmesi için bu sorulara tek ve basit bir cümleyle de olsa cevap verebilmesi, "Ne diyor lan bu?" dememesi gerekiyor. Kapitalizm karşıtlığının kurucusu saymama itiraz olmayacağını düşündüğüm Karl Marx (Elbette ondan önce de kapitalizm yerine sistemler önerilmiş veya sisteme sövülmüş olabilir ama bu işi kurumsallaştıran Marx'tır), ekonomi hakkında bilinen her şeyi, her yaklaşımı, her teoriyi bütün ayrıntılarıyla kağıda döküp tam bir işsiz gibi dizin çıkardıktan sonra Das Kapital'i yazdı. Varan 2: "Ben komünizme karşıyım." Bak, bu da tam tersi ama bunun da bir sikten anladığı yok. Yani aynısının laciverdi. Komünizme karşısın, iyi, peki, güzel. Peki nedir aga bu "Komünizm"? "İşte ben eşek gibi çalışayım o yatsın herkes aynı parayı alsın, karımızı kızımızı millete..." Yaklaşımın bu kadarsa komünizm karşıtı falan olamazsın çünkü komünizmin ne olduğunu bilmiyorsun demektir. Komün toplumlarla bir ilgisi var mıdır, neden böyle bir sistem fikri doğmuştur, Sovyet Rusya neyin peşindeydi (Cevap: Sıcak denizler xD), komünizm ve sosyalizm aynı şey midir ve farklıysa farkları nedir, bugünün toplumuna ve sosyal devletine bir etkisi olmuş mudur, olmuşsa nasıl olmuştur, gerçekten mülkiyetsizliği mi savunur? Bu sorulara cevap veremiyorsan karşı da olamazsın. Bir şeye karşı mısın, inanmıyor musun, güvenmiyor musun, ebesine mi atlamak istiyorsun? O şeyin ne olduğunu öğren; ama "kahve sohbeti" kıvamında değil de gerçek anlamda öğren, sonra topla tüfekle ona karşı savaşır mısın, her fırsatta anasına mı söversin ne bok yersen ye. Bana ne? Bildiğin şeye karşı olmak gayet normal bir durumdur (Avcılık konusundan önceki liseli erkek muhabbeti konusunda olduğu gibi) ama hakkında bir sik bilmediğin şeye "Ben onun gelmişini geçmişini..." tavrıyla yaklaşmak mümkün olmaması gereken ama bizim toplumda var olan bir olgudur. Bu arada kapitalizm, komünizm, liberalizm, sosyalizm ya da diğerleri... Bütün sistemlerin günümüz şartları için ağır ve kusurlu olduğunu düşünüyorum. Elbette insan elinden çıkan bir sistemin kusursuz olma ihtimali yok ama bu sistemler ortaya çıktığı çağlarda kusurları gözardı edilebilirdi çünkü o çağın şartlarına göre dizayn edildiler, günümüzün değişen ve hatta değişken şartlarında o kusurlar başımıza bela olur.

Bir şey için blogdaki eski yazılara bakıyordum da (O kadar da eski olanlara değil lan, en eskisi 2 yıl önce) o ne iğrenç bir imlaymış öyle ya. Bağlaçtan önce, sonra virgül, "E" yerine "İ" yazmak, "Tabii"yi tek İ ile yazmak falan... Gözüm kanıyordu. Sonuçta aradığımı da bulamadım. Bu arada O'l'm, Ş'apıyo'nuz gibi şeyler imla hatası değildir, açın bakın kesme işaretinin görevlerine. "Tabii"yi gibi ifadeler ise imla hatası mı değil mi belli değil, tırnak işaretinde neyin tırnağın içinde, neyin dışında yazılacağı konusunda her kafadan ayrı ses çıkıyor.

Çoğu insanda hamamböceklerine karşı bir katlanamama hissi var, bende de var ki aslında böcek-sever biriyimdir. O his katlanamama hissi; korkudan, iğrenmeden ya da huylanmadan çok daha öte bir his. Bunun nedenlerini biraz düşündüm. Bir sürü mikrop taşıdıkları için mi? Farelerden korkmanın yaygın olması da veba salgınının izidir, bu Corona birkaç nesil sonra yaygın yarasa, pangolin, yılan vs. (Nereden çıktı lan bu virüs? Bir karar verin) korkusuna neden olabilir (Gerçi yılan korkusu şimdi de yaygın). Bir de torpilli ibneler doğada yaşamazlar. "Nasıl yani?" Birkaç istisna tür haricinde alayı insanların yerleşim yerinde yaşar, siz hiç dağda, ormanda, yürüyüşte hamamböceği gördünüz mü? Göremezsiniz çünkü (dediğim gibi birkaç istisna tür, mesela Madagaskar tıslayan hamamböceği, haricinde) alayı şehirde (Şehir: İnsanların yerleşim yeri) yaşar. Bunun üzerine biraz düşünürken "Lan biz bunları yenemedik!" Aydınlandım resmen. Şöyle ki: Doğa sonsuz bir savaş alanıdır ve şehir denen kavram, bütünüyle bu savaş alanından uzakta durup rahata ermek için tasarlanmıştır. İnsanlık, her ne kadar hile kullanarak da olsa doğayla girdiği savaşların çoğunu kazandı. Kurtları devşirip diğer kurtlarla kapıştırdık (Çoban köpekleri), tavuk gibi yırtıcı hali son derece karizmatik ve tehlikeli (çizer vallahi, ne biçim pençe var hayvanda. Şekline bakmak için: Red jungle fowl. Türkçeye "kızıl orman kuşu" diye çevriliyor) olan bir hayvanı ucuz gıda kölesine dönüştürdük, kedilerle bir döneme dek asla savaşmadık ama ittifak yaptık (Araştırma konusu: Kedinin evcilleştirilmesi) ve bu ittifak sonucu farelerle olan savaşı kazandık. Ha Papa'nın tekinin Avrupa özelinde kedilerle savaş çıkarması nedeniyle* fareler intikamlarını aldılar, o ayrı. Bu arada bu Papa kedilere karşı topyekûn savaş başlatmadan önce de Avrupa'nın çoğu yerinde kedilere pek iyi davranılmıyordu ama "Önümüze gelen kediyi keselim." durumu yoktu. Arıları bile kendi işçilerimiz haline getirdik. Savaşıp da kazanamadıklarımız neler? Sinekler, hamamböcekleri ve virüsler. Virüs zaten gözle görülmeyen bir şey, o anca hastalıkta aklımıza geliyor, geç. Sinekler de dünya nüfusunun çoğunda ya iğrenme (karasinekler) ya da amına koyma (sivrisinekler ve gece çıkan ufak sinekler) hissi uyandırıyor. Ya hamamböcekleri? Onlara karşı savaşı kazanamadık, hatta aslında kaybediyoruz. Böcek ilaçlarına kısa sürede bağışıklık sağlıyorlar, ölü taklidi ile kaçıp gidiyorlar, uçuyorlar, kaçıyorlar... Bu da yetmezmiş gibi envai mikrobu oraya buraya sürtüyorlar. Boğulmayıp klozetten, musluktan çıkıyor; saçma sapan hallere giriyorlar. İnsanlığın doğayla savaşında kazanamayacağını içten içe de olsa kabullendiği tek varlık hamamböceği. Sineklere ve virüslere karşı insanlık umudunu yitirmedi ama hamamböceklerinin kazanan taraf olduğunu içten içe bildiğimiz için onlara katlanamıyoruz. Bize karşı koyabilen tek fiziksel varlık, insanlığın doğaya karşı tek kolektif yenilgisi. Bireysel yenilgiler var elbette ama insanlığın topla tüfekle inine dalıp da yok edemediği tek varlık hamamböceği. Filler, gergedanlar, aslanlar... Hepsi çok daha basit hamlelerle yok olmanın eşiğine getirildi, şimdi de ele geçirdiğimiz yerin yaralarını sarmak için onları artırmaya çalışıyoruz. Bu savaş adetidir, ele geçirdiğin yeri geliştirir ve halkın yaralarını sararsın. Ya da dümdüz edip taş üstünde taş, omuz üstünde baş koymayabilirsin, o da bir seçenek tabii. Ama eğer kendi yerleşik düzenin ve nereye yerleştirileceği belirsiz bir halkın varsa yemez, insanları öldürsen bile binaları ya seve seve ya sike sike sağlam bırakacaksın; o olayın hakkını anca göçebeyken verebilirsin. "Bize giren çıkan yok, zaten göğün altı toprağın üstü bizim evimiz." diyebilen bir halkın varsa alayının köküne kibrit suyu dökecek cesaretin olur.

*Bu olaydan önce kara kedilerin uğursuzluk getirdiğine dair bir inanç da yoktu bu arada, o fikir de ilgili papanın (IX. Gregorius) başının altından çıkma. O döneme kadar ne Avrupa'da ne başka bir yerde öyle bir inanış yok, hatta Kelt kültürünün ayakta kalan etkisi nedeniyle Britanya'da (Avrupa'da eski Pagan kültürünün izlerinin tamamen silinemediği veya Hristiyanlaştırılamadığı sadece üç yer var: Britanya, İskandinavya, Doğu Avrupa) aristokratlar kedi besliyordu o dönem (Yalnız Keltler kara kedilere "Uğursuz bu!" şeklinde yaklaşmasa da kurban verecekleri zaman kara kedi tercih ediyorlarmış). O yüzden diyorum "Kara kedi uğursuzluk getirir genel-geçer bir inanış değildir." diye, Antik Mısır, Japonya, Çin gibi birçok yerde aksine uğur getirdiklerine inanılır/inanılırdı. Türkiye için bir örnek: Hem Sünnilik hem de Alevilikte kedi -rengine bakmaksızın- temiz ve peygamber sevgisi/övgüsü kazanmış bir hayvandır mesela. Göçebe dönemlere bakarsak Türklerde bir kedi kültü göremiyoruz (Oğuzlar'da köpek kültü var, Oğuzlar haricindeki Türk halklarında olmasa da Moğollarda da var aynı köpek kültü. At, kurt ve kartal kültünü söylemeye bile gerek duymuyorum. -Duydu-), bunun nedeni de muhtemelen kedinin göçebe yaşama pek de uygun bir hayvan olmaması. Gerçi Anadolu'daki göçebelerin hayvanları hakkında zamanında Akkoyunlular'ı ziyaret eden bir Venedik elçisinin (Adı yok mu lan bu adamın?) yazdığı bir listede kedi de var, bir de "12 adet av için yetiştirilmiş leopar" var aynı listede ama bahsettiği muhtemelen Anadolu parsı ya da oselo gibi bir şeyden ziyade karakulak [İlginç bilgi: Karakulaklar, bildiğimiz kedilerin yabanisi olan yaban kedilerinden (Felis silvestris) çok daha kolay evcilleştirilebilen canlılardır]. Bu arada karakulakların Anadolu'da aslında olmayan, Türklerle gelmiş bir tür olduğunu düşündürecek bazı bilgiler var. Bu liste gibi gibi ya da şunun gibi: Yıllarca buraların hâkim dili olan Latince'de (Bizans'ın anadili Latince, halkın hangi dilde konuştuğunun bir önemi yok) karakulak için kelime yok, Türkçe "karakulak"ın apartılmış hali olan Caracal kullanılıyor. Tabii bu düşüncem sadece bu iki bilgi yüzünden değil, dahası da var da uğraşamam. Hayata karşı genel yaklaşımım bu benim: "Ne uğraşacağım şimdi? Değecek mi sanki uğraşmama? Ne gerek var o zaman?" İşte galiba o yüzden bir haltı beceremiyorum ama konumuz bu değil. Bu arada bazı şeylerde kendi kendimi gaza getirip işi inada bindirerek sonuna kadar gidebiliyorum, "Sen görürsün aq!" şeklinde. Bu başkasına değil kendime karşı oluyor. Karakulaklara dönersek: Yalnız benimki sadece "Lan böyle olmuş olabilir mi?" şeklinde bir düşünce, teori falan değil, yalnızca bir fikir. Ha yalnız kedi kültü yok ama Türk cincilik geleneğinde kediler "ruhları görebilen, kalp gözü açık" hayvanlar olarak tasvir edilir (Köpekler için de benzer bir tasvir vardır ama onlara kediler gibi olumlu değil de daha çok nötr veya "uyarıcı" tavrıyla yaklaşılır). Belli bir sabit noktaya bakıp kalmaları "Evi kötülüklerden korumaları" veya "Gelen (ruhani) misafiri dost mu düşman mı olduğuna dair sorguya çekip ölçüp tartmaları" ile var olmayan bir şeyle oynamaları/kavga etmeleri de "Şeytanları kovması" ile açıklanır. Köpekler hakkındaki uyarıcı tavır da bu şekilde daha iyi anlaşılır: Aynı geleneğe göre köpek havlayıp misafirin (burada kullanılan tanım misafir değil, en azından cincilikte değil ama kelimeyi hatırlamıyorum, doğru kelimeyi bilip bilmediğimi bile hatırlamıyorum) bildirir, gelen ruhani misafirin dost mu düşman mı olduğunu umursamaz ve eğer sahibine doğrudan gelen bir zarar yoksa kötücül ruhu kovmaya kalkışmaz. İnanıp inanmamak, dine uygun bulup bulmamak size kalmış; fikir beyan etmiyorum, genel inanışı/uygulamayı söylüyorum. Aslında böyle açıklama yapmak bile gereksiz ama işte ne yaparsın?

19 Temmuz 2020 Pazar

Gündemdeki Avcılık İhalesi Üzerine

Şu avcılık izni konusundan bahsedeceğim. Avcılık konusu ve konseptine tamamen karşı değilim, belli alanlarda belli kuralları olduğu sürece pek bir şey değil... Ha yalnız o avladığın hayvanı değerlendireceksen değil: Avlıyorsan etini yiyecek, kemiğini, derisini bir şeyini kullanacaksın; vurup geçmek dümdüz psikopatlık. Sokak ortasında adam kesmekten farkı yok onun. Konuya dönersek: Soyu tükenmekte olan hayvanı koruman gerekirken avlanmasına izin vermek ne lan? Dağ keçisi de kızıl geyik de (kuşlar hakkında tür bilgisi verilmeyip "Nesli tehlikedeki birkaç kuş" denilip geçildiği, zaten ben de kuşlara göre toynaklılardan daha çok çaktığım için meramımı geyik ve keçi üzerinden anlatacağım) en azından Türkiye direyi için neredeyse yok olmuş hayvanlar. Eğer avcılığa dair bir prosedür olacaksa, yani tamamen yasak olmayacak (Bu durumun kaçak avcılığı artırmaktan başka bir işe yaramayacağını düşünüyorum aslında) ya da eski çağlarda, ormanda, dağda hâlâ bolca hayvan ve bitki, dünyada bolca su olduğu zamanlarda olduğu gibi önüne gelen istediği yere gidip istediğini avlayamayacaksa (günümüz sisteminde mümkünatı yok, zaten öyle bir sistem de günümüz şartlarında dünyadaki evcilleştirilmemiş olan bütün hayvanların soyunu tüketmekten başka işe yaramaz) kesinlikle yasak olması gereken sadece iki şey var: Bir, soyu (o ülke için ya da genel olarak olması fark etmeden) tehlikedeki hayvanların avlanması (Mesela kurtlar genel olarak soyu tehlikedeki hayvanlar değiller ama Türkiye özelinde soyları tükeniyor kendilerinin, dolayısıyla TC yasasında soyu tehlikedekilerle aynı konumda bulunmalılar); iki, herhangi bir hayvanın üreme döneminde avlanması (Şu sıralar kızıl geyiklerin ve birçok başka hayvanın üreme dönemi). Yani bu işi prosedüre bağlayacaksanız kesinlikle yaptırmamanız gereken iki şeye ihale açtınız? Neyin peşindesiniz lan siz? Geyikler özelindeki bahane de muhteşem ha: "Ekolojik dengeyi bozuyorlar." Lan sikik (Hakaretten falan dava açmazlar d'i' mi lan?), o geyiklerin ekolojik dengeyi bozma sebebi bu saçma sapan politikalar nedeniyle ülkede bu geyikleri yiyen kurt, ayı, leopar (Anadolu parsı), kaplan (Hazar kaplanı) gibi yırtıcıların soyunun tüketilmiş olması değil mi? Gerçekten geyikler aşırı fazlalaştığında ekolojik dengeyi bozar bu arada, fidanları yiyip ormanları azaltır ve otlak arazileri çoraklaştırırlar; gerçi bu durumun aşağı yukarı aynısı bütün canlılar için geçerli. Geçmişte geyikleri kurtarmak için bir eyaletteki bütün kurtları avlayan bir Amerikalı vardı, adını unuttum ama onun hikayesinde aşırı fazlalaşmanın ne tür zararları olacağını görebilirsiniz. Ekolojik dengeyi bozuyorsa geyiklerle keçiler (ki net sayıyı bilmesem de Türkiye'nin şu anki kızıl geyik ve dağ keçisi popülasyonunda imkanı yok) ortama iki kurt salarsın, olur biter. Sen hem besin zincirinin tepesini yok et (ki zaten besin zincirinin tepesinde doğal olarak az popülasyon olur, dolayısıyla yok etmek alta göre daha kolaydır) hem de daha alt kademe hakkında "Bunlar bozuyor lan dengeyi!" diye hedef göster. Bu işin gelebileceği son nokta ancak "Ağaçlar ekolojik dengeyi bozuyor, tarlalar verimsiz oluyor" bahanesiyle bütün ülkeyi yakmak olabilir, beton yanmıyor nasılsa mk. Restorasyon faciaları, bu... Hani hedef göstermek ya da akıl vermek gibi olmasın da ben başta olsam bunları yapanların hepsini vatan hainliği suçlamasıyla cezalandırırdım. Bu arada "Fatih'in emanetini korumak" gerekçesiyle Ayasofya'yı camiye çevirip (ki hâlâ doğru bir karar olarak görüyorum, o değişmedi) böyle bir şey yapmak ve üstüne geçmişteki zeytinlik, Kazdağları vs. mevzularını da yapmış olmak "Yaş kesen baş keser." deyip "Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim." diye ferman çıkartan Fatih Sultan Mehmet Han'ı sandukasında ters döndürmüş olsa gerek. Yalnız o değil ben bunu yazdım da başka şeyler de yazıp yazıyı yayınlayana kadar gündem değişip unutulacak mı, yukarıdan birileri "Olmaz lan öyle şey" mi diyecek, Zaytung'un şu haberi gerçek mi olacak belli değil. Hemen, sadece bu varken yayınlasam mı ki? Doğrudan yayınlıyorum lan.

18 Temmuz 2020 Cumartesi

Ne Başlıkmış Arkadaş (Eminim Daha Önce Kullandım Bunu), Yeter Ama Artık Ya

İsekai konusunda kafama takılan bir şey var. Küçük kız bedeninde dirilen (ya da çağrılan, Youjo Senki'yi henüz izlemedim) erkek yaptılar, balçık olarak dirilen erkek yaptılar (Slime datta ken), kız olarak dirilen veya çağrılan kızı birden fazla kez yaptılar (Noukin, Hamefura, Honzuki), iskelet bedeninde sıkışan erkek yaptılar (Overlord), erkek bedeninde dirilen erkek yaptılar mı net hatırlamıyorum ama yapmışlardır herhalde, kendi bedeniyle çağrılanları daha ortada isekai diye bir kavram yokken zaten yapmışlardı (Zero no Tsukaima; isekai kavramı çıktıktan sonra da Re:Zero), şeytan/şeytan lordu olarak dirilen/çağrılan insan yaptılar (Isekai Maou to Shoukan Shoujo no Dorei Majutsu), başka dünyadan bizimkine geçit açıp gelen kahraman ve şeytan lordu yaptılar (Hataraku Maou-sama), açılmış bir geçitten operasyon için geçen asker yaptılar (Gate: JSDF), deney amaçlı başka dünyaya gönderilen otaku yaptılar (Outbreak Company), "efsanevi kahramanlar" olarak grup halinde çağrılan insanlar yaptılar (Tate no Yuusha, Arifureta), oyun evrenine çağrılıp avatarlarında sıkışıp kalan insan yaptılar (Log Horizon), burç ruhlarıyla sevişmesi için damızlık olarak seçilip çağrılan erkek ve erkeğin yancısı olması için çağrılan, hamile kaldığını sanan bakire kuzenini yaptılar (Oha! Ama gerçekten yaptılar: Conception. Bu arada kız aslında yancı olarak değil de başka bir sebepten çağrıldı da ilk bölümü izleyip saldım animeyi, o yüzden hatırlamıyorum. Hamile kaldığını sanmasının sebebini de onun üzerinden açıklamışlardı), internet olmayan evrende interneti çeken akıllı telefonla kendi bedeninde dirilen erkek yaptılar (Smartphone Tomo ni), mitolojik devirlere yollanan erkek ve onu takip eden kız yaptılar (Hyakuren no Haou to Seiyaku no Valkyria), başka dünyaya e-posta üzerinden fırlatılan oyuncu (gamer. Karışıyor lan bu, dizi/film oyuncusu mu gamer mı? Bir ek mek bir şey bulun) üvey kardeşler yaptılar (No game no life), cennete gidebileceği halde iğrenç bir şekilde anlatılması nedeniyle başka dünyada kendi bedeninde doğmayı seçip tanrıçayı yanında sürükleyen erkek yaptılar (Konosuba), uçakları düşüp başka dünyaya çakılan liseli dahiler yaptılar (Chouyoyu)... Yalnız hâlâ "Erkekken inanılmaz tatlı bir kız olarak yeniden dirildim" olayına girmediler. Hani aslında son zamanlarda çıkan animelere, Japonların eskiden beri süregelen moe kültürüne, Kokoro Connect* ya da Yamada-kun to 7-nin no Majo'da görüldüğü gibi bu beden-cinsiyet değişimi işine meraklı olmalarına, Conception gibi acayip bir fikre (*1: Bu konuda bir dipnotum var, onu okuyup devam edin) kimsenin itiraz etmemiş olmasına (Gerçi devasa dokunaçlar hakkında fantezi kuran bir milletin evlatlarına bu fikir yeterince acayip gelmiyor olsa gerek), trap/futanari, harem, yaoi ve yuri sevdasına ve başka birtakım şeylere bakınca bunun çoktan yapılmış, üstüne animesinin 2. hatta belki 3. sezonunun çıkmış olması gerekiyordu. Yapıldıysa bile yeterince popüler değil, öyle bir konseptin popüler olmamasının imkanı yok. Bu arada Çinliler netroman (WN) olarak yapmış bunu ama onlar da Çinliler işte, üç yüz yılda bir anime çıkaran insanlar; Çin işi olduğu için de o kadar da bilinmiyor demek. Bu arada Shicisei no Subaru, Bofuri gibi animeler isekai değildir, SAO'nun ilk sezonunun ilk yarısı ve Alicization'ın ilk yarısına belki isekai denebilir. Bu arada bu Shicisei no Subaru, Bofuri gibi animelerin öncüsü SAO değildir, bunu da belirteyim. SAO bu tarzın popülerleşmesi ve bu türde daha fazla eser verilmesine neden olmuştur ama bu tür animelerin öncüsü, gerçek anlamda bu konseptin genel temasını ortaya koyan anime Log Horizon'dur.

*1: Son zamanlarda Küfürbaz Haydo ile liseli incicinin kimerası gibi bir şeye dönüşmüş olan (hatta arada somurtkan şirindir, Satou Tatsuhiro'dur sosları, esintileri falan da var; baharat olarak da bir tutam Bektaşi fıkrası anakarakteri) çarpık ve kendince hastalıklı zihnimle bile ucunu kıyısını düşünemeyeceğim bir fikir bu. Son zamanlarda acayip bir şeye dönüştüm ben bu arada, anlattım şimdi. Bu dipnot işi de yıldız parantezi gibi değil, konuyla alakalı ve okunması gerek ama tek parantez için çok uzun.

*Ki efsanedir, psikoloji ve karakter tahlili anlamında bir başyapıttır; oluşturulan her bir karakterin ne kadar gerçek olduğu da cabası. Bu arada Nagase'nin son arkın başındaki değişimine laf edenler hayatı boyunca hiçbir derdi tasası olmamış, sosyal sorunlarla boğuşmak durumunda kalmamış götü sıcak gamsızlardır. Bu kadar da netim bu konuda. Hepinizi sikeyim, gidin geberin. Hayır animeyi nerenizle izlediniz acaba? Kız ilk arktan beri "Ben aslında böyle biri değilim, gerçek kişiliğimi kendim bile unuttum" diye geziyor, siz de "O kadar kolay kişilik mi değişir?" diyorsunuz. Mesele de bu işte: O kız başından beri o olduğunu sandığınız kişilikte değildi, sadece rol yapıyor, maske takıyordu. Hadi dertleri tasaları, sosyal anksiyeteleri, kabullenilme kaygıları olmadı, ayrı ayrı hem rol yapmalarını gerektiren kişiliklerinden hem de oluşturdukları o "kostüm"den nefret etmediler, hangisinin gerçek kendileri olduğunu karıştırıp sorgulamaya başlamadılar (ben onların ta götüne koyayım, torpilli rahat ibneler), animeyi de atlaya atlaya izlemiş ...mına ko'duklarım.

Geçen yazıda (Artık akıllandım, bunları yazının başına koymuyorum. Bu arada geçen değil bir önceki yazı, araya Youtube kanal önerileri yazısı girdi) Supernatural'dan girip yazıyı Cincilik 101'e çevirmiştim ya? Ona eklemeler yapacağım (Ne gerek varsa). "Oyunculara Nas-Felak okutamayacaklarına göre..." demiştim. Aslında Nas suresi okuyan bir Sam'i hayal etmek eğlenceli, o kadar Latince egzorsizm (TDK böyle Türkçeleştirmiş bunu. İşi bana verselerdi eksorsizm veya ekzorsizm diye Türkçeleştirirdim) duası okuyor, araya bunu da sıkıştırıversin adasfdsggds ama konu bu değil. Biz günlük hayatta "Bir Felak-Nas oku bir şeycik olmaz" şeklinde yaklaşıyoruz ama cincilik geleneğinde Nas ve Felak surelerine besmele gibi yaklaşılır, ifritler, maridler ya da üst seviye cinlere karşı kullanılmaz; Ayetel Kürsi bile kendi başına bir koruma olarak okunmaz da korunma çemberi için dua olarak kullanılır. "Korunma çemberi ne lan?" diyorsanız: Supernatural izlediyseniz orada devamlı yaptıkları tuz çemberi var ya? Aha o. İzlemediyseniz de bir çeşit doğaüstü kubbe içine girmeniz ve dışarıdaki ruhani tehlikelerden korunmanızı sağlayan bir ayin anlamına gelir. Sadece cincilikte değil modern vika ve Ortaçağ Avrupa tarzı cadılıkta, Japon tarzı şamanlıkta* ve birçok başka gelenekte de olan bir şeydir. Bir de Türk tarzı cinciliğin Tengricilikten fazlaca nemalandığını söyledim, bu doğru ama eksik. İran tarzı cincilik de Zerdüştlükten fazlaca yararlandı, tabii birçok sebepten ötürü İran ve Türk tarzı cincilik birbirini de etkiledi. Bunun üstüne Mayangalar Ocağı ile Türk tarzı cinciliğin içine Afrika tarzı büyücülük de girmiş oldu. Güney Amerika egzorsizmi de Afrika tarzı büyücülükten fazlaca etkilenmiştir bu arada.

*Şintoizm de Şamanist gelenek içeren bir dindir, "miko" diye araştırın. Yalnız Şintoizm, Şamanist gelenek içermesine rağmen -örneğin Tengricilik veya Muizm gibi- Şamanizm altında sınıflandırılabilecek bir inanç sistemi değildir, Animizm altında sınıflandırılır. Bu arada Paganizm, Şamanizm, Animizm ve Putperestlik arasında ruh ve Tanrı açısından fark var:

Paganizmde aslolan Tanrılardır, ruhlar önemsizdir.
:::
Şamanizmde ruhlar önemlidir ama Tanrı (Tengricilik) veya Tanrılar (Türk-Moğol Şamanizmi. Umay Ene ve Erlik Han Türk-Moğol Şamanizminde Tanrıça ve Tanrıdır, Tengricilikte ise Umay Ene kutsal ruh, Erlik Han kutsal-lanetli ruhtur. Demirle aynı, evet) daha önemlidir, esas olan onlardır.
:::
Animizmde bilindik anlamda bir "Tanrı" kavramı yoktur, her şey ruhlara bırakılmıştır. Şintoizm gibi bazı Animist geleneklerde isimleri "Tanrı" diye çevrilen şeyler olsa da bunlar Pagan tanrılardan çok Şamanist kutsal veya kutsal-lanetli ruhlara benzer.
:::
Putperestlikteyse aslolan puttur, bazen ruhlaştırılır veya belli bir Tanrı konumlandırılır ama esas olan bunlar değil puttur. İbadetler puta yapılır ve çoğunda da put ilgili ruh veya tanrının evi/bedeni konumundadır. Örneğin Slav paganizmi putperest bir gelenektir.
:::
Bir de put/heykel konusu var tabii: Paganizmde tanrı/tanrıça heykelleri yapılsa, tapınaklar bunlarla süslense de bunlara dua etmek, bunlara kurban vermek gibi bir gelenek yoktur; o putperestliktir. Şamanizmde zaten tanrı/tanrıça veya kutsal/kutsal-lanetli ruh heykeli yapma geleneği yok, sadece ata ruhlarının, yani ataların, efsanevi kahramanların koruyucu ruh olarak hayalet benzeri şekilde gezinen hallerinin (Örneğin Alp er Tunga alplerin ata ruhudur) heykelleri, balbalları (o da bildiğin mezar taşı zaten; Osmanlı'da uzun süre mezar taşları börklü sarıklı inşa edildi, bunları hâlâ cami bahçelerinde falan görebilirsiniz, balbal kültürünün kalıntısıdır o. İslam'da zaten mezar taşı diye bir gelenek hiç yok, onu İslam coğrafyasına sokan biziz) yapılırdı. Animizmin bazı çeşitlerinde ulu (kutsal veya kutsal-lanetli) ruhların heykelcikleri yapılıp onlara dua edilir ama genel gelenek tanrı/tanrıça diye çevrilen büyük ruhlar için tapınaklar, daha küçük ruhlar için minyatür ev benzeri şeyler inşa etmek üzerinedir. Yani tanrının heykelini yapmaz, barınabileceği bir ev inşa edersiniz. Putperestlikte heykelin/putun yapılmaması zaten söz konusu değil, Paganizm ile temel farkı da bu: Putperestlikte putun önünde, puta dua ve ibadet edilir, kurban verilecekse puta verilir. Mesela animizmde de tapınakların belli bir kısmına kurban olarak para atma geleneği var. Batılılar Hristiyanlığı kendilerine göre yontunca (Böyle bir durum olmasa Protestanlık diye bir mezhep ortaya çıkmazdı) Paganları da putperest diye sınıfladılar, kavram karmaşası oluşturdular.

Bir de geçen yazıda Ayasofya'nın fresk ve mozaiklerinden bahsettim ya? Fresk ve mozaiklerle ilgili değil ama okçular arasında şöyle bir anlatı yaygındır: Fatih, Ayasofya'yı camiye çevirdikten sonra onun içindeki vaftiz kabı, şarap kadehi, haç, biblo gibi şeyleri bugün Okmeydanı denen yere yığmış, yayını gerip "Yolum İslam, hedefim puta" diye ok atmış. Bu arada "Puta" Farsça "Putlar" demek, daha doğrusu "Put"un çoğulu çünkü zaten "Put" sözünün kendisi de Farsça. Burada özetle Fatih, Batı'ya "Bütün putlarınızı yıkmaya geliyorum." mesajı veriyor (Sünnilikte Hz. İsa tasvirli haç, Meryem Ana biblosu gibi şeyler puttan farksızdır. Gerçi Fatih bu "put" kelimesini lordlar vs. için de kullanmış olabilir); ha etrafta Batılı diye sadece zaten son zamanlarında Bizans'ı falan sallamayan* Rumlar ile İstanbul Ermenileri varken o mesaj yerine ulaşmış mıdır meçhul. Şimdi ne alaka bu anlatı? Pek bir alakası yok, öyle aklıma gelince anlatayım dedim. Bu bilgi fresk ve mozaiklerin kapatıldığına dair yeterli kanıt sunmuyor sonuçta, zaten okçu geleneği dışında pek de yaygın bir anlatı değildir.

*Bizans'ı kendi askeri gücü bile sallamıyordu o dönemde: Mehmed-i Sanî, İstanbul'u fethedince Gökçeada'daki Bizans askerleri de "Memleketi biz mi kurtaracağız akoyum?" deyip adayı terk etmişlerdi; Batı Roma'ya falan gitmişlerdir herhalde, Mora ya da Kıbrıs da olabilir. Bunun üzerinde orada kalan delegeler de Fatih'e gidip "Adayı size vereceğiz ama düzenimiz devam edecek." demişler, kabul görmüşlerdi. Muhtemelen ondan dolayı Yunanistan'ın Gökçeada üzerinde bir hak talebi yok, Kardak için kriz çıkaran ülke "Koskoca ada size kalamaz." demiyorsa bir sebebi vardır. Yüksek ihtimal "Lan Bizans bile umursamamış, bize ne aq adasından?" gibi bir düşünceye sahipler.

Bu arada Türk feministlerin hiçbiri Türkçe bilmiyor. Şu "Bayan değil kadın" olayından bahsediyorum. Birincisi: "Erkek" kelimesinin ikilisi (burada karşıtlık değil de yin-yang gibi bir durum var daha çok) "Kadın" değildir, "Kız"dır. Kadın, Adam kelimesinin ikilisidir. Bir de bir feministe söylesen muhtemelen rahatsız olacağı "Hatun"un başka söylenişinden başka bir şey değildir, Eski Türkçe "Katun"dan gelir. Bayan da herhangi bir kötülüğü olmayan bir kelimedir, "Bay" Türkçe zenginlik anlamına gelir; Bayan ise kelime anlamı olarak "Zengin eden" anlamına gelir, zaten ilk olarak erkek ismi şeklinde ortaya çıkmıştır. Bayan'ın fakirleştiren anlamına geldiğini söyleyen de var ama -en/-an eki ne zamandan beri Türkçede öyle bir görev üstleniyor acaba? Bu ekin görevi bellidir: Yap-an, et/d/-en sıçra-y-an... Olumsuzlaştırdığı tek bir örnek gösterin lan. Avarların Bayan Kağan adlı hakanı var (Kelimenin ilk olarak erkek adı olarak çıktığı bilgisini bu yüzden verdim), kötü, aşağılayıcı bir sözü neden Tigin'e ad diye koysunlar? Bayan, daha sonra Bey'in değişmiş hali olan Bay'ın dişili olarak kullanılmaya başlanmıştır. "Baymak" ise (Baydın artık) "zengin" anlamındaki Bay kökünden "Zenginliği (fazlalığı, çokluğu) nedeniyle doyuma ulaştırmak, bıktırmak" anlamında. Hem bir Oğuz boyunun adı olup hem de günümüzde anlamını hatırlayan pek olmasa da hâlâ kullanılan (Örnek: Bayındırlık müdürlüğü) ve "İskan" anlamına gelen Bayındır sözü de zengin anlamında "Bay" kökünden gelir, "Bay-an-tur" (Çavuldur gibi başka Oğuzca sözcüklerde de görüyoruz bu -tur ekini, -lı/-li ile benzer görevdedir; örneğin Çavuldur, ünlü, şöhretli, meşhur demektir) şeklinde olup ilk dönemde "Bayundur" diye kullanılan bir sözdür, "Zenginleştirilen, zengin edene (zengin eden bir kişiye/kuruma) sahip, zengin edilmiş" gibi bir şekilde günümüz Türkiye Türkçesine çevrilebilir. Bayılmak ile "Bay" kökünün bir ilgisi yok, onun kökü doğrudan Bayıl-. Baygın kelimesi de Bayılgan'ın zamanla kısaltılıp değişmesiyle oluşan bir söz, al(mak) kökünden "Alagan" da fatih demektir, -gan/-gen eki -an/-en ile benzer görevde kullanılır Türkçede. "Dövüşken" de benzer şekilde Döğüşgen'in değişimidir. Bu arada evet, bugün dalga geçilen ve bazı ağızlarda hâlâ kullanılan "Döğüş" aslında Dövüş sözünün ilk hali (Zaten kelimede V değil W var aslında, B-V, Ğ-W dönüşümü vardır Türkçede). Döğ- kökünden geliyor, kökün Döv-'e dönüşmesiyle birlikte o kökten gelen bütün sözler de Döv-'e dönüşmüş. Bu arada "Sözcük" TDK tarafından bulunan ve başarılı bir söz, Eski Türkçe'de doğrudan "Söz" deniyordu kendisine. Daha sonra "Söz" denen diğer ifadelerle karışmasın diye önce Arapça "kelime" sözü alınıp kullanıldı, sonrasında TDK "Sözcük"ü buldu. Konuya dönersek: Eğer bayan kelimesine illa itiraz edecekseniz "Bayan değil kız" deyin ama o da işinize gelmiyor yan anlamlardan dolayı, değil mi? Saçma sapan işlerle uğraşmayın, zaten günümüzde feminizmin ne olduğunu bilen çok az kişi kendini feminist diye tanımlıyor. Eşitlik diye çıkılan yolda iyice "Biz yöneteceğiz ulan, bizim dediklerimizi yapacaksınız." kıvamına geldiniz ya, ben size hiçbir şey demiyorum. Ha bir de bu eşitlik neden hep hafif (ofis çalışması gibi) veya üst düzey (müdürlük misal) işler ve durumlar söz konusu olduğunda gündeme getiriliyor? Eşitsek -ki ben eşitliğe inanıyorum ama feminizm amacından sapmış bir ideolojidir, zaten asli amacı eşitlik olsa adı feminizm değil egaliteryanizm olurdu; feminizm şu anki haliyle cinsiyetçilikten başka bir şey değildir- her şeyde eşitiz: İki cinsiyet de madende çalışabilecek, iki cinsiyet de fikirlerini "Yanlış anlarlar mı?" diye düşünmeden söyleyebilecek (aynı şeyi erkek söylese ağır tepki verilip kadın söylese başka türlü tepki veriliyor, gerçi bunun tersi de geçerli olduğundan bu konuda eşitlik değilse bile "ortak eşitsizlik" var), şayet zorunlu askerlik varsa iki cinsiyet de yapacak, iki cinsiyete de aynı davranılacak. Aynı davranmak konusunda şundan bahsediyorum: "Önce kadınlar ve çocuklar" olayı feminizmin fıtratına ters mesela ama itiraz eden tek feminist bulamazsınız. Önceliğin ve üstünlüğün illa verilecekse de doğuşa değil niteliğe göre verilmesi gerekiyor: "Önce hayatta bir yararı olacaklar ve çocuklar" gibisinden mesela.

Hazır konu gelmişken, birkaç yıl öncenin mevzusu olsa da "TDK'nin Cinsiyetçi Tanımları" konusundan bahsetmek istiyorum. TDK denen kurumun en azından günümüzdeki halinden pek hoşlanmadığımı biliyorsunuz zaten, boş beleş işlerle uğraşan garabet yuvası. Yalnız daha önce de dedim: Ben hakkı savunurum. Yani... Genelde. TDK, "Bu tanım cinsiyetçi, bunu sözlüğe alamam." gibi bir şey diyemez, halk tarafından kullanılan bütün olası anlamları sözlüğe eklemek zorundadır; yapmazsa TDK olmaktan çıkar, "Türk Dili Denetleme ve Düzenleme Üst Kurulu" gibi bir şeye döner. O söz konusu anlamlar Türkçede gerçekten kullanılıyorsa ve TDK onları asıl anlam değil yan anlam olarak yazmışsa hiçbir şey söylenemez. O dönemde kontrol ettim, hepsini yan anlam şeklinde kayda geçirmişler. Peki o anlamda kullanılıyor mu? Şahsen ben o eleştirilen anlamların, hatta daha beterlerinin o kelimelerle kullanıldığını gördüm kendi günlük, fani hayatımda. Bir de TDK'yi cinsiyetçi buluyorsanız hepsi -en azından o sırada- sap (Bak, bu da cinsiyetçi tanım? Bir kadına mı cinsiyetçilik yapılıyor memlekette?) olan liseli erkeklerin koyulaşmış muhabbetine maruz kalırsanız ya kendinizi öldürür ya da erkek cinsini yeryüzünden komple silmek için planlar yapmaya başlarsınız. O muhabbetlerde ne iğrençlikler dönüyor haberiniz yok, zaten o yüzden "Kız olsam lezbiyen olurdum diyen erkek" diye bir gerçeklik var. O muhabbeti, bir sevgilin olduktan veya lise bitip olgunlaştıktan sonra genelde terk edilse de o bakış açısını bizzat görüp bildiği, onlarla muhatap olduğu, yani özetle erkek denen varlığın ne menem bir şey olduğunu gayet iyi bildiği için "Erkek dediğin şeyle ilişki mi yaşanır mk? Hem zaten kıllı mıllı iğrenç bir beden, mis gibi kadın vücudu dururken..." (Bakın, son cümlede yine liseli erkek muhabbetine bağladı ağzına sıçtığımın evladı gördüğünüz gibi) şeklinde bir düşünceye giriyor, tezahürü de bu oluyor: "Kız olsaydım lezbiyen olurdum." Liseli erkek muhabbeti, hele bir de ortamda herkes o sıralarda sapsa harbi iğrenç bir şey ama ya, konu dönüp dolaşıp illaki "karı kız muhabbeti" (bak bu da cinsiyetçi tamlama, TDK "Türkçede yok böyle bir tamlama" diye yok mu saysın cinsiyetçi diye) olarak tabir edilen şeye gelir, ortama da bağlı olarak büyük bir hızla "Sikiş sokuş muhabbeti"ne kayar. "Kız olsam ilk sana verirdim", "Verse almaz mısın?" (Neyi?), "İstediğin kızı elde edeceksin ama..." Bu üç cümleden çok daha beterleri de var tabii ama bu üçünden en az birinin kurulduğu herhangi bir ortamda bulunmamış erkek ya izole olarak yaşamıştır ya da biz halktan kişilerin ulaşamayacağı elit bir doğuma sahiptir. Bir de Türkiye'de kast sistemi yok derler alüminyum. Ha Türkiye'de yaşamıyor olması da ihtimal dahilinde tabii. Bir de kızlara bir sır vereyim: O gruptan biriyle bir akrabalığınız ya da sevgililik durumunuz yoksa ("Ana bacı yapma lan!") bu muhabbetlere meze olmanız kaçınılmazdır, aralarından biriyle, birkaçıyla veya hepsiyle ikinizde de hiçbir art niyet olmaksızın arkadaş olmanız bir şeyi değiştirmez. Yalnız o gruptan biri size aşıksa o zaman da muhabbete meze olmaktan kurtulursunuz bak, öyle bir şey de var ("Sen ne biçim konuşuyorsun lan yengen hakkında, doğru konuş it oğlu it!" Bunu diyemeyen de kızın bahsi geçince sert savunma yapar, kıza aşık olduğu kabak gibi belli olur; ha bu muhabbetler esnasında liseli erkekler genelde otomatik pilota alıp beyinlerini -biraz da kanın çoğu başka yere gittiği için- kullanmadıklarından fark etmeme ihtimalleri yüksektir. Bu arada ilginçtir, bu muhabbetlerde kan ilk aklınıza gelen o aşağıdaki yere de pek gitmez, daha çok dil çevresinde toplanır). Yengeleri olmanız için o gruptan birinin size bir şey hissetmesi yetiyor bu arada, sizin herifi sallayıp sallamamanızın liseli erkek muhabbeti nezdinde herhangi bir önemi veya anlamı yok. Adını bile bilmiyor olabilirsiniz. Öte yandan o erkeğin size bir şey hissetmesi muhabbete katılmayacağı anlamına gelmez, muhabbete katılmasıysa sevgililik gibi bir duruma girerseniz sizi aldatmaya meyilli olacağı anlamına gelmez. Erkek dediğin böyle bir varlıktır, bunu bilen erkekler de yeterince taşak muhabbetine maruz kaldıktan sonra yukarıdaki lezbiyenli cümleyi kuracak hale gelir. Ama ergen erkek harbi çekilecek gibi değildir, buradan ergen erkek ailelerine sabır diliyorum. Geçiyor... Şey, yani, genelde geçiyor.

Aslında zaman zaman Youtube kanalı açmak istiyorum, hani "Sizden gelen soruları cevapladım" "Birbirimizi ne kadar tanıyoruz" (Kimle?) falan... Falan da bunlar haricindeki içeriğin orijinal olmasını istiyorum, o da günümüz şartlarında pek mümkün değil. Adamlar atmosferden atladı lan? Bir de kamera, kurgu falan... Hiç uğraşamam, en azından şimdilik uğraşamam.

Yalnız Deca-Dence'a SNK ve Kabaneri çakması dedim (ki herkes de öyle düşünmüş zaten, 2. bölümün yorum kısmı "E bu SNK çakması değil miydi?" yorumuyla dolu) ama ikinci bölümde evrim geçirdi lan anime. "Ne izliyorum lan ben?" oldum, saldım şimdi; biraz kafamı toplayıp ikinci bölümü baştan izleyeceğim. 2 bölümde bu kadar farklılaşamazsın, Madoka Magica'nın evrimi bile bu denli değildi! Bakalım, aslında 2. bölümde açtıkları bu temayı sevmedim değil ama şu an hem kafam biraz dolu hem de birinci bölümde öyle ikinci bölümde böyle olunca ağır geldi bünyeye. İzlemeyeceğimi düşünüyordum ama izleme ihtimalim arttı. İzledim geldim, tamam: İzlerim ben bunu; SNK gibi devam etseydi izlemezdim ama bu şekilde kesin izlerim. Hazır konu açılmışken 3. sezonu çıkan OreGairu hakkında da birkaç şey diyeceğim: Lan yazar bozuntusu (Bunun orijinali ranobe, o yüzden suçlanması gereken kişi de mangaka değil yazar) Hikigaya gibi efsane bir karakteri her yeni sezonda çöp ediyor, inanılmaz. Birinci sezonun başlarında adam yıkık olsa da bir ideali vardı, güçlü duruyordu, tek zaafı beyaz saçlı trap karakterdi (Bir de kardeşi ama çoğu ağabey küçük kardeşine karşı zayıftır, kendimden biliyorum; o yüzden onu dahil etmedik). "Keşke ayı olsaydım da üç ay kış uykusuna yatsaydım, hepinizden tiksiniyorum pis insanlar" modunda takılan adam üçüncü sezonda sınıf arkadaşıyla normal bir şekilde konuşuyor (ki aslında hepsinin ağzına sıçsa hiçbiri itiraz edemez; gerçi ranobeyi okuyanlar yargı dağıtacak diyor ama du' bakalım), İroha'dan, Yukino'nun ablasından falan yüzü kızarıyor. Nasıl Hikigaya lan bu? Bak bu adam İroha masa tenisinde kendisine feyk attığında "Mal mal işlerle uğraşma kızım" tepkisi vermiş bir insan evladı lan? "Pantsu. Pinku. Hidoi." (Sahneyi hatırlamak için: Oregairu pink pants) tepkisini yüz ifadesi değişmeden verip ortamdan sıvışan Hikigaya'yı ne hale getirdin birader, derdin ne senin? Bu arada hikayenin sonu hakkındaki düşüncem ilk sezonun başından beri aynı: Yui'ciyim* ama Yukino sonu olursa üzülmem. Bu işin sonunun rota şeklinde olacağı belli zaten, söveceğim tek bir son olabilir: Hikigaya sap kalmaya devam ederse o zaman söverim bak, madem karakteri çöp ettin bari yalnız ölmesin. İlk sezondaki Hikigaya bunu dert etmezdi, ben de etmezdim ama şu an İroha'dan yüzü kızarıyor adamın, alo? Yardım çığlığı lan bu?

*Neşeli, hareketli ve nazik kızlara karşı zaafım var (Kusura bakma Hikigaya, yeterince güçlü değilim. Hikigaya'nın nazik kızlar hakkındaki monoloğunu bilen niye bunu dediğimi anladı). Allah da benim belamı versin, gerçi çoktan vermiş de olabilir, ondan emin olamadım şimdi. Yalnız bu zaafıma rağmen Uzaki-chan animesindeki kızdan (adının Uzaki olduğunu söylememe gerek yok herhalde) çok hazzetmiyorum, daha animenin 2. bölümü yeni çıktığı ve henüz sadece ilk bölümü izlediğim için de olabilir ama büyük oranda hatırlamak istediğim birilerini hatırlattığından öyle. Ha bir de alay ettiği çocukla kendimi fazlaca özleştirebilmem için de olabilir. Diğer "alay ustaları" ("Teasing master". Böyle bir konsept oluştu Takagi-san'dan beri) olan Takagi ve Nagatoro'yla (tabii tek alay ustaları bunlar değil ama benim tanıdıklarım bunlar, diğer serileri okumadım. Şaka maka Nagatoro'nun da animesi onaylandı lan, Komi-san'ınki onaylanmadı onunki onaylandı. İzlemeyecek miyim? İzleyeceğim, o ayrı) bir sorunum yok, gerçi Nagatoro'daki senpai de kendimi özleştirebildiğim bir karakter ama Nagatoro'ya karşı öyle bir iticilik hissetmiyorum; yani mesela tamamen o hatıralarda. Bu arada Uzaki ve Nagatoro'da ecchi tagının olup Murenase! Seton Gakuen'de olmaması saçmalıktır, densizliktir, dengesizlik, aymazlık ve dahi iş bilmezliktir! (Ne kadar kelime varsa kullandım, resmen kelime israfı) O fanservis seviyesiyle Murenase eğer ecchi değilse Uzaki ve Nagatoro genel izleyici kitlesidir.

Ha şu "Ğ'nin sesi var ulan!" tavrım var ya? O hep "Sesi yok o'l'm bunun" olayından ortaya çıkıyor: "Günümüz Türkiye Türkçesinde seslendirilmez" (veya "seslendirilmesine gerek yoktur") dense hiç böyle bir sorun oluşmayacak. Benim itirazım sesi olmadığı iddiasına, günlük hayatta genellikle seslendirilmiyor zaten, o konuyla derdim yok. Bu tavrım biraz da Türkçeyi bir bütün olarak gördüğümden ortaya çıkıyor: Kazakça, Özbekçe, Sakaca, Türkiye Türkçesi... Hepsi bir bütünün parçaları olduğundan birinde olan şey Türkçede vardır. "Sert Ğ" veya "Hırıltılı Ğ" diye tanımlanabilecek bir ses var mesela bazı Türk dillerinde, Ortak Türki Abece'de Ƣ ile gösterilir. O olunca Ğ'nin sesi olduğuna itiraz etmek de komik kaçıyor. Günümüz Türkiye Türkçesinde tamamen kaybolmuş olsa da Azerbaycancada yaşayan gırtlak H'si (Ortak Türki Abece'de X ile gösterilir), Türkmencede yaşayan W (bunun V'den farkının ne olduğunu elli kere anlattım, masaüstü versiyonda arama kutucuğu var), Tatarcada yaşayan Q (Bu K ile aynı değildir; sert, hırıltılı ve gırtlaktan bir sestir. Arapçadaki Kaf harfinin biraz daha boğuk halidir. Ha yeri gelmişken söyleyeyim: Arapça Kaf harfi Q'yu neredeyse tamamen karşılar ama Osmanlıcada Kaf harfi Ⱪ yani her zaman çıkardığımıza göre daha kalın ve yine gırtlaktan ama hırıltısız bir K sesi için kullanılır: Kurt ya da koyun derken çıkardığımız gibi. Daha önce de Türkçede K harfinin iki farklı ses değeri olduğunu söyledim.) var mesela, hepsini Türkçe içinde sesler olarak görüyorum ama hiçbiri günümüz Türkiye Türkçesinde seslendirilmiyor. Öte yandan Türkçede aslında olmayan, Arapçadan girme "ince L" seslendiriliyor. Dil olayına diksiyon değil etimoloji yönünden baktığımdan kaynaklanıyor bunlar hep. Konuşmaktan çok yazmaya ilgim olduğundan da olabilir, ne konuşacağım? Çok yorucu bir şey. Yazar geçerim mis gibi. Yalnız sesli harflerde millet olarak daha başarılıyız, göstermesek de açık, kapalı ya da yarı-uzun (şapkalı) sesli harfleri rahatlıkla ayırt edip kullanabiliyoruz; o da ilginç bir ayrıntı.

Bu tür yazılara "Öylesine, Bildiğin Yazı" deyip numara vermeye başlayacağım artık, bunların başlığını düşündüğüm kadar geometri hakkında düşünseydim zamanında sınavdan sıfır çekmezdim, bu ne lan? 03 aldım ben zamanında geometriden, adını soyadını numarasını yazana 05 veriyorlardı. Hani adımı soyadımı bile yanlış yazmış olmam lazım o notu alabilmek için. Hayır konuları başlıkta listeleyince de hoş durmuyor. Bak mesela bunu listeleyeyim: "İsekai, Paganizm-Şamanizm-Putperestlik Farkı, Bayan Sözünün Etimolojisi, Deca-Dence ve Hırıltılı Ğ". Şöyle daha beter de olabilir, o zaman kutucuğa bile sığmıyor (Burada kutucuğum var benim): "İnanılmaz Tatlı Bir Kız Olarak Yeniden Dirildim Olayına Girmemeleri, Pagan, Şaman, Putperest ve Animist Arasında Ne (Bunun büyük harf olması doğru mu? Bağlaç ya çünkü?) Fark Var ve Diğer Şeyler" Bu ne yani? İlk cümle bile zor sığıyor kutucuğa.

Ha bir de şu Youtube kanal önerileri videosunda çok bilindik kanalları ya da oyun kanallarını yazmadım, neden? Sebebi yok; içgüdüsel olarak yaptığım şeylerden biri o da. Bir de bilindik olmasa bile takip ettiğim bazı kanalları yazmadım... Çünkü neden hepsini yazayım? Ne gerek var?

16 Temmuz 2020 Perşembe

Youtube Kanalı Öneriyorum (Çünkü Başka Hiç İşim Gücüm Yok)

Başlıktan da anlayacağınız gibi kendi takip ettiğim Youtube kanallarından birkaç tane önereceğim. Kategorilere ayırmayı düşündüm ama iş çıkacaktı, işsiz olduğum için yazdığım bir şeyde iş çıkmasını istemediğim için sıradan gideceğiz. Kanal ve/veya sahibi hakkında genel bilgi verip neden sevdiğimi söyleyip "Şu şu hoşunuza gidiyorsa kaçırmayın" gibi bir şeyle bağlamayı düşünüyorum. Haydin gazamız mübarek olsun. Ha bir de öneri sırasına değil harf sırasına göre yazdım, bir de onla uğraşamam. Hem kategorilemeyince neyi ne kadar önerdiğimi hesaplamak da zor zaten.

Akvaryum Kulübü: Yani, adından belli zaten. Akvaryuma ilginiz varsa izleyin. Yalnız aslında bu diğerleri kadar sıcak olduğum bir kanal değil; ben daha çok bitkili karma-canlıdoğruan tipiyim ama kanalda ağırlıkla çiklit ve canavar balık (arovana, çelıncır, pirana falan) içeriği var.

Filmler ve Filimler: Kendisi Fox lakaplı (bu lakap nereden çıkmış, kendi kendine mi vermiş nedir bilmiyorum) Taha Ulukaya'nın adından da belli olduğu gibi sinema üzerine olan kanalı. Bu arada Fox esasen bir senarist, haliyle işin içinden biri. Kanal daha çok eleştirel parodileriyle tanınıyor, onun dışında HİLE diye dizi yaptılar falan... Eleştirel parodiler epey komik, HİLE de TV dizilerinin çoğundan daha iyi, onun dışında farklı içerikler falan da var işte... Eleştirel parodiler de bir de puanlama sistemi var: Chaplin-Hitler şeklinde, Chaplin'li olanlar iyiler yani "Film"ler, Hitler'li olanlar "Filim"ler yani başarısız olanlar. Ha Fox'la aynı düşünmek zorunda değilsiniz tabii ama eleştirel parodiler her halükarda komik. Daha ciddili içerikler isteyenler için bu kanalda o da var.

Hiç Komik Değil: Bu arada mizah ağırlıklı bir liste olacak, nedenini biliyorsunuz işte. Bu da adına rağmen oldukça komik bir kanal; anime, dizi/film, çizgi roman, kitap, oyun gibi eserlerin parodilerine sahip olup başka içerikler de yapıyorlar. Kanal eski arkadaş olan bir ekipten oluşuyor ve bu ekip daha Youtube diye bir platform (en azından Türkiye'de) yokken içerik üretmeye başlıyor. Tablet Reis'in zamanları işte, sonrasında Youtube Türkiye'nin ilk içerik üreticilerinden de oldular. "İnanılır Evlenme Teklifi", "Çinlileri de Ordusporlu Yaptık" videolarının dönemi. Bu arada yakın zamana kadar bu iki videonun olduğu kanalı ve videoları bulabiliyordum ama şimdi bulamadım, komple kapattılar herhalde. Bu arada o kanal şimdi açılsa değeri daha çok bilinirdi, tabii bir Enes Batur olamazdı ama tarihin tozlu sayfalarında hoş bir nostalji sedası olarak kalakalmazdı en azından şu maireng gökkubbede (Ne?). HKD'ye dönersek: Az ama öz video atan, hoş bir kanal. Geek içeriği var, nostalji içeriği var, komedi zaten hep var, popüler kültür içeriği de yaptılar.

İbrahim Sargın: Bu diğerlerinden biraz daha farklı bir kanal. Daha çok "Bugün neleri gördüm günlüğü" gibi bir şey. Yılan, akrep, kurbağa, yediuyur videoları falan var; doğada görüp çekiyor, Youtube'a koyuyor. Kendisi uzman denilemese de en azından sürüngenler vs. hakkında bilgili bir insan.

KALT: Absürt komedi, kara mizah ve hiçbir anlamı olmayan mizansenleri sever misiniz? O zaman bu kanal tam sizlik. Genel olarak adı sanı bilinen belli bir kadrosu var, biri pek popüler olmasa da profesyonel bir müzisyen (yani, adam pop tarzı müzik yapmadığı için haliyle), biri bilgisayarcı vesaire... Yalnız kanal ekibinin tamamen erkeklerden oluşması nedeniyle doğaçlama kısımları "taşak muhabbeti" diye tabir edilen şeye kaymaya çok müsait, baştan uyarayım.

(Uzun zamandır video mideo atmadığı için Karınca Çiftliğim'i geçiyorum)


KURCALA: Ankara'dan bir kanal bu, genel anlamda gündem eleştirisini yarı-parodi şeklinde sunuyorlar. Mizahı iyi mi? İyi ama öyle dümdüz mizah, çok bir şey beklemeyin.

MINTIKA: Bilgi Şehri'ni bilir, hatırlar mısınız? İşte, kanal kapanınca buraya taşındılar; uzun zamandır da video atmamışlardı. Sonra dizi öneri videosu gibi şeyler atmaya başladılar ve "Belgesel yeniden yapacağız ama biraz meşgulüz şimdi" bilgisini verdiler. Bekliyoruz bakalım... Hani "Telekomun Yasaklanan Reklamı! - Türkiye'de İnternet Belgeseli" gibi bir zamanların efsanelerini izlemek isterseniz yeriniz burası.

MorKomedyen: Bu da aslında bir tiyatro oyuncusu olan Murat Genç'in kanalı. Önceden farklı şeyler yapmış ama bir kez burç komedisi yapmış, tutunca da oradan yürümüş. Hâlâ burç komedisi yapmakta kendisi. Burçlar hakkında nasıl hissettiğinizin bir önemi yok; ister inanmayın ister aşırı ciddiye alın, videolar komik. Ha ama abartılı komedi istemiyorsanız uzak durmanızda fayda var, zayıf kısmı açığa çıkarıp komediyi sunarken bazen aşırılık hissedebiliyor insan. Özellikle de Akrep ve Yengeç burçlarının kısımlarında bu his daha çok oluştu bende.

Murat Soner: Geldik başka bir Murat'a... Bu kişi aslında radyo sunucusu, kanalında da dizilere (özellikle de Türk dizilerine) dair içerikler yapıyor. O dizi hakkında hiçbir şey bilmeseniz bile video kendini izlettiriyor, videolar eğlenceli olup ayrıca üstü kapalı veya açık eleştiri ve üstü kapalı laf sokma da içeriyor. Yalnız bu eleştiri ve laf sokmalar ilgili dizinin şahsiyetine değil, genel olarak onun bağlı bulunduğu platforma yönelik: Türk televizyonculuğuna, Netflix'e falan... Yani, kanal komedi kanalı değil; daha çok "Güleriz ağlanacak halimize" tadında bir dizi kanalı. Bir de kendi kendiyle her fırsatta dalga geçmesi yok mu? Bayılıyorum oraya: "Bak kamerayı zamanında kapatmıyorsunuz yine laf sokuyorum", kendi söylediği cümleye yönelttiği "Fena bir şey dedi ama tam anlamadım..." falan.

Noluyo Ya ¿: Ceyda Kasabalı ve Fırat Albayram adlı karı-koca iki oyuncunun kanalı. Oyuncu derken bildiğin dizi/film oyuncusu. Aslında kanal daha çok "Hadi günlük hayatımızı kameraya alalım" tadında bir şey, Ceyda'nın kötü esprileri, Fırat'ın halleri falan derken çoğu videoda komik kısımlar yoğunlukta. Onun dışında pek orijinal bir içerik olduğu söylenemez, zaten kendileri de sağdan-soldan içerik bulduklarını inkar etmiyor. Oyuncu olmaları nedeniyle dizi/film önerdikleri bir "Ne İzlesem?" serileri vardı ama bitirdiler onu, öylesine bir kanal işte ya. Anlatması zor ama birkaç video izleyince bağımlılık yapıyor, insan o videoları izlerken farklı bir zihniyete bürünüyor artık.

Otomatik Oynat: Bu da yine toplama bir ekiple çok abartılmayacak komedi videoları çeken bir kanal. Ünlü Tarifler (Bir örnek: Danla Biliç Çevirme), "Biz Bu Gece Mervelerdeyiz" diye bir içerik (Ünlü bir konuk alıp sorular soruyorlar, saçmalamacanın dibine vuruyorlar falan), "Sadece Soruyorum" adlı, temelde yardıma yönelik bir çeşit mizahi bilgi yarışması falan var.

Röportaj Adam: Zaten kendi başına yeterince komik ve saçma olan haberler daha da beter hale getirilebilir mi? Eğer Röportaj Adam izlerseniz bu sorunun cevabının "Evet, yapılabilir" olduğuna dair hiçbir şüpheniz olmayacaktır. Bu da yine İstanbul-dışı bir kanal, Adanalı. Mahsun'un (asıl soyadı Karaca ama habere göre farklı farklı soyadlar alıyor. Mahsun Sapiens bile oldu lan adam) her seferinde farklı farklı hallerini, davalara, haberlere konu oluşunu görüyoruz; bir nevi dizi gibi. Farklı içerikler de yapmaya başladılar, onlar da gayet iyi. Bu arada eskiden her haber içeriğinde birilerinden davacı olurdu ama artık olmuyor, bir de izleyiciler ve Mahsun arasında öneri olarak başlayıp bir çeşit inat malzemesi haline gelmiş "Silah çektiği otobüsten 28 polis indi" haberi var ki apayrı bir olay. Bu arada videoların çoğunu iki kez izlemeniz gerekiyor çünkü altyazı -bilinçli olarak- bağımsızlığını ilan ediyor çoğu zaman.

Tayfun Demir: Yapısı ve amacı çok değişmiş bir kanal bu ama genel içerik kedi, köpek, sincap, keçi, tavuk falan üzerine. Adam her iki-üç videoda bir kanalın asıl amacını, bu notkalara nasıl ve niye gelindiğini falan anlatıyor zaten. Uğraştırmayın beni.

Veysel Zaloğlu: Şu "Amerikan dublaj" videolarını görmüş müydünüz? İşte onları yapan kanal bu. Genel olarak benim de bahsettiğim "Bu ne lan, Hollywood filmlerini hep aynı kişiler seslendiriyor?" olayına parmak basmakta kendisi, e videolar da gayet komik.

Yunus Emre Gündüz: Bu adam aslında karikatürist, bayağı dergilerde yayınlanmış karikatürleri falan var. Sonra bıkıyor karikatürden ama çizmeyi de bırakmak istemiyor, kısa animasyonlara yöneliyor. Genel anlamda mizahi yönü olan ama "Komedi kanalı" diye sınıflandırılamayacak bir kanal. Animasyonlarda hem karikatür döneminden kalma Jem (Şu kanal resmindeki Michael Jackson çakması beyin) gibi karakterler hem de yeni olay ve karakterler var. Animasyonlar genel bir devamlılık temasında şekillenmiyor; bazen videonun sadece bir kısmı animasyon oluyor ve çoğunlukla Yunus'un yakınmalarını dinliyoruz (Ben bu blogda çok farklı bir şey yapıyorum sanki).

Özcan Show: "Bu nasıl harf sırası lan?" Bunu ben de dedim ama Youtube'un kendi sırasıyla gidiyorum, "özel karakterler"i sona atıyor demek ki Youtube algoritması. KALT'ı sevdiniz mi? Peki ya animasyon sever misiniz? O zaman derhal bu kanala gidip izleyin; eski TRT Okul hocası Radi, Terzi Niyazi, devlet okullarında kadrolu anatomi iskeleti olarak çalışmış Özcan Kıkırdakoğlu, Keşanlı Trump, Laz Putin, Adanalı Ronaldo, Doktor X'lik yapan Soner Sarıkabadayı, klozetten zaman makineli İlber Ortaylı gibi karakterle muhatap olup eğlencenin ve bazen gönderme şeklinde bazense göstere göstere (mesela denetim olaylarından bahsedildiği sırada videoya RTÜK Bey diye bir karakter koymak gibi) eleştirinin tadını çıkarın. İster Rick & Morty gibi yeni işlerin (o kadar ağır değil ama yine yetişkin animasyonu şeklinde) Türk tipi yansıması olarak ister Grafi2000 kafasını hatırlayarak bir şekilde zevk alacaksınızdır. Ha "Animasyon ne lan? Bize gelmez." diyorsanız bulaşmayın, o ayrı.

14 Temmuz 2020 Salı

Her Zamankinden Çek Abime!

Şimdi, ben komplo teorilerinden, şehir efsanelerinden ya da bunlar gibi şeylerden hoşlanmayan, bunlara ve bunların anlatıcılarına, destekçilerine vs. "Mal mısınız amk" şeklinde yaklaşan bir insan değilim. Hatta en az yarısının doğru olmasını isterim ki dünya gerçekten de ilk bakışta göründüğü kadar sıkıcı bir yer olmasın. Yalnız şu "Amerika hepimize çip takacak" teorisini duyunca "Amerika zaten takacağını taktı, sizin haberiniz yok" diyesim geliyor. Abicim, zaten elindeki o akıllı telefonla neon tabela gibi geziyorsun, hâlâ ne çipi Allah aşkına? Kalburüstü bir heçkır (TDK'nin "yetkisiz erişen" saçmalığını kullanmaktansa halk tarafından Türkçeleştirilmiş bu ifadeyi kullanırım, bu ilk değil sonuçta. "Mayonnaise"i mayonez, ""Chunuk Bair"i Conkbayırı yapmış bir milletiz) zaten o telefonla hemen hemen bütün bilgilerine, yakın çevrende nasıl insanlar olduğuna, konumuna, neleri tercih ettiğin bilgisine vs. ulaşabilir. Geriye bir tek kan grubu falan kalıyor, onlar da e-devlet'te falan vardır herhalde. Ha "Ama çipler bizi uzaktan kontrol edecek?" dersen: O telefonun şarjı azaldığında deli dana gibi priz arıyorsan sen zaten uzaktan kontrol ediliyorsun demektir. Reklamlara falan hiç girmedim bak. Bu arada bak, "Reklam" diyorum; bildiğin dümdüz, beyin şey eden reklamlardan bahsediyorum, subliminalden falan değil.
İnsan bedenini onaran 'çip': Büyük umut! - TEKNOLOJİ Haberleri
Chou Futsuu Toshi Kashiwa Densetsu R diye bir şey (Evet, anime değil, "Şey". Kendileri bile "Bu bir anime değil" diyorlar lan? There is No Game kafası işte.) çıkmış, bu tür serileri sevmeyen biri değilim. Hatta şu diyalogsuz animenin çevirisi yarım kaldığında (Ulan sadece yazıları çevireceksin, konuşma bile yok; nasıl yarım kalabiliyor o seri? Sonradan tamamladılar neyse ki) sövmüştüm (Joshikausei imiş o serinin adı). Yani böyle değişik, "Bu neyin kafası?" dedirten işleri bayağı severim... Ki muhtemelen birkaç bölüm içinde "Tamam lan, izlerim bitiririm ben bunu" diyeceğim, dedikten sonra çevirisi yarım kalacak* falan... Yalnız ilk bölüm biraz rahatsız etti, olaylar çok hızlı gelişiyor (4 dakika bölüm süresinde tabii, haliyle...), ondan olsa gerek. Bir iki bölümde alışırım gibi.

*Bizim çevirmenler kesin yarım bırakır bunu. Neleri neleri yarım bıraktılar, bunun çevirisine devam etmeleri için zincire vurup kuru ekmek ve suyla beslemek gerekiyor bizim çevirmenleri. Bu yükleme mükleme işleri için ekip gerekmese ben yapacağım ama fansublarla sürtüşmekten hayır gelmez, Little Witch Academia'da gördük bunu. Sen hem hiçbir açıklama yapmadan seriyi yarım bırak hem de "Biz çeviriye devam edecektik, sen niye çevirip yüklüyorsun?" de (Bana demediler, olayı ve kime dediklerini bilen biliyor). Madem çevirmen gitti -ki hiç şaşırmadım- o zaman açıklama yapacaksın. Ulan bir de bu fansublar yarım seriyi başka bir fansuba da bırakmıyor, neyin peşindesiniz? Tamamlasaydın o zaman, şerefsiz hıyarağası! Lafa gelince "Para mı veriyorlar bize bunun için amk?" diyorsunuz, o zaman neden yarım bıraktığınız serileri başkasına paslamakta isteksizsiniz? Gurur meselesi mi bu? Neyin peşindesiniz? Anca kısaltılmış hentai çevirin (Evet, böyle de bir şey türedi son zamanlarda. "Ağır" sahneleri kesip ecchi tagıyla salıyorlar piyasaya. Ha bu arada "Bu ne lan, hentaiden hallice?" animelerinden bahsetmiyorum, gerçekten daha önce H. olarak yayınlanmış serilere yapıyorlar bunu). Hele manga çevirmenlerine iyice kafam girsin! Lan güncelde veya tamamlanmış olan tek mangalar belli bir popülerliğe sahip animesi bulunan mangalar. Yok, hakkını yemeyeyim; Kaguya-sama güncel. Gerçi onun da animesi popüler sayılır ama yine de Allah razı olsun, o da olmasa güncel manga yüzü göreceğimiz yok. Lan İngilizce çevirisi yüz küsür, Japonca aslı iki yüzlerde olup Türkçe çevirisinde en son olarak altı ay önce yirminci bölüm yayınlanmış, yanında "Çevirisi devam ediyor" yazan manga var. Nasıl bir devam etmekse artık... Ranobe çevirmenlerine laf ettirmem ama; bizimkiler işlerini gayet iyi yapıyorlar. Ha bunda Türkçe çevirisi olan çok az ranobe olup animelere ve mangalara -özellikle de beklenen, sabırsızlanılan, izleyicilerin umutlu olduğu animelere- fansubların mal bulmuş mağribi gibi atlamasının da payı var ama olsun, olayın özüne bakın.

İngilizce bir isim yanlış telaffuz edilmeyegörsün, hemen herkes etimolog kesiliyor ama Kim Jong-Un'a Kim Yong Un demekte bir beis görmüyorlar. Bu arada (Güney) Korelilerin özel isimleri yazarken Korece latinizasyona uymamak gibi bir adeti olduğundan ismin Korece yazılışını kontrol ettim, "C" okunan harfle yazılıyor. Hatta ismin "Cong" da değil "Coñ" diye okunması gerekiyor ama kimseyi nazal N çıkarmaya zorlamayacağım. Mesela Doğcoğ (Burada aslında Ğ'den bile daha hafif bir ses var ama tam anlamıyla uzatma değil, bir ses var yani; İngilizce olarak bazen H diye gösterilir ama alakası yok. Hece sonu N'sinin de kendine özgü, nazal N'ye kayan bir sesi var Japoncada ama onun konumuzla bir ilgisi yok, kimse de "O ses öyle çıkarılmaz" demeyecektir) diye okunması gereken ve roumaji (Okunuşu: Roğmaci, yani Ğ değil de açıkladım az önce, aman be, O'yu azıcık uzatın işte, elalemin dilinin derdi bana mı düştü anasını satayım?) adı verilen Japonca latinizsayonda "Doujou" diye yazılan, kolaylık olsun diye herkesin "Dojo" diye yazdığı (Aslında bu kelimenin U'suz versiyonu O değil Ō ile yazılır) kelimeyi de "Doyo" diye okuyorlar. Doyo ne lan? Yok yoyo. Tamam, doğru telaffuz önemli... Önemli de bir İngilizce ve Türkçe için mi önemli? Bu iki dilde telaffuzumuz doğru olduktan sonra "Özel isim söylüyoruz" başlığı altında diğer dillerin okunuş kurallarını yerle bir edip o dilleri katletmekte bir sorun yok mu yani? Bu arada Türkiye'de -bir süreliğine İngilizce veya aynı sesin bulunduğu bir dil konuşulan bir yerlerde kalmamış ya da çift dilli vesaire olmayıp- İngilizcedeki "Th" sesini (Evet, bu bir ses. İngiliz runik alfabesinde tek rün ile gösterilen, tek bir ses. Macarcada da benzer şekilde "Ty" sesi var ama onu çıkarmak o kadar zor değil, T ve Y'yi iç içe geçirince doğru sesi çıkarmış oluyorsun zaten) doğru düzgün çıkarabilen varsa gelsin, elini eteğini öpüp önümüzdeki üç yılı kölesi olarak geçireceğim. Bu arada buradaki etek, bugün etek dediğimiz kıyafet değil; kaftanın, cübbenin vs. belin altına uzanan, sarkan kısmının adı "etek." Hatta Anadolu'da bugün bile atletler, gömlekler, tişörtler için "Eteğini beline sok" gibi laflar kullanılır. Bu arada bu sadece Türkçede olan bir durum değil ha, İngilizcede de skirt hem bugün (ve aynı zamanda eskiden de; zira o zamanlarda da etek vardı, yok değildi) etek dediğimiz kıyafet hem de "rob"un (Robe. Genelde cübbe falan diye çevrilir ama hiçbir alakası yok, Avrupa kültürüne özgü bir geleneksel kıyafet. İlla çevirmek isterseniz kaftan diye çevirin, ben rob diye bırakacağım) o ilgili kısmı için kullanılır. Yani Türkçeye özgü değil, muhtemelen bütün diller için böyle. Ha Japonca için değil. Neden değil? Çünkü etek kelimesinin karşılığı yok adamlarda, "Sukaato" yani "Skirt" diyorlar. Bakın bir Japon'la İngilizce iletişim kurmaya çalışırsanız başınıza ne geleceğine dair bir önizleme bu, ayağınızı denk alın ghahgayjk. Ha bir de "Adam" eril değil, "Eril/nötr" kelimedir; İngilizcedeki "men" de hem "Adamlar" hem de cinsiyetsiz olarak "insanlar" anlamında kullanılır. Hep erkek egemen kültür bunlar (Nasılsa ikisi de yabancı kelime, bizlik bir durum yok, yasla yaslayabildiğince jshamhkafö). Bu arada Japoncada etek kelimesinin karşılığının olmama sebebi Japonların modern zamanlara kadar öyle bir kıyafet giymemiş olması, Avrupa'da, Anadolu'da, Orta Asya'da ve -emin olmamakla birlikte- Arap yarımadasında vardı ama Japonya'da eteğe en benzeyen kıyafet hakama idi, o da hem cinsiyetsiz olması hem de yapısı itibariyle etekten çok şalvara benziyor.
Hakama:
Japon samuray kostüm erkek Kendo takım elbise Kendo Hakama Aikido ...
Bu da hakamanın nasıl bir yapısı olduğunu iyice belirtmek için:
Erkek Kendo takım japon Samurai kostüm Kendo Hakama Aikido Judo ...
Bu arada iki foto da aynı kaynaktan ama denk geldi, özellikle uğraşmadım. Vallahi bak.

Bunu yazmayacaktım aslında ama neyse: Supernatural'ı ite kaka, kaynağım kesile site araya araya güncele kadar izlemeyi başardım... Dizinin çekimi durdu. Lan arkadaş izleyicileriniz arasında beni istemiyorsanız söyleyin, gider başka dizi izlerim. Bu ne ya? Ha bir de dindar Sam'in Lucifer, ateist Dean'inse Michael'ın bedeni olmasını hep ironik bulmuşumdur (Ne sürprizkaçıranı lan artık? O seriyi izleyen herkesin yediği sürprizkaçıranlar vardır: Bunun gibi ya da Akame ga Kill'in sonu gibi ya da Barusu'nun ölmesi gibi... Sonuncu şaka, yani değil de... Eeeh, seriyi bilenler ne demek istediğimi anladı işte be)... Ki zannımca senaristlerin amaçladığı da tam olarak buydu. Ha bir de Dean'in ateist takılması harbi büyük mallık, büyü çemberiyle şeytan tuzakladın, saf demirle (nereden buluyorsunuz lan her yerde saf demiri? "Niye demir?" demiyorum çünkü bu da ilk sezonlardaki diğer her şeyle aynı: Dizinin uydurmadığı, gerçekten "hayalet" mitinde yeri olan bir şey. Özellikle de demir birçok kültürde kutsaldır, bazılarında ise kötülüğü çeken bir maddedir. Şamanizmde metallerin en kutsalları altın ve gümüş, en güçlüsü* demirdir mesela.) hayalet kaçırdın, vampirinden cinine**, kurtadamından Pagan tanrısına envai çeşit yaratık öldürdün, hâlâ "Tanrı yok hacı." kafasındasın (Artık değil gerçi de o ayrı bir konu, ağır sürprizkaçıran o, şimdi deşmeyeyim). Semavi dinlere inanmasan da hatta bir tanrının varlığına inanmasan da en azından pagan falan ol, neyin peşindesin? Bu arada bunu yazdım da birkaç bölüm yazıp devam ettiremediğim öykü mü roman mı ne olacağı bile belli olmayan bir hikayede ateist bir cinci hoca karakter koymuştum. Neden? İşte manyaklık falan, her zamanki şeyler. Bu arada bayramınız kutlu olsun. Ne bayramı mı? Bana her gün bayram valla', onu da siz bulun canım, aa.

*Ruhani anlamda en güçlüsü, Şamanizm ve benzer geleneklerde canlı cansız, kul yapımı Tanrı yapımı her şeyin ruhu vardır; Tengricilikte bitki, hayvan ve insanların yani canlı varlıkların ruhu "çör" (farklı lehçelerde farklı söylenebiliyor) denen özel bir ruhtur. Ha bir de Orta Asya geleneğinde vejetaryenliğin yayılmaması (yeni bir olay değil bu; Antik Hindistan'da ortaya çıkmış, Avrupa'ya Antik Yunan'dan yayılmış bir şey) bitkilerin de canlı olduğunun bilinmesi ve ruhlarının olduğuna inanılmasıyla ilgili. Yani Orta Asya'nın göçebe halkları için hayatta kalmak için ha hayvan öldürmüşsün ha bitki, ikisinde de sonuçta öldürüyorsun, herhangi bir farkı yok. Antik Hindistan'da ve Avrupa'da bitkilerin canlı olduğuna inanılmazdı bu arada, böyle bir ihtimal düşünülmezdi bile. Bu arada daha önce de söyledim: Vejetaryenliğe ya da veganlığa karşı değilim, felsefesine saygı duyuyorum. Yine de bu konuda Orta Asya'nın göçebe halklarıyla aynı düşünüyorum: Hayatta kalabilmek için öldürmem gerekiyorsa -ki haplarla beslenmeye başlamadığımız sürece gerekiyor, o zaman da hapların içeriğini bir yerlerden elde etmek gerekecek- öldürdüğüm şeyin bitki ya da hayvan olması arasında bir fark yok. Demire dönersek: Tengricilikte demir hem iyi hem de kötü yönden en güçlüdür, yani kutsal-lanetli bir maddedir.

**Gerçekten cin var bu arada dizide. İlk çıkan cin tasvirini epey beğendiğim ama yöntemini/özelliğini beğenmediğim bir cindi. Yöntem derken koyun kanına bulanmış gümüş bıçaktan bahsetmiyorum, oyunculara Felak-Nas okutacak halleri olmadığına göre gayet iyi bir seçim o. Zaten aslında cincilikte yeri olmayan bir şey de değil, koyun kanı ve gümüş bıçak Tengricilikle fazlaca haşır neşir olan Türk usulü cincilikte kullanılmayan malzemeler değildir ama bu konuyu geçiyoruz. Yöntem derken cinin yönteminden bahsediyordum. Daha sonra "Başka türde cin" dedikleri mavi el izi bırakan cini epey sevdim ama; Türk-İslam cincilik geleneğine daha uygun bir cindi o. Cin dediğin korkudan beslenir aga, ne ortalığı Alaaddin'in Sihirli Lambası'na çeviriyorsunuz? Bu arada wiki'den vesaire bakmak isterseniz ya da diziyi altyazısız/İngilizce altyazılı izliyorsanız "Cin"in İngilizcesi "Djinn". Ekşi'de de o kadar zeki geçinip djinn'in cin olduğunu anlayamayanlar var. Ha bu arada mitolojidir, mistisizmdir, ezoterizmdir, okultüzmdir bilmiyorsanız izlemeyin arkadaş şu diziyi, Ekşi'de "Neden böyle? Saçma değil mi bu?" diye yorumlar var. Değil. Neden değil? Çünkü o mitosta zaten olan bir şey olduğu, dizi tarafından uydurulmadığı için.
Aha ilgili cin:
Djinn | Supernatural Wiki | Fandom
Mavi alev (Cincilik geleneğinde "Semum" denir, dumansız ateş diye çevrilir ve dumansız olduğu için mavi olduğu varsayılır. Neden mavi olduğu varsayılmış, dumansız ateşi cinden periden başka nerede görmüşler* bilmiyorum ama ocakların ateşi mavi ve dumansız olduğuna göre gerçekten de oksijen yakmayan dumansız ateş mavi renkli), Hint kınasından yapılma İslam öncesi Arap tarzı dövmeler ve mavi alevle parlayan göz... Hani insansı bir cin tasviri yap deseler daha iyisini yapamazdım, bir tek ayakları düz, o sıkıntı var aghDHADFADH. Bu arada bizim korku hikayelerindeki ayakları ters olayını uzunca süre 180 derece ters olarak anladım ama muhtemelen bu konudan ilk bahseden sağ ve sol ayağın ters yerlerde olduğundan bahsetmeye çalışıyordu, sağ ve sol ayak yapı olarak aynı değil, daha çok ayna görüntüsü şeklinde, yanlışlıkla sağ terliği/ayakkabıyı sola giyeniniz varsa demek istediğimi kalbinin derinliklerinden anlamıştır. O değil de bu yazı neden "Cinciliğe Giriş 101" gibi oldu lan iyice?

*O değil de hem dünyaya sıkıcı deyip durmam hem de bunu yazmam beni maddeci gibi gösteriyor. Oysa doğaüstü olaylara, ruhlara, kadere, günümüzde pek de kabul görmeyen eski ilimlere (astroloji, tılsımcılık vs.) inanırım. Ha bu modern bilim(ler)i reddettiğim anlamına gelmiyor, o konuda bir anlaşalım. Yalnız benim bunlara inancım tam olarak bunlara inanan diğer kişilerle aynı eksende değil. Misal astrolojiyi ele alırsak: Bana göre karakterin bir kısmı doğuştandır ve burçlar bunu etkileyen şeylerden biridir ama etkileyen tek şey değildir. Karakterin çoğu ise insan yaşarken başına gelenler ve seçimleriyle oluşur. Kader anlayışım da "Olacaksa olur" tarzında değil, daha çok "Şöyle yaparsan böyle olur, öbür türlü yaparsan şu şekil olur" biçiminde. Yani benim için kader yaptıklarımız ya da diğer insanların yaptıkları değildir, bunların sonuçlarıdır. Bir de değiştirilemez birkaç şeyin olduğuna inanıyorum, ölüm tarihi gibi ama oraya girersem çıkamam şimdi. Zaten kendimi açıklamama da gerek yok bence.

Bu arada Ayasofya'nın (tekrar) camiye çevrilmesi hakkındaki fikrimi (sanki merak eden varmış gibi) açıklayacağım: Bence doğru bir karar, Fatih'in emanetinin korunması gerektiğini düşünüyorum. Öte yandan en başta müzeye dönüştürülmesini de yanlış bir karar olarak görmüyorum, yeni kurulmuş cumhuriyetin uluslararası desteğe ihtiyacı vardı ve bunu Avrupa'nın Türkleştirilmiş mirasını korurken elde etmek zor olurdu. Bu arada papanın "İçim sıkılıyor" açıklaması falan var da bildiğin saçmalamış. Neden? Ulan 1453'ten beri hiçbir papanın içi sıkılmadı mı, şimdi mi aklına geldi? Ayrıca orası hâlâ kiliseyken Haçlı Seferi bahanesiyle İstanbul'a gelen Latinler ve Batı Avrupalılar yağmaladı orayı, ona sıkılmamış mıydı içiniz? Hani o Latinler doğrudan papalığa bağlıydı ya, onu diyorum? Hristiyan dünyasının tek derdi Ayasofya'nın cami olması mıdır yani, 500 yıl boyunca hiçbir şey demediniz? Ulan ayrıca Emevilerden, Osmanlılardan kalma bütün camileri kiliseye çevirip hâlâ kilise olarak kullanan siz değil misiniz? Ne konuşuyorsunuz? Örnek isterseniz: Kara Camii, Kurtuba Camii. Emanetiniz bile olmayan ibadethanenin üstüne konup ayetleri sıvayla kaplıyorsunuz, biz Fatih'in emanetini koruyunca kötü oluyoruz. Bu arada şu mozaikler, freskler ne olacak diye bir tartışma var; Fatih onlar hakkında ne yapmış diye baktım, pek bir şey bulamadım. Yalnız camiye çevrildiği sırada Ayasofya'nın atıl ve harap durumda olduğu bilgisine ulaştım. Onarımdan geçtiği ve bazı tasvirlerin de onarıldığı ve onarılamayacak durumda olanların yeniden yapıldığı bilgisi var ama müzeye çevrildiği sırada da kapatılan mozaik ve fresklerin açıldığı bildiği var. Kanuni ve sonrasında birden fazla kez onarılmış, o dönemlerde kapatılmış olabilir diye düşünüyorum. Mantığım şuydu: Burayı cami haline getiren Fatih Sultan Mehmet Han, eğer bu mozaik ve freskleri kapamaya gerek görmemişse biz niye olduğu gibi bırakmıyoruz? Ama tatmin edici bir sonuca ulaşamadım, yapacak bir şey yok. "Işıkla kapatalım buraları" diye saçma saçma fikirleri dinleyeceğiz artık.

Bu arada Ayasofya, Fatih Han falan demişken: Google Görseller'de rastgele karikatür aradığım zamanlarda Yeni Asya'dan çıkma karikatürlerde Cibali Baba diye bir figür var. "Kim ulan bu?" diye araştırdım, "Farklı kaynaklarda farklı şekilde bahsedilir" diyor, İstanbul'un fethiyle ilgili bir figür olduğu söyleniyor... Söyleniyor da bu adam hakkında sadece Ekşi'de ve Nurcuların sitelerinde bilgi var, başka hiçbir yerde adına rast gelemedim. Hani bu gerçekten dönemin tarih kayıtlarında bahsedilen biri mi yoksa daha sonradan bahsedilen biri mi anlayamadım. Ulubatlı Hasan da dönemin kayıtlarında geçmeyen bir figürdür mesela. Ha bu var olmadıkları ya da en azından var olamayacakları anlamına gelmiyor, sadece dönemin kayıtlarında geçip geçmediğini merak ettim ama ona dair bile bilgi bulamadım.