Şu duşlarda sıcak soğuk dengesi acayip sıkıntı ya. Şuna bir çözüm bulun mühendisler, duş başlığı üreticileri, tesisatçılar, artık bu konu kimin yetki alanındaysa. Hayır, bazı Uzakdoğu ülkelerindeki lüks küvetler gibi bütün duş başlıklarına termostat takıp belli bir ısı ayarı yapalım demiyorum ama donmayacağımız ve kendimizi tenceredeki ıstakoz gibi hissetmeyeceğimiz bir ısı/sıcaklık ayarlamak için neden yeni bir barajın inşasına yetecek kadar su harcamak zorunda kalıyoruz ulan biz? Ondan sonra kuraklık, bilmem ne... Olur tabii kuraklık, hep duşta suyun sıcaklığını ayarlamadığımız için oluyor onlar.
Yesterday wo Uttaite'ye sövüp geçeceğim ama sonuçta animeler hakkındaki sinirimi bozan bütün durumları listelediğim geçen yazıda Yesterday wo Uttaite'ye sövmek istememin ve animenin gerçek anlamda yarısından fazlasına kadar gelmişken daha fazla dayanamayacağımı düşünüp izlemeyi bırakmamın yegane sebebi olan Shinako'ya bir haksızlık yaptığımı fark ettim. Yok hayır, hâlâ "En nefret ettiğim, elime geçse bir kaşık suda boğacağım kurgusal karakterler" listesinin top 10'unda (hatta muhtemelen top 5'i zorlar, bu listeyi bir ara yapayım ben) ve kişiliği hakkında da görünüşü hakkında da düşüncem değişmedi. Sadece şu var: Eğer Seryu'ya "Olmasaydın hikaye olmazdı reis" kıvamında yaklaşıyorsak Shinako'ya da öyle yaklaşmamız lazım. Ha bence Shinako olmadan Yesterday wo Uttaite çok daha güzel bir hikaye olurdu ama sonuçta anlatıcının işine karışılmaz. Ya da karışılır lan, bir önceki yazıda Toaru serisinin yazarını itin şeyine soktum, gayet bunun mangakasına da aynı muameleyi yapabilirim. Sırf Haru ve Uozumi üzerinden gitse katbekat daha iyi bir hikaye olurdu o.
Bir de geçen yazıda Index'in üçüncü sezonu demişim, ikinci sezon olacak o. Toaru'nun üçüncü, Index'in ikinci sezonu. Karmaşık bir sıralaması var Toaru'nun, bir Index bir Railgun şeklinde, o yüzden oldu. Düzelttim tabii ama okuyan okudu zaten yazıyı.
Eskiden hiçbir yere dokunmasam bile tırnaklarımın arasında tuhaf kirler olurdu, son zamanlarda olmuyor. Aslında buna sevinmem lazım ama ben "Eskiden niye oluyordu, şimdi niye olmuyor" diye kafayı yiyeceğim, geceleri uyuyamıyorum bunu düşünmekten. Gerçekten uyuyamıyorum bu arada ama sebebi tabii ki bu değil. Yani muhtemelen değildir.
Ekşi Şeyler'de bir yazı okudum, başlık "Yazar Olmak İsteyen Edebiyatseverler İçin İroni Dolu Bir Tavsiye Listesi" ama bence ironi falan içermiyor, düpedüz gerçekler bunlar. Ben de zaten tam olarak böyle düşündüğüm için Sahte Kahramanlar'ı asla yayınlatamayacağıma inanıyor ve böyle düşündüğüm için hayatımı, kariyerimi bir yazar olarak planlamak yerine yazmayı sadece bir kaçış aracı ve "hobi" diyebileceğimiz bir şey olarak kullanıyorum. Yazmayla ilişkimin özeti tam olarak şu cümle: "Ben yazar değilim, sadece yazmayı seviyorum." Yine de şu Sahte Kahramanlar'ı gerçek bir kitap olarak görmeyi çok isterim be... Sonundan memnun olduğum tek eserim, boru mu? (Ha sonu olan az sayıda eserimden biri olmasının da bunda etkisi var tabii, çoğunluğu yarım kalmış hikayeler. Yarım sayfa yazıdan oluşan romanım var lan. Evet, "roman" dedim.) Her ne kadar henüz tamamlayamamış olsam da... Sonunu mu nasıl yazdım o zaman? Anlatım sırasına göre değil aklıma geldiğim sırayla yazıyorum, bazı kolaylıklar sağlayıp bazı zorluklar çıkarıyor ama hikaye sırasıyla yazmaya kalktığımda işler sarpa sarıyor, ilerisi için ertelenmiş bir sürü fikir ve elimde nasıl devam edeceği belli olmayan bir hikaye kalıyor o zaman. Bu şekilde sıralamasız yazmak evreni genişletmek açısından da iyi oluyor, ilerideki bir olaya gönderme (foreshadowing'e ne diyebiliriz? Gelecek gölgelemesi? Translate "habercisi" -evet, bilmem nenin habercisi ya da haberci değil, habercisi- Vikipedi ise "önceden ima etme" diye çeviriyor bunu; "ima tekniği" ya da "ima akışı" falan diyebiliriz herhalde) yapmam ya da "Bunu da böyle yazdık ama..." diye hissettiğim şeylerin arka planını ve mantığını açıklamam açısından bana epey kolaylık sağlıyor. Tabii bazı karakterleri öldürmemi ya da bir şekilde hikayeden çıkarmamı, hatta bazı şeyleri yapmalarını bile engelliyor ama olacak o kadar. (Yo', kasap yazar değilim ama bir karakterin ölmesi gerekiyorsa ölmeli.) Tabii başka zorluk ve kolaylıkları da var, kolaylıklar ve zorluklar açısından esasen eşit bir teknik ama o kolaylıkların benim için marjinal faydası inanılmaz fazla olduğundan ve zorlukları beni esasen çok da kötü etkilemediğinden bu teknikle yazmayı seviyorum. Seviyormuşum yani, Sahte Kahramanlar bu şekilde yazdığım ilk şey ama bundan sonra yazdığım hemen her şeyi bu teknikle yazarım ben. Sahte Kahramanlar'ı hayırlısıyla bitirebilirsem...
Uzun zamandır kola içmiyorum. İlk başta "bırakmamın" fare kanı dedikodusu, İsrail'i lanetliyoruz Facebook paylaşımları ya da sağlıksız olması gibi bir sebebi yoktu, hatta bir sebebi olup olmadığından da emin değilim; sadece bir gün "artık kola içmeyeceğim." dedim ve bir daha canım çekmedi. O değil de şu an iradesiz herifin teki olduğum düşünülürse hayatımda tam olarak hangi karar ve olaylar sonucunda bu aciz duruma geldiğimi de sorgulamadan edemiyorum, daha önce de çocukluğumda daha cesur olduğumu söylemiştim. Bir şekilde kola içmek zorunda kaldığım zamanlar oldu (böyle deyince ağzıma hortum sokup kola basmışlar gibi bir şey canlandı gözümde ama olacak o kadar), hafif bir kafa yapma gibi bir etkisi oluyor. Gerçi bunu biraz geç fark etsem de sırf alkol kokusuyla bile sarhoş olabilen bir bünyem olduğu (alkollü ortamda bulunan halimi ve alkolsüz ortamda bulunan halimi karşılaştırıp öyle ulaştım bu sonuca, e sırf içki görerek sarhoş olamayacağıma göre demek ki olay kokuda) için bu benim vücudumun şahsi kazmalığı da olabilir. Bak kolanın verdiği o his (onu da nasıl anlatsam bilemedim, yaşamanız lazım. Onun için de uzun yıllar kola içmeyip bir anda bir kutuyu/şişeyi bitirmeniz lazım, sırf bir cümleyi anlamak için değer mi? Bence değmez ama karar sizin. "Çakırkeyflik" belki?) gazozda olmuyor, gerçi dişlerimin berbat durumda olması ve balgam sorunu nedeniyle nadiren içsem de "gazoz içmeyi bırakmak" (bırakmak deyince uyuşturucudan bahsediyormuşum gibi geliyor, başka bir kelime bulun bana) gibi bir şeyi hiç yapmadım.
Bak şimdi, Japonya gidip görmek istediğim ülkeler listesinin başını çekiyor ama yurtdışında yaşama fırsatım olsa bunun için Japonya'yı mı seçerdim emin değilim. Gerçi öyle bir fırsatı herhangi bir şekilde değerlendirmeye alıp almayacağımdan da emin değilim ama eğer yurtdışında uzun süre yaşamaya karar verirsem Japonya son seçeneklerimden olur. Neden peki? Çünkü "İnternette gördüğünüz her şeye inanmayın." Birinci olarak dil faşizmi. Şöyle ki bir turist Japonca konuşurken hata yapsa herhangi bir şey demezler ama Japonya'da yaşayan biri bir kanjiyi okuyamasa veya bir tonlamayı yanlış yapsa öküzün boynuzuna oturturlar insanı. Ha tonlama bazı kelimelerin anlamını tamamen değiştirdiğinden haksız sayılmazlar gerçi. İkinci olarak bu artık beni etkileyecek bir durum değil ama eğitim sistemi. Ne dedim ben neden olarak? "İnternette gördüğünüz her şeye inanmayın." Yok Japon eğitim sistemi böyle, okullar şöyle falan diye bir şey yok. Japonya, eğitim sistemi bizimkinden beter olan nadir ülkelerden biri (Ha bu uluslarası sınavlarda falan iyi notlar almalarını sağladığı için çok göze batmıyor). Zaten intihar oranı dünyada en yüksek olan ülkelerden biri ve bu intihar edenlerin ~%90'ı sınav stresine dayanamayan öğrenciler. Japonya'da daha insani bir eğitim ve çalışma sistemi olsaydı intihar oranı çok daha düşük bir ülke olurdu. Çalışma sistemi, geldik buna... Orada yaşayacaksam orada çalışmam gerekiyor haliyle. Hani görmüşsünüzdür "Japonya'da çalışanların uyuklaması çok çalıştıklarını gösterir, takdir görürler" diye. Bu doğrudur ama doğru olmasının yegane sebebi Japonya'da çalışanlara yapılan muamelenin Ortaçağ Avrupa'sında kölelere yapılan muameleden beter olmasıdır. Adamları öyle bir çalıştırıyorlar ki uyuyakalıyorlar tabii. Başka sebepler de var (mesela Japon yeninin durumu ve birçok şeyin fiyatını dolara bile çevirsen hâlâ elinde epey büyük bir sayı olması meselesi) ama temelde bunlar. Zaten benim Japonya'yı görmek isteme sebebim "anime romantikliği" değil, orijinal kültürün (Japon ve Çin kültürü arasında Alman ve İngiliz kültürü arasında olduğundan daha fazla fark var, bunu da belirteyim. Ortak bir Uzakdoğu kültürü diye bir şeyden söz edemezsin, dilleri, tarihleri, inançları ve kanları birbirinden çok farklı olan bu milletler elbette kültürel etkileşimde bulundu ama genele baktığında çok az ortak nokta var. Bütün Uzakdoğu kültürlerini Çin kültürüyle eş tutmak "Siz Arapça mı konuşuyorsunuz?" diyen Avrupalıların yaptığıyla aynı şey), tarihi bambu binaların (şu altın tapınak ve gümüş tapınağı bayağı merak ediyorum; gerçekten altın ve gümüşten bir kısımları falan var mı acaba?) ve ilginç yemeklerin ("ilginç yemek" derken kastettiğim yarasa çorbası, akrep şiş, köpek döner gibi Çin tarzı ilginçlik değil; umeboshi -yeşil erik turşusu-, doğru düzgün bir ramen, narutomaki -bunu aslında tanımlamanın bir yolu yok ama "bir çeşit balık sosisi" diyebiliriz-, basashi -çiğ at eti- ve kumaniku -ayı eti; Hokkaido'ya özgü. Kesin Ainu'lardan kalmıştır bu kültür, onlar zaten festivallerinde ayı kurban edip yiyorlarmış. Japonlar ayı avlamak gibi bir şeye başkasından görmeden hayatta cesaret edemezdi zira, bunlar kılıç savururken matematik hesabı gibi kurallara bağlı olan adamlar lan- gibi ilginçlik. Son ikisi gerçekten ilginç bak ama ilk üçü daha çok ilgimi çekiyor çünkü burada bulamıyorsun. Doğru düzgün rameni de bulamıyorsun, evet. Hayır son ikisini sanki bulabiliyorsun diyeceğim ama son ikisini Japonya dışında katiyen bulamazken ilk üçü Japonya dışında da bulunabiliyor, o yüzden. Ha ayı etini Japonya dışında bulmak mümkün ama Japon usulü ayı etini bulmak mümkün değil) ilgimi çekmesi ve beni meraklandırması. Ha bu Japon kültürü-tarihi-mimarisi-mutfağı merakımın başlamasında animenin etkisi yadsınamaz, o ayrı ("Yadsınamaz" kelimesini cümle içinde kullanın).
Blogger yine yeni tasarım meni tasarım bir gibler diyor, birkaç yıl önce de öyle bir şey dedi, hayatımda hiçbir şey değişmedi. Arkadaşım bir şey değişmiyorsa yeni tasarım yapmayın lan? Yeni arayüz diyormuş, neyse ne be. Şu stabil çalışan uygulamalarla oynamasalar olmaz zaten. Bu şey resmen, Google'ın "Bak çalışıyoruz ha, boş durmuyoruz." mesajı ama ben o mesajı alıp bir taraflarına sokmak istiyorum. Değiştireceksen değiştir, ne "aga bak değiştiriyo'z, bi' dene istersen" deyip tribe sokuyorsun lan adamı? Değişirse kullanamayacağız sanki alüminyum. (Evet, alüminyum. Delirttiler çünkü.) Facebook da tasarım değişikliğini dayadı önüme, bunların takvimleri falan mı var lan? "Bak şu tarihte herkes yeni tasarım yapıyor, göreyim sizi koçum" şeklinde?
Öne Çıkan Yayın
Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)
İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~
28 Mayıs 2020 Perşembe
25 Mayıs 2020 Pazartesi
Yesterday wo Uttate'ye sövüp başka konuya geçecektim ama gerisi geldi
Yesterday wo Utatte beni gerçekten sinir etmeye başladı. Ana karakterin gerizekalılığı olsun, Shinako denen şerefsiz olsun... Ulan "12 bölüm zaten, 8 bölüm olmuş, dayanayım" dedim ama yok, yapamıyorum. Hanazawa Kana gibi bir seiyuu neden bu Shinako hıyarını seslendiriyor lan? Tamam, seiyuu olarak rolü reddetmek pek hoş bir davranış değil ama sen de sektöre yeni girmiş bir insan evladı değilsin ki ya, koskoca Hanazawa Kana'sın. Renai Circulation'u söyleyen kadın lan bu, nasıl böyle bir rolle ilgilenebilir? Bir ağırlığın olması lazım ulan! Bu arada kontrol ettim de kadının kariyerinde böyle "kötü" veya pek sevilmeyen karakterler bolmuş (Renai circulation da çok sevilmesine rağmen ağzından yazılan Sengoku Nadeko'ya bayağı bir sövülür gerçi ama ben seviyorum o karakteri, yani en azından nefret etmiyorum), yine de Shinako hepsinden beter be. Yine Hanazawa Kana'nın seslendirdiği Akame ga Kill'deki Seryuu'ya da sövülür edilir ama en azından "kötü karakter" olarak bir ağırlığı vardır onun, "Olmasaydın hikaye olmazdı reis, var gel şerefsiz ol" tadında bir karakter o. ("Öyleyse Esdeath ne ulan?" diyecekler demesin, kalbinizi kırarım. Benim bu parantezin sonuna nokta koymam gerekiyor mu lan, yoksa parantezden önce koyduğum noktayı mı kaldırmalıyım? Şinasi'nin başımıza açtığı dertlerden işte bu da) Ekrana yumruk atasım geliyor Shinako'yu görünce; Sakura olsun, Misa olsun bunun yanında melek ulan! (Ki ikisi de gerçek hayatta karşıma çıksa ya arkama bakmadan kaçar ya da yüzlerine söverim) Bu neymiş? Yok arkadaş, ben anca son bölüme bakarım, eğer aldığım spo doğruysa da sövüp kapatırım. Buradan ana karakter olacak hıyarağasına sesleniyorum: Lan bu Shinako'da ne buluyorsunuz Allah aşkına? Kişiliği zaten çöp, görünüş desen Haru onun on katı güzellikte. Dolmuştum artık, bu nedir? Ha bir de Haru'nun seiyuu'suna baktım, az karakter seslendirmiş ve pek popüler işlerde yer almamış ama seslendirdiği karakterlerden benim tanıdıklarım istisnasız kaliteli ve animelerini izleyen hemen herkes tarafından sevilen karakterler. (İki tane istisna varmış, şimdi gördüm ama onlar da zaten genel olarak nötr kalınan karakterler, sövülen karakterler değiller; ha tabii benim animesini henüz izlemediğim veya saçma inatlar nedeniyle izlemeyecek olduğum karakterler arasında öyle karakterler olabilir, orasını bilemem.)
Dur, hazır başlamışken devam edeyim. Bu Toaru serisinin yazarı ne yapıyor lan? Neyin peşinde acaba? Tabii lafa dan diye dalınca anlaşılmadı ne dediğim. Index'in ilk sezonunda sadece birkaç fanservis sahnesi vardı, her animede olan şeyler işte. Railgun'ın ilk sezonunda daha fazla fanservis vardı. Index'in ikinci sezonunda daha ikinci bölümden fanservisi dayadılar, "Tövbe bismillah, ne oluyoruz?" diyemeden kalakaldık. Railgun'ın ikinci sezonuna ecchi tagı koyup son sezonları da hentai olarak çıkarın bari, niye her sezon fanservis dozajını artırıp güzelim büyü-bilimkurgu çekişmesi hikayesini ecchiye çevirip çöp ediyorsun birader? Neyin peşindesin? Ha tabii ecchi=çöp demiyorum (diyenler var ama ben demiyorum), sadece böyle bir hikayede o fanservisler aşırı gereksiz, o yüzden öyle oluyor. Yoksa ecchi'siz anlatmanın mümkün olmadığı ya da mümkünse bile ecchisiz olunca pek de güzel olmayacak seriler de var, onlara laf etmiyorum. Üçüncü bölümde en ufak ecchi fanservis olmamasıyla da sözümü yedirdi bana. Bu arada yorumlarda Railgun'ın ilk sezonunun (büyük oranda Touma olmadığı için) pek sevilmediğini gördüm ama Index'in ilk sezonunda büyü ve büyücüler hakkında bir sürü bilgi alırken esperler hakkında bildiklerimiz o anki konuyla ilgisi olan şeylerden ibaretti ve büyük oranda hafızasını mı kaybetmiş yoksa komple beynini mi aldırmış anlaşılamayan Touma'nın sorduğu soruların cevabı olarak karşımıza çıkıyordu, Railgun'da esperler ve özel güçler hakkında bir çok ek bilgi aldık, Judgment ve Antiskill'in -ki Index'te resmen figürandı bu iki kurum, Akademi Şehri'ni yönetiyorlar güya- yapısını, yetkilerini ve gerçekten de şehir yönetimi ve şehrin korunması hakkında yaptıkları şeyler olduğunu gördük falan. Tek bir soruya cevap bulamadık: Şehirde genel bir sokağa çıkma yasağı mı var yoksa yurtlar mı bunu uyguluyor? Ben şahsen bu tür hikayelerde detay, ayrıntı severim, daha önce de söylemiştim; haliyle o sezon çok boş yapmaları ve abartı fanservis düzeyi haricinde (gerçi ben Murenase Seton Gakuen'i, Danmachi'nin ikinci sezonunu, Prisma Illya'yı falan izlemiş insanım, bana koymaz o düzeyde fanservis) ben sevdim o sezonu. Touma zaten malın teki olduğu için sadece birkaç sahnede figüran olarak görünmüş olması beni ilgilendirmiyor, Index'te görünüyor da ne oluyor sanki? Her bölüm sonunda Index tarafından ısırılan bir Touma görüyoruz, Railgun'da da her bölümde olsaydı her bölümde Misaka'dan uçan tekme yiyen bir Touma görürdük herhalde.
"Ecchiye çevirip çöp etmek" demişken: High School DxD hakkında "Ben konusu için izliyorum." esprisi vardır, dalga geçilir falan ama konusu vallahi çok güzel. Ecchi ile çöp ediliyor o konu, ecchi olmasa ya da çok daha hafif bir ecchi içeren bir harem serisi olsa gayet güzel gider (Genel olarak harem-komedi serilerinin fanservis ve ecchi oranı diğer animelere göre daha yüksek oluyor, bu alışılagelmiş, normal bir durum). Bak düşün: Kovulmuş melekler, şeytanlar, azizeler, şeytana dönüştürülen rahibe, kendi isteğiyle şeytan olan egzorsist falan... Ana karakter yine sapık herifin teki olsun, ecchi değil diye ana karakterin kişiliğini değiştirmek zorunda değilsiniz. Bunun yapılmışı da var zaten: Ortalama bir anime sapığından (ve hatta ecchi/harem baş karakterinin en yakın arkadaşından, zira bilinir ki bunlar ana karakterin 3-4 katı sapık olurlar, ortalama bir anime sapığınıysa çoktan geçmişlerdir, başka bir boyuttadırlar; abazanlık ve sapıklığın nirvanasındadırlar) çok daha sapık olan (adamda olmayan fetiş yok aq. Nefes alsın yeterden de beter, hayaletle, kuklayla öpüşüyor herif, tek kriteri karşısındakinin kız olması; öyle yalnız bir abazan da değil, sevgilisi ve öpüşmeli -ona yüz yemeli mi desem acaba- çıkma teklifli garip bir ilişki yaşadıkları en yakın arkadaşı -kız kendisi; bu arada Oshino haricinde Araragi'nin erkek olan herhangi bir arkadaşı olmadığını fark ettim, Oshino'ya da ne kadar arkadaş denirse artık. Bir de Oshino'nun cinsiyetini kafasına göre değiştirebilen "karanlık" yeğeni Ougi var işte- falan var bu adamın) Arararagi'yi (dilim sürçtü gafagsdgdas) başrol olarak tutan Monogatari serisi hiç de ecchi değildi. Tamam, fanservis dozajı ortalama bir animeden biraz daha fazlaydı ama ecchi falan da değildi yani. O fanservisler de gereksiz şeyler değildi, konuyla ilgisi olan veya ana karakterin sapıklığını anlatmaya aracı olan fanservislerdi, bir işlevleri vardı yani. Demek ki yapılabiliyor, yani bu hikayeyi ecchi'siz veya en azından çok daha az ecchi kullanarak anlatmak gayet mümkün. Zaten en az bir adet sapık karakter içermeyen anime yok, sadece (eğer erkeklerse) çoğunlukla önemsiz yan karakterler oluyorlar o kadar.
Adı Asiology olarak değişen Learnihongo'nun Japonca kitaplarına baktım da (Japonca temelim zaten o site hâlâ bütün dersleri ücretsiz olarak, internet üzerinden verirken oluştu) animelerde falan samimi ve/veya kaba konuşma diline maruz kala kala keigo'yu unutmuşum lan. Bir tek "desu" kalmış bende, "dewa arimasen" falan hiç hatırlamıyordum. O benim için "Ja nai" şu an, hep Zura yüzünden. (Gintama izleyen herhangi bir insan evladı yaptığım espriyi anladı, geri kalanlara açıklamaya uğraşmayacağım.) "Dewa arimasen" deyince Tokugawa Ieyasu'nun emrindeki bir daimyo gibi hissediyorum kendimi, sanki az sonra emrimdeki yedi onna-bugeisha ve sekiz samuraya seppuku emri verecekmişim gibi garip bir his oluşuyor aq. Lan o değil birine "dewa arimasen"li bir cümle kurarsam kaldığım ryokanı işleten kişilere "-dono" ekiyle hitap etmeye başlayabilirim. (Nasıl? Japonya dışında nerede kullanayım lan Japoncayı? Ha bak basit düzeyde de olsa birden fazla dil bilince Sahte Kahramanlar gibi farklı kültür ve dilleri içeren serileri yazmak kolaylaşıyor ama etimoloji ve dil aileleri hakkında herhangi bir şey bilmek de o işi kolaylaştırmak için yeterli, bana tek yararı onlara benzeyen bir halkın doğru düzgün cümle kurabilmesi, "şu kelime şu anlama gelir" diye arada gereksiz bilgi vermemi ya da birkaç kelime uydurup art arda sıralamamı, buna da "cümle" dememi önlemesi oluyor an itibariyle.)
SIBNET beni kanser etmeye başladı. Bir tane reklam açıyor, onu zaten geçmek mümkün değil; bitmesini bekliyorsun. Onu geçince bir reklam daha açıyor ama o reklamı bana açtırıyor eşşoğlueşek (babası da dahil ulan. Rus hıyarlığından başka bir şey değil bu. Zaten Odnok olsun, VK olsun bunların, Türkiye'deki anime piyasasını -olmayan bir piyasayı yani, vay aqü. Eee?- fansublar ya da anime grupları değil Ruslar domine ediyor resmen aq), geçen gün bir de "Bu video yetişkinler içindir, onaylıyor musunuz?" diye sordu, "Lan ne açacak bu bana reklam diye?" diye bir korktum. Ayrıca yaş sınırı falan soracaksan reklam açma, direkt videoyu başlat ulan! Neyse, korktuğum gerçekleşmedi; GTA benzeri bir oyunun videosuymuş (bunlar da nasıl reklam anlamadım, Youtube videosu gibi mq. Twitch kesitleriymiş, doğru mu yazdım ben bu uygulamanın/sitenin/her ne haltsa iştenin adını?). Ulan zaten müdahale etmezsen izlediğin şey bittikten sonra saçma sapan Rus Youtube videolarını sıradan oynatmaya başlıyor, bayağı sıkıntılı. (Genelde) takılmadan devam ettiğinden ve nadiren telif yediğinden mecbur kullanıyorum.
Yukarıda ecchi mecchi demişken buradan iki seri hakkında bir şey söylemek istiyorum: Birinci teşekkür Gotoubun no Hanayome'ye, günümüz harem-komedi serilerine her yeri gereksiz fanservise boğmadan, hatta kullanmış olsan bile insanların hatırlayamayacağı kadar az kullanarak da bu hikayenin anlatılabileceğini gösterdiği için. Eski ve sevilen harem-komedilerin çoğu zaten (eğer tür olarak ecchi değillerse) oldukça az fanservis içerirdi ama günümüzdeki seriler öyle değil. İkinciye ise teşekkür mü etsem sövsem mi bilemedim, aklımda "bir animenin türleri arasına ecchi yazılması için fanservis dozajı ne kadar yüksek olmalı lan acaba?" diye soru işaretleri oluşturduğu için Bokutachi wa Benkyou ga Dekinai'e bir alkış istiyorum. Aynı alkışı aynı sebepten Fate/Prisma Illya'ya ve Murenase! Seton Gauken'e de istiyorum bu arada. Oha ulan, eroge'den uyarlama olan normal Fate serileri ve Nekopara senin (Prisma/Illya) kadar fanservis içermiyor, manga uyarlaması olacak bir de. Prisma Illya demişken buradan Illya'ya sesleniyorum: Hiç kusura bakma, abla rolündeki kişi kesinlikle Kuro. Sen bence Kuro'ya değil Miyu'ya ablalık taslamaya başla, hadi bakayım Illya-chan, gördük son savaşta senin ve Kuro'nun durumunu.
Kaguya-sama'nın mangakası da acayip ha (son zamanlarda her şeyi ilginç mi buluyorum lan ben? Zaten saçma sapan "sevilesi karakter" kriterleri falan geliştirdim, bir tuhaflık var üstümde), her fırsatta kendi mangasıyla dalga geçiyor. "Hiç fanservis yapılmayan romantik komedi seinen mi olur lan?" diyaloğu (bu tam olarak Kaguya-sama'nın tanımı, adam "haftaya fanservis var" deyip ıslak saç gösterdi lan gasgsajd. O ıslak saçı da erkek karakterlerin acayip heyecanlandığı bir hikayede öyle bir anlattı ki gerçekten fanservis koydu sanırsın fahdfasdhads), mangadaki karakterlerin aynı mangadaki karakterler hakkında ship kapışması yapması. (Ben IshiIino'cuyum bu arada, tamam Ishigami reis Tsubame-senpai ile mutlu olacaksa peşinden gitsin ama bir şey elde edemeyeceği belli. Hayır "O eski sevdiğinden de mi ders almadın?" da diyemiyorum çünkü anlıyorum lan herifi, ona öyle bir şey demem kendime sövmemle aynı şey. Ha kendime sövmek konusunda rahatım, hemen her gün yapıyorum bunu ama bu konu biraz farklı. Iino da ilk bakışta soğuk falan görünüyor ama sen değil misin bu kızın gerçek kişiliğini fark edip seçimlerde ona istediğini veren? Bu arada bence net Tsubame'den daha iyidir Iino; tsunderelik, himederelik ve danderelik arasında -dandereye daha yakın ama yine de diğer ikisinden de izler var- kalması yeter bir kere, ha tabii bu manganın gelmiş geçmiş en iyi karakterinin -bak en iyi kız demiyorum, en iyi karakter diyorum; otomatik olarak en iyi kız da oluyor tabii ama cinsiyetten bağımsız olarak en iyisinin- Hayasaka olduğu gerçeğini değiştirmiyor. En iyi erkek tabii ki Ishigami diyeceğim de zaten mangada adını bildiğimiz başkan ve Ishigami haricinde erkek karakter yok lan, şimdi fark ettim. Varsa da o kadar az görünmüş ve o kadar önemsizmiş ki hatırlayamıyorum, diyecektim; hatırladım: Bir de Kashiwagi'nin sevgilisi var. Dandere demişken: Dandereler bence kuuderelerden daha iyi, gerçi kuudere sayısı daha fazlayken -yine ortalıkta tsundere ve hatta yandere kadar yok ama yine de öbürüne kıyasla fazla- dandere olan bir iki tane karakter var. Noucome'deki beyaz saçlı kız mesela, adını hatırlayamıyorum. Japon isimleriyle böyle bir sorunum var: Eğer Kanade gibi yaygın -en azından animelerde yaygın- veya Senku gibi aşırı nadir değillerse aklımda tutamıyorum, ha bir de ismin anlamını biliyorsam aklımda tutabiliyorum: Yuriko, Mitsuko, Nanase, Miko, Gin, Haru, Shin vesaire. Bu arada anlamları baştan sona şöyle: Zambak kız, üçüncü çocuk/üçüncü kız, yedinci bir şey -tam bilmiyorum oradaki Se'nin anlamını; baktım, nehir kıyısı, nehrin akıntılı yeri gibi tam çevrilemeyen bir anlamı varmış, yedinci nehir, yedinci kıyı ya da yedinci akıntı olarak çevirebiliriz o zaman, ben yedinci nehir diye çevirirdim çevirecek olsam, eğer şiir ya da şairane bir şey çeviriyorsam da yedinci akıntı diye-, Şinto rahibesi -gerçi isim olarak kullanıldığında farklı bir anlamı var muhtemelen, bakayım, tamam; isim olarak da anlamı Şinto rahibesi ama kelimelere böldüğümüzde "güzel evlat" demek-, gümüş, bahar/ilkbahar, bu aslında "kutsal" demek ama nasıl yazıldığına ve ardından gelen eklere göre çok farklı anlamları da var.) Bu arada yazıyı buraya kadar okuyan ship nedir falan biliyordur zaten ama yine de şunu bırakayım: https://shipping.fandom.com/wiki/Shipping
Japonların makyajla ciddi bir derdi var. Bak mesela, zaten aşırı güzel veya olmadı aşırı tatlı olan, öyle olmasa bile yine de belli seviyenin üstünde güzelliği ya da sevimliliği (güzellik ve sevimlilik/şirinlik/tatlılık aynı şey değil, arada bariz birkaç fark var) olan kıza "Seni güzelleştireceğim" deyip makyaj yapıyorlar, sonuç ne oluyor peki? Artık çizerlerin kazmalığından mı yoksa başka bir şeyden mi kaynaklanıyor bilmiyorum ama sonuç makyajsız halde zaten gayet güzel olan kızı çirkinleştirmek oluyor. Derdiniz ne lan sizin? Makyajın ne olduğunu sanıyorsunuz? Şimdiye kadar makyajla güzelleşen tek bir anime kızı görmedim, alayı makyajsız daha güzel. Ha orijinal tasarımında makyaj bulunan, makyajsız halini asla görmediğimiz karakterler (Aihara Yuzu, Aoyama Erika vs.) için durum farklı olabilir ama "makyajla güzelleştirme" sahnelerinin alayında güzelim kızı çirkinleştirip bize "çok güzel oldun" diye yutturuyorlar. Acaba Japon hükümetinin makyaj karşıtı kampanyası falan var da o yüzden mi böyle oluyor lan? Aklıma gelen ilk örnek olan Kuronuma Sawako'ya baktım da o çirkinleşmemiş ama bu makyajsız halinin de gayet güzel olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Arkadaşım, eğer sahnenin adı "makyajla güzelleştirme" ise neden bu kızların makyajsız hali makyajlı hallerinden daha güzel acaba? Sana diyorum sana, çizer efendi! En son bir makyajla güzelleştirme sahnesi içeren bölümün altına yazılan şu yorum hislerime tercüman oldu: "Kız zaten güzel, yemeyin bizi."
Dur, hazır başlamışken devam edeyim. Bu Toaru serisinin yazarı ne yapıyor lan? Neyin peşinde acaba? Tabii lafa dan diye dalınca anlaşılmadı ne dediğim. Index'in ilk sezonunda sadece birkaç fanservis sahnesi vardı, her animede olan şeyler işte. Railgun'ın ilk sezonunda daha fazla fanservis vardı. Index'in ikinci sezonunda daha ikinci bölümden fanservisi dayadılar, "Tövbe bismillah, ne oluyoruz?" diyemeden kalakaldık. Railgun'ın ikinci sezonuna ecchi tagı koyup son sezonları da hentai olarak çıkarın bari, niye her sezon fanservis dozajını artırıp güzelim büyü-bilimkurgu çekişmesi hikayesini ecchiye çevirip çöp ediyorsun birader? Neyin peşindesin? Ha tabii ecchi=çöp demiyorum (diyenler var ama ben demiyorum), sadece böyle bir hikayede o fanservisler aşırı gereksiz, o yüzden öyle oluyor. Yoksa ecchi'siz anlatmanın mümkün olmadığı ya da mümkünse bile ecchisiz olunca pek de güzel olmayacak seriler de var, onlara laf etmiyorum. Üçüncü bölümde en ufak ecchi fanservis olmamasıyla da sözümü yedirdi bana. Bu arada yorumlarda Railgun'ın ilk sezonunun (büyük oranda Touma olmadığı için) pek sevilmediğini gördüm ama Index'in ilk sezonunda büyü ve büyücüler hakkında bir sürü bilgi alırken esperler hakkında bildiklerimiz o anki konuyla ilgisi olan şeylerden ibaretti ve büyük oranda hafızasını mı kaybetmiş yoksa komple beynini mi aldırmış anlaşılamayan Touma'nın sorduğu soruların cevabı olarak karşımıza çıkıyordu, Railgun'da esperler ve özel güçler hakkında bir çok ek bilgi aldık, Judgment ve Antiskill'in -ki Index'te resmen figürandı bu iki kurum, Akademi Şehri'ni yönetiyorlar güya- yapısını, yetkilerini ve gerçekten de şehir yönetimi ve şehrin korunması hakkında yaptıkları şeyler olduğunu gördük falan. Tek bir soruya cevap bulamadık: Şehirde genel bir sokağa çıkma yasağı mı var yoksa yurtlar mı bunu uyguluyor? Ben şahsen bu tür hikayelerde detay, ayrıntı severim, daha önce de söylemiştim; haliyle o sezon çok boş yapmaları ve abartı fanservis düzeyi haricinde (gerçi ben Murenase Seton Gakuen'i, Danmachi'nin ikinci sezonunu, Prisma Illya'yı falan izlemiş insanım, bana koymaz o düzeyde fanservis) ben sevdim o sezonu. Touma zaten malın teki olduğu için sadece birkaç sahnede figüran olarak görünmüş olması beni ilgilendirmiyor, Index'te görünüyor da ne oluyor sanki? Her bölüm sonunda Index tarafından ısırılan bir Touma görüyoruz, Railgun'da da her bölümde olsaydı her bölümde Misaka'dan uçan tekme yiyen bir Touma görürdük herhalde.
"Ecchiye çevirip çöp etmek" demişken: High School DxD hakkında "Ben konusu için izliyorum." esprisi vardır, dalga geçilir falan ama konusu vallahi çok güzel. Ecchi ile çöp ediliyor o konu, ecchi olmasa ya da çok daha hafif bir ecchi içeren bir harem serisi olsa gayet güzel gider (Genel olarak harem-komedi serilerinin fanservis ve ecchi oranı diğer animelere göre daha yüksek oluyor, bu alışılagelmiş, normal bir durum). Bak düşün: Kovulmuş melekler, şeytanlar, azizeler, şeytana dönüştürülen rahibe, kendi isteğiyle şeytan olan egzorsist falan... Ana karakter yine sapık herifin teki olsun, ecchi değil diye ana karakterin kişiliğini değiştirmek zorunda değilsiniz. Bunun yapılmışı da var zaten: Ortalama bir anime sapığından (ve hatta ecchi/harem baş karakterinin en yakın arkadaşından, zira bilinir ki bunlar ana karakterin 3-4 katı sapık olurlar, ortalama bir anime sapığınıysa çoktan geçmişlerdir, başka bir boyuttadırlar; abazanlık ve sapıklığın nirvanasındadırlar) çok daha sapık olan (adamda olmayan fetiş yok aq. Nefes alsın yeterden de beter, hayaletle, kuklayla öpüşüyor herif, tek kriteri karşısındakinin kız olması; öyle yalnız bir abazan da değil, sevgilisi ve öpüşmeli -ona yüz yemeli mi desem acaba- çıkma teklifli garip bir ilişki yaşadıkları en yakın arkadaşı -kız kendisi; bu arada Oshino haricinde Araragi'nin erkek olan herhangi bir arkadaşı olmadığını fark ettim, Oshino'ya da ne kadar arkadaş denirse artık. Bir de Oshino'nun cinsiyetini kafasına göre değiştirebilen "karanlık" yeğeni Ougi var işte- falan var bu adamın) Arararagi'yi (dilim sürçtü gafagsdgdas) başrol olarak tutan Monogatari serisi hiç de ecchi değildi. Tamam, fanservis dozajı ortalama bir animeden biraz daha fazlaydı ama ecchi falan da değildi yani. O fanservisler de gereksiz şeyler değildi, konuyla ilgisi olan veya ana karakterin sapıklığını anlatmaya aracı olan fanservislerdi, bir işlevleri vardı yani. Demek ki yapılabiliyor, yani bu hikayeyi ecchi'siz veya en azından çok daha az ecchi kullanarak anlatmak gayet mümkün. Zaten en az bir adet sapık karakter içermeyen anime yok, sadece (eğer erkeklerse) çoğunlukla önemsiz yan karakterler oluyorlar o kadar.
Adı Asiology olarak değişen Learnihongo'nun Japonca kitaplarına baktım da (Japonca temelim zaten o site hâlâ bütün dersleri ücretsiz olarak, internet üzerinden verirken oluştu) animelerde falan samimi ve/veya kaba konuşma diline maruz kala kala keigo'yu unutmuşum lan. Bir tek "desu" kalmış bende, "dewa arimasen" falan hiç hatırlamıyordum. O benim için "Ja nai" şu an, hep Zura yüzünden. (Gintama izleyen herhangi bir insan evladı yaptığım espriyi anladı, geri kalanlara açıklamaya uğraşmayacağım.) "Dewa arimasen" deyince Tokugawa Ieyasu'nun emrindeki bir daimyo gibi hissediyorum kendimi, sanki az sonra emrimdeki yedi onna-bugeisha ve sekiz samuraya seppuku emri verecekmişim gibi garip bir his oluşuyor aq. Lan o değil birine "dewa arimasen"li bir cümle kurarsam kaldığım ryokanı işleten kişilere "-dono" ekiyle hitap etmeye başlayabilirim. (Nasıl? Japonya dışında nerede kullanayım lan Japoncayı? Ha bak basit düzeyde de olsa birden fazla dil bilince Sahte Kahramanlar gibi farklı kültür ve dilleri içeren serileri yazmak kolaylaşıyor ama etimoloji ve dil aileleri hakkında herhangi bir şey bilmek de o işi kolaylaştırmak için yeterli, bana tek yararı onlara benzeyen bir halkın doğru düzgün cümle kurabilmesi, "şu kelime şu anlama gelir" diye arada gereksiz bilgi vermemi ya da birkaç kelime uydurup art arda sıralamamı, buna da "cümle" dememi önlemesi oluyor an itibariyle.)
SIBNET beni kanser etmeye başladı. Bir tane reklam açıyor, onu zaten geçmek mümkün değil; bitmesini bekliyorsun. Onu geçince bir reklam daha açıyor ama o reklamı bana açtırıyor eşşoğlueşek (babası da dahil ulan. Rus hıyarlığından başka bir şey değil bu. Zaten Odnok olsun, VK olsun bunların, Türkiye'deki anime piyasasını -olmayan bir piyasayı yani, vay aqü. Eee?- fansublar ya da anime grupları değil Ruslar domine ediyor resmen aq), geçen gün bir de "Bu video yetişkinler içindir, onaylıyor musunuz?" diye sordu, "Lan ne açacak bu bana reklam diye?" diye bir korktum. Ayrıca yaş sınırı falan soracaksan reklam açma, direkt videoyu başlat ulan! Neyse, korktuğum gerçekleşmedi; GTA benzeri bir oyunun videosuymuş (bunlar da nasıl reklam anlamadım, Youtube videosu gibi mq. Twitch kesitleriymiş, doğru mu yazdım ben bu uygulamanın/sitenin/her ne haltsa iştenin adını?). Ulan zaten müdahale etmezsen izlediğin şey bittikten sonra saçma sapan Rus Youtube videolarını sıradan oynatmaya başlıyor, bayağı sıkıntılı. (Genelde) takılmadan devam ettiğinden ve nadiren telif yediğinden mecbur kullanıyorum.
Yukarıda ecchi mecchi demişken buradan iki seri hakkında bir şey söylemek istiyorum: Birinci teşekkür Gotoubun no Hanayome'ye, günümüz harem-komedi serilerine her yeri gereksiz fanservise boğmadan, hatta kullanmış olsan bile insanların hatırlayamayacağı kadar az kullanarak da bu hikayenin anlatılabileceğini gösterdiği için. Eski ve sevilen harem-komedilerin çoğu zaten (eğer tür olarak ecchi değillerse) oldukça az fanservis içerirdi ama günümüzdeki seriler öyle değil. İkinciye ise teşekkür mü etsem sövsem mi bilemedim, aklımda "bir animenin türleri arasına ecchi yazılması için fanservis dozajı ne kadar yüksek olmalı lan acaba?" diye soru işaretleri oluşturduğu için Bokutachi wa Benkyou ga Dekinai'e bir alkış istiyorum. Aynı alkışı aynı sebepten Fate/Prisma Illya'ya ve Murenase! Seton Gauken'e de istiyorum bu arada. Oha ulan, eroge'den uyarlama olan normal Fate serileri ve Nekopara senin (Prisma/Illya) kadar fanservis içermiyor, manga uyarlaması olacak bir de. Prisma Illya demişken buradan Illya'ya sesleniyorum: Hiç kusura bakma, abla rolündeki kişi kesinlikle Kuro. Sen bence Kuro'ya değil Miyu'ya ablalık taslamaya başla, hadi bakayım Illya-chan, gördük son savaşta senin ve Kuro'nun durumunu.
Kaguya-sama'nın mangakası da acayip ha (son zamanlarda her şeyi ilginç mi buluyorum lan ben? Zaten saçma sapan "sevilesi karakter" kriterleri falan geliştirdim, bir tuhaflık var üstümde), her fırsatta kendi mangasıyla dalga geçiyor. "Hiç fanservis yapılmayan romantik komedi seinen mi olur lan?" diyaloğu (bu tam olarak Kaguya-sama'nın tanımı, adam "haftaya fanservis var" deyip ıslak saç gösterdi lan gasgsajd. O ıslak saçı da erkek karakterlerin acayip heyecanlandığı bir hikayede öyle bir anlattı ki gerçekten fanservis koydu sanırsın fahdfasdhads), mangadaki karakterlerin aynı mangadaki karakterler hakkında ship kapışması yapması. (Ben IshiIino'cuyum bu arada, tamam Ishigami reis Tsubame-senpai ile mutlu olacaksa peşinden gitsin ama bir şey elde edemeyeceği belli. Hayır "O eski sevdiğinden de mi ders almadın?" da diyemiyorum çünkü anlıyorum lan herifi, ona öyle bir şey demem kendime sövmemle aynı şey. Ha kendime sövmek konusunda rahatım, hemen her gün yapıyorum bunu ama bu konu biraz farklı. Iino da ilk bakışta soğuk falan görünüyor ama sen değil misin bu kızın gerçek kişiliğini fark edip seçimlerde ona istediğini veren? Bu arada bence net Tsubame'den daha iyidir Iino; tsunderelik, himederelik ve danderelik arasında -dandereye daha yakın ama yine de diğer ikisinden de izler var- kalması yeter bir kere, ha tabii bu manganın gelmiş geçmiş en iyi karakterinin -bak en iyi kız demiyorum, en iyi karakter diyorum; otomatik olarak en iyi kız da oluyor tabii ama cinsiyetten bağımsız olarak en iyisinin- Hayasaka olduğu gerçeğini değiştirmiyor. En iyi erkek tabii ki Ishigami diyeceğim de zaten mangada adını bildiğimiz başkan ve Ishigami haricinde erkek karakter yok lan, şimdi fark ettim. Varsa da o kadar az görünmüş ve o kadar önemsizmiş ki hatırlayamıyorum, diyecektim; hatırladım: Bir de Kashiwagi'nin sevgilisi var. Dandere demişken: Dandereler bence kuuderelerden daha iyi, gerçi kuudere sayısı daha fazlayken -yine ortalıkta tsundere ve hatta yandere kadar yok ama yine de öbürüne kıyasla fazla- dandere olan bir iki tane karakter var. Noucome'deki beyaz saçlı kız mesela, adını hatırlayamıyorum. Japon isimleriyle böyle bir sorunum var: Eğer Kanade gibi yaygın -en azından animelerde yaygın- veya Senku gibi aşırı nadir değillerse aklımda tutamıyorum, ha bir de ismin anlamını biliyorsam aklımda tutabiliyorum: Yuriko, Mitsuko, Nanase, Miko, Gin, Haru, Shin vesaire. Bu arada anlamları baştan sona şöyle: Zambak kız, üçüncü çocuk/üçüncü kız, yedinci bir şey -tam bilmiyorum oradaki Se'nin anlamını; baktım, nehir kıyısı, nehrin akıntılı yeri gibi tam çevrilemeyen bir anlamı varmış, yedinci nehir, yedinci kıyı ya da yedinci akıntı olarak çevirebiliriz o zaman, ben yedinci nehir diye çevirirdim çevirecek olsam, eğer şiir ya da şairane bir şey çeviriyorsam da yedinci akıntı diye-, Şinto rahibesi -gerçi isim olarak kullanıldığında farklı bir anlamı var muhtemelen, bakayım, tamam; isim olarak da anlamı Şinto rahibesi ama kelimelere böldüğümüzde "güzel evlat" demek-, gümüş, bahar/ilkbahar, bu aslında "kutsal" demek ama nasıl yazıldığına ve ardından gelen eklere göre çok farklı anlamları da var.) Bu arada yazıyı buraya kadar okuyan ship nedir falan biliyordur zaten ama yine de şunu bırakayım: https://shipping.fandom.com/wiki/Shipping
Japonların makyajla ciddi bir derdi var. Bak mesela, zaten aşırı güzel veya olmadı aşırı tatlı olan, öyle olmasa bile yine de belli seviyenin üstünde güzelliği ya da sevimliliği (güzellik ve sevimlilik/şirinlik/tatlılık aynı şey değil, arada bariz birkaç fark var) olan kıza "Seni güzelleştireceğim" deyip makyaj yapıyorlar, sonuç ne oluyor peki? Artık çizerlerin kazmalığından mı yoksa başka bir şeyden mi kaynaklanıyor bilmiyorum ama sonuç makyajsız halde zaten gayet güzel olan kızı çirkinleştirmek oluyor. Derdiniz ne lan sizin? Makyajın ne olduğunu sanıyorsunuz? Şimdiye kadar makyajla güzelleşen tek bir anime kızı görmedim, alayı makyajsız daha güzel. Ha orijinal tasarımında makyaj bulunan, makyajsız halini asla görmediğimiz karakterler (Aihara Yuzu, Aoyama Erika vs.) için durum farklı olabilir ama "makyajla güzelleştirme" sahnelerinin alayında güzelim kızı çirkinleştirip bize "çok güzel oldun" diye yutturuyorlar. Acaba Japon hükümetinin makyaj karşıtı kampanyası falan var da o yüzden mi böyle oluyor lan? Aklıma gelen ilk örnek olan Kuronuma Sawako'ya baktım da o çirkinleşmemiş ama bu makyajsız halinin de gayet güzel olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Arkadaşım, eğer sahnenin adı "makyajla güzelleştirme" ise neden bu kızların makyajsız hali makyajlı hallerinden daha güzel acaba? Sana diyorum sana, çizer efendi! En son bir makyajla güzelleştirme sahnesi içeren bölümün altına yazılan şu yorum hislerime tercüman oldu: "Kız zaten güzel, yemeyin bizi."
23 Mayıs 2020 Cumartesi
Arefe Günü Saçmalamacası
Bizim dünyamızda (ya da aşağı bizim dünyamız gibi görünen bir evrende) bir fantastik eser yazarsam iki şey yapıyorum: Birincisi, ne kadar farklı inanç, mitoloji varsa bunları karıştırıp kendi karma mitolojimi oluşturuyor ve o şekilde yazıyorum. Bazı figürlerin birleştirilmesi sonucu doğabiliyor (Bir keresinde Erlik Han, Lucifer, Şeytan ve Prometheus'u birleştirmiştim. Gerçi Lucifer ile Şeytan'ı birleştirmeme gerek de yoktu, zaten aynı şey de konumuz bu değil) İkincisi de şu: Genellikle birkaç sayfadan sonra aklıma başka bir fikir geliyor veya tıkanıyorum, sonucunda da öyle birkaç sayfa uzunluğunda "yarım" bile denemeyecek bir şey oluyor elimde. Ben bu önbilgiyi başka bir şey söylemek için açtım: Şu Sahte Kahramanlar'ı ölmeden bitirmeyi başarırsam şayet, melekli şeytanlı bir hikaye yazma niyetim var, orada da Lucifer'ı kız olarak yazma planım. Sebebi de tam olarak bir karakterin ağzından vereceğim, hatta dur diyalog halinde:
-Lucifer... Bir kadın mı? (Nasıl göründüğüne bağlı olarak "kadın" değil genç kız hatta "küçük bir kız" vs. de diyebilirim, henüz karar vermedim ona. Karar verdiğim tek şey saç rengi ki bence hangi rengi seçtiğimi tahmin edebilirsiniz.)
-Yani... Lucy kız ismi sonuçta.
Kitap boyunca koskoca Kovulmuş Şeytan'a Lucy diye hitap etmeyi (ve ettirmeyi) planlıyorum, evet. Ne? Ne var? Bu arada özellikle kontrol ettim, Lucy ve Lucifer'ın etimolojik bağlantısı varmış. Daha doğrusu şöyle: Lucy, Latince "Lucius" yani ışık, aydınlık (hatta bazen "bilgi" anlamında da kullanılır) kelimesinin İngilizceleştirilmiş hali, Lucifer de Lucius'tan gelen ve "Işıkgetiren" diye çevrilen bir kelime. (Prometheus'la birleştirdiğim oldu, dedim ya; tam olarak bu sebepten. Işıkgetiren-Ateşgetiren.)
İki tane lise dizisi vardı, yayınlandığı dönemde herkes bunlarla dalga geçerdi: Biri Pis Yedili, diğeri Arka Sıradakiler. Kim izliyordu belli değil ama herkes dalga geçerdi bu iki yapımla. Show TV ise Pis Yedili'yi tekrar yayınlamaya başlamış (Doktorlar'ın telifi mi bitti acaba yoksa tekrar "Show TV doktorlar için çıkarılan tam gün yasasını yanlış anlamış" gibi esprilerle muhatap olmamak için mi Doktorlar yayınlamadılar?), aile evinde odam olmayıp salonda yaşayınca tabii mecbur TV'ye hakim oluyorum, gerçi her halükarda vaktimin çoğunu bilgisayarda geçiriyorum ama tv tam karşımda duruyor. Lan başka bir şey diyecektim ama lafı bağlayamıyorum. Neyse, ben zaten uzun süredir belli başlı birkaç yapım (alayı komedi türünde) ve Gökçeada'da internetin çalışmadığı zamanlar (ki sizi temin ederim tahmin ettiğinizden ve edebileceğinizden daha çok oluyor bu. Bazen de çalıştığını sanıyor) haricinde tv izlemiyorum, o yüzden pek bir önemi yok.
Türk anime (siteden bahsetmiyorum) camiası çok acayip bir yer, vallahi. Yıllar içinde birçok yeni espri, yeni yazıresim, yeni akım (Çoğu yabancı -bilhassa Amerikan- anime camialarından alıntı "Jojo gay animesi" "Weeb'in weeb'e ettiği eziyet" falan) çıktı, sayfalar, gruplar, adminler değişti ama birkaç şey hiç değişmedi. Birincisi anime izlemeye yeni başlamış, shounen nedir, shoujo nedir, hentai, yaoi, yuri nedir bilmeyen arkadaşlara Boku no Pico önermek. Gerçi bir ara gruplarda Boku no Pico sözünün telaffuzu dahi yasaklanıp bu adet son bulmuştu ama son zamanlarda yeniden dirildiğini görüyorum. İkincisi "Bu anime nedir?" vs. diye uğraşmak yerine "Kutsal?" diye sormak. Yabancılar da "Sauce?" diye soruyor artık ama bizim "Kutsal?" daha eski, araştırın, karşılaştırın görürsünüz. Üçüncüsü de spo verenler (hatta bazen yalan spo verenler) ve onlara sövenler. O zamanlara özlem duyup duymadığımdan emin değilim ama bugünkünden epey farklıydı. Eskiden her loli paylaşımına FBI yazıresmi atılmazdı mesela, gerçi o zamanlar hem nadiren loli paylaşılırdı hem de anime stüdyoları, mangakalar, ranobe yazarları falan "legal loli" olayının cılkını çıkarmamıştı. Noucome'deki "Loli Sensei" Douraku Utage gibi birkaç tane vardı ama bugünkü gibi her yer legal loli'lerle dolu değildi. O zaman da trap'ler vardı ama trap çılgınlığı yoktu. (Trap'in ne olduğunu söylemeyeceğim, ya zaten biliyorsunuzdur ya araştırıp bulursunuz ya da umrunuzda değildir, dolayısıyla benim söylemem herhangi bir anlam ifade etmeyecek. Sanki verdiğim her gereksiz bilgi anlam ifade ediyor da, neyin tribiyse bu.)
Geçen yazıda (veya yazılardan birinde, hatırlamıyorum) diş matkabı yerine insani bir çözüm bulunması gerektiğini söyledim ya. Hiç bana "Lokal anestezi" falan demeyin, o matkabın dişimi oyduğunu gayet hissediyorum ben. Ne anladım anesteziden? Acımasın, hissetmeyelim diye yapılmıyor mu bu aq işlemi? Hayır, sorun bende mi acaba diye de düşünüyorum bazen. Zira berberde de gayet saçımı hissediyorum (daha doğrusu hissediyordum, artık olmuyor), kendi tırnaklarımı kendim kesmeye başladığımdan beri çok dibe sokmazsam olmuyor ama tırnak keserken de gayet tırnaklarımı hissediyordum. Bir de şehirdeki acı eşiğim düşük benim. Şöyle: Ormanda kendimi kanatsam daha sabırlı oluyorum ama şehirde hemen "acıyo' yaaaa"ya bağlıyorum. Ormanın havasından herhalde, ben şehirde yaşamaya uygun bir insan evladı değilim, aha bu da kanıtı. Diş konusuna dönersek: Zaten bir dişçi koltuğu, bir berber koltuğu. Bu ikisi insana -en azından bana- kendini kurbanlık koyun gibi hissettiriyor. Öyle sabit durursun, her emre uyarsın falan... İkisinde de kesici delici birtakım şeyler var... Ohooo. Berberlerle sorunumu daha önce anlattım. Diş matkabını hissetmek konusuna dönersek de "Müzik dinle" tavsiyesi aldım ama hiçbir işe yaramayacak, biliyorum. Benim sorunum (daha doğrusu esas sorunum) matkabın sesiyle değil ki, ağzımın oyulduğunu bildiğim hissetmemle ilgili. Lan genel anesteziye razıyım bak, masadan kalkamayacaksam da kalkamayayım, sanki yaşarken herkese çok faydam var da ben ölünce kötü olacak. O değil de sedasyon diye bir şey varmış, yıllardır kimse söylemedi bize böyle bir şeyi, söyleseler bir denerdim belki. Ama artık çok geç: Dişçi muayenehanesinin kapısına bile gidemem şu anki durumda. O değil benim iğneyle, çektirmeyle falan sorunum yok bak. Gayet çatır çatır çektiririm, onu hissetmiyorum ama arkadaş şu matkabı benden uzak tut işte be! İşkence aleti kapsamına alınması lazım o şeyin.
Şu savaş-dövüş talimlerini (kılıç falan) yapmaktan bazen sıkılıyorum. (Hoş, kılıç adada kaldığından ne zamandır talim falan da yapmadım o ayrı. Hoş yapsam bile gerçekte nasıl yapmam gerektiğini bilmediğimden çalakılıç sallıyorum, başka da bir halt yapmıyorum. Teorik olarak inciğine cinciğine dek biliyorum ama bu tür şeylerde gerçekten bilen birinden doğru düzgün bir eğitim almazsan teorik bilgi herhangi bir şeye yaramıyor. Buradan bana bunu öğreten okçuluk kursuna selam ederim. Niye "80 milyon bizi izliyor" kafasına girdim lan ben?) Neden sıkılıyorum? Çünkü insan bir şeyler yapınca o şeyin sonucunu görmek istiyor. Yazarken bunun sonucunu görürsün, zaman zaman eski eserlerine bakarsan daha çabuk görürsün. Çizerken görürsün, bahçecilikte görürsün, Youtube olsun gerçek bir dizi/film olsun bir şeyler çekerken görürsün vesaire vesaire... Okçulukta da görürsün bak (gerçi güya 40 libre olan ama gerçekte 30 libre bile olmayan bir yaya sahip olduğum için ben onda da göremiyorum, o da ayrı bir konu); ama şu aq kılıç, balta, dövüş falan talimlerinde karşında bir rakip yoksa çalışmalarının herhangi bir işe yarayıp yaramadığını bilmen mümkün değil. Keçeye kılıç mı çalacaksın da anlayacaksın? O zaman da anlayamazsın ki. "Yakın dövüş/silah talimi" doğası gereği en az iki kişilik olan ve tercihen bir grup halinde turnuva usulünde yapılması gereken bir şey. İşin daha beter bir yanı var: Gözlük. Okçulukta bu bir sıkıntı değil ama kılıç talimi turnuva usulünde yapılacaksa gözlükle yapamam, e çıkartırsam da bir şey göremeyeceğimden mesafeyi ayarlayamam. Hayır ne biçim vücudum var anlamadım: Gözüm bozuk, dişlerimden bahsetmek bile istemiyorum, boğazımda bir balgam sorunu var, kanımda D vitamini eksik... Daha neler var Allah bilir. Lan bir yerimden bir yerim düzgün, sağlıklı olsaydı bari. (Lazerle göz tedavisinden falan bahsetmeyin bana, araştırdım onu. Sadece %10 ihtimalle gerçekten işe yarıyor, ayrıca tamamen kör olma ihtimali de var) Bak tüplü dalış yapmak istiyorum mesela; göz bozuk olduğundan onu da yapamıyorum. Deneme dalışı görevlisi "Altı kat büyütüyor" diye bir şeyler salladı ama zerrece inanmadım. Araştırdım: 1,5-2 derece miyopide sorun olmaz diyor. Lan ben gözlük takmaya başladığımda (ki ilkokula rastlar) zaten gözlerim 2,5'tu, ne diyo'n sen hacı? Gözü bozuk olanlar için numaralı deniz gözlükleri var, onlar da ebesinin şeyi gibi pahalı. Öyle gidip dükkandan da alamıyorsun, özel yaptırman gerekiyor yüz tipine, göz numarana falan göre (Normal gözlük de öyle lan aslında?). Sırf bir deneme için alınmaz, hoş öyle bir şey alsam normal yüzerken de giyerim zira göremediğimden yüzmekten hoşlanmadığımı söylemiştim daha önce. İşin ironik tarafı şu ki su altını gerçekten seviyorum: Deniz taşları, istiridyeler, keşiş yengeçleri, balıklar, mercanlar, deniz kestaneleri, deniz çayırları... Zaten akvaryum sevdam da tamamen oradan geliyor: Gerçekten denizde olunca göremiyorum ama akvaryumda olunca suyun altını gayet net, iyi bir şekilde görebiliyorum. Hayır hem her yerim bozuk hem kimseye bir faydam yok hem diğer şeyler... Tek yaptığım ölümü beklemek ve bu esnada (çoğunlukla komedi izleyerek) oyalanmak. Yani sırf komedi malzemesi olarak ya da ileride ibretlik bir hikayenin kahramanı falan olmak için mi dünyadayım ben? Amacım nedir? Sınanmaksa o sınavdan kaldım zaten, artık kurtarılabilecek seviyeyi geçtim. Anca çarmıha falan gerilirsem affedilirim. Artık ölümü beklemek değil yaşamak istiyorum ben. Dişlerim sağlam olsun veya en azından diş matkabını (adının o olmadığını biliyorum ama matkaptan başka bir şey değil o) hissetmeyeyim de tedavi olabileyim istiyorum, yataktan kalktığımda gözlük aramadan görebilmek istiyorum, lezzetli, soslu bir şeyler yedikten sonra boğazımda bir yumru kalmasın istiyorum, bedenim ve ruhum bu kadar zayıf olmasın, daha dayanıklı olsun istiyorum, sakin bir hayat sürmek istiyorum, gelecek hayalleri kurabileceğim bir sevgilim olsun istiyorum... Şehirde yaşamak da istemiyorum bir de: Avcı, toplayıcı/yağmacı ve tarımcı yarı-göçebe toplumda yaşamak istiyorum ben. Şöyle elime mızrak alıp fırlatabileceğim bir ortamda bulunmak, tepesi isten kararmış keçe çadırda yaşamak. Ölmeyi beklerken intihar etmiş olmayayım diye hayatta kalmaya çalışmaktan bıktım, ya yaşamak ya da bir an önce ölmek istiyorum artık.
-Lucifer... Bir kadın mı? (Nasıl göründüğüne bağlı olarak "kadın" değil genç kız hatta "küçük bir kız" vs. de diyebilirim, henüz karar vermedim ona. Karar verdiğim tek şey saç rengi ki bence hangi rengi seçtiğimi tahmin edebilirsiniz.)
-Yani... Lucy kız ismi sonuçta.
Kitap boyunca koskoca Kovulmuş Şeytan'a Lucy diye hitap etmeyi (ve ettirmeyi) planlıyorum, evet. Ne? Ne var? Bu arada özellikle kontrol ettim, Lucy ve Lucifer'ın etimolojik bağlantısı varmış. Daha doğrusu şöyle: Lucy, Latince "Lucius" yani ışık, aydınlık (hatta bazen "bilgi" anlamında da kullanılır) kelimesinin İngilizceleştirilmiş hali, Lucifer de Lucius'tan gelen ve "Işıkgetiren" diye çevrilen bir kelime. (Prometheus'la birleştirdiğim oldu, dedim ya; tam olarak bu sebepten. Işıkgetiren-Ateşgetiren.)
İki tane lise dizisi vardı, yayınlandığı dönemde herkes bunlarla dalga geçerdi: Biri Pis Yedili, diğeri Arka Sıradakiler. Kim izliyordu belli değil ama herkes dalga geçerdi bu iki yapımla. Show TV ise Pis Yedili'yi tekrar yayınlamaya başlamış (Doktorlar'ın telifi mi bitti acaba yoksa tekrar "Show TV doktorlar için çıkarılan tam gün yasasını yanlış anlamış" gibi esprilerle muhatap olmamak için mi Doktorlar yayınlamadılar?), aile evinde odam olmayıp salonda yaşayınca tabii mecbur TV'ye hakim oluyorum, gerçi her halükarda vaktimin çoğunu bilgisayarda geçiriyorum ama tv tam karşımda duruyor. Lan başka bir şey diyecektim ama lafı bağlayamıyorum. Neyse, ben zaten uzun süredir belli başlı birkaç yapım (alayı komedi türünde) ve Gökçeada'da internetin çalışmadığı zamanlar (ki sizi temin ederim tahmin ettiğinizden ve edebileceğinizden daha çok oluyor bu. Bazen de çalıştığını sanıyor) haricinde tv izlemiyorum, o yüzden pek bir önemi yok.
Türk anime (siteden bahsetmiyorum) camiası çok acayip bir yer, vallahi. Yıllar içinde birçok yeni espri, yeni yazıresim, yeni akım (Çoğu yabancı -bilhassa Amerikan- anime camialarından alıntı "Jojo gay animesi" "Weeb'in weeb'e ettiği eziyet" falan) çıktı, sayfalar, gruplar, adminler değişti ama birkaç şey hiç değişmedi. Birincisi anime izlemeye yeni başlamış, shounen nedir, shoujo nedir, hentai, yaoi, yuri nedir bilmeyen arkadaşlara Boku no Pico önermek. Gerçi bir ara gruplarda Boku no Pico sözünün telaffuzu dahi yasaklanıp bu adet son bulmuştu ama son zamanlarda yeniden dirildiğini görüyorum. İkincisi "Bu anime nedir?" vs. diye uğraşmak yerine "Kutsal?" diye sormak. Yabancılar da "Sauce?" diye soruyor artık ama bizim "Kutsal?" daha eski, araştırın, karşılaştırın görürsünüz. Üçüncüsü de spo verenler (hatta bazen yalan spo verenler) ve onlara sövenler. O zamanlara özlem duyup duymadığımdan emin değilim ama bugünkünden epey farklıydı. Eskiden her loli paylaşımına FBI yazıresmi atılmazdı mesela, gerçi o zamanlar hem nadiren loli paylaşılırdı hem de anime stüdyoları, mangakalar, ranobe yazarları falan "legal loli" olayının cılkını çıkarmamıştı. Noucome'deki "Loli Sensei" Douraku Utage gibi birkaç tane vardı ama bugünkü gibi her yer legal loli'lerle dolu değildi. O zaman da trap'ler vardı ama trap çılgınlığı yoktu. (Trap'in ne olduğunu söylemeyeceğim, ya zaten biliyorsunuzdur ya araştırıp bulursunuz ya da umrunuzda değildir, dolayısıyla benim söylemem herhangi bir anlam ifade etmeyecek. Sanki verdiğim her gereksiz bilgi anlam ifade ediyor da, neyin tribiyse bu.)
Geçen yazıda (veya yazılardan birinde, hatırlamıyorum) diş matkabı yerine insani bir çözüm bulunması gerektiğini söyledim ya. Hiç bana "Lokal anestezi" falan demeyin, o matkabın dişimi oyduğunu gayet hissediyorum ben. Ne anladım anesteziden? Acımasın, hissetmeyelim diye yapılmıyor mu bu aq işlemi? Hayır, sorun bende mi acaba diye de düşünüyorum bazen. Zira berberde de gayet saçımı hissediyorum (daha doğrusu hissediyordum, artık olmuyor), kendi tırnaklarımı kendim kesmeye başladığımdan beri çok dibe sokmazsam olmuyor ama tırnak keserken de gayet tırnaklarımı hissediyordum. Bir de şehirdeki acı eşiğim düşük benim. Şöyle: Ormanda kendimi kanatsam daha sabırlı oluyorum ama şehirde hemen "acıyo' yaaaa"ya bağlıyorum. Ormanın havasından herhalde, ben şehirde yaşamaya uygun bir insan evladı değilim, aha bu da kanıtı. Diş konusuna dönersek: Zaten bir dişçi koltuğu, bir berber koltuğu. Bu ikisi insana -en azından bana- kendini kurbanlık koyun gibi hissettiriyor. Öyle sabit durursun, her emre uyarsın falan... İkisinde de kesici delici birtakım şeyler var... Ohooo. Berberlerle sorunumu daha önce anlattım. Diş matkabını hissetmek konusuna dönersek de "Müzik dinle" tavsiyesi aldım ama hiçbir işe yaramayacak, biliyorum. Benim sorunum (daha doğrusu esas sorunum) matkabın sesiyle değil ki, ağzımın oyulduğunu bildiğim hissetmemle ilgili. Lan genel anesteziye razıyım bak, masadan kalkamayacaksam da kalkamayayım, sanki yaşarken herkese çok faydam var da ben ölünce kötü olacak. O değil de sedasyon diye bir şey varmış, yıllardır kimse söylemedi bize böyle bir şeyi, söyleseler bir denerdim belki. Ama artık çok geç: Dişçi muayenehanesinin kapısına bile gidemem şu anki durumda. O değil benim iğneyle, çektirmeyle falan sorunum yok bak. Gayet çatır çatır çektiririm, onu hissetmiyorum ama arkadaş şu matkabı benden uzak tut işte be! İşkence aleti kapsamına alınması lazım o şeyin.
Şu savaş-dövüş talimlerini (kılıç falan) yapmaktan bazen sıkılıyorum. (Hoş, kılıç adada kaldığından ne zamandır talim falan da yapmadım o ayrı. Hoş yapsam bile gerçekte nasıl yapmam gerektiğini bilmediğimden çalakılıç sallıyorum, başka da bir halt yapmıyorum. Teorik olarak inciğine cinciğine dek biliyorum ama bu tür şeylerde gerçekten bilen birinden doğru düzgün bir eğitim almazsan teorik bilgi herhangi bir şeye yaramıyor. Buradan bana bunu öğreten okçuluk kursuna selam ederim. Niye "80 milyon bizi izliyor" kafasına girdim lan ben?) Neden sıkılıyorum? Çünkü insan bir şeyler yapınca o şeyin sonucunu görmek istiyor. Yazarken bunun sonucunu görürsün, zaman zaman eski eserlerine bakarsan daha çabuk görürsün. Çizerken görürsün, bahçecilikte görürsün, Youtube olsun gerçek bir dizi/film olsun bir şeyler çekerken görürsün vesaire vesaire... Okçulukta da görürsün bak (gerçi güya 40 libre olan ama gerçekte 30 libre bile olmayan bir yaya sahip olduğum için ben onda da göremiyorum, o da ayrı bir konu); ama şu aq kılıç, balta, dövüş falan talimlerinde karşında bir rakip yoksa çalışmalarının herhangi bir işe yarayıp yaramadığını bilmen mümkün değil. Keçeye kılıç mı çalacaksın da anlayacaksın? O zaman da anlayamazsın ki. "Yakın dövüş/silah talimi" doğası gereği en az iki kişilik olan ve tercihen bir grup halinde turnuva usulünde yapılması gereken bir şey. İşin daha beter bir yanı var: Gözlük. Okçulukta bu bir sıkıntı değil ama kılıç talimi turnuva usulünde yapılacaksa gözlükle yapamam, e çıkartırsam da bir şey göremeyeceğimden mesafeyi ayarlayamam. Hayır ne biçim vücudum var anlamadım: Gözüm bozuk, dişlerimden bahsetmek bile istemiyorum, boğazımda bir balgam sorunu var, kanımda D vitamini eksik... Daha neler var Allah bilir. Lan bir yerimden bir yerim düzgün, sağlıklı olsaydı bari. (Lazerle göz tedavisinden falan bahsetmeyin bana, araştırdım onu. Sadece %10 ihtimalle gerçekten işe yarıyor, ayrıca tamamen kör olma ihtimali de var) Bak tüplü dalış yapmak istiyorum mesela; göz bozuk olduğundan onu da yapamıyorum. Deneme dalışı görevlisi "Altı kat büyütüyor" diye bir şeyler salladı ama zerrece inanmadım. Araştırdım: 1,5-2 derece miyopide sorun olmaz diyor. Lan ben gözlük takmaya başladığımda (ki ilkokula rastlar) zaten gözlerim 2,5'tu, ne diyo'n sen hacı? Gözü bozuk olanlar için numaralı deniz gözlükleri var, onlar da ebesinin şeyi gibi pahalı. Öyle gidip dükkandan da alamıyorsun, özel yaptırman gerekiyor yüz tipine, göz numarana falan göre (Normal gözlük de öyle lan aslında?). Sırf bir deneme için alınmaz, hoş öyle bir şey alsam normal yüzerken de giyerim zira göremediğimden yüzmekten hoşlanmadığımı söylemiştim daha önce. İşin ironik tarafı şu ki su altını gerçekten seviyorum: Deniz taşları, istiridyeler, keşiş yengeçleri, balıklar, mercanlar, deniz kestaneleri, deniz çayırları... Zaten akvaryum sevdam da tamamen oradan geliyor: Gerçekten denizde olunca göremiyorum ama akvaryumda olunca suyun altını gayet net, iyi bir şekilde görebiliyorum. Hayır hem her yerim bozuk hem kimseye bir faydam yok hem diğer şeyler... Tek yaptığım ölümü beklemek ve bu esnada (çoğunlukla komedi izleyerek) oyalanmak. Yani sırf komedi malzemesi olarak ya da ileride ibretlik bir hikayenin kahramanı falan olmak için mi dünyadayım ben? Amacım nedir? Sınanmaksa o sınavdan kaldım zaten, artık kurtarılabilecek seviyeyi geçtim. Anca çarmıha falan gerilirsem affedilirim. Artık ölümü beklemek değil yaşamak istiyorum ben. Dişlerim sağlam olsun veya en azından diş matkabını (adının o olmadığını biliyorum ama matkaptan başka bir şey değil o) hissetmeyeyim de tedavi olabileyim istiyorum, yataktan kalktığımda gözlük aramadan görebilmek istiyorum, lezzetli, soslu bir şeyler yedikten sonra boğazımda bir yumru kalmasın istiyorum, bedenim ve ruhum bu kadar zayıf olmasın, daha dayanıklı olsun istiyorum, sakin bir hayat sürmek istiyorum, gelecek hayalleri kurabileceğim bir sevgilim olsun istiyorum... Şehirde yaşamak da istemiyorum bir de: Avcı, toplayıcı/yağmacı ve tarımcı yarı-göçebe toplumda yaşamak istiyorum ben. Şöyle elime mızrak alıp fırlatabileceğim bir ortamda bulunmak, tepesi isten kararmış keçe çadırda yaşamak. Ölmeyi beklerken intihar etmiş olmayayım diye hayatta kalmaya çalışmaktan bıktım, ya yaşamak ya da bir an önce ölmek istiyorum artık.
20 Mayıs 2020 Çarşamba
Ramazan Saçmalaması 6
Geçen yazıda hani "Kılıç silah teknolojisinin ilk büyük icadıdır" dedim ya? Aslında yay daha eski bir icat ama ilk gerçekten işlevsel olan yaylar (Ki kendileri Mısır uzunyayıdır) kılıçlardan çok daha sonra ortaya çıktı, onu dememin sebebi o. Onlardan önceki yaylar pek bir şeye yaramıyordu.
Kimetsu no Yaiba'nın manga finali hakkında bir şey söyleyeceğim, spo istemeyen bu paragrafı geçebilir. "Torun mu olacak acaba reenkarne mi?" demiştim daha önce, mangaka ters köşe yaptı: Hem torun hem reenkarne. Bazıları sadece reenkarne, bazıları torun+reenkarne. Tabii ölen karakterlerin (Zaten son savaşta sağ kalan karakter kalmadıydı neredeyse, Akame ga Kill'den beter hale geldi Muzan'la savaş sırasında manga) nasıl torunu olsun? Onlarınki sadece reenkarne, sağ kalanların çoğunun torun+reenkarne herhalde ama bazıları da belli değil. Mesela Rengoku'nun reenkarnesi kardeşinin falan torunu olabilir herhalde, hayatta kalanların bazılarının da gönül ilişkilerine dair bir şey bilmediğimiz için sadece reenkarne mi yoksa torun+reenkarne mi bilemiyoruz. Yalnız Zenitsu ve Nezuko evlenmiş gerçekten (İkisinin torun+reenkarneleri kardeş olup soyadları Agatsuma olduğuna göre böyle bir çıkarım yapmak zor değil) gaghadsghs, nasıl ikna etti acaba kızı? Ulan Zenitsu, ne adamsın ya... Acaba Inosuke'ninki sadece reenkarne mi yoksa reenkarne+torun mu onu merak ettim, malum manga boyunca herifin talibi falan yoktu, olursa da anlamazdı muhtemelen. (Tanjirou çok anladı sanki ya, neyse. Torunu ve torun+reenkarnesinin saç ve gözlerinden belli ama; Kanao'yla evlenmiş o da. Gerçi Tanjirou'ya haksızlık etmeyelim, kendisine yönelik ilgiyi fark eden tek bir shounen baş karakteri görmedim şimdiye kadar.) Bak şimdi aklıma geldi, bu son pek beğenilmemiş genel olarak (yorumlar öyleydi), daha iyi olabilecekse veya en azından bir bölüm kişisel ilişkiler, düğün ya da sohbet gibi şeylere ayrılıp sonra bu bölüm çizilebilecek olsa da ben beğendim. Yalnız ben olsam son sahnede Muzan'ın da reenkarnesini gösterip öyle bitirirdim, uğraşsın dursun artık hayranlar. Ha bir de Zenitsu "Zenitsu efsanesi" diye bir kitap yazmış (Yani, şehirli olduğu için okuma yazma bilmesi doğal), torun+reenkarnesi okuyordu, kendini nasıl yazdı acaba? Benim bildiğim Zenitsu kesin kendini aşırı yakışıklı, bütün kızların hayran olduğu korkusuz bir kahraman olarak anlatmıştır, hjagjagjad. Sanemi ile Kanrouji de ölürken verdikleri sözü tutmuşlar, reenkarneleri evliymiş. Sanemi'nin reenkarnesi Zenitsu'nun reenkarnesinin kafasını kırmış yalnız Kanrouji'nin reenkarnesinin göğüslerine baktığı için aghhdahgd, ulan Zenitsu, öldükten sonra bile değişmemişsin ya. İnosuke'nin reenkarnesi sessiz sessiz duruyordu ama; hatta yorumlarda "Bu ne sakinlik yav?" demişler.
Hazır konuya başlamışken Boruto hakkında da bir şey söylemek istiyorum: Naruto serisine dair en ufak saygısı, en ufak sevgisi olan insan bu gereksiz şeye bulaşmaz. Sırf "Popüler seri hacı, azıcık daha para kaldıralım" diye evrenin içine edilmesinden başka bir şey değil Boruto denen "şey". Evet, manga/anime değil, "şey."
Antivirüst programları hakkında ciddi bir sorun var. Şöyle: Virüslere "geç, geç" diyor ama internetten bir şey indirecek olsan "Virüs bu" deyip karışıyor. E, daha önce engellemediğin 350 tane virüs ne olacak peki? Ya da "virüs bu" diye gösterdiğin, aktif bile olmayan ama sırf silinemediği için silmediğim diğer antivirüs (evet, var böyle bir şey. Antivirüsten kurtulmak -evet, kurtulmak; belalı gibi yapışıyorlar insanın yakasına zira- virüsten kurtulmaktan daha zor oluyor genelde) hakkında ne diyorsun? Lan virüsten daha çok zarar veren antivirüs programı mı olur gözünüzü seveyim? Hayır bilgisayara zarar vermese (ki veriyor: Programı çalıştırtmaz, kafasına göre dosya siler falan. Virüsten ne farkın kaldı şimdi senin?) psikolojine zarar veriyor, envai çeşit psikolojik hastalığa sürüklüyor insanı, saç baş yolduruyor durup dururken verdiği uyarılarla yavaşlatmasıyla falan.
Bunun gibi bir de "Format sevdası" var. Allah aşkına her sorunun çözümü format olabilir mi ya? Benim 20 tane belgem var o bilgisayarda, özene bezene yazmışım falan... Hikayeler, planlamalar, bir sürü şey... Bak oyunlara, programlara hiç girmiyorum dikkat ettiyseniz. "Yedekleme yap o zaman" he mi? D'ye yedekleyeyim dedim (ki formatçının yanlışlıkla D'ye de format atmayacağının garantisi yok), yarısında "Boş yer yok" dedi, şimdi de D'de adı bilgisayarın adıyla olan tuhaf bir dosya var, D'nin tamamına yakınını kaplıyor. Hayır bakıyorum dosyalara "Yedekli mi bu, bunun içinde mi?" diye, öyle bir şey de yok. Lan neyi yedekledin o zaman sen, tam olarak neyin yedeği bu? "Ne olacak acaba?" diye korkudan "Bu bilgisayarın tüm kullanıcı dosyalarını geri yükle" şeyine de basamıyorum. Drive'a yükleyeyim dedim, 24 saatte bir klasörün yarısını yükleyebildi anca. DVD'ye yükleyeyim diyorum (ki böyle saçmalık mı olur?) "3 saat kaldı" diyor. Eben ama artık! Tamam bak, bilgisayar çökmüştür, formattan başka çare yoktur falan anlarım ama "Şu dosyayı açamıyorum ya" desen "format at düzelir" diyen insanlar var(dı) lan! Ki teknolojiden zerre anlamayan bir insan evladı olarak bir kere çökmüş olan bilgisayarı programları/oyunları silerek ama belgeleri koruyarak kurtarmayı başarmışlığım var, ben bile, bir Minecraft modu yüklemek için kırklara karışan alperen gibi çile çeken ben bile bunu yapabiliyorsam her şeyin çaresi format olmamalı! Hatta hiçbir şeyin çaresi format olmamalı!
O değil de "bir geridönüşüm kutusunu temizleyeyim" dedim, hayvan gibi belge varmış içinde. Geri dönüşüm kutusu mu "Bu da şurada kalsın" dosyası mı belli değil. Hiç de bakmamışım. Vay arkadaş, belki de onlar yer kaplıyordu bilgisayarda.
Lan yazı uzunmuş gibi geliyor ama sadece iki, hadi bilemedin iki buçuk konudan bahsettim. Çok ilginç bir durum.
Sahte Kahramanlar'da yine tıkandım, birkaç gündür yazamıyorum. Tam da bir savaş sahnesinde tıkandım ve şunu fark ettim: Genellikle savaş sahnelerinde tıkanıyorum. Sebebini buldum lakin: Aklımda oluşturduğum bir savaş sahnesini yansıtabilecek kadar iyi bir yazar değilim (hatta bana sorarsanız direkt kötü bir yazarım zaten, fikir sunmak ya da öykü anlatmak için değil dünyanın sıkıcılığından kaçmak için yazıyorum, dolayısıyla da hikayenin geçtiği evrenle ilgili bir sürü ayrıntıyla doluyor ve bir hikayeden ziyade aşırı ayrıntılı bir tanıtım rehberi gibi bir şeye dönüyor. Aslında özellikle de fantastik eserlerde evrene dair ayrıntı severim ama kendi yazdıklarım beni tatmin etmek için yetersiz), o yüzden de en iyi şekilde yazabileceğim savaş sahnesini düşünüyorum, fikir bulamayınca da tıkanıyorum. Ha savaş sahnesi haricinde de tıkandığım oluyor tabii ama ekseriyetle savaş sahneleri. Şu Sahte Kahramanlar bitince acaba Wattpad'de (nefretimi attım gibi) falan bölüp yayınlasam mı? Hayır çünkü götürüp yayınlatamam, bunun da birkaç sebebi var. Birincisi pek hoş olmayan sahneler içeriyor (tabii kitap bunlarla dolu değil, hatta genele vurduğumuzda böyle sahnelerin sayısı epey az ama bu var oldukları gerçeğini değiştirmiyor), sansüre takılabilir (Gerçi ASOIAF takılmadı ama belli bir hayran kitlesine sahip Amerikan yazımı bir kitap olduğu için öyle olduğunu düşünüyorum). İkinci olarak ben öyle "Yayınlayacaksınız ulan bunu!" tavrı alamam, "yok, yayınlamayacağız." derlerse ezik ezik giderim. Üçüncü olarak aslında yayınlamak isteyip istemediğimden bile emin değilim, birkaç tasvir çizecek birini bulsam iyi mi olurdu yoksa karakterleri okuyucunun hayalgücüne mi bıraksam? İlk planımda "esas karakterler"in (7 ana karakter+1 baş düşman) tasviri kitap içeriğinde bulunacaktı ama hem maliyet (ek bahane) hem de bir çizer bulmanın -en azından benim için- zor olması (esas sebep) o fikirden vazgeçmeme neden oldu. Birkaç sebep daha var ama yayınlatamayacağımı düşünmemin esas sebepleri bunlar.
Henüz belli bir mahlasa karar vermesem de mahlas kullanmayı seviyorum. Gerçi bin tane mahlası olan tarihi yazarlar, şairler falan da var da neyse. Mahlas kullanmayı sevmemin temel sebebi de çok sık görülen bir ad-soyad kombinasyonuna sahip olmam. (Gerçi ben hiç adı da soyadı da benimkiyle aynı biriyle tanışmadım ama Facebook'ta neyin aratırsanız otuz sayfa sonuç çıkıyor) Bir de ismimi seviyorum, sevmiyorum değil amma velakin oldukça gösterişsiz ve basit buluyorum. Aslında lisede şiir yazarken şiirler için belli bir mahlas kullanmıştım ama ne olduğunu şimdi hatırlayamıyorum. Eski defterlere bir bakmam lazım. Eski defterler derken gerçekten eski defterler, eski hikayelerim, şiirlerim falan hep onlarda; onlar da belli bir kutunun içinde. O kutuyu temize geçirmem lazım bir gün, hayır sanki yayınlayacağım, temize geçirsem ne olacaksa?
Gece, sahurda iki gıdım bir şey yiyebileyim deyu uyumuyorum (zira uyuyup uyanırsam su bile içemiyorum); ancak bir ses var birkaç gündür. Aslında birkaç gündür birden fazla ses var. Bir matkabın vızıltısı gibi ama çok daha hafif bir ses iki gece boyunca sürdü mesela. Ondan sonra kurt ulumasına benzeyen ama önce insan sesi gibi gelen, sonra da kedi ve köpek sesi gibi gelen bir ses vardı. Tek bir ses mi birden fazla sesin birleşimi mi belli değil. İlginç yani.
Yıllar geçti, şu tırnaklara ve dişlere insani bir çözüm bulamadılar. Dişçiliğin Antik Mısır'da doğduğu halinden ne farkı var mesela? Matkap. Eskiden onun yerine çivi kullanıyorlarmış. Diş macunu, dolgu, diş çekme, anestezi hâlâ aynı... Tamam, maddesel olarak o zamankinden farklı olabilir ama sonuçta amaç ve yöntem aynı. İnsanî bir çözüm bulun şuna, tercihen matkap içermeyen bir çözüm. Bu mudur yani gelişmişlik? Dişi matkapla oymak mı? Tırnağa gelince: Tırnak makası dediğin şey başlı başına işkence aleti, tırnak kesmek de işkencenin katmerlisi zaten. İstemiyorum tırnak kesmek ya... Ama hem bir aşamadan sonra rahatsız ediyor hem de işim gereği kesmem gerekiyor. Artık lazerli bir makine mi yaparsınız da elimizi koyarız tırnağı keser atar yoksa hap falan mı yaparsınız da yutarız, tırnakların uzaması durur bilmiyorum. İnsanî bir çözüm bulun şuna, bak kıllar için insani bir çözüm var: Lazer epilasyon. Tırnak için niye yok kardeşim? Ya da diş? 28 açılı diş fırçası yapmakla uğraşacağınıza şu şeylere doğru düzgün çözümler bulun.
Hint mutfağı nedense Türkiye'de pek popüler değil. Aslında nedeni "Hintli" deyince akılda canlanan imge olsa gerek ama yine de bu konuyu deşeceğim. (Ramazan Ramazan zorum ne ben de bilmiyorum, her yazıda muhakkak bir mutfak/yemek muhabbeti geçiyor. Oruç elime mi vuruyor nedir, ben de anlamadım) Aslında Hint mutfağı, Türkiye'de popüler olması için herhangi bir engel olmayan bir mutfak. Diğer Uzakdoğu mutfaklarının aksine (Evet, Hint mutfağı bir Uzakdoğu mutfağıdır) Türkiye'de bulamayacağımız -bulsak bile hayvan gibi pahalı olan- ya da pek tüketmediğimiz malzemeler içermiyor. Sebze içeriği bizim mutfakla neredeyse aynı, zaten Türkçede sebze adlarının çok azı Öztürkçe, çoğu Arapça ya da Hintçeden geçmiş. Hatta Arapçadan geçenlerin önemli bir bölümü Hintçeden Arapçaya, Arapçadan Türkçeye geçmiş. Arada Farsçaya uğrayıp oradan Türkçeye aktarma yapan bile var. Et desen, Hint mutfağında çok az kullanılan bir malzeme; kullanıldığında da %90 ihtimalle tavuk, %10 ihtimalle koyun oluyor. Baharat dediğin şey zaten başlı başına bütün dünyaya Hindistan'dan yayılmış olan bir şey. (Erken Avrupa mutfağında aromalı otlar kullanılıyordu ama onlar günümüzde bile baharattan sayılmıyor) Ha, hiç mi yok Hint mutfağında kullanılıp Türkiye'de bulunamayan ya da bulunsa bile pahalı olan şey? Tabii ki var: Köri yaprağı (Bir çeşit aromatik ot, bazı Hint körilerinde kullanılıyor ama bizim köri deyince aklımıza gelen karışımda kullanılmıyor. Evet, birden fazla köri çeşidi var; zaten Hintçede neredeyse her baharat karışımına "Köri" deniyor. Bizim yedibahar da köri Hintlilere göre. Yenibahar değil yedibahar, karıştırmayın şunları.) ve hindistancevizi sütü mesela. Ama Arap mutfağında da İran mutfağında da İtalyan mutfağında da Yunan mutfağında da Türkiye'de pahalı olan ya da hiç bulunmayan malzemeler var. (Özellikle ortak yemeklere sahip olduğumuz veya insanlarımızın alışkın olduğu, "O ne be?" demediği mutfakları seçtim) "Türk damak tadına uygun değil." bahanesine de sığınılamaz; baharatlı, acı desen Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde ortalama bir Hint yemeğinden daha baharatlı, daha acı olan yemekler var. Uzakdoğu mutfaklarında yaygın olan tatlı+tuzlu birleşimi Hint mutfağında yok değil ama özellikle de Kore mutfağıyla kıyaslandığında "Yok" diyebileceğimiz kadar az var. Gerçi Moğol mutfağında da diğer Uzakdoğu mutfaklarının aksine bu durum yaygın değil, hatta yok ama o konu dışı. Neden peki? Çünkü Hint, Çin, Kore ve Japon mutfağını tarihsel ve yapısal olarak aynı yere koyabilirsin ama Moğol mutfağının bunlardan herhangi biriyle hiçbir alakası yok, sırf Çin'e komşu ve zamanında Japonya'ya akın düzenlemiş bir millet olduğu için o mutfağı "Uzakdoğu mutfağı" adı altına koyamazsın. Ha bu Uzakdoğu mutfağı tanımına bazen Avustralya mutfağı dahi dahil ediliyor, o ayrı. Aslında Moğol mutfağını Orta Asya mutfağı altında sınıflamak lazım ama öyle bir sınıflama da yok. Özbekistan, Kazakistan, Tacikistan gibi ülkelerin mutfağı yok mu sayılıyor yoksa "Ortadoğu mutfağı içinde değerlendirilir yea" mı deniliyor, toptan "Türk mutfağı" adı altına mı koyuluyor (ama öyleyse Tacikistan yine boşta kalıyor, Soğd kökenli bu adamlar, Orta Asya'nın Pers göçebelerinin torunları) anlayamadım. Hint mutfağına dönersek: Halihazırda ortak yemeklerimiz var zaten. Un helvası mesela; ya da Kheer/sütlaç. Gerçi kheer ve sütlaç arasında biraz fark var ama temelde ikisi de pirinçli muhallebi.
Lan uzaktan eğitimin son dersi, internet gitti. Yarım saatte de çözemedim. O değil tam da dersin sonlarıydı, erkenden kaçmış gibi göründüm. Bu internet şirketlerinin patronlarını toplayacaksın meydanlarda kırbaçlayacaksın, bu ne lan? Zaten dona dona bir hal oldu video. "IP yapılandırması geçerli değil"miş. E, 5 saniye önce geçerliydi ya, aradan geçen zamanda ne değişti? Hadi onu geçtim Sorun Giderici neden bana "Sorun giderilemedi" diye bildirim veriyor, ben mi gidereyim sorunu? Sen ne işe yarıyorsun? Hayır ben gidereceksem bari nasıl gidereceğimi söyle. Modemi kapatıp açtıktan sonra tekrar sorun gidericiyi çalıştırınca düzeldi Allah'tan.
Antivirüst programları hakkında ciddi bir sorun var. Şöyle: Virüslere "geç, geç" diyor ama internetten bir şey indirecek olsan "Virüs bu" deyip karışıyor. E, daha önce engellemediğin 350 tane virüs ne olacak peki? Ya da "virüs bu" diye gösterdiğin, aktif bile olmayan ama sırf silinemediği için silmediğim diğer antivirüs (evet, var böyle bir şey. Antivirüsten kurtulmak -evet, kurtulmak; belalı gibi yapışıyorlar insanın yakasına zira- virüsten kurtulmaktan daha zor oluyor genelde) hakkında ne diyorsun? Lan virüsten daha çok zarar veren antivirüs programı mı olur gözünüzü seveyim? Hayır bilgisayara zarar vermese (ki veriyor: Programı çalıştırtmaz, kafasına göre dosya siler falan. Virüsten ne farkın kaldı şimdi senin?) psikolojine zarar veriyor, envai çeşit psikolojik hastalığa sürüklüyor insanı, saç baş yolduruyor durup dururken verdiği uyarılarla yavaşlatmasıyla falan.
Bunun gibi bir de "Format sevdası" var. Allah aşkına her sorunun çözümü format olabilir mi ya? Benim 20 tane belgem var o bilgisayarda, özene bezene yazmışım falan... Hikayeler, planlamalar, bir sürü şey... Bak oyunlara, programlara hiç girmiyorum dikkat ettiyseniz. "Yedekleme yap o zaman" he mi? D'ye yedekleyeyim dedim (ki formatçının yanlışlıkla D'ye de format atmayacağının garantisi yok), yarısında "Boş yer yok" dedi, şimdi de D'de adı bilgisayarın adıyla olan tuhaf bir dosya var, D'nin tamamına yakınını kaplıyor. Hayır bakıyorum dosyalara "Yedekli mi bu, bunun içinde mi?" diye, öyle bir şey de yok. Lan neyi yedekledin o zaman sen, tam olarak neyin yedeği bu? "Ne olacak acaba?" diye korkudan "Bu bilgisayarın tüm kullanıcı dosyalarını geri yükle" şeyine de basamıyorum. Drive'a yükleyeyim dedim, 24 saatte bir klasörün yarısını yükleyebildi anca. DVD'ye yükleyeyim diyorum (ki böyle saçmalık mı olur?) "3 saat kaldı" diyor. Eben ama artık! Tamam bak, bilgisayar çökmüştür, formattan başka çare yoktur falan anlarım ama "Şu dosyayı açamıyorum ya" desen "format at düzelir" diyen insanlar var(dı) lan! Ki teknolojiden zerre anlamayan bir insan evladı olarak bir kere çökmüş olan bilgisayarı programları/oyunları silerek ama belgeleri koruyarak kurtarmayı başarmışlığım var, ben bile, bir Minecraft modu yüklemek için kırklara karışan alperen gibi çile çeken ben bile bunu yapabiliyorsam her şeyin çaresi format olmamalı! Hatta hiçbir şeyin çaresi format olmamalı!
O değil de "bir geridönüşüm kutusunu temizleyeyim" dedim, hayvan gibi belge varmış içinde. Geri dönüşüm kutusu mu "Bu da şurada kalsın" dosyası mı belli değil. Hiç de bakmamışım. Vay arkadaş, belki de onlar yer kaplıyordu bilgisayarda.
Lan yazı uzunmuş gibi geliyor ama sadece iki, hadi bilemedin iki buçuk konudan bahsettim. Çok ilginç bir durum.
Sahte Kahramanlar'da yine tıkandım, birkaç gündür yazamıyorum. Tam da bir savaş sahnesinde tıkandım ve şunu fark ettim: Genellikle savaş sahnelerinde tıkanıyorum. Sebebini buldum lakin: Aklımda oluşturduğum bir savaş sahnesini yansıtabilecek kadar iyi bir yazar değilim (hatta bana sorarsanız direkt kötü bir yazarım zaten, fikir sunmak ya da öykü anlatmak için değil dünyanın sıkıcılığından kaçmak için yazıyorum, dolayısıyla da hikayenin geçtiği evrenle ilgili bir sürü ayrıntıyla doluyor ve bir hikayeden ziyade aşırı ayrıntılı bir tanıtım rehberi gibi bir şeye dönüyor. Aslında özellikle de fantastik eserlerde evrene dair ayrıntı severim ama kendi yazdıklarım beni tatmin etmek için yetersiz), o yüzden de en iyi şekilde yazabileceğim savaş sahnesini düşünüyorum, fikir bulamayınca da tıkanıyorum. Ha savaş sahnesi haricinde de tıkandığım oluyor tabii ama ekseriyetle savaş sahneleri. Şu Sahte Kahramanlar bitince acaba Wattpad'de (nefretimi attım gibi) falan bölüp yayınlasam mı? Hayır çünkü götürüp yayınlatamam, bunun da birkaç sebebi var. Birincisi pek hoş olmayan sahneler içeriyor (tabii kitap bunlarla dolu değil, hatta genele vurduğumuzda böyle sahnelerin sayısı epey az ama bu var oldukları gerçeğini değiştirmiyor), sansüre takılabilir (Gerçi ASOIAF takılmadı ama belli bir hayran kitlesine sahip Amerikan yazımı bir kitap olduğu için öyle olduğunu düşünüyorum). İkinci olarak ben öyle "Yayınlayacaksınız ulan bunu!" tavrı alamam, "yok, yayınlamayacağız." derlerse ezik ezik giderim. Üçüncü olarak aslında yayınlamak isteyip istemediğimden bile emin değilim, birkaç tasvir çizecek birini bulsam iyi mi olurdu yoksa karakterleri okuyucunun hayalgücüne mi bıraksam? İlk planımda "esas karakterler"in (7 ana karakter+1 baş düşman) tasviri kitap içeriğinde bulunacaktı ama hem maliyet (ek bahane) hem de bir çizer bulmanın -en azından benim için- zor olması (esas sebep) o fikirden vazgeçmeme neden oldu. Birkaç sebep daha var ama yayınlatamayacağımı düşünmemin esas sebepleri bunlar.
Henüz belli bir mahlasa karar vermesem de mahlas kullanmayı seviyorum. Gerçi bin tane mahlası olan tarihi yazarlar, şairler falan da var da neyse. Mahlas kullanmayı sevmemin temel sebebi de çok sık görülen bir ad-soyad kombinasyonuna sahip olmam. (Gerçi ben hiç adı da soyadı da benimkiyle aynı biriyle tanışmadım ama Facebook'ta neyin aratırsanız otuz sayfa sonuç çıkıyor) Bir de ismimi seviyorum, sevmiyorum değil amma velakin oldukça gösterişsiz ve basit buluyorum. Aslında lisede şiir yazarken şiirler için belli bir mahlas kullanmıştım ama ne olduğunu şimdi hatırlayamıyorum. Eski defterlere bir bakmam lazım. Eski defterler derken gerçekten eski defterler, eski hikayelerim, şiirlerim falan hep onlarda; onlar da belli bir kutunun içinde. O kutuyu temize geçirmem lazım bir gün, hayır sanki yayınlayacağım, temize geçirsem ne olacaksa?
Gece, sahurda iki gıdım bir şey yiyebileyim deyu uyumuyorum (zira uyuyup uyanırsam su bile içemiyorum); ancak bir ses var birkaç gündür. Aslında birkaç gündür birden fazla ses var. Bir matkabın vızıltısı gibi ama çok daha hafif bir ses iki gece boyunca sürdü mesela. Ondan sonra kurt ulumasına benzeyen ama önce insan sesi gibi gelen, sonra da kedi ve köpek sesi gibi gelen bir ses vardı. Tek bir ses mi birden fazla sesin birleşimi mi belli değil. İlginç yani.
Yıllar geçti, şu tırnaklara ve dişlere insani bir çözüm bulamadılar. Dişçiliğin Antik Mısır'da doğduğu halinden ne farkı var mesela? Matkap. Eskiden onun yerine çivi kullanıyorlarmış. Diş macunu, dolgu, diş çekme, anestezi hâlâ aynı... Tamam, maddesel olarak o zamankinden farklı olabilir ama sonuçta amaç ve yöntem aynı. İnsanî bir çözüm bulun şuna, tercihen matkap içermeyen bir çözüm. Bu mudur yani gelişmişlik? Dişi matkapla oymak mı? Tırnağa gelince: Tırnak makası dediğin şey başlı başına işkence aleti, tırnak kesmek de işkencenin katmerlisi zaten. İstemiyorum tırnak kesmek ya... Ama hem bir aşamadan sonra rahatsız ediyor hem de işim gereği kesmem gerekiyor. Artık lazerli bir makine mi yaparsınız da elimizi koyarız tırnağı keser atar yoksa hap falan mı yaparsınız da yutarız, tırnakların uzaması durur bilmiyorum. İnsanî bir çözüm bulun şuna, bak kıllar için insani bir çözüm var: Lazer epilasyon. Tırnak için niye yok kardeşim? Ya da diş? 28 açılı diş fırçası yapmakla uğraşacağınıza şu şeylere doğru düzgün çözümler bulun.
Hint mutfağı nedense Türkiye'de pek popüler değil. Aslında nedeni "Hintli" deyince akılda canlanan imge olsa gerek ama yine de bu konuyu deşeceğim. (Ramazan Ramazan zorum ne ben de bilmiyorum, her yazıda muhakkak bir mutfak/yemek muhabbeti geçiyor. Oruç elime mi vuruyor nedir, ben de anlamadım) Aslında Hint mutfağı, Türkiye'de popüler olması için herhangi bir engel olmayan bir mutfak. Diğer Uzakdoğu mutfaklarının aksine (Evet, Hint mutfağı bir Uzakdoğu mutfağıdır) Türkiye'de bulamayacağımız -bulsak bile hayvan gibi pahalı olan- ya da pek tüketmediğimiz malzemeler içermiyor. Sebze içeriği bizim mutfakla neredeyse aynı, zaten Türkçede sebze adlarının çok azı Öztürkçe, çoğu Arapça ya da Hintçeden geçmiş. Hatta Arapçadan geçenlerin önemli bir bölümü Hintçeden Arapçaya, Arapçadan Türkçeye geçmiş. Arada Farsçaya uğrayıp oradan Türkçeye aktarma yapan bile var. Et desen, Hint mutfağında çok az kullanılan bir malzeme; kullanıldığında da %90 ihtimalle tavuk, %10 ihtimalle koyun oluyor. Baharat dediğin şey zaten başlı başına bütün dünyaya Hindistan'dan yayılmış olan bir şey. (Erken Avrupa mutfağında aromalı otlar kullanılıyordu ama onlar günümüzde bile baharattan sayılmıyor) Ha, hiç mi yok Hint mutfağında kullanılıp Türkiye'de bulunamayan ya da bulunsa bile pahalı olan şey? Tabii ki var: Köri yaprağı (Bir çeşit aromatik ot, bazı Hint körilerinde kullanılıyor ama bizim köri deyince aklımıza gelen karışımda kullanılmıyor. Evet, birden fazla köri çeşidi var; zaten Hintçede neredeyse her baharat karışımına "Köri" deniyor. Bizim yedibahar da köri Hintlilere göre. Yenibahar değil yedibahar, karıştırmayın şunları.) ve hindistancevizi sütü mesela. Ama Arap mutfağında da İran mutfağında da İtalyan mutfağında da Yunan mutfağında da Türkiye'de pahalı olan ya da hiç bulunmayan malzemeler var. (Özellikle ortak yemeklere sahip olduğumuz veya insanlarımızın alışkın olduğu, "O ne be?" demediği mutfakları seçtim) "Türk damak tadına uygun değil." bahanesine de sığınılamaz; baharatlı, acı desen Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde ortalama bir Hint yemeğinden daha baharatlı, daha acı olan yemekler var. Uzakdoğu mutfaklarında yaygın olan tatlı+tuzlu birleşimi Hint mutfağında yok değil ama özellikle de Kore mutfağıyla kıyaslandığında "Yok" diyebileceğimiz kadar az var. Gerçi Moğol mutfağında da diğer Uzakdoğu mutfaklarının aksine bu durum yaygın değil, hatta yok ama o konu dışı. Neden peki? Çünkü Hint, Çin, Kore ve Japon mutfağını tarihsel ve yapısal olarak aynı yere koyabilirsin ama Moğol mutfağının bunlardan herhangi biriyle hiçbir alakası yok, sırf Çin'e komşu ve zamanında Japonya'ya akın düzenlemiş bir millet olduğu için o mutfağı "Uzakdoğu mutfağı" adı altına koyamazsın. Ha bu Uzakdoğu mutfağı tanımına bazen Avustralya mutfağı dahi dahil ediliyor, o ayrı. Aslında Moğol mutfağını Orta Asya mutfağı altında sınıflamak lazım ama öyle bir sınıflama da yok. Özbekistan, Kazakistan, Tacikistan gibi ülkelerin mutfağı yok mu sayılıyor yoksa "Ortadoğu mutfağı içinde değerlendirilir yea" mı deniliyor, toptan "Türk mutfağı" adı altına mı koyuluyor (ama öyleyse Tacikistan yine boşta kalıyor, Soğd kökenli bu adamlar, Orta Asya'nın Pers göçebelerinin torunları) anlayamadım. Hint mutfağına dönersek: Halihazırda ortak yemeklerimiz var zaten. Un helvası mesela; ya da Kheer/sütlaç. Gerçi kheer ve sütlaç arasında biraz fark var ama temelde ikisi de pirinçli muhallebi.
Lan uzaktan eğitimin son dersi, internet gitti. Yarım saatte de çözemedim. O değil tam da dersin sonlarıydı, erkenden kaçmış gibi göründüm. Bu internet şirketlerinin patronlarını toplayacaksın meydanlarda kırbaçlayacaksın, bu ne lan? Zaten dona dona bir hal oldu video. "IP yapılandırması geçerli değil"miş. E, 5 saniye önce geçerliydi ya, aradan geçen zamanda ne değişti? Hadi onu geçtim Sorun Giderici neden bana "Sorun giderilemedi" diye bildirim veriyor, ben mi gidereyim sorunu? Sen ne işe yarıyorsun? Hayır ben gidereceksem bari nasıl gidereceğimi söyle. Modemi kapatıp açtıktan sonra tekrar sorun gidericiyi çalıştırınca düzeldi Allah'tan.
17 Mayıs 2020 Pazar
Öylesine Bir Şeyler (Yok, bu seferki Ramazan Saçmalamacası değil; zira içinde serzeniş vasıtasıyla kafa ...me de var)
Son zamanlarda Ekşi'de arayıp okuduğum başlıkları, Sahte Kahramanlar'a yaptığım ekleme ve düzenlemeleri düşündüm de dertsiz başıma dert almaya çalışıyormuş, hatta ondan da öte belamı arıyormuşum gibi geldi.
Bazı müezzinlerde zamanlama sıkıntısı var. Ezan okununca sesler falan kısılıyor malum, bir süre sonra ses kesiliyor. "Ezan bitti herhalde" deyip sesi açmaya yelteniyorsun, yeniden başlıyor. O kadar uzun nefes arası olmaz. "Hadi namaz kılayım" desen ona da erken başlayacaksın.
Friends dizisinden* çıkma "Friendzone" diye bir kavram vardır. (Bunun Türkçesi biraz uzun: "Ben seni arkadaş olarak görüyorum") Geçen Grand Blue'nun mangasını okurken ilk bölümde bir çevirmen notu vardı, "Daha ilk bölümden kuzenzonedlandı" diye de bayağı gülmüştüm o zaman. Sonra (sonra dediğim aha bugün, biraz önce) biraz düşündüm ve Türkçede daha fazla böyle kavram olması gerektiğini düşündün. "Abizon" mesela (Sondeki E'ye ihtiyacımız yok. Bu arada bunun Türkçesi de "Sevdiğim kız bana abi deyince") ya da "Ablazon" (Türkçesi "Abla deme işin düşer" Bu arada bu lafı gerçek hayatta hiç duymadım -sanki diğerlerini duydum, lafa bak- lakin Ekşi'de dört sayfalık başlığı var), "Kardeşzon" (Türkçesi: "O kardeşim gibidir") falan. Ha bir de "Özkardeşzon" var ki onun da Türkçesi "Durun siz kardeşsiniz." İyice hayvanlaştım mı ben bana mı öyle geldi? Dedim ama yazının başında "Son günlerde belamı arıyormuşum gibi geliyor" diye, üstüme gelmeyin.
*Bunu da onca sezon izledim ama tamamlamadım. Neden peki? Şu sebepten: Artık internetten mi Chrome'dan mı bilgisayardan mı kaynaklı bilmiyorum, dizi izlemeye başladığımda bazen kaymak gibi ilerliyor bazense takıla takıla bir hal oluyor. O değil bu dizi sitelerinde ayarlayamıyorsun da oynatma kalitesini. Youtube olmaz zaten de doğru düzgün oynatıcılara da yüklemiyorlar ki arkadaş. Bazen kaliteyi ayarlayabiliyorsun ama 360p'de bile takılma başarısını gösterebiliyor. Ben de öyle olunca bir süre diziye yol veriyorum, o arada da bazen bir şeyler oluyor ipin ucunu karıştırıp diziyi komple bırakıyorum. Friends, The Big Bang Theory... İkisinde de bu oldu. Supernatural'ı iki kez bıraktım böyle. Hayır arkadaş Amerikan dizisi hastası bir insan değilim, aynı anda on dizi izlemiyorum ki. Bırakın bari iki üç tane diziciği rahat rahat seyredeyim, bu neymiş ya?
Teknolojinin yok olduğu bir dünyada teknolojiyi hatırlayan biri olsaydım ne yapardım acaba? Emin olduğum üç şey var: Bir, belli bir yere kadar ilerletirdim, başkası daha fazla ilerlemek isterse engel olmam tabii ama mesela ateşli silahlar falan kısmına hiç bulaşmazdım. İki: Osmanlı yayı, net. Belki biyokompozit yerine lamine işine girebilirim daha kolay ve daha kısa sürede hallolsun diye ama öyle bir ortamda biyokompozit yay için malzeme bulmak sıkıntı olmayacaktır. Yayı icat etmiş olsalar bile İngiliz uzunyayı tarzında bir şeylerle sürünüyorlardır çünkü muhtemelen. Üç: Kılıç aga kılıç, kılıç "geleneksel silahlar" (bunları nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum. Yay, mızrak, kalkan falan işte) arasında en son icat edilendir ve silah teknolojisinin ilk büyük icadıdır, muhtemelen mızrakla bıçakla takılıyor olurlar. En fazla uzun kama. Yalnız ne tür bir kılıç "icat edeceğim" hakkında karar veremedim, her türden kılıcı sevdiğim için bunda fiyat performansa bakıyorum.
Avrupa tarzı düz kılıçlar: Yapımı* ve kullanımı kolay, dayanıklı ve her iki tarafının da keskin olabilme olasılığı yüksek. Ayrıca yapmak için illa çeliğe gerek yok, tunçtan, hatta bakırdan yapılsa bile yeterince iyi olur.
Orta Asya tarzı eğri kılıçlar (Orta Asya tarzı diyorum çünkü Çinlilerin Dao'su, Soğdların Şemşir'i gibi bir sürü çeşitte eğri kılıç var, sadece Türk kılıçları yok eğri olarak; bu kılıçların tek ortak noktası Orta Asya veya Orta Asya sınırlarında doğmuş olmaları): Dengesi son derece iyi ve korkutuculuğu yüksek. (Karşınızdaki kişinin elinde rapier mi olsa daha çok korkar, ölümü hissedersiniz yoksa Zülfikar mı onu düşünün, neden böyle dediğimi anlarsınız) Ayrıca doğru çelikten** yapılırsa Avrupa tarzı düz kılıçları rahatlıkla kırabilir. Bir de hızlı ve çevik hareketler için uygun. Binek üstünde kullanım için de son derece mantıklı bir tercih.
Katana: Şunu net söyleyebilirim: Sırf keskinliği baz alırsak dünyanın en iyi kılıçları bunlardır, tabii doğru çelikten yapılırlar ve doğru düzgün bilenirlerse. Üstteki iki türde kılıcı da rahatlıkla parçalayabilirler. Bir de dengeleri iyidir.
*Avrupa tarzı düz kılıçların neden yapımı kolay? Çünkü fazla bir şey yapmana gerek yok, dök kalıba soğut. Tabii aslında bu tür kılıçlar da demir çubuklardan doğru düzgün dövülerek yapılır ama o şartlarda işleri kolaylaştırmak önemli. Gerçi metali eritmek dövmekten daha mı zor, bilemedim? Eh, çubuk için de eritip kalıba dökmek gerekecek gerçi. Eğer döveceksen çubuk şart, kılıcı dövdüğün metalin yekpare olması lazım ki yaptığın kılıç bir işe yarasın, elinde paralanıp gitmesin. Hatta değil kullanırken, su verirken bile parçalanabilir öyle bir kılıç. Daha önce düz kılıçların çeliğine su verilip verilmediğinden emin olmadığımı yazmıştım. Cevabımı aldım: Veriliyormuş, mantıklı olan o zaten, yoksa nasıl soğutacaksın kor haline gelmiş kılıcı? Kendi kendine soğumasını mı bekleyeceksin? Tabii tek sebep soğutma değil, düzgün şekilli ve doğru sertlikte kalması için de yapılıyormuş bu. Malum çok sert bir kılıç da olması gerekenden yumuşak olan kılıç da sıkıntı çıkarır savaş alanında. Katanalara da bir değil iki kez su veriliyormuş ama kılıcın eğrilmesiyle arasındaki bağı hâlâ çözemedim, onu yazan iyi sıkmış gibi geliyor. Tabii bu dediğim "su katılırken parçalanma" olayı Şam çeliği gibi defalarca kez dövülen, defalarca kez ısıtılıp birden fazla kez su verilen çelikler için geçerli değil, onları gayet sonradan da döve döve birleştirebilirsin ama onlardan yapılan kılıçlar da demir çubuk (bu aslında çubuk değil, biraz daha yassı ama kılıç kadar geniş ve kılıç kadar ince olmayan bir şey düşünün. Nasıl tanımlayacağımı bilemedim, İngilizcesi Steel bloom imiş, onun kelime anlamı da "çelik külçesi" gibi bir şey, hatta "Çiçek açmış çelik" gibi saçma sapan bir şekilde de çevirebiliriz. Böyle gerizekalı bir dil işte İngilizce) üzerine eklenen çelik ve başka metallerden parçalarla dövülüyordu.
**Doğru çelik derken: Yani Şam çeliği, olmadı "kara çelik" denen karbon çeliği. Ne yazık ki geçmişin kılıç ustaları ne Dede Korkut'ta ve deyimlerde devamlı geçen kara çeliğin ne de Şam çeliğinin tam ve doğru düzgün bir tarifini bıraktılar. Kara çelik denen kılıçlar gerçekten siyah veya en azından koyu renk mi yoksa yüksek kömür, yani karbon oranı nedeniyle mi öyle deniyor onu bile bilmiyoruz. Kara çelik hakkında emin olunan tek şey yüksek karbon oranına sahip olması ama günümüzün karbon çelikleriyle ya da onlardan herhangi biriyle aynı mı, farklıysa aralarındaki farklar ne onu bilmiyoruz. Günümüzün karbon çeliklerinde de simsiyah olanlar ve parlak, gümüşi renge sahip olan çeşitler var. Hatta Şam çeliği hakkında kara çelikten daha fazla bilgi var, en azından birden fazla çeşitte metalden yapıldığını ve katlanarak defalarca dövüldüğünü falan biliyoruz. Zaten eskinin Şam çeliğiyle aynı mı bilinmese de görünüşü aynı olan ve yeterince sağlam bir çelik "Şam çeliği/Damascus çeliği" adıyla hâlâ üretiliyor. (Oldukça pahalı ve hobi malzemesi olarak üretiliyor. Hobi dediğim de bıçak yapma, kılıç dövme -vallahi yurtdışında buna hobi gözüyle bakıyorlar, forumlarını gördüm- falan. Bu arada böyle aşağılar gibi yazdım ama bence gayet eğlenceli hobilerdir ikisi de; zaten genellikle kılıç döven bıçak da dövüyor, bıçak döven de -yabancıysa- bir süre sonra kılıca sarıp "Ben bunu da döverim" kafasına giriyor. Hatta kılıç ve bıçak haricinde balta dövenler, mızrak yapanlar falan da var; ekipmanım olsa yaparım aslında, hayır yapmam. Daha doğrusu yapamam. Çünkü neden? Çünkü "el becerisi" denen şeyden ziyadesiyle yoksunum, ha bu el becerisini geliştirmek için iyi bir şans olabilir bak. Bu işe bir bakayım ben.)
Kötü yönlere bakalım:
Avrupa tarzı düz kılıçlar: Keskinliği o kadar da (yani diğer iki seçenek kadar) yüksek olamaz (teknik olarak mümkün değil), çevik hareketlere gelmez, binicilikte elbette kullanılabilir ama iyi bir performans alınmaz.
Orta Asya tarzı eğri kılıçlar: Düz kılıçlara göre daha çabuk kırılırlar şekilleri nedeniyle, dövmesi zordur, elbette bakır ve tunç gibi malzemelerden yapılabilir ama gerçekten işe yarayan bir kılıç için çelik değilse de demir kullanmak zorundasınızdır.
Katana: Eğer üstün yönü olan keskinliği istiyorsak doğru düzgün bir çelikten yapılmak zorundadır, üstelik bu çelik tıpkı Şam çeliği gibi defalarca dövülen ve farklı malzemelerle kaplanan bir çeliktir. Kullanımı -şart olmasa da- geleneksel olarak birçok kurala bağlı olduğundan kullanımını öğrenmesi zordur. Ayrıca katana yapısı gereği son derece hassas bir kılıçtır ve dünyanın sadece en keskin kılıçları değil, aynı zamanda en kolay kırılan kılıçlarıdır.
Buradan bakınca katananın diğerlerinden farklı tek iyi yönü aşırı keskin olması ama birçok problemi var. Sanırım önce düz kılıçlar, sonra da eğri kılıçlar derdim. Zaten tarihi olarak da ilk ortaya çıkan kılıçlar düzdü, eğri kılıçlar at üstünde daha kolay kullanılması başta olmak üzere birçok farklı sebepten icat edildi. Katanalar da başlangıçta elitlerin kullanımı için düz kılıçlardan daha iyi, daha keskin ve daha korkutucu kılıçlar olması amaçlı üretildiler. Düz kılıçları da tıpkı tarihteki gibi bakır-tunç-demir-çelik şeklinde ilerletmek en iyisi. Ha şahsi kullanımım için -daha doğrusu koleksiyon ve hava atma amaçlı- tek bir tane katana yaptırabilirdim bak, o ayrı. (O kadar geliştirme yapıyorum, bir ordu ne bileyim bir köy, bir zenginlik falan versinler bir zahmet. Ya da en azından böyle şeylere azıcık müsamaha göstersinler)
Ne zaman "Hah, iyice battım işte, daha fazlası teknik olarak mümkün değil, artık en dipteyim" desem kendimi daha dipte, daha karanlık ve rezil bir konumda buluyorum. Ne olacak bu işin sonu belli değil ya, şimdilik günlerin geçip gitmesine izin veriyorum. Bana getirisi uykusuzluk oluyor. Bu arada "batmak" derken konumdan, ekonomiden falan bahsetmiyorum, dümdüz özbenliğimden ve kişiliğimden bahsediyorum. Şimdi burada örnek vermeyeceğim ama iyice şerefsiz, hıyar, iğrenç herifin teki olup çıktım. Hayır dışarıya da göstermediğim için neden yastıkları yumrukladığımı da açıklayamıyorum. Tamam, bu dünyaya, bu hayata uygun değilim, bunu zaten biliyordum (nasıl bir hayata, hangi dünyaya uygun olduğumu da bilmiyorum ya. "Sonsuz mutluluk" tasvirimde bile acı çekiyorum ulan. "Sonsuz mutluluk" tasvirimin cennetten birazcık farklı olması da bunun nedeni olabilir tabii) ama bu kadar düşmek zorunda da değildim. Lan hayır daha fazla çamura bulanmadan (ifadeyi yumuşattım) ölüp gideyim bari, diyorum o da olmuyor. Neden? Çünkü intihar edemeyecek kadar korkağım da aynı zamanda, öyle bir it oğlu itim (babam hariç). Lan o değil kimseye bir fayda sağlamadığım gibi içimden şerefsizin tekiyim ama dışarıdan it gibi de yaşamıyorum, sonuç olarak kimseye bir faydam olmadığı gibi doğru düzgün zevk de alamıyorum hayattan. Bari dizilerdeki şerefsiz zenginler gibi yaşasaydım (çok paran olmadan da öyle yaşanır, "gerçek zengin" gibi yaşamak için çok para lazım haliyle ama bizim dizilerdeki şerefsiz zenginler gibi yaşamak için o kadar da paraya ihtiyaç yok. Lan o kadar paran var, tek aktiviten eve/şirkete yeni gelmiş fakir kızı çekiştirmek olabilir mi ya? Git dünyayı gez, ne bileyim bir şeyler satın al...), en azından ölümü beklemek yerine bir şeyler yapardım. "Hayat zaten ölümü beklemek değil midir?" tarzında bir şey diyenin ağzına terlikle vururum, bunu diyen şair de olsa ermiş de olsa Sedat Peker'in yeğeni de olsa (artık kalmadı bunlardan, ha ben eskiden de denk gelmedim o ayrı) Amerikan başkanı da olsa acımam. Eskimiş, tek köşesi yırtılmış sarımtırak tuvalet terliğiyle vururum hem de; Covid-19 kaparsınız bu ortamda.
Ekşi Sözlük'te bazı başlık veya giriler var ki insanı zorla küfrettiriyor, olmadık şeyler söyletiyor. Örnek verirdim ama aklıma gelmiyor, yine de var bunlardan. Daha yarım saat önce en az üç tane gördüm.
Yukarıda it oğlu it dedim ya kendime, o... çocuğu, eşşoğlueşşek gibi ifadeler anaya babaya değil kişinin kendisine yöneliktir. Orada (özellikle birincide) küfür ebeveyne değil muhataba gidiyor, orada bir anlaşalım. Bu arada "eşşoğlueşşek"ten sonra "babası hariç" denir ya, "anası hariç" niye denmez mesela? Çünkü bu eşeğin babası değilse anası eşektir sonuç olarak, ikisinden biri eşek olmalı ki söz doğsun. Ha bu cümleden önce ne yazdım ben? "Küfür ebeveyne değil muhataba gidiyor" Demek ki değişen bir şey yok, "Babası hariç" gereksiz orada. Niye böyle gereksiz bir şeyi yazdım ben peki? Aha iki paragraf üstteki (bir üstteki iki satıra ne kadar paragraf denirse artık) şeyi düşünmemek için.
Bazı müezzinlerde zamanlama sıkıntısı var. Ezan okununca sesler falan kısılıyor malum, bir süre sonra ses kesiliyor. "Ezan bitti herhalde" deyip sesi açmaya yelteniyorsun, yeniden başlıyor. O kadar uzun nefes arası olmaz. "Hadi namaz kılayım" desen ona da erken başlayacaksın.
Friends dizisinden* çıkma "Friendzone" diye bir kavram vardır. (Bunun Türkçesi biraz uzun: "Ben seni arkadaş olarak görüyorum") Geçen Grand Blue'nun mangasını okurken ilk bölümde bir çevirmen notu vardı, "Daha ilk bölümden kuzenzonedlandı" diye de bayağı gülmüştüm o zaman. Sonra (sonra dediğim aha bugün, biraz önce) biraz düşündüm ve Türkçede daha fazla böyle kavram olması gerektiğini düşündün. "Abizon" mesela (Sondeki E'ye ihtiyacımız yok. Bu arada bunun Türkçesi de "Sevdiğim kız bana abi deyince") ya da "Ablazon" (Türkçesi "Abla deme işin düşer" Bu arada bu lafı gerçek hayatta hiç duymadım -sanki diğerlerini duydum, lafa bak- lakin Ekşi'de dört sayfalık başlığı var), "Kardeşzon" (Türkçesi: "O kardeşim gibidir") falan. Ha bir de "Özkardeşzon" var ki onun da Türkçesi "Durun siz kardeşsiniz." İyice hayvanlaştım mı ben bana mı öyle geldi? Dedim ama yazının başında "Son günlerde belamı arıyormuşum gibi geliyor" diye, üstüme gelmeyin.
*Bunu da onca sezon izledim ama tamamlamadım. Neden peki? Şu sebepten: Artık internetten mi Chrome'dan mı bilgisayardan mı kaynaklı bilmiyorum, dizi izlemeye başladığımda bazen kaymak gibi ilerliyor bazense takıla takıla bir hal oluyor. O değil bu dizi sitelerinde ayarlayamıyorsun da oynatma kalitesini. Youtube olmaz zaten de doğru düzgün oynatıcılara da yüklemiyorlar ki arkadaş. Bazen kaliteyi ayarlayabiliyorsun ama 360p'de bile takılma başarısını gösterebiliyor. Ben de öyle olunca bir süre diziye yol veriyorum, o arada da bazen bir şeyler oluyor ipin ucunu karıştırıp diziyi komple bırakıyorum. Friends, The Big Bang Theory... İkisinde de bu oldu. Supernatural'ı iki kez bıraktım böyle. Hayır arkadaş Amerikan dizisi hastası bir insan değilim, aynı anda on dizi izlemiyorum ki. Bırakın bari iki üç tane diziciği rahat rahat seyredeyim, bu neymiş ya?
Teknolojinin yok olduğu bir dünyada teknolojiyi hatırlayan biri olsaydım ne yapardım acaba? Emin olduğum üç şey var: Bir, belli bir yere kadar ilerletirdim, başkası daha fazla ilerlemek isterse engel olmam tabii ama mesela ateşli silahlar falan kısmına hiç bulaşmazdım. İki: Osmanlı yayı, net. Belki biyokompozit yerine lamine işine girebilirim daha kolay ve daha kısa sürede hallolsun diye ama öyle bir ortamda biyokompozit yay için malzeme bulmak sıkıntı olmayacaktır. Yayı icat etmiş olsalar bile İngiliz uzunyayı tarzında bir şeylerle sürünüyorlardır çünkü muhtemelen. Üç: Kılıç aga kılıç, kılıç "geleneksel silahlar" (bunları nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum. Yay, mızrak, kalkan falan işte) arasında en son icat edilendir ve silah teknolojisinin ilk büyük icadıdır, muhtemelen mızrakla bıçakla takılıyor olurlar. En fazla uzun kama. Yalnız ne tür bir kılıç "icat edeceğim" hakkında karar veremedim, her türden kılıcı sevdiğim için bunda fiyat performansa bakıyorum.
Avrupa tarzı düz kılıçlar: Yapımı* ve kullanımı kolay, dayanıklı ve her iki tarafının da keskin olabilme olasılığı yüksek. Ayrıca yapmak için illa çeliğe gerek yok, tunçtan, hatta bakırdan yapılsa bile yeterince iyi olur.
Orta Asya tarzı eğri kılıçlar (Orta Asya tarzı diyorum çünkü Çinlilerin Dao'su, Soğdların Şemşir'i gibi bir sürü çeşitte eğri kılıç var, sadece Türk kılıçları yok eğri olarak; bu kılıçların tek ortak noktası Orta Asya veya Orta Asya sınırlarında doğmuş olmaları): Dengesi son derece iyi ve korkutuculuğu yüksek. (Karşınızdaki kişinin elinde rapier mi olsa daha çok korkar, ölümü hissedersiniz yoksa Zülfikar mı onu düşünün, neden böyle dediğimi anlarsınız) Ayrıca doğru çelikten** yapılırsa Avrupa tarzı düz kılıçları rahatlıkla kırabilir. Bir de hızlı ve çevik hareketler için uygun. Binek üstünde kullanım için de son derece mantıklı bir tercih.
Katana: Şunu net söyleyebilirim: Sırf keskinliği baz alırsak dünyanın en iyi kılıçları bunlardır, tabii doğru çelikten yapılırlar ve doğru düzgün bilenirlerse. Üstteki iki türde kılıcı da rahatlıkla parçalayabilirler. Bir de dengeleri iyidir.
*Avrupa tarzı düz kılıçların neden yapımı kolay? Çünkü fazla bir şey yapmana gerek yok, dök kalıba soğut. Tabii aslında bu tür kılıçlar da demir çubuklardan doğru düzgün dövülerek yapılır ama o şartlarda işleri kolaylaştırmak önemli. Gerçi metali eritmek dövmekten daha mı zor, bilemedim? Eh, çubuk için de eritip kalıba dökmek gerekecek gerçi. Eğer döveceksen çubuk şart, kılıcı dövdüğün metalin yekpare olması lazım ki yaptığın kılıç bir işe yarasın, elinde paralanıp gitmesin. Hatta değil kullanırken, su verirken bile parçalanabilir öyle bir kılıç. Daha önce düz kılıçların çeliğine su verilip verilmediğinden emin olmadığımı yazmıştım. Cevabımı aldım: Veriliyormuş, mantıklı olan o zaten, yoksa nasıl soğutacaksın kor haline gelmiş kılıcı? Kendi kendine soğumasını mı bekleyeceksin? Tabii tek sebep soğutma değil, düzgün şekilli ve doğru sertlikte kalması için de yapılıyormuş bu. Malum çok sert bir kılıç da olması gerekenden yumuşak olan kılıç da sıkıntı çıkarır savaş alanında. Katanalara da bir değil iki kez su veriliyormuş ama kılıcın eğrilmesiyle arasındaki bağı hâlâ çözemedim, onu yazan iyi sıkmış gibi geliyor. Tabii bu dediğim "su katılırken parçalanma" olayı Şam çeliği gibi defalarca kez dövülen, defalarca kez ısıtılıp birden fazla kez su verilen çelikler için geçerli değil, onları gayet sonradan da döve döve birleştirebilirsin ama onlardan yapılan kılıçlar da demir çubuk (bu aslında çubuk değil, biraz daha yassı ama kılıç kadar geniş ve kılıç kadar ince olmayan bir şey düşünün. Nasıl tanımlayacağımı bilemedim, İngilizcesi Steel bloom imiş, onun kelime anlamı da "çelik külçesi" gibi bir şey, hatta "Çiçek açmış çelik" gibi saçma sapan bir şekilde de çevirebiliriz. Böyle gerizekalı bir dil işte İngilizce) üzerine eklenen çelik ve başka metallerden parçalarla dövülüyordu.
**Doğru çelik derken: Yani Şam çeliği, olmadı "kara çelik" denen karbon çeliği. Ne yazık ki geçmişin kılıç ustaları ne Dede Korkut'ta ve deyimlerde devamlı geçen kara çeliğin ne de Şam çeliğinin tam ve doğru düzgün bir tarifini bıraktılar. Kara çelik denen kılıçlar gerçekten siyah veya en azından koyu renk mi yoksa yüksek kömür, yani karbon oranı nedeniyle mi öyle deniyor onu bile bilmiyoruz. Kara çelik hakkında emin olunan tek şey yüksek karbon oranına sahip olması ama günümüzün karbon çelikleriyle ya da onlardan herhangi biriyle aynı mı, farklıysa aralarındaki farklar ne onu bilmiyoruz. Günümüzün karbon çeliklerinde de simsiyah olanlar ve parlak, gümüşi renge sahip olan çeşitler var. Hatta Şam çeliği hakkında kara çelikten daha fazla bilgi var, en azından birden fazla çeşitte metalden yapıldığını ve katlanarak defalarca dövüldüğünü falan biliyoruz. Zaten eskinin Şam çeliğiyle aynı mı bilinmese de görünüşü aynı olan ve yeterince sağlam bir çelik "Şam çeliği/Damascus çeliği" adıyla hâlâ üretiliyor. (Oldukça pahalı ve hobi malzemesi olarak üretiliyor. Hobi dediğim de bıçak yapma, kılıç dövme -vallahi yurtdışında buna hobi gözüyle bakıyorlar, forumlarını gördüm- falan. Bu arada böyle aşağılar gibi yazdım ama bence gayet eğlenceli hobilerdir ikisi de; zaten genellikle kılıç döven bıçak da dövüyor, bıçak döven de -yabancıysa- bir süre sonra kılıca sarıp "Ben bunu da döverim" kafasına giriyor. Hatta kılıç ve bıçak haricinde balta dövenler, mızrak yapanlar falan da var; ekipmanım olsa yaparım aslında, hayır yapmam. Daha doğrusu yapamam. Çünkü neden? Çünkü "el becerisi" denen şeyden ziyadesiyle yoksunum, ha bu el becerisini geliştirmek için iyi bir şans olabilir bak. Bu işe bir bakayım ben.)
Kötü yönlere bakalım:
Avrupa tarzı düz kılıçlar: Keskinliği o kadar da (yani diğer iki seçenek kadar) yüksek olamaz (teknik olarak mümkün değil), çevik hareketlere gelmez, binicilikte elbette kullanılabilir ama iyi bir performans alınmaz.
Orta Asya tarzı eğri kılıçlar: Düz kılıçlara göre daha çabuk kırılırlar şekilleri nedeniyle, dövmesi zordur, elbette bakır ve tunç gibi malzemelerden yapılabilir ama gerçekten işe yarayan bir kılıç için çelik değilse de demir kullanmak zorundasınızdır.
Katana: Eğer üstün yönü olan keskinliği istiyorsak doğru düzgün bir çelikten yapılmak zorundadır, üstelik bu çelik tıpkı Şam çeliği gibi defalarca dövülen ve farklı malzemelerle kaplanan bir çeliktir. Kullanımı -şart olmasa da- geleneksel olarak birçok kurala bağlı olduğundan kullanımını öğrenmesi zordur. Ayrıca katana yapısı gereği son derece hassas bir kılıçtır ve dünyanın sadece en keskin kılıçları değil, aynı zamanda en kolay kırılan kılıçlarıdır.
Buradan bakınca katananın diğerlerinden farklı tek iyi yönü aşırı keskin olması ama birçok problemi var. Sanırım önce düz kılıçlar, sonra da eğri kılıçlar derdim. Zaten tarihi olarak da ilk ortaya çıkan kılıçlar düzdü, eğri kılıçlar at üstünde daha kolay kullanılması başta olmak üzere birçok farklı sebepten icat edildi. Katanalar da başlangıçta elitlerin kullanımı için düz kılıçlardan daha iyi, daha keskin ve daha korkutucu kılıçlar olması amaçlı üretildiler. Düz kılıçları da tıpkı tarihteki gibi bakır-tunç-demir-çelik şeklinde ilerletmek en iyisi. Ha şahsi kullanımım için -daha doğrusu koleksiyon ve hava atma amaçlı- tek bir tane katana yaptırabilirdim bak, o ayrı. (O kadar geliştirme yapıyorum, bir ordu ne bileyim bir köy, bir zenginlik falan versinler bir zahmet. Ya da en azından böyle şeylere azıcık müsamaha göstersinler)
Ne zaman "Hah, iyice battım işte, daha fazlası teknik olarak mümkün değil, artık en dipteyim" desem kendimi daha dipte, daha karanlık ve rezil bir konumda buluyorum. Ne olacak bu işin sonu belli değil ya, şimdilik günlerin geçip gitmesine izin veriyorum. Bana getirisi uykusuzluk oluyor. Bu arada "batmak" derken konumdan, ekonomiden falan bahsetmiyorum, dümdüz özbenliğimden ve kişiliğimden bahsediyorum. Şimdi burada örnek vermeyeceğim ama iyice şerefsiz, hıyar, iğrenç herifin teki olup çıktım. Hayır dışarıya da göstermediğim için neden yastıkları yumrukladığımı da açıklayamıyorum. Tamam, bu dünyaya, bu hayata uygun değilim, bunu zaten biliyordum (nasıl bir hayata, hangi dünyaya uygun olduğumu da bilmiyorum ya. "Sonsuz mutluluk" tasvirimde bile acı çekiyorum ulan. "Sonsuz mutluluk" tasvirimin cennetten birazcık farklı olması da bunun nedeni olabilir tabii) ama bu kadar düşmek zorunda da değildim. Lan hayır daha fazla çamura bulanmadan (ifadeyi yumuşattım) ölüp gideyim bari, diyorum o da olmuyor. Neden? Çünkü intihar edemeyecek kadar korkağım da aynı zamanda, öyle bir it oğlu itim (babam hariç). Lan o değil kimseye bir fayda sağlamadığım gibi içimden şerefsizin tekiyim ama dışarıdan it gibi de yaşamıyorum, sonuç olarak kimseye bir faydam olmadığı gibi doğru düzgün zevk de alamıyorum hayattan. Bari dizilerdeki şerefsiz zenginler gibi yaşasaydım (çok paran olmadan da öyle yaşanır, "gerçek zengin" gibi yaşamak için çok para lazım haliyle ama bizim dizilerdeki şerefsiz zenginler gibi yaşamak için o kadar da paraya ihtiyaç yok. Lan o kadar paran var, tek aktiviten eve/şirkete yeni gelmiş fakir kızı çekiştirmek olabilir mi ya? Git dünyayı gez, ne bileyim bir şeyler satın al...), en azından ölümü beklemek yerine bir şeyler yapardım. "Hayat zaten ölümü beklemek değil midir?" tarzında bir şey diyenin ağzına terlikle vururum, bunu diyen şair de olsa ermiş de olsa Sedat Peker'in yeğeni de olsa (artık kalmadı bunlardan, ha ben eskiden de denk gelmedim o ayrı) Amerikan başkanı da olsa acımam. Eskimiş, tek köşesi yırtılmış sarımtırak tuvalet terliğiyle vururum hem de; Covid-19 kaparsınız bu ortamda.
Ekşi Sözlük'te bazı başlık veya giriler var ki insanı zorla küfrettiriyor, olmadık şeyler söyletiyor. Örnek verirdim ama aklıma gelmiyor, yine de var bunlardan. Daha yarım saat önce en az üç tane gördüm.
Yukarıda it oğlu it dedim ya kendime, o... çocuğu, eşşoğlueşşek gibi ifadeler anaya babaya değil kişinin kendisine yöneliktir. Orada (özellikle birincide) küfür ebeveyne değil muhataba gidiyor, orada bir anlaşalım. Bu arada "eşşoğlueşşek"ten sonra "babası hariç" denir ya, "anası hariç" niye denmez mesela? Çünkü bu eşeğin babası değilse anası eşektir sonuç olarak, ikisinden biri eşek olmalı ki söz doğsun. Ha bu cümleden önce ne yazdım ben? "Küfür ebeveyne değil muhataba gidiyor" Demek ki değişen bir şey yok, "Babası hariç" gereksiz orada. Niye böyle gereksiz bir şeyi yazdım ben peki? Aha iki paragraf üstteki (bir üstteki iki satıra ne kadar paragraf denirse artık) şeyi düşünmemek için.
15 Mayıs 2020 Cuma
Ramazan Saçmalamacası 5
Korku çok ilginç bir şey. Akreplerden, yılanlardan, farelerden korkmuyorum (akreplerden korkmadığımı bizzat yaşayarak öğrendim, bir tanesiyle karşılaşana kadar korkup korkmadığım hakkında bir fikrim yoktu), örümceklerden örümceğine bağlı... Mesela tarantulalar ve uzun bacaklı örümceklerden korkmuyorum ama kurt örümceğinden korkuyorum. Un kurdu (yetişkin hali biraz rahatsız edici gerçi ama), çekirge, peygamberdevesi, tırtıl, geyik böceği, arı... Hiçbiriyle sorunum yok ama hamamböcekleri... Bakamıyorum bile onlara. Aşırı derecede rahatsız edici ve korkunçlar. Tam birer şerefsizler de ayrıca, bu kanıya nereden vardığımı sormayın. Hayır insan olmayan yerde yaşamayan böcek mi olur lan? Vallahi bak: Ormanda falan hamamböceği olmaz, onlar her zaman insanların olduğu yerlerde yaşar. Tabii bir soykırım da başlatamıyorum kendilerine zira atıkların azaltılması ve pisliğin yok edilmesi için önemli bir rolleri var şerefsizlerin. Torpilliler midir nedir anlamadım ki... Sen hem her türlü hastalığı taşı ve bulaştır (ama kesinlikle kendin hastalanma) hem atom bombası gibi bilumum şeye dayanıklı ol hem de böyle önemli bir görev icra et.
"Uzakdoğu mutfağı" bizim milleti korkutan bir kavram nedense, milletin aklına hemen böcektir bilmem nedir geliyor. E ulan, salyangoz çorbası (soupe à l'escargot), kurbağa bacağı (cuisses de grenouille) Fransız yemeği, İtalyanların kurtlu peyniri (Casu marzu) var, Meksikalılar kahvaltı niyetine karınca yumurtası (Escamol) yiyor. O mutfaklara hiç aynı muamele yapılmıyor? Çin mutfağı gerçekten bu konuyu biraz abartan bir mutfak ama mesela Japon mutfağında Inago no Tsukudani (Soya soslu şekerli çekirge), Kore mutfağında Beondegi (Kızartılmış ipekböceği) haricinde böcek içeren yemek yok. Onları da günlük hayatta tüketmiyorlar zaten. Gidip sorsan Japon'a, Koreli'ye "Böcek yenir mi, iğrenç" der. Hatta Japon tam olarak şunu der: "Mushi wo taberu ka? Hen... Hen yo, anta." Bunun kanji yazımı da şu: 虫を食べるか。変…変よ、貴方。Tabii adamı (ya da kadını) kızdırdığınız için resmi cümle yapısını falan bir kenara bırakmış, askerlik arkadaşıyla (onlarda bu kavramın olduğunu sanmıyorum ama meseleyi anladınız) konuşan yakuza gibi konuşuyor sizle, üstüne de "Tuhaf, sapık" diyor. Gerçi bu diyaloğu Japonca kuruyorsanız böyle bir soru sormamanız lazım, o zaman aşağı yukarı şunu der: "Baggu iichin? Wiaado!" Bunun İngilizce çevirisi "Bug eating? Weird!" oluyor. Konuya dönersek: Çin mutfağında da baozi, wonton, la mian, beijing kaoya gibi bir sürü "normal" malzemelerle yapılan yemek var ama hâlâ Uzakdoğu mutfağı=böcek algısını aşamadık. Gerçi evet, Çin mutfağı hakikatten tüketilebilecek her şeyin tüketildiği bir mutfak ama normal malzemelerle yapılan bir ton yemek de var ve şişe geçirilmiş akreptir, yarasa çorbasıdır gibi şeyleri günlük hayatta tüketmiyorlar, özel olarak restorana gidip tüketiyorlar. (Bu arada videolardan gördüğüm kadarıyla o böcekleri falan Çinlilerden çok turistler yiyor) Ha bak köpek eti yeniyor Çin'de, o tamam, onda sıkıntı yok. Gerçekten Çin mutfağının parçası o; ama böcektir falan, bana bunlarla gelmeyin. Hayır niye gaza geldim onu da bilmiyorum, ne battı da durduk yere Uzakdoğu mutfağı avukatlığına soyundum acep?
L'escargot demişken bizdeki "Müslüman mahallesinde salyangoz satmak" deyimi de bu l'escargot'a dayanıyor. Tanzimat civarında bir Fransız ekolü dönemi var (Araştırma konusu: Osmanlı'da Fransız hayranlığı, Tanzimat döneminde Fransa etkisi), o dönemde sokaklarda l'escargot satılmış olabilir. Zaten o dönem konuşurken Fransızca kökenli olabileceğini aklımızın ucundan bile geçirmediğimiz sözcüklerin dile yerleştiği, Türk mutfağına Batılı, özellikle Fransız sos ve tekniklerin girdiği dönem. Mesela Felatun Bey ile Rakım Efendi romanında (Bu arada ona da ayrıca geleceğim) mayonezden bahsedilir.
Felatun Bey ve Rakım Efendi'ye geldim... Neydi bu, ilk realist roman mıydı? Batılı anlamda ilk eser miydi? Yok, öyle normal bir Tanzimat dönemi romanıymış. Olmaz olsun öyle roman, karakterleri gerçek olsun da sürüm sürüm sürünsün... Okunmuyor arkadaş bu kitap, boğuyor insanı, bitiremedim bir türlü. Ne ağır dilmiş... "Ağır dil" derken kullanılan kelimelerden falan bahsetmiyorum bu arada (zaten elimdeki muhtemelen artık kullanılmayan kelimelerden arındırılmış bir versiyondur), resmen cümlelerin ağırlığını ve yavaşlığını fiziksel olarak hissedebiliyorsunuz. Kitap mı okuyorum sırtımda taş mı taşıyorum belli değil. En son "Platon'un da Râkım'ın da..." diye fırlatıp atıyordum kitabı. Öyle kaldı o roman, devam etmeyi de düşünmüyorum.
Şunu belirtmek isterim ki: Konu vocaloid ise eğer olay Gumi'dir arkadaş. Hatsune Miku falan yalan. Bu arada hep Gumi diyoruz biz buna (genel olarak öyle denir) ama karaktere verilen asıl isim Megpoid. (Ya da program ismi, tam anlayamadım, bir olay var orada) Hah, tamam; "ses" dosyasının adı Megpoid, maskot karakterin adı (ulan aynı şey değil mi? Sesiyle maskotu farklı olan vocaloid şarkıları da var da biz mi bilmiyoruz? Ya da Hatsune Miku'nun, Kagamine'lerin falan "ses" adı ne? Kendilerinden farklı mı?) ise ses örneklendirmeni (seslendirmen değil, vocaloidlerde ses otomatik söyleniyor ama o sesi elde etmek için kullandıkları insan sesleri var. Vocaloid programının yüzü olan ve en tanınan vocaloid olan -tam da bu sebeple ikinci cümlede "yalan" dediğim- Miku'nunki Fujita Saki mesela) Nakajima Megumi'nin takma adı olan Gumi'den verilmiş. Öh be, bir şeyi yazacağım diye beş Google araması yaptım. Hah, neyse, konu vocaloid ise eğer olay Gumi'dir. Hazır yeri gelmişken buradan aslında en sevdiğim vocaloid şarkılarından biri olan Hatsukoi Gakuen'in yapımcısına (ne deniyor lan bu adamlara? Yönetmen falan mı? Besteci?) sesleniyorum: Bugün Gumi'yi erkek kılığı ve rolünde şarkıya sokan yarın terörist olur! Tamam, zaten az sayıda erkek vocaloid var ve daha ince bir ses olsun istemiş olabilirsiniz ama bu söylediğim şeyin gerçek olduğunu değiştirmiyor. Şimdi baktım, yönetmen deniyormuş kendilerine, şarkıyı Nem yazmış ama çizimleri Tama yapmış. Bir de PV'yi yapmış ama onun ne olduğunu bilmiyorum. Şarkıyı yapan vocaloid'ine göre yazıyor, her vocaloid'in zaman içinde belirlenmiş bir tarzı ve kişiliği var çünkü; bu durumda bu acayip durumun sorumlusu Nem efendi. O değil de bu başka neleri yapmış, tanıdık geldi isim. Pek fazla benim bildiğim iş bulamadım ama yine en sevdiğim vocaloid şarkılarından olan Subarashi Nyansei'i yapmış, yine Gumi var ve bu sefer olması gerektiği gibi kız.
Bir iş için beş dakikalığına dışarı çıktım, o nasıl bir sıcaktır? Balıkesir'de hava acayip sıcak, bu nedir ulan? İki dakika daha dışarıda kalsam güneşle kavgaya tutuşacaktım. Öh be. Mayıs'tayız ulan Mayıs, Mayıs... Ağustos'ta halimiz nice olacak acep?
İstanbul'da doğup büyümüş biri olarak şunu söyleyebilirim: İstanbullu (?) biri %90 oranında "Nerelisin?" sorusuna İstanbul diye cevap vermez (Kendi değilse babası, o değilse de dedesi %90 oranında başka yerden gelmiştir zira). Verene de zaten "Aslen nerelisin?" diye sorulur. Bir sürü farklı nedeni var bunun ama temelde 1453 veya daha önceden beri ailen İstanbul'da değilse İstanbullu değilsindir, bu kadar basit. Eşyanın tabiatına aykırı İstanbullu olmak. Bu arada herkesin İstanbul'a gidip durması da "tek şehir ekonomisi" nedeniyle. Daha önce de söyledim bunu: Yurtdışında herhangi bir ülkede, ister doğuda olsun bu ülke ister batıda, köyde bile en tepeye çıkma ve aradığın şeyi kolayca bulma şansın var ama Türkiye'de Ankara (bak başkent burası), İzmir, Antalya gibi İstanbul'a eşdeğer bulunan şehirlerde bile en tepeye çıkamazsın veya aradığın şeyi doğru düzgün bulamazsın, İstanbul'da olmak zorundasın. Zaten o sebeple zamanında İstanbul'a göç oldu ve hâlâ oluyor, zaten o sebeple İstanbul'da değil 1453'ten beri orada olan, beş nesildir İstanbul'da yaşayan kişiler bile azınlık. E, "gerçekten" İstanbullu olanlar azınlık olduğu için de "Tamam da aslen nerelisin?" sorusu doğuyor. Bir de bu "Nerelisin?" sorusunu İstanbul dışında bir yerde sorduklarında ne diyeceğin karışabiliyor, "İstanbullu mu diyeyim aslen nereli olduğumu mu söyleyeyim?" Ben genelde aslen nereli olduğumu söylüyorum gerçi, İstanbul'u asla sevemedim, kendimi de İstanbullu olarak görmüyorum. Şayet zengin falan değilsen İstanbul'da yaşanmaz -hoş, o zaman da yaşanmaz ya- gider gezersin görmek istediğin neresi varsa, dönersin evine. Yoksa o trafiktir, kalabalıktır falan çekilmez. (İstanbul'da yaşadığım 12 yıl boyunca İstanbul'da meşhur nereyi gördüm? Neredeyse hiçbir yer. Peki Balıkesir'de yaşadığım sürede? Birçok yer. Bundan bahsediyorum işte, İstanbul'da yaşarken "O trafik, kalabalık çekilmez şimdi, zaten elimizin altında" deyip boş veriyorsun)
"Aslen nerelisin?" demişken birkaç kez turist sanıldım. Neden olduğu hakkında bir fikrim yok lakin. Lan arkadaş, siyah denebilecek kadar koyu kahverengi saçlı, kahverengi gözlü insanım; sarışın mavi gözlü olsam anlayacağım*. Hayır konuştuğumda R'leri söyleyemememden mütevellit uzaktan duyan Fransız falan sanabilir de hiç konuşmadan bir yerden geçerken önümdekiyle Türkçe konuşan polisin bana İngilizce "Geç, geç" demesini de yaşadım. Turiste benzer halim mi var ulan? Millet turist sanılınca mutlu olur, ben sinire kesiyorum. Türkiyeliyim oğlum ben, alo? Hayır gözler biraz çekik ama o da Uzakdoğulu sanılmaya yetecek bir seviyede değil (en azından bence değil) en fazla Tatar sanılabileceğim kadar, hatta o kadar bile çekik değil. Normal, Türkmen seviyesinde bir çekiklik. "Tatar sanılabileceğim" demişken -özellikle anne tarafında- Tatarlık olma ihtimali var. (Biraz karışık bizim köyün işleri, eskiden bildiğin mikro milliyetçiymiş bunlar. Civarda -civarda dediğimin bazısı bayağı uzak, hani eski şartlarda epey kat etmen gereken mesafe var aradaki bir sürü dağdan falan- dört tane Karakeçili kökenli köy var, bir tek oralardan kişilerle evlenmişler; hiç diğer köylerden kişilere tenezzül etmemişler. Varsa yoksa Karakeçili, adamlar bırak diğer etnisiteyi Karakeçili haricindeki Yörüklerle bile evlenmemiş ulan. E, anne tarafında Tatar kanı olma ihtimali nasıl oluyor? Şöyle: Eski kaynaklar Karakeçilileri "Tatar ve Türkmenlerden oluşan bir topluluk" olarak tanımlıyor. Gerçi burada Tatar derken muhtemelen günümüzde Tatar denen halk değil de ya Türkleşmiş Moğol ya da gözleri diğerlerinden daha çekik kişiler kastediliyor.) Ha bak aklıma geldi, bir yerde biri de "Kazak mısın?" diye sormuştu, demek ki çekik gözden kaynaklanıyor durum. Gözlerim... Vücudumda sevdiğim az sayıda yerden biri, ah bir de bozuk olmasalardı. (Gerçi ilkokuldan beri gözlük kullanıyorum ve şu an gözlüksüz bir hayatı tahayyül dahi edemiyorum.) Gerçi şimdi düşündüm de Kazak, Kırgız, Tatar, Moğol, Uygur falan sanılmam pek fark etmez, Türkmenim sonuçta, arada çok bir fark yok. Hayır o değil sinir olduğum şey zaten turist sanılmak değil, direkt İngilizce muamelesi görmek. Hiç sevmediğim bir dil kendisi. Fransızcadan iyi yine ama...
*Hazır sarışın mavi gözlü demişken "Küçükken sarışındım ben" diyenlere inanır mısınız? Ben şahsen o duruma bizzat tanık oldum. Yok, ben değil, benim saçım gözüm eskiden beri kahverengiydi. Yalnız bizzat kuzenlerim (iki adet kardeş) çocukluklarında sarı saçlıydı (bayağı bildiğin altın sarısı) büyüdükçe daha kumrala döndü saç renkleri. Hele birininki iyice koyu kumral, açık kestane gibi bir şey oldu.
Dil de demişken bir dilin yapısı, kelimeleri, deyimleri ve diğer şeyler o dili kullanan topluma, o toplumun kültürü ve tarihine göre ortaya çıkar. Örneğin soğuk yerlerde yaşayan insanların "kar, buz ve soğuk" için çok kelimeleri varken Arapçada sırf deve için bir ton kelime vardır. Türkçede de doğa ve özellikle çiftlik hayvanları için kullanılan kelimeler çok sayıdadır, meyve, sebze ve tahıl isimlerinin çoğu yabancı dilden geçmedir. Örneğin keçi için erkeç, oğlak, geyik (dağ keçisi için kullanılır), teke, çebiç, göleme, kırkım, filik, daşabasan, süsek, kırteke, küpeli, harbılı, yanal, kabak, doğuş, çelek, kürük, dikmen, ger/gerci, sekili kelimeleri ayrım amaçlı kullanılır. Avrupa dillerinde soyluluk belirten "Kim aklında tutacak lan bunu?" diye lord, paladin, baron, kont, vikont, grandük, arşidük, dük, marki, baronet, imparator... gibi bir sürü kelime varken her ne kadar çoğu kişi eskiden Türklerde de bir "soyluluk kavramı" olduğunu düşünse de Türkçede bu kadar kelime yoktur. Bey/Ataman, Han, Hakan/Kağan, Tekin/Tigin, Şad, Yabgu. Bu kadarla sınırlı Türkçede soyluluk belirten kavramlar. Ki bunların yarısı zaten -kan gözetilse de- ya seçimle işbaşı yapan ya da altları tarafından alaşağı edilip yerine başka biri konulabilen kişiler. Aynı şey özel isimlerde de var. Mesela İngilizcede Iron ve Steel ismi çocuklara verilen isimler değildir ama Türkçede Demir/Temür/Timur/Timuçin ve Polat (Farsçadan Türkçeye geçen Şam çeliği anlamında bir kelimedir kendisi) isimleri kimseye garip gelmez. Yine Türkçede "abi" "abla" ve "kardeş" kelimeleri varken (üstüne "abi"nin aslı Ağabey, yani "Büyük Bey, Beylerbeyi" iken) İngilizcede abi ve ablayı ifade eden kelime olmadığı gibi cinsiyetsiz olarak "kardeş" anlamına gelen "Sibling" kelimesi neredeyse hiç kullanılmaz.
"Uzakdoğu mutfağı" bizim milleti korkutan bir kavram nedense, milletin aklına hemen böcektir bilmem nedir geliyor. E ulan, salyangoz çorbası (soupe à l'escargot), kurbağa bacağı (cuisses de grenouille) Fransız yemeği, İtalyanların kurtlu peyniri (Casu marzu) var, Meksikalılar kahvaltı niyetine karınca yumurtası (Escamol) yiyor. O mutfaklara hiç aynı muamele yapılmıyor? Çin mutfağı gerçekten bu konuyu biraz abartan bir mutfak ama mesela Japon mutfağında Inago no Tsukudani (Soya soslu şekerli çekirge), Kore mutfağında Beondegi (Kızartılmış ipekböceği) haricinde böcek içeren yemek yok. Onları da günlük hayatta tüketmiyorlar zaten. Gidip sorsan Japon'a, Koreli'ye "Böcek yenir mi, iğrenç" der. Hatta Japon tam olarak şunu der: "Mushi wo taberu ka? Hen... Hen yo, anta." Bunun kanji yazımı da şu: 虫を食べるか。変…変よ、貴方。Tabii adamı (ya da kadını) kızdırdığınız için resmi cümle yapısını falan bir kenara bırakmış, askerlik arkadaşıyla (onlarda bu kavramın olduğunu sanmıyorum ama meseleyi anladınız) konuşan yakuza gibi konuşuyor sizle, üstüne de "Tuhaf, sapık" diyor. Gerçi bu diyaloğu Japonca kuruyorsanız böyle bir soru sormamanız lazım, o zaman aşağı yukarı şunu der: "Baggu iichin? Wiaado!" Bunun İngilizce çevirisi "Bug eating? Weird!" oluyor. Konuya dönersek: Çin mutfağında da baozi, wonton, la mian, beijing kaoya gibi bir sürü "normal" malzemelerle yapılan yemek var ama hâlâ Uzakdoğu mutfağı=böcek algısını aşamadık. Gerçi evet, Çin mutfağı hakikatten tüketilebilecek her şeyin tüketildiği bir mutfak ama normal malzemelerle yapılan bir ton yemek de var ve şişe geçirilmiş akreptir, yarasa çorbasıdır gibi şeyleri günlük hayatta tüketmiyorlar, özel olarak restorana gidip tüketiyorlar. (Bu arada videolardan gördüğüm kadarıyla o böcekleri falan Çinlilerden çok turistler yiyor) Ha bak köpek eti yeniyor Çin'de, o tamam, onda sıkıntı yok. Gerçekten Çin mutfağının parçası o; ama böcektir falan, bana bunlarla gelmeyin. Hayır niye gaza geldim onu da bilmiyorum, ne battı da durduk yere Uzakdoğu mutfağı avukatlığına soyundum acep?
L'escargot demişken bizdeki "Müslüman mahallesinde salyangoz satmak" deyimi de bu l'escargot'a dayanıyor. Tanzimat civarında bir Fransız ekolü dönemi var (Araştırma konusu: Osmanlı'da Fransız hayranlığı, Tanzimat döneminde Fransa etkisi), o dönemde sokaklarda l'escargot satılmış olabilir. Zaten o dönem konuşurken Fransızca kökenli olabileceğini aklımızın ucundan bile geçirmediğimiz sözcüklerin dile yerleştiği, Türk mutfağına Batılı, özellikle Fransız sos ve tekniklerin girdiği dönem. Mesela Felatun Bey ile Rakım Efendi romanında (Bu arada ona da ayrıca geleceğim) mayonezden bahsedilir.
Felatun Bey ve Rakım Efendi'ye geldim... Neydi bu, ilk realist roman mıydı? Batılı anlamda ilk eser miydi? Yok, öyle normal bir Tanzimat dönemi romanıymış. Olmaz olsun öyle roman, karakterleri gerçek olsun da sürüm sürüm sürünsün... Okunmuyor arkadaş bu kitap, boğuyor insanı, bitiremedim bir türlü. Ne ağır dilmiş... "Ağır dil" derken kullanılan kelimelerden falan bahsetmiyorum bu arada (zaten elimdeki muhtemelen artık kullanılmayan kelimelerden arındırılmış bir versiyondur), resmen cümlelerin ağırlığını ve yavaşlığını fiziksel olarak hissedebiliyorsunuz. Kitap mı okuyorum sırtımda taş mı taşıyorum belli değil. En son "Platon'un da Râkım'ın da..." diye fırlatıp atıyordum kitabı. Öyle kaldı o roman, devam etmeyi de düşünmüyorum.
Şunu belirtmek isterim ki: Konu vocaloid ise eğer olay Gumi'dir arkadaş. Hatsune Miku falan yalan. Bu arada hep Gumi diyoruz biz buna (genel olarak öyle denir) ama karaktere verilen asıl isim Megpoid. (Ya da program ismi, tam anlayamadım, bir olay var orada) Hah, tamam; "ses" dosyasının adı Megpoid, maskot karakterin adı (ulan aynı şey değil mi? Sesiyle maskotu farklı olan vocaloid şarkıları da var da biz mi bilmiyoruz? Ya da Hatsune Miku'nun, Kagamine'lerin falan "ses" adı ne? Kendilerinden farklı mı?) ise ses örneklendirmeni (seslendirmen değil, vocaloidlerde ses otomatik söyleniyor ama o sesi elde etmek için kullandıkları insan sesleri var. Vocaloid programının yüzü olan ve en tanınan vocaloid olan -tam da bu sebeple ikinci cümlede "yalan" dediğim- Miku'nunki Fujita Saki mesela) Nakajima Megumi'nin takma adı olan Gumi'den verilmiş. Öh be, bir şeyi yazacağım diye beş Google araması yaptım. Hah, neyse, konu vocaloid ise eğer olay Gumi'dir. Hazır yeri gelmişken buradan aslında en sevdiğim vocaloid şarkılarından biri olan Hatsukoi Gakuen'in yapımcısına (ne deniyor lan bu adamlara? Yönetmen falan mı? Besteci?) sesleniyorum: Bugün Gumi'yi erkek kılığı ve rolünde şarkıya sokan yarın terörist olur! Tamam, zaten az sayıda erkek vocaloid var ve daha ince bir ses olsun istemiş olabilirsiniz ama bu söylediğim şeyin gerçek olduğunu değiştirmiyor. Şimdi baktım, yönetmen deniyormuş kendilerine, şarkıyı Nem yazmış ama çizimleri Tama yapmış. Bir de PV'yi yapmış ama onun ne olduğunu bilmiyorum. Şarkıyı yapan vocaloid'ine göre yazıyor, her vocaloid'in zaman içinde belirlenmiş bir tarzı ve kişiliği var çünkü; bu durumda bu acayip durumun sorumlusu Nem efendi. O değil de bu başka neleri yapmış, tanıdık geldi isim. Pek fazla benim bildiğim iş bulamadım ama yine en sevdiğim vocaloid şarkılarından olan Subarashi Nyansei'i yapmış, yine Gumi var ve bu sefer olması gerektiği gibi kız.
Bir iş için beş dakikalığına dışarı çıktım, o nasıl bir sıcaktır? Balıkesir'de hava acayip sıcak, bu nedir ulan? İki dakika daha dışarıda kalsam güneşle kavgaya tutuşacaktım. Öh be. Mayıs'tayız ulan Mayıs, Mayıs... Ağustos'ta halimiz nice olacak acep?
İstanbul'da doğup büyümüş biri olarak şunu söyleyebilirim: İstanbullu (?) biri %90 oranında "Nerelisin?" sorusuna İstanbul diye cevap vermez (Kendi değilse babası, o değilse de dedesi %90 oranında başka yerden gelmiştir zira). Verene de zaten "Aslen nerelisin?" diye sorulur. Bir sürü farklı nedeni var bunun ama temelde 1453 veya daha önceden beri ailen İstanbul'da değilse İstanbullu değilsindir, bu kadar basit. Eşyanın tabiatına aykırı İstanbullu olmak. Bu arada herkesin İstanbul'a gidip durması da "tek şehir ekonomisi" nedeniyle. Daha önce de söyledim bunu: Yurtdışında herhangi bir ülkede, ister doğuda olsun bu ülke ister batıda, köyde bile en tepeye çıkma ve aradığın şeyi kolayca bulma şansın var ama Türkiye'de Ankara (bak başkent burası), İzmir, Antalya gibi İstanbul'a eşdeğer bulunan şehirlerde bile en tepeye çıkamazsın veya aradığın şeyi doğru düzgün bulamazsın, İstanbul'da olmak zorundasın. Zaten o sebeple zamanında İstanbul'a göç oldu ve hâlâ oluyor, zaten o sebeple İstanbul'da değil 1453'ten beri orada olan, beş nesildir İstanbul'da yaşayan kişiler bile azınlık. E, "gerçekten" İstanbullu olanlar azınlık olduğu için de "Tamam da aslen nerelisin?" sorusu doğuyor. Bir de bu "Nerelisin?" sorusunu İstanbul dışında bir yerde sorduklarında ne diyeceğin karışabiliyor, "İstanbullu mu diyeyim aslen nereli olduğumu mu söyleyeyim?" Ben genelde aslen nereli olduğumu söylüyorum gerçi, İstanbul'u asla sevemedim, kendimi de İstanbullu olarak görmüyorum. Şayet zengin falan değilsen İstanbul'da yaşanmaz -hoş, o zaman da yaşanmaz ya- gider gezersin görmek istediğin neresi varsa, dönersin evine. Yoksa o trafiktir, kalabalıktır falan çekilmez. (İstanbul'da yaşadığım 12 yıl boyunca İstanbul'da meşhur nereyi gördüm? Neredeyse hiçbir yer. Peki Balıkesir'de yaşadığım sürede? Birçok yer. Bundan bahsediyorum işte, İstanbul'da yaşarken "O trafik, kalabalık çekilmez şimdi, zaten elimizin altında" deyip boş veriyorsun)
"Aslen nerelisin?" demişken birkaç kez turist sanıldım. Neden olduğu hakkında bir fikrim yok lakin. Lan arkadaş, siyah denebilecek kadar koyu kahverengi saçlı, kahverengi gözlü insanım; sarışın mavi gözlü olsam anlayacağım*. Hayır konuştuğumda R'leri söyleyemememden mütevellit uzaktan duyan Fransız falan sanabilir de hiç konuşmadan bir yerden geçerken önümdekiyle Türkçe konuşan polisin bana İngilizce "Geç, geç" demesini de yaşadım. Turiste benzer halim mi var ulan? Millet turist sanılınca mutlu olur, ben sinire kesiyorum. Türkiyeliyim oğlum ben, alo? Hayır gözler biraz çekik ama o da Uzakdoğulu sanılmaya yetecek bir seviyede değil (en azından bence değil) en fazla Tatar sanılabileceğim kadar, hatta o kadar bile çekik değil. Normal, Türkmen seviyesinde bir çekiklik. "Tatar sanılabileceğim" demişken -özellikle anne tarafında- Tatarlık olma ihtimali var. (Biraz karışık bizim köyün işleri, eskiden bildiğin mikro milliyetçiymiş bunlar. Civarda -civarda dediğimin bazısı bayağı uzak, hani eski şartlarda epey kat etmen gereken mesafe var aradaki bir sürü dağdan falan- dört tane Karakeçili kökenli köy var, bir tek oralardan kişilerle evlenmişler; hiç diğer köylerden kişilere tenezzül etmemişler. Varsa yoksa Karakeçili, adamlar bırak diğer etnisiteyi Karakeçili haricindeki Yörüklerle bile evlenmemiş ulan. E, anne tarafında Tatar kanı olma ihtimali nasıl oluyor? Şöyle: Eski kaynaklar Karakeçilileri "Tatar ve Türkmenlerden oluşan bir topluluk" olarak tanımlıyor. Gerçi burada Tatar derken muhtemelen günümüzde Tatar denen halk değil de ya Türkleşmiş Moğol ya da gözleri diğerlerinden daha çekik kişiler kastediliyor.) Ha bak aklıma geldi, bir yerde biri de "Kazak mısın?" diye sormuştu, demek ki çekik gözden kaynaklanıyor durum. Gözlerim... Vücudumda sevdiğim az sayıda yerden biri, ah bir de bozuk olmasalardı. (Gerçi ilkokuldan beri gözlük kullanıyorum ve şu an gözlüksüz bir hayatı tahayyül dahi edemiyorum.) Gerçi şimdi düşündüm de Kazak, Kırgız, Tatar, Moğol, Uygur falan sanılmam pek fark etmez, Türkmenim sonuçta, arada çok bir fark yok. Hayır o değil sinir olduğum şey zaten turist sanılmak değil, direkt İngilizce muamelesi görmek. Hiç sevmediğim bir dil kendisi. Fransızcadan iyi yine ama...
*Hazır sarışın mavi gözlü demişken "Küçükken sarışındım ben" diyenlere inanır mısınız? Ben şahsen o duruma bizzat tanık oldum. Yok, ben değil, benim saçım gözüm eskiden beri kahverengiydi. Yalnız bizzat kuzenlerim (iki adet kardeş) çocukluklarında sarı saçlıydı (bayağı bildiğin altın sarısı) büyüdükçe daha kumrala döndü saç renkleri. Hele birininki iyice koyu kumral, açık kestane gibi bir şey oldu.
Dil de demişken bir dilin yapısı, kelimeleri, deyimleri ve diğer şeyler o dili kullanan topluma, o toplumun kültürü ve tarihine göre ortaya çıkar. Örneğin soğuk yerlerde yaşayan insanların "kar, buz ve soğuk" için çok kelimeleri varken Arapçada sırf deve için bir ton kelime vardır. Türkçede de doğa ve özellikle çiftlik hayvanları için kullanılan kelimeler çok sayıdadır, meyve, sebze ve tahıl isimlerinin çoğu yabancı dilden geçmedir. Örneğin keçi için erkeç, oğlak, geyik (dağ keçisi için kullanılır), teke, çebiç, göleme, kırkım, filik, daşabasan, süsek, kırteke, küpeli, harbılı, yanal, kabak, doğuş, çelek, kürük, dikmen, ger/gerci, sekili kelimeleri ayrım amaçlı kullanılır. Avrupa dillerinde soyluluk belirten "Kim aklında tutacak lan bunu?" diye lord, paladin, baron, kont, vikont, grandük, arşidük, dük, marki, baronet, imparator... gibi bir sürü kelime varken her ne kadar çoğu kişi eskiden Türklerde de bir "soyluluk kavramı" olduğunu düşünse de Türkçede bu kadar kelime yoktur. Bey/Ataman, Han, Hakan/Kağan, Tekin/Tigin, Şad, Yabgu. Bu kadarla sınırlı Türkçede soyluluk belirten kavramlar. Ki bunların yarısı zaten -kan gözetilse de- ya seçimle işbaşı yapan ya da altları tarafından alaşağı edilip yerine başka biri konulabilen kişiler. Aynı şey özel isimlerde de var. Mesela İngilizcede Iron ve Steel ismi çocuklara verilen isimler değildir ama Türkçede Demir/Temür/Timur/Timuçin ve Polat (Farsçadan Türkçeye geçen Şam çeliği anlamında bir kelimedir kendisi) isimleri kimseye garip gelmez. Yine Türkçede "abi" "abla" ve "kardeş" kelimeleri varken (üstüne "abi"nin aslı Ağabey, yani "Büyük Bey, Beylerbeyi" iken) İngilizcede abi ve ablayı ifade eden kelime olmadığı gibi cinsiyetsiz olarak "kardeş" anlamına gelen "Sibling" kelimesi neredeyse hiç kullanılmaz.
13 Mayıs 2020 Çarşamba
Ramazan Saçmalamacası 4
Bunu daha önce -hem de birden fazla defa- söylemiş de olabilirim, şimdi ilk kez söylüyor da olabilirim ama dram yapımlarını hiç sevmem, hatta nefret ederim. (Tabii bu "dramsa ben yokum ağa" anlamına gelmiyor, kaliteli bir işse okur, izlerim) Sebebi de şu: Günlük, gerçek hayatta yeterince acı, iğrenç olay, gözyaşı, mutsuzluk, umutsuzluk ve çaresizlik var zaten, bir de üstüne kurguyla kendime acı çektirmeyi hiç çekemem. İzlediğim şeyden aldığım duygunun haberleri izlerken aldığımdan farklı olması lazım, yoksa gider haberleri izlerim. (Olur da yüz, yüz elli yaşına kadar yaşarsam sırrım gündemden olabildiğince uzak durmak ve haber izlememek, yazın bunu bir kenara)
"Eninde sonunda" diye bir söz öbeği var, bunu söylerken "eninde sonunda" diye söylüyorum, yazarken "önünde sonunda" diye yazıyorum. Daha doğrusu yazıyordum. Çünkü neden? Çünkü TDK. Sonra durdum bir düşündüm: "Ulan bu TDK şimdiye kadar her şeyi doğru mu yaptı da şimdi buna uydurmaya kasıyorum? Yıllardır 'eninde sonunda' diye söylenen şeyin 'eninde sonunda' diye yazılması lazım." Söylediğim gibi yazacağım bundan sonra, bu neymiş? Bu arada "eninde sonunda"nın anlamsız, "önünde sonunda"nın anlamlı olduğu söylenir ama bu da çok büyük bir saçmalık. Aslında tam tersi bir durum var, asıl hiçbir anlamı, mantığı olmayan kullanım "önünde" ile başlayan. Şöyle ki eninde sonunda'ya iki yönden bakabiliriz: En sonunda'dan eninde sonunda, zira öbeğin anlamı zaten bu. Baştaki "en"e ek eklenmiş işte. İkinci olarak şöyle de yorumlayabiliriz: "En" bir şeyin yan tarafıdır, "son" ise ucu, bitişidir. Yani "ortasında veya sonunda" denilebilir ki bu da öbeğin genel kullanım alanı. Zaten yok şapkayı kaldıralım, yok birleşik kelimeleri ayrı yazalım, yok Stalker'ın Türkçesini "sanal casus" yapalım (Hayır Stalker'a "sanal casus" diyeceksek Stalk ve Stalking'e ne diyeceğiz? "Sanal casuslamak" falan mı? Ayrıca Stalk dediğin şey sosyal medya kavramı değildir, gerçek hayatta da yapılır) tiplerinden ne bekliyorsam ben de. "Ön"ün baş, başlangıç anlamı vardır ama öbeğin anlamı "Bir iş ya başında ya da sonunda bu hale gelir" değil ki "Bir iş ortasında olmasa bile sonunda mutlaka bu hale gelir" demek. Sonuç: TDK ne derse desin doğrusunun "Eninde sonunda" olduğuna karar verdim, o sebepten de böyle kullanacağım. Buradaki sorun temelde kelimeleri bugünkü hafifletilmiş ve yer yer de değişmiş anlamlarıyla algılamaktan kaynaklanıyor. Halbuki sözcüğün özüne baksalar manayı görecekler.
Kimetsu no Yaiba'nın (mangasının) bitmesine bir bölüm kala çevirmen kabza ile balçak arasındaki farkı öğrenmiş. Eh, geç olsun güç olmasın. Bu arada son bölüm de günümüzde geçiyormuş, acaba bunların reenkarnelerini falan mı göreceğiz, yaşlı halleri falan mı? Hem ortamdan (bir yanda geleneksel Japon mimarisi varken Edo'da apartmanların, cadde ışıklarının falan olması, iblis avcılarının Batı tarzı üniformaları üstüne haori giymeleri...) hem de Zenitsu'nun "Neden kılıç taşıdığımızı açıklayamayız." demesinden dolayı aşağı yukarı Meiji dönemi civarında geçtiğini düşünüyorum serinin. 1910 desek tarihe, Nezuko o tarihte 14 yaşında olduğuna göre... 124 yaşında oluyor günümüzde, oha. "Biz uzun yaşıyoruz yea"ya bağlamayacaksa eğer mangaka efendi kendilerini değil ya torunlarını ya da reenkarnelerini falan görmemiz lazım. Bu arada açıklamada Taishou dönemi diyor, o da Meiji döneminden bir sonraki dönem zaten. 1925 olsa son bölümün bittiği tarih... 95 yaşında oluyor Nezuko, Tanjiro falan ölür de o sağ kalabilir. Öte yandan "Günümüz" deyince neden 2020'yi anladım o da meçhul, Heisei döneminden bahsediyor olabilir, o da 1989'da başlamış.
Günümüz telefonlarının iki büyük sorunu var (Aslında üç de o konuya sonra geleceğim): Birincisi küçültmek için uğraşıp durdukları telefonların tekrar büyümeye başlaması, ikincisi de gece gökyüzü fotoğrafları. Ayı görüyorsun tabak kadar, fotoyu bir çekiyorsun cücük gibi bir şey. Üçüncüsü de şu: Herkesin Apple denen Amerikan hıyarı şirkete özenmesi (Sevmiyorum oğlum seni. Hişş, Apple, sana diyorum.). Xiaomi gider geri tuşu kaldırır, Samsung galeriyi, internet tarayıcısına falan Google'a bağlamak yerine kendi sistemini kurar...
Onedio'nun telefon uygulamasının güncelleştirmesi iğrenç olmuş. Eski uygulamanın bir iki sorunu vardı (mesela bir süre başka bir şeyle uğraşınca ana sayfaya dönüyordu falan) ama gayet iyiydi, niye değiştirdiniz ki? Hayır madem değiştirdiniz, bari alt kategorilere ulaşımı ayarlasaydınız; hâlâ telefondan alt kategorilere bakamıyoruz. Öne çıkan yorumu (mu artık ilk yorumu mu son yorumu mu belli değil ama bir yorumu) içeriğin altında gösteriyor ama oradan beğenemiyorsun, illa içeriğe girmen gerekiyor. İçeriğe girince de yorum öyle hemen bulunmuyor ki arkadaş... Bu durum yüzünden iki birbirinden salak grubun tartışmalarına maruz kaldım.
Şu kulak üstü kulaklıkları seviyorum ama çok fazla kullanamıyorum, gözlüğe baskı yapıyor zira. Uzun süre gözlük kullanan kişilerde gözlemleyebilirsiniz, gözlük artık kişinin uzvu haline gelir. O yokken çıplak hissettiğin gibi gözünün kaç numara olduğundan bağımsız olarak herhangi bir şey göremezsin, sadece sonsuz bulanıklık. Gözündeki gözlüğü ararsın falan... Böyle de sorunlar var işte. Kulak içi kulaklıklar da bir süre sonra kulağı ağrıtıyor. Çok muzdaribim bu konudan. "Derde bak a..." demeden önce şunu söylemek istiyorum: Bunları yazmasam da her şeyden nefret ettiğimi, bir türlü uyuyamadığımı, "bugün de ölmedim, keşke ölsem" diye düşündüğümü yazsam daha mı iyi olurdu? Elleşmeyin bir, önünüze bir sürü kişiden, örnekten gerçek sorun koyar verem ederim, kanser ederim sizi. Kendinizi bıçaklama noktasına gelirsiniz. Unutmayın ki bana hiç bir şey olmaz! Neden gaza geldiysem böyle, o da meçhul... (Bazen üç noktayı aşırı kullanıyormuşum gibi geliyor ama o cümlelerin yarım olduğunu hissediyorum, yapacak bir şey yok.)
Yaş farkı çok ilginç bir şey, kendisinden 5 yaş küçük kardeşi olan bir insan olarak bunu yakından gözlemleme fırsatım oldu. Örneğin 5 ve 10 yaş arasında pek bir fark yok ama 15 ve 10 arasında da 20 ile 15 arasında da dağlar kadar fark var. 20 ile 25 arasında da pek fark yok(tur herhalde), 30 ile 25 arasında ise kesin fark vardır.
"Eninde sonunda" diye bir söz öbeği var, bunu söylerken "eninde sonunda" diye söylüyorum, yazarken "önünde sonunda" diye yazıyorum. Daha doğrusu yazıyordum. Çünkü neden? Çünkü TDK. Sonra durdum bir düşündüm: "Ulan bu TDK şimdiye kadar her şeyi doğru mu yaptı da şimdi buna uydurmaya kasıyorum? Yıllardır 'eninde sonunda' diye söylenen şeyin 'eninde sonunda' diye yazılması lazım." Söylediğim gibi yazacağım bundan sonra, bu neymiş? Bu arada "eninde sonunda"nın anlamsız, "önünde sonunda"nın anlamlı olduğu söylenir ama bu da çok büyük bir saçmalık. Aslında tam tersi bir durum var, asıl hiçbir anlamı, mantığı olmayan kullanım "önünde" ile başlayan. Şöyle ki eninde sonunda'ya iki yönden bakabiliriz: En sonunda'dan eninde sonunda, zira öbeğin anlamı zaten bu. Baştaki "en"e ek eklenmiş işte. İkinci olarak şöyle de yorumlayabiliriz: "En" bir şeyin yan tarafıdır, "son" ise ucu, bitişidir. Yani "ortasında veya sonunda" denilebilir ki bu da öbeğin genel kullanım alanı. Zaten yok şapkayı kaldıralım, yok birleşik kelimeleri ayrı yazalım, yok Stalker'ın Türkçesini "sanal casus" yapalım (Hayır Stalker'a "sanal casus" diyeceksek Stalk ve Stalking'e ne diyeceğiz? "Sanal casuslamak" falan mı? Ayrıca Stalk dediğin şey sosyal medya kavramı değildir, gerçek hayatta da yapılır) tiplerinden ne bekliyorsam ben de. "Ön"ün baş, başlangıç anlamı vardır ama öbeğin anlamı "Bir iş ya başında ya da sonunda bu hale gelir" değil ki "Bir iş ortasında olmasa bile sonunda mutlaka bu hale gelir" demek. Sonuç: TDK ne derse desin doğrusunun "Eninde sonunda" olduğuna karar verdim, o sebepten de böyle kullanacağım. Buradaki sorun temelde kelimeleri bugünkü hafifletilmiş ve yer yer de değişmiş anlamlarıyla algılamaktan kaynaklanıyor. Halbuki sözcüğün özüne baksalar manayı görecekler.
Kimetsu no Yaiba'nın (mangasının) bitmesine bir bölüm kala çevirmen kabza ile balçak arasındaki farkı öğrenmiş. Eh, geç olsun güç olmasın. Bu arada son bölüm de günümüzde geçiyormuş, acaba bunların reenkarnelerini falan mı göreceğiz, yaşlı halleri falan mı? Hem ortamdan (bir yanda geleneksel Japon mimarisi varken Edo'da apartmanların, cadde ışıklarının falan olması, iblis avcılarının Batı tarzı üniformaları üstüne haori giymeleri...) hem de Zenitsu'nun "Neden kılıç taşıdığımızı açıklayamayız." demesinden dolayı aşağı yukarı Meiji dönemi civarında geçtiğini düşünüyorum serinin. 1910 desek tarihe, Nezuko o tarihte 14 yaşında olduğuna göre... 124 yaşında oluyor günümüzde, oha. "Biz uzun yaşıyoruz yea"ya bağlamayacaksa eğer mangaka efendi kendilerini değil ya torunlarını ya da reenkarnelerini falan görmemiz lazım. Bu arada açıklamada Taishou dönemi diyor, o da Meiji döneminden bir sonraki dönem zaten. 1925 olsa son bölümün bittiği tarih... 95 yaşında oluyor Nezuko, Tanjiro falan ölür de o sağ kalabilir. Öte yandan "Günümüz" deyince neden 2020'yi anladım o da meçhul, Heisei döneminden bahsediyor olabilir, o da 1989'da başlamış.
Günümüz telefonlarının iki büyük sorunu var (Aslında üç de o konuya sonra geleceğim): Birincisi küçültmek için uğraşıp durdukları telefonların tekrar büyümeye başlaması, ikincisi de gece gökyüzü fotoğrafları. Ayı görüyorsun tabak kadar, fotoyu bir çekiyorsun cücük gibi bir şey. Üçüncüsü de şu: Herkesin Apple denen Amerikan hıyarı şirkete özenmesi (Sevmiyorum oğlum seni. Hişş, Apple, sana diyorum.). Xiaomi gider geri tuşu kaldırır, Samsung galeriyi, internet tarayıcısına falan Google'a bağlamak yerine kendi sistemini kurar...
Onedio'nun telefon uygulamasının güncelleştirmesi iğrenç olmuş. Eski uygulamanın bir iki sorunu vardı (mesela bir süre başka bir şeyle uğraşınca ana sayfaya dönüyordu falan) ama gayet iyiydi, niye değiştirdiniz ki? Hayır madem değiştirdiniz, bari alt kategorilere ulaşımı ayarlasaydınız; hâlâ telefondan alt kategorilere bakamıyoruz. Öne çıkan yorumu (mu artık ilk yorumu mu son yorumu mu belli değil ama bir yorumu) içeriğin altında gösteriyor ama oradan beğenemiyorsun, illa içeriğe girmen gerekiyor. İçeriğe girince de yorum öyle hemen bulunmuyor ki arkadaş... Bu durum yüzünden iki birbirinden salak grubun tartışmalarına maruz kaldım.
Şu kulak üstü kulaklıkları seviyorum ama çok fazla kullanamıyorum, gözlüğe baskı yapıyor zira. Uzun süre gözlük kullanan kişilerde gözlemleyebilirsiniz, gözlük artık kişinin uzvu haline gelir. O yokken çıplak hissettiğin gibi gözünün kaç numara olduğundan bağımsız olarak herhangi bir şey göremezsin, sadece sonsuz bulanıklık. Gözündeki gözlüğü ararsın falan... Böyle de sorunlar var işte. Kulak içi kulaklıklar da bir süre sonra kulağı ağrıtıyor. Çok muzdaribim bu konudan. "Derde bak a..." demeden önce şunu söylemek istiyorum: Bunları yazmasam da her şeyden nefret ettiğimi, bir türlü uyuyamadığımı, "bugün de ölmedim, keşke ölsem" diye düşündüğümü yazsam daha mı iyi olurdu? Elleşmeyin bir, önünüze bir sürü kişiden, örnekten gerçek sorun koyar verem ederim, kanser ederim sizi. Kendinizi bıçaklama noktasına gelirsiniz. Unutmayın ki bana hiç bir şey olmaz! Neden gaza geldiysem böyle, o da meçhul... (Bazen üç noktayı aşırı kullanıyormuşum gibi geliyor ama o cümlelerin yarım olduğunu hissediyorum, yapacak bir şey yok.)
Yaş farkı çok ilginç bir şey, kendisinden 5 yaş küçük kardeşi olan bir insan olarak bunu yakından gözlemleme fırsatım oldu. Örneğin 5 ve 10 yaş arasında pek bir fark yok ama 15 ve 10 arasında da 20 ile 15 arasında da dağlar kadar fark var. 20 ile 25 arasında da pek fark yok(tur herhalde), 30 ile 25 arasında ise kesin fark vardır.
10 Mayıs 2020 Pazar
Ramazan Saçmalamacası 3
Millet "Şu karantina olayları bitince şunu yapacağım, bunu yapacağım, oraya gideceğim..." diyor, benim en büyük arzum dışarıdan yemek söylemek. (Kendi başıma ve eve siparişin olduğu bir yerde yaşasam zaten yapardım. Balıkesir'de ailemleyim, Gökçeada'da da eve sipariş yok. En azından belli bir saatten sonra yok ve ben de geç yiyorum.) Üst düzey vizyonsuzluk mu yoksa günlük hayatımın adının "karantina" olduğunu öğrenmenin hıncı mı bilemiyorum artık. Ha bir yerlere gitme (Japonya, Moğolistan, Türkiye içinde de bir sürü yer... Aslında dünyanın yarıdan fazlasını görme arzum var ama öncelik bu üçünde) isteğim uzun süredir var ama zaten önceden de gitmek için fırsatım yoktu. Kime "Japonya'ya gideceğim" desem "Önce yakın bir yere git" diyor, "Turla git" diyor, kafayı yedim artık. Kimse "Amerika'ya gideceğim" diyene "Önce yakın bir yere git" demiyor ama! Ne lan bu? Bu arada Amerika demişken buradan İngilizlere sesleniyorum: Sizin konuşacağınız dilin ben... Ne saçma cümle yapınız var lan? Yarısından sonra çevrilmeye başlanması gereken cümle mi olur?
Türkanime yorum kısmından banlıyım bir süredir (ay mı oldu yıl mı hatırlamıyorum ama uzun süredir banlıyım) banımı açmanızı falan istemiyorum, sadece neden banlandığımı söyleyin bari insafsızlar! Hayır yeni Discuss hesabı açacağım ama devamlı eski hesaptan "Şu şu yorumunu beğendi" "Bu bu yorumu yaptı" diye bildirim geliyor, o bildirimleri yeni hesaba aktarabilecek olsam bir dakika durmadan yeni hesap açacağım.
Microsoft Word'ün arama fasilitesi (Bu kelimeyi de ilk kez kullanıyorum. Fasilite neymiş be, hizmet de, başka bir şey de...) büyük İ ile küçük i'yi eşleştirebiliyor ama küçük i ile büyük İ'yi eşleştiremiyor. Tamam, Avrupa dillerindeki (ve Asya dillerinin Latinizasyonundaki) I/i olayından dolayı öyle oluyor ama yine de sinir bozucu.
Berbere gitmekten oldum olası hoşlanmam, hatta nefret ederim. Ulan "üniversiteye gidince böyle dertlerimiz olmayacak ne güzel" diyorduk ama bölümün yönetimi lise müdürü zihniyetinde adamlarda olunca tabii "Gidin kestirin şu saçlarınızı" diyebiliyorlar. O yüzden de sadece okul açılmadan hemen önce giderim berbere, bir daha da sene boyu önünden geçmem. Berbere gitmekten nefret etmemin temel sebebi "anlaşamamak" ama birkaç farklı sebep daha var: Öncelikle nasıl bir el ayarı varsa acıtıyor bunlar saçı. Benimki acıyor en azından. Sonra şu örtü var, üstüne başına kıl gelmesin diye örttükleri. Onun arkasını iğneyle tutturuyorlar ya, "Ne zaman batıracak acaba?" diye paranoyak oldum lan. O örtüyü bir de tıraştan sonra kaldırıp saçına sakalına bir şeyler yapmaya devam ediyor, ne kadar kıl varsa kıyafetinin içine giriyor. E ne anlamı kaldı öyleyse? Berber muhabbeti var bir de ki hiç gelmiyorum. Berbere gitmek zorunda kaldığımda uyuyor numarası yapıyorum lan! Ha bir de gözlüğü çıkarıyorlar ya hiçbir şey göremiyorum, aynı sebepten yüzmeyi de çok sevmiyorum. Hele bir de "yeni kesilen saçın üşümesi" olayı var ki özellikle sonbaharda falan hiç çekilmiyor, neymiş bu kısa saç sevdası anlamadım ki. Lan o değil zaten tipsizim, saç da kısacık kalınca iyice ebesinin şeyine benziyorum. (En ideal görüntümü buldum ama; yine çok bir şeye benzediğim yok da en azından aynaya baktığımda korkmuyorum: Uzun saç, kısa sakal. Uzun saç dediysem öyle topuz yapacak uzunlukta değil, yanaklara düşecek uzunluktan biraz kısa.) Allahtan bu olay genelde soğuğa denk geliyor da kapüşonu çekip kimseye görünmeden eve gidebiliyorum. Zaten normalde de aynaya bakmaktan hoşlanmam, berberden çıktıktan sonra bir hafta kadar ayna fobisi oluyor. Anlaşamama konusuna gelelim: Katiyen istediğin şeyi yapmıyorlar. "Önleri kısalt, arkalar kalsın" diyorsun enseden 3 numarayla girip önü olduğu gibi bırakıyor, "Arkaları kısalt, önler kalsın" desen bu sefer alnından kesmeye başlayıp arkayı bırakıyor. "Abicim bak uzun kalsın, azıcık kes sadece" dersen makineyi üçe takıp saça dalıyor, asker tıraşı yapmadan da koltuktan kaldırmıyor, "Kısalt ulan" dersen "Yakışmaz abim" deyip upuzun bırakıyor hıyar. Bütün berberlerde aynı bu, ne dersen tam tersini yapıyorlar.
Truva savaşı vardır, bilirsiniz. Filmi falan da yapıldı, Çanakkale'de temsili bir tahta at var falan... Yalnız benim aklıma takılan bir şey var: Ya bu Truva savaşı denen şeyin Türkçesi "Kız meselesi" olmuyor mu? Öyle ama!
Supernatural'ın 14. sezonuna başladım (bilgisayar videoları bir oynatıp bir oynatmadığı için böyle aralar verebiliyorum; o değil de inşallah dedikleri gibi bu 15. sezon son sezon olur, hayır çünkü 25 sezon yapsalar 25'ini de izlerim, o iğrenç Leviathan konusuna katlandıktan sonra hiçbir şey koymaz bana. Tabii Leviathan sezonunun da hakkını yiyemem: Bizi Charlie Bradbury gibi bir karakterle tanıştırdı), ilk bölümde Suriyeli bir mültecinin sabah namazı kıldığı bir sahne var. Yalnız adam yataktan kalktığı gibi abdest falan almadan direkt namaza duruyor, tekbir bile getirmeyip ellerini bağlayacaktı hatta ama artık yönetmen mi uyardı ne yaptıysa getirdi iftitah tekbirini. O değil de bu dizide Kuran okuyan Michael göreceğimi hiç düşünmemiştim, daha önce cin falan işlediler ama... Bir de Cass'in ilk çıktığında "İncil oku, biz savaşçıyız" diye Dean'e ayar verip 3 sezon sonra "İncil'de doğrulardan çok yanlışlar yazar" dediği bir dizi ortamı olunca haliyle... Gerçi çeviren artık kimse o kısımdaki altyazıyı çevirmemiş, Cebrail ve Mikail'den bahseden bir ayetti ama hangi ayet olduğunu tam olarak çözemedim. Tamam, buldum: Bakara/98 imiş. Bir de aynı bölümde söz konusu mülteci İngilizce konuşurken "God" diyor, Ahmed Yesevi mi lan bu adam, Dede Korkut mu, Yunus Emre mi? Hangi dilde konuşursa konuşsun "Allah" demesi lazım. Hatta İngilizce konuşsa bile "Michael" yerine "Mikail" demesi lazım ama hadi neyse, onu kabul ediyorum.
Bak bu kurtadam mitolojisinde senelerdir süren bir "gümüş kurşun" olayı var, ben şunu anlamadım: İlla kurşun mu lazım? Yani kalbine gümüş bıçağı soksan ölmeyecek mi mesela? Ya da ateşli silahlardan önce ne yapıyorlardı kurtadamlar için (sonuçta üç bin yıllık efsane bu, yeni bir şey değil), gümüş ok falan mı kullanıyorlardı? Bak bu gümüş olayı mantıksız gelmiyor, birçok kültürde gümüş ve ay bağlantılıdır ve hemen hemen bütün okült geleneklerde gümüş kutsal olup "kötülere zarar verme özelliği" vardır ama neden mermi, onu sorguluyorum. Bu arada şimdi kontrol ettim de eski efsanelerde gümüş bıçak ve kılıçtan bahsediliyormuş, mermiye takma olayı Hollywood'a ait sanırım.
Satsuriku no Tenshi'ye başladım da hiç böyle beklemiyordum. Kötü olduğundan değil, konu, işleniş vs. bambaşka bir şey bekliyordum; böyle olduğunu bilsem günceldeyken başlardım, böyle ertelemezdim.
İlginç bir şey: Beyaz yılan kültü diye bir şey var. Sadece Japonlarda ve Türklerde var ama; ilginç bir durum. Çinlilerde de varmış bu arada, kontrol ettim. Japonlarda beyaz yılanlar tanrıların hizmetkârlarıdır, Türk kültüründe biraz daha farklı bir beyaz yılan kültü var. Yılan Ana, yılanların annesi, şifacıların koruyucusu, insanlar arasında beyaz bir yılan formunda dolaşır. Ev iyesi, yani evin koruyucu ruhu yılan formunda insanlara görünür (ama beyaz olduğuna dair bir şey söylenmiyor efsanelerde), Yılan Ata yani yılanların babası, şifacıların hükümdarı ise kara yılan olarak betimlenmekteymiş (muhtemelen Dolichophis jugularis'ten değil de herhangi bir siyah yılandan bahsediliyor burada). Uzakdoğu ve Türk kültürü arasındaki ortaklıklardan biri de bugün bizim kültürde unutulmuş olsa da izleri ve uygulamaları süren "Kader ipliği" meselesidir. Kader ipliği kırmızı bir kurdeledir ve aşıkların kaderini bağlar, bizdeki nişanda, nikahta kırmızı kurdele bağlama geleneği bunun izidir. Burada da Uzakdoğu kültüründen farklı olan yön karşımıza çıkıyor: Biz o kurdeleyi keseriz, Uzakdoğu kültüründe bunu yapmak kaderi ayırmak olur. Kırmızının evlilikle ilişkilendirilmesi bu kadarla sınırlı değil; hem Çinli hem de Türklerin geleneksel gelinlikleri kırmızı renklidir. Dede Korkut'ta evlenen Bamsı Beyrek'in al çapanından ve alplerinin o al çapan giyerken ak çapan giymekten rahatsız olduğundan bahsedilir. Türkülerimizde "al gelinlik" "al göynek" izi sürülür hâlâ. Daha önce de söyledim bunu: Türkçede "Kızıl" olumsuz ve uğursuz, "al" ise olumlu ve kutsal ifade olarak karşımıza çıkar. "Kılıcım gök girip kızıl çıksın" demek seppuku yemini etmekle aynı şeyken kırmızı elma anlamındaki "almıla" (evet, Almıla, Almila değil. Alp sözünün de aslında L yumuşatılmaz, Alplar şeklinde söylenir çoğulu falan ama günümüz Türkiye Türkçesi Osmanlı'daki zarafet takıntısından payını oldukça almış bir dil) iyi bir isimdir. Düşmanın kanından bahsedilirken "Kızıl kan akıtıldı" deniken şehitlerin kanı için "Al kana bulanmış göynek" denir. "Kızıl elma" kavramı bunun reddi gibi duruyor, sonuçta olumlu olduğunu düşünüyoruz ama "Kızıl elma" aslında olumsuz bir kavramdır. Kızıl Elma, Oğuz mitolojisinde "Fethedilmesi imkansız bir yer"dir ve Türk anlayışında "Yer ve gök arasındaki her şey Türk'e aittir, Tengri dünyanın hakimiyetini Türklerin eline vermiştir" (Bu anlayışın Kanuni'nin Fransa kralına yazdığı mektupta "Ben Allah'ın yeryüzündeki gölgesiyim" demesinden ve kendisine Sultanlar Sultanı, Hakanların Başı; krala ise "Fransa vilayetinin kralı" demesinden, bak devlet bile değil vilayet diyor, İslam'dan sonra da sürdürüldüğünü anlayabiliriz) Böyle bir anlayış için asla fethedilemeyecek bir yerden daha kötü, daha korkunç ne olabilir?
Bu arada şu beyaz yılan paragrafını yazmak için tekrar araştırma yaparken uzun süre düşündüğüm bir soruya da cevap bulmuş oldum. Soru şuydu: "Tamam, hayvan bakıyorlardı ama haftalarca dağda dolanıp geziyorlardı da bu eski Türkler, böcek olmasa bile yılan, kertenkele vs. yemeye dair gelenekler yok mu acaba?" Gerçi sonradan aklıma kuş falan avlayabilecekleri geldiğinden "Yok herhalde" demiştim ama İslam öncesinde en azından yılan eti yemeye dair gelenek varmış: Yılan eti yiyenin bilinmeyeni bileceğine, gizli sırlara vakıf olacağına inanılırmış. İslam sonrasında zaten olamaz çünkü hangi mezhep olursa olsun Sünnilikte yılan eti haram, gerçi hem Orta Asya hem de Anadolu için ilk Müslüman Türklerin çoğu Alevi, Yesevî gibi mezheplerdendi, özellikle Anadolu'da göçebeliği sürdürenler (nam-ı diğer Yörükler ve Türkmenler) arasında Yavuz Sultan Selim dönemine kadar hâlâ Tengricilik yaygındı, Müslüman olanların da tamamına yakını Alevi idi; o yüzden onu kontrol ettim ama Alevilikte vücuda zararlı olan şeylerin haram olmasından başka bir bilgi bulamadım, bunu nasıl yorumlayacağımdan emin değilim. Yılan eti vücuda zararlı mıdır mesela, ya da zehirli-zehirsiz ayrımı mı var? Bu arada yılan eti yemek aslında bitmemiş bir gelenek, anneannem yılan eti yemiş mesela zamanında. Kadın tam Yörük zaten: At üstünde uyuyakalıp parmağını orakla kesmeler, çekik gözler, eski hikayeler... Daha önce de söylemiş olmam lazım bunu: Annem de babam da aynı köyden, anneannem de aslında babamın sülalesinden (bunu ikinci kısmı söylememiştim galiba) ama annemle babam İstanbul'da tanışmış. "Nasıl oldu o ya?" dedim, "Tanıdıklar tanıştırdı" dediler. Bu arada sülale derken baba tarafımdan dedemle anneannem kuzen bile değil, daha uzak akrabalar, hatta tek akrabalıkları aynı sülaleden olmaları. (Onun bilmem kimin dedesi şunun bir şeyi falan olayı var da hatırlamıyorum şimdi)
Büyünün hâkim güç olduğu fantastik evrenin olmazsa olmazı elftir, bunu unutmayın sakın. Ha benim Tolkien külliyatından daha çok sevdiğim (ama kesinlikle çok daha az saygı duyduğum) ASOIAF'ta elfler yok ama aynı hesaptan Ormanın Çocukları var, zaten o evrende (en azından kitaplarda) büyü hâkim bir güç değil, daha çok kılıç çağı o, bir de hıyar ve şerefsiz soyluların çağı. Büyücüler hor görülüyor, derideğiştirenler Kuzey'de bile görüldüğü yerde öldürüyor (Buna rağmen Mormont kadını "Biz derideğiştireniz, ayılarla halvet oluyoruz" diyebiliyor Asha'ya ama olsun), üstatlar büyü kitaplarını yakıyor falan, öyle bir ortam. Ha neyse, elf diyorduk. Elf aslında Keltçe "peri" demek, İngilizcede şu Noel Baba'nın (bu da Pagan Avrupa figürüdür, sonradan Aziz Nikolas ile birleştirilmiş ama aslında kar, soğuk ve kış tanrısıdır kendisi; zaten Noel denen şeyin doğuşu Hristiyanlıktan eskidir, kış dönümü festivalidir; sonradan dini bir anlam yüklenmiştir.) yardımcısı olan yeşilli ufaklıklara hâlâ "Elf" deniyor mesela, bizde genelde "cin" diye çevirirler o "elf"i. (Gözünüzde canlandıramadıysanız: Santa Claus and Elves diye görsellerde arayınca yeterinde sonuç çıkıyor) Tolkien'in elfleri daha ziyade İskandinav mitolojisindeki "Alf"ler temel alınarak oluşturulmuş, zaten Tolkien'in en büyük kaynağı İskandinav mitolojisi. Gerçi Kelt "elf" ve İskandinav "alf" mitolojisi de temelde aynı kaynağa dayanıyor ama sonuçta arada fark var.
Türkanime yorum kısmından banlıyım bir süredir (ay mı oldu yıl mı hatırlamıyorum ama uzun süredir banlıyım) banımı açmanızı falan istemiyorum, sadece neden banlandığımı söyleyin bari insafsızlar! Hayır yeni Discuss hesabı açacağım ama devamlı eski hesaptan "Şu şu yorumunu beğendi" "Bu bu yorumu yaptı" diye bildirim geliyor, o bildirimleri yeni hesaba aktarabilecek olsam bir dakika durmadan yeni hesap açacağım.
Microsoft Word'ün arama fasilitesi (Bu kelimeyi de ilk kez kullanıyorum. Fasilite neymiş be, hizmet de, başka bir şey de...) büyük İ ile küçük i'yi eşleştirebiliyor ama küçük i ile büyük İ'yi eşleştiremiyor. Tamam, Avrupa dillerindeki (ve Asya dillerinin Latinizasyonundaki) I/i olayından dolayı öyle oluyor ama yine de sinir bozucu.
Berbere gitmekten oldum olası hoşlanmam, hatta nefret ederim. Ulan "üniversiteye gidince böyle dertlerimiz olmayacak ne güzel" diyorduk ama bölümün yönetimi lise müdürü zihniyetinde adamlarda olunca tabii "Gidin kestirin şu saçlarınızı" diyebiliyorlar. O yüzden de sadece okul açılmadan hemen önce giderim berbere, bir daha da sene boyu önünden geçmem. Berbere gitmekten nefret etmemin temel sebebi "anlaşamamak" ama birkaç farklı sebep daha var: Öncelikle nasıl bir el ayarı varsa acıtıyor bunlar saçı. Benimki acıyor en azından. Sonra şu örtü var, üstüne başına kıl gelmesin diye örttükleri. Onun arkasını iğneyle tutturuyorlar ya, "Ne zaman batıracak acaba?" diye paranoyak oldum lan. O örtüyü bir de tıraştan sonra kaldırıp saçına sakalına bir şeyler yapmaya devam ediyor, ne kadar kıl varsa kıyafetinin içine giriyor. E ne anlamı kaldı öyleyse? Berber muhabbeti var bir de ki hiç gelmiyorum. Berbere gitmek zorunda kaldığımda uyuyor numarası yapıyorum lan! Ha bir de gözlüğü çıkarıyorlar ya hiçbir şey göremiyorum, aynı sebepten yüzmeyi de çok sevmiyorum. Hele bir de "yeni kesilen saçın üşümesi" olayı var ki özellikle sonbaharda falan hiç çekilmiyor, neymiş bu kısa saç sevdası anlamadım ki. Lan o değil zaten tipsizim, saç da kısacık kalınca iyice ebesinin şeyine benziyorum. (En ideal görüntümü buldum ama; yine çok bir şeye benzediğim yok da en azından aynaya baktığımda korkmuyorum: Uzun saç, kısa sakal. Uzun saç dediysem öyle topuz yapacak uzunlukta değil, yanaklara düşecek uzunluktan biraz kısa.) Allahtan bu olay genelde soğuğa denk geliyor da kapüşonu çekip kimseye görünmeden eve gidebiliyorum. Zaten normalde de aynaya bakmaktan hoşlanmam, berberden çıktıktan sonra bir hafta kadar ayna fobisi oluyor. Anlaşamama konusuna gelelim: Katiyen istediğin şeyi yapmıyorlar. "Önleri kısalt, arkalar kalsın" diyorsun enseden 3 numarayla girip önü olduğu gibi bırakıyor, "Arkaları kısalt, önler kalsın" desen bu sefer alnından kesmeye başlayıp arkayı bırakıyor. "Abicim bak uzun kalsın, azıcık kes sadece" dersen makineyi üçe takıp saça dalıyor, asker tıraşı yapmadan da koltuktan kaldırmıyor, "Kısalt ulan" dersen "Yakışmaz abim" deyip upuzun bırakıyor hıyar. Bütün berberlerde aynı bu, ne dersen tam tersini yapıyorlar.
Truva savaşı vardır, bilirsiniz. Filmi falan da yapıldı, Çanakkale'de temsili bir tahta at var falan... Yalnız benim aklıma takılan bir şey var: Ya bu Truva savaşı denen şeyin Türkçesi "Kız meselesi" olmuyor mu? Öyle ama!
Supernatural'ın 14. sezonuna başladım (bilgisayar videoları bir oynatıp bir oynatmadığı için böyle aralar verebiliyorum; o değil de inşallah dedikleri gibi bu 15. sezon son sezon olur, hayır çünkü 25 sezon yapsalar 25'ini de izlerim, o iğrenç Leviathan konusuna katlandıktan sonra hiçbir şey koymaz bana. Tabii Leviathan sezonunun da hakkını yiyemem: Bizi Charlie Bradbury gibi bir karakterle tanıştırdı), ilk bölümde Suriyeli bir mültecinin sabah namazı kıldığı bir sahne var. Yalnız adam yataktan kalktığı gibi abdest falan almadan direkt namaza duruyor, tekbir bile getirmeyip ellerini bağlayacaktı hatta ama artık yönetmen mi uyardı ne yaptıysa getirdi iftitah tekbirini. O değil de bu dizide Kuran okuyan Michael göreceğimi hiç düşünmemiştim, daha önce cin falan işlediler ama... Bir de Cass'in ilk çıktığında "İncil oku, biz savaşçıyız" diye Dean'e ayar verip 3 sezon sonra "İncil'de doğrulardan çok yanlışlar yazar" dediği bir dizi ortamı olunca haliyle... Gerçi çeviren artık kimse o kısımdaki altyazıyı çevirmemiş, Cebrail ve Mikail'den bahseden bir ayetti ama hangi ayet olduğunu tam olarak çözemedim. Tamam, buldum: Bakara/98 imiş. Bir de aynı bölümde söz konusu mülteci İngilizce konuşurken "God" diyor, Ahmed Yesevi mi lan bu adam, Dede Korkut mu, Yunus Emre mi? Hangi dilde konuşursa konuşsun "Allah" demesi lazım. Hatta İngilizce konuşsa bile "Michael" yerine "Mikail" demesi lazım ama hadi neyse, onu kabul ediyorum.
Bak bu kurtadam mitolojisinde senelerdir süren bir "gümüş kurşun" olayı var, ben şunu anlamadım: İlla kurşun mu lazım? Yani kalbine gümüş bıçağı soksan ölmeyecek mi mesela? Ya da ateşli silahlardan önce ne yapıyorlardı kurtadamlar için (sonuçta üç bin yıllık efsane bu, yeni bir şey değil), gümüş ok falan mı kullanıyorlardı? Bak bu gümüş olayı mantıksız gelmiyor, birçok kültürde gümüş ve ay bağlantılıdır ve hemen hemen bütün okült geleneklerde gümüş kutsal olup "kötülere zarar verme özelliği" vardır ama neden mermi, onu sorguluyorum. Bu arada şimdi kontrol ettim de eski efsanelerde gümüş bıçak ve kılıçtan bahsediliyormuş, mermiye takma olayı Hollywood'a ait sanırım.
Satsuriku no Tenshi'ye başladım da hiç böyle beklemiyordum. Kötü olduğundan değil, konu, işleniş vs. bambaşka bir şey bekliyordum; böyle olduğunu bilsem günceldeyken başlardım, böyle ertelemezdim.
İlginç bir şey: Beyaz yılan kültü diye bir şey var. Sadece Japonlarda ve Türklerde var ama; ilginç bir durum. Çinlilerde de varmış bu arada, kontrol ettim. Japonlarda beyaz yılanlar tanrıların hizmetkârlarıdır, Türk kültüründe biraz daha farklı bir beyaz yılan kültü var. Yılan Ana, yılanların annesi, şifacıların koruyucusu, insanlar arasında beyaz bir yılan formunda dolaşır. Ev iyesi, yani evin koruyucu ruhu yılan formunda insanlara görünür (ama beyaz olduğuna dair bir şey söylenmiyor efsanelerde), Yılan Ata yani yılanların babası, şifacıların hükümdarı ise kara yılan olarak betimlenmekteymiş (muhtemelen Dolichophis jugularis'ten değil de herhangi bir siyah yılandan bahsediliyor burada). Uzakdoğu ve Türk kültürü arasındaki ortaklıklardan biri de bugün bizim kültürde unutulmuş olsa da izleri ve uygulamaları süren "Kader ipliği" meselesidir. Kader ipliği kırmızı bir kurdeledir ve aşıkların kaderini bağlar, bizdeki nişanda, nikahta kırmızı kurdele bağlama geleneği bunun izidir. Burada da Uzakdoğu kültüründen farklı olan yön karşımıza çıkıyor: Biz o kurdeleyi keseriz, Uzakdoğu kültüründe bunu yapmak kaderi ayırmak olur. Kırmızının evlilikle ilişkilendirilmesi bu kadarla sınırlı değil; hem Çinli hem de Türklerin geleneksel gelinlikleri kırmızı renklidir. Dede Korkut'ta evlenen Bamsı Beyrek'in al çapanından ve alplerinin o al çapan giyerken ak çapan giymekten rahatsız olduğundan bahsedilir. Türkülerimizde "al gelinlik" "al göynek" izi sürülür hâlâ. Daha önce de söyledim bunu: Türkçede "Kızıl" olumsuz ve uğursuz, "al" ise olumlu ve kutsal ifade olarak karşımıza çıkar. "Kılıcım gök girip kızıl çıksın" demek seppuku yemini etmekle aynı şeyken kırmızı elma anlamındaki "almıla" (evet, Almıla, Almila değil. Alp sözünün de aslında L yumuşatılmaz, Alplar şeklinde söylenir çoğulu falan ama günümüz Türkiye Türkçesi Osmanlı'daki zarafet takıntısından payını oldukça almış bir dil) iyi bir isimdir. Düşmanın kanından bahsedilirken "Kızıl kan akıtıldı" deniken şehitlerin kanı için "Al kana bulanmış göynek" denir. "Kızıl elma" kavramı bunun reddi gibi duruyor, sonuçta olumlu olduğunu düşünüyoruz ama "Kızıl elma" aslında olumsuz bir kavramdır. Kızıl Elma, Oğuz mitolojisinde "Fethedilmesi imkansız bir yer"dir ve Türk anlayışında "Yer ve gök arasındaki her şey Türk'e aittir, Tengri dünyanın hakimiyetini Türklerin eline vermiştir" (Bu anlayışın Kanuni'nin Fransa kralına yazdığı mektupta "Ben Allah'ın yeryüzündeki gölgesiyim" demesinden ve kendisine Sultanlar Sultanı, Hakanların Başı; krala ise "Fransa vilayetinin kralı" demesinden, bak devlet bile değil vilayet diyor, İslam'dan sonra da sürdürüldüğünü anlayabiliriz) Böyle bir anlayış için asla fethedilemeyecek bir yerden daha kötü, daha korkunç ne olabilir?
Bu arada şu beyaz yılan paragrafını yazmak için tekrar araştırma yaparken uzun süre düşündüğüm bir soruya da cevap bulmuş oldum. Soru şuydu: "Tamam, hayvan bakıyorlardı ama haftalarca dağda dolanıp geziyorlardı da bu eski Türkler, böcek olmasa bile yılan, kertenkele vs. yemeye dair gelenekler yok mu acaba?" Gerçi sonradan aklıma kuş falan avlayabilecekleri geldiğinden "Yok herhalde" demiştim ama İslam öncesinde en azından yılan eti yemeye dair gelenek varmış: Yılan eti yiyenin bilinmeyeni bileceğine, gizli sırlara vakıf olacağına inanılırmış. İslam sonrasında zaten olamaz çünkü hangi mezhep olursa olsun Sünnilikte yılan eti haram, gerçi hem Orta Asya hem de Anadolu için ilk Müslüman Türklerin çoğu Alevi, Yesevî gibi mezheplerdendi, özellikle Anadolu'da göçebeliği sürdürenler (nam-ı diğer Yörükler ve Türkmenler) arasında Yavuz Sultan Selim dönemine kadar hâlâ Tengricilik yaygındı, Müslüman olanların da tamamına yakını Alevi idi; o yüzden onu kontrol ettim ama Alevilikte vücuda zararlı olan şeylerin haram olmasından başka bir bilgi bulamadım, bunu nasıl yorumlayacağımdan emin değilim. Yılan eti vücuda zararlı mıdır mesela, ya da zehirli-zehirsiz ayrımı mı var? Bu arada yılan eti yemek aslında bitmemiş bir gelenek, anneannem yılan eti yemiş mesela zamanında. Kadın tam Yörük zaten: At üstünde uyuyakalıp parmağını orakla kesmeler, çekik gözler, eski hikayeler... Daha önce de söylemiş olmam lazım bunu: Annem de babam da aynı köyden, anneannem de aslında babamın sülalesinden (bunu ikinci kısmı söylememiştim galiba) ama annemle babam İstanbul'da tanışmış. "Nasıl oldu o ya?" dedim, "Tanıdıklar tanıştırdı" dediler. Bu arada sülale derken baba tarafımdan dedemle anneannem kuzen bile değil, daha uzak akrabalar, hatta tek akrabalıkları aynı sülaleden olmaları. (Onun bilmem kimin dedesi şunun bir şeyi falan olayı var da hatırlamıyorum şimdi)
Büyünün hâkim güç olduğu fantastik evrenin olmazsa olmazı elftir, bunu unutmayın sakın. Ha benim Tolkien külliyatından daha çok sevdiğim (ama kesinlikle çok daha az saygı duyduğum) ASOIAF'ta elfler yok ama aynı hesaptan Ormanın Çocukları var, zaten o evrende (en azından kitaplarda) büyü hâkim bir güç değil, daha çok kılıç çağı o, bir de hıyar ve şerefsiz soyluların çağı. Büyücüler hor görülüyor, derideğiştirenler Kuzey'de bile görüldüğü yerde öldürüyor (Buna rağmen Mormont kadını "Biz derideğiştireniz, ayılarla halvet oluyoruz" diyebiliyor Asha'ya ama olsun), üstatlar büyü kitaplarını yakıyor falan, öyle bir ortam. Ha neyse, elf diyorduk. Elf aslında Keltçe "peri" demek, İngilizcede şu Noel Baba'nın (bu da Pagan Avrupa figürüdür, sonradan Aziz Nikolas ile birleştirilmiş ama aslında kar, soğuk ve kış tanrısıdır kendisi; zaten Noel denen şeyin doğuşu Hristiyanlıktan eskidir, kış dönümü festivalidir; sonradan dini bir anlam yüklenmiştir.) yardımcısı olan yeşilli ufaklıklara hâlâ "Elf" deniyor mesela, bizde genelde "cin" diye çevirirler o "elf"i. (Gözünüzde canlandıramadıysanız: Santa Claus and Elves diye görsellerde arayınca yeterinde sonuç çıkıyor) Tolkien'in elfleri daha ziyade İskandinav mitolojisindeki "Alf"ler temel alınarak oluşturulmuş, zaten Tolkien'in en büyük kaynağı İskandinav mitolojisi. Gerçi Kelt "elf" ve İskandinav "alf" mitolojisi de temelde aynı kaynağa dayanıyor ama sonuçta arada fark var.
6 Mayıs 2020 Çarşamba
Ramazan Saçmalamacası 2 (Çalışır Bu Başlık, Ramazan Boyunca Başlığımız Bu)
"Galeri haberciliği" çok sinir bozucu bir şey. Bir başlık atıyor, "Bakın neye iyi geliyor?" "Bakın ne oldu?" "Seyahat yasağı ne zaman kalkıyor?" İnsaflıysa 5-10, insafsızca (çoğunluğu da bırak insafsızı, direkt Allahsız oluyor bunların) 25+ fotoğrafı sana gezdiriyor. Başlıkta vaat edilen bilgi? Ortada yok. E sıçarım bacağınıza ama! Ne tak yemeye o başlığı atıyorsun o zaman?
Televizyon kanalları sansürde hiç kantarın topuzunu ayarlayamıyorlar. Bazen sansürlemesi gerekeni bile sansürlemiyor, bazen "lan"ı, "köpek"i sansürlüyor. (Ha ben sansüre toptan karşıyım o ayrı bir konu) Yok mu kardeşim şu işin bir ayarı, standardı? TDK kanallara farklı tarife mi uyguluyor? (Cümleyi "lan" diye bitirmiyorum zira günümüz şartlarında bu gayet mümkün, öyleyse şaşırmam)
Takip ettiklerimden birkaç Youtube kanalı mı anlatsam? Ya da neyse, boş ver.
Aslında bunu yazıp yazmamak için kendime epey cebelleştim zira blogda özellikle yazmadığım bir konu. Neden yazmaktan kaçındığımı da söyleyeyim hatta: Çünkü bunun özel olması ve öyle her yerde her ayrıntısıyla söylenmemesi gerekiyor, aynı "aşk hayatı" lafında olduğu gibi öylece anlatıverince olayı basitleştirip küçültüyor: O hassasiyeti, masumiyeti, kutsallığı götürüyor. Benim için böyle, farklı düşünen de istediği gibi düşünebilir, bana ne? Hah, ne diyordum? Aşk (ya da ilişkiler diyelim) konusunda şansım tam olarak şu şekilde: Bugün bir kızla "Otuz (otuz beş, kırk, kırk beş, elli, altmış -oha!- neyse artık) yaşımıza gelene kadar kimseyi bulamazsak evlenelim." diye sözleşsem bir hafta sonra sevgili bulur, bir yıla kalmadan da evlenip çoluk çocuğa karışır; sonsuza kadar da mutlu yaşarlar kesin. Ben de kimseye salça olmadan gider elma kemiririm, hani şu gökten düşenlerden. (Allah da benim belamı versin diyeceğim ama son zamanlarda zaten bunun Allah belamı vermiş halim olabileceğini de düşünmeye başladım) Hoş böyle bir şey yapmak da olayı küçültüp basitleştirir ya, zaten öyle bir şey yapacak cesaretim olsa düzgünce aşkımı itiraf eder, edebimle reddedilirim, ne böyle abik gubik şeylerle uğraşayım? Nasıl? Bir şey hissetmediğim ya da halihazırda sevgilisi olan kızla neden öyle bir sözleşme yapayım ("sözleşme yapmak" deyince de şirket gibi oldu), bir şey hissetmiyorsam hiç öyle bir şeye bulaşmam, halihazırda sevgilisi varsa da aşkımı kalbime gömer hayatıma kızdan olabildiğince uzak durarak devam ederim, bu kadar basit. Ha "Kaç kere aşık oldun ki len?" derseniz çok az ama aşık olmayıp hoşlandığım kişiler de oldu. (Arada fark var, evet) Biriyle tanış, buluş, tanımaya çalış... olayı da bana uygun değil. Belki hoşlanmaya başlayacağım ama o zamana kadar ne olacak? Ya da o arada başka birine kapılırsam ne olacak? İlişki peşinde değilim, duygu peşindeyim. Bunu da bir daha bu kadar açık, net yazmam burada, konuyu bile ya nadiren açar ya üstü kapalı söylerim.
İğrenç hisler vardır. Mesela hapşırığın gelir de hapşıramazsın, uykusuzluktan ölüyorsundur ama uyuyamazsın... Neden bu duruma sardım? Bilmiyorum. Herhalde bir üst paragraftaki durumu fazla düşünmemek için.
Biraz gecikmeli ama Ramazan'ın olmazsa olmazları vardır. Mesela Nihat Hatipoğlu, mesela "Sakız çiğnemek orucu bozar mı?" sorusu, mesela bu:
Koymadan duramadım, ne yapayım?
Ekşi'de öylesine gezinirken "etsiz çiğ köfte" başlığına denk geldim, her 5 giriden biri "İçinde et yoksa çiğ olan ne o zaman?" biri "Et yoksa adı neden köfte?" bir diğeri de "Yemeyin bunu, etli çiğ köfte yiyin." Diğer ikisi de bunlara benim aşağıda yazdığım cevapları verenler zaten:
Birincisi: Çiğ köftenin içindeki et çiğ değildir, baharatın acısı ve yoğurma nedeniyle pişer. Zaten çiğ köftenin ortaya çıkış amacı eti ateşsiz olarak pişirebilmektir, yemeğin amacıyla çelişiyorsunuz bunu diyerek! O kadar çiğ et meraklısıysanız gidin kasaptan kıyma alıp pişirmeden yiyin!
İkincisi: Bulgur köftesi? Mercimek köftesi? Patates köftesi? Kabak köftesi? Nohut köftesi? Bunların da hiçbirinde et yok ama kimse "Adı niye köfte?" demiyor? "Etsiz çiğ köfte" mi battı yani? "Acılı bulgur köftesi" falan dense kimse aynısını demeyecek ama? Her türlü iddiaya da girerim!
Üçüncüsü: Arkadaşım, etli çiğ köftenin (özel sipariş vs. haricinde) satışı YASAK. Bak harf harf söylüyorum: Y-A-S-A-K. İlla kendimiz mi yoğuralım? Ha ben etli çiğ köfte yapıp yemiş biri olarak tercih hakkım olsa etliyi tercih ederim, doğruya doğru. Ama madem orijinale bu kadar takıntılıyız, o zaman koyun, sığır eti yerine ceylan eti kullanın! Orijinali o sonuçta. N'oldu, hani orijinal takıntınız vardı? Yemedi mi? "Nereden bulacağız şimdi?" mi diyorsunuz? ETLİ ÇİĞ KÖFTE DE BULUNAMIYOR ZATEN!
Kusura bakmayın, sabah ezanından 3 saat sonra hâlâ uyuyamamış bir oruçlu olarak okuduğum için o girileri biraz bilendim.
"İzleyecek anime bulamıyorum, kalmadı" diyenler var, şaşırıyorum. İnanmadığımdan değil, sadece anlam veremiyorum. Ben "Bu listedekiler nasıl bitecek ulan?" diye düşünüyorum çünkü "izlenecekler listem" hakkında. Hayır öyle çok az anime izlemiş bir insan da değilim, lise ikide mi ne başladım (öncesinde Beyblade, Bakugan falan var da onları geçiyorum), devam sezonlarını vs. saymasak bile rahat 200'ü geçmiştir. Muhtemelen 300'ü bile geçmiştir. Ve hâlâ "Nasıl bitecek ulan bu izleme listesi?" durumundayım. Ki ben günde 7 bölüm izliyorum, 7'si de farklı animeden. Aynı anda 4-7 anime izliyorum yani, e buna günceller falan da ekleniyor. Bu arada saydım (Türkanime sağ olsun) devam sezonları ve filmleri de 1 adet saydığımız durumda 421 tane izlemişim. Gün içinde bir sürü farklı şey daha yapıyorum bir de, bütün günümü anime izleyerek geçirmiyorum. (Asosyalim ama rafine zevkleri olan bir asosyalim)
Tam olarak neden kapatıldığını/yasaklandığını kimsenin bilmediği İmgur açılmış ama şimdi de resimler görünmüyor. Eee, ne anlamı var o zaman?
Bizim millet "Bilgisayar oyunu" deyince kafayı yiyor nedense. Mesela şu Minecraft'ın yasaklanmaya çalışılması olayı. Neymiş, "Sığır, koyun kesiyorlar, psikolojileri bozuluyor çocukların." Arkadaş kurban bayramında camideki hoca "Kurban keserken çocuğunuza izletin" diyor, o bozmuyor da oyun mu bozuyor? Bu arada kurbana karşı falan değilim, zaten Müslüman olarak karşı olmam saçma olurdu. Vejetaryen ya da vegan olmayıp da "Ben kurbana karşıyım" diyen kimseyi de samimi bulmuyorum ayrıca, ha et yemiyorsa istediği kadar karşı olabilir, hak veririm. Daha örnek var da en basit olayı verdim. Bilgisayar oyunu oynayıp etrafta milleti kesen insanlar olsa GTA oynamış hiçbir insan evladı hayatına devam edemezdi ama hiçbirimiz roket atarla markete dalan psikopatlar olmadık, değil mi? Bir de hâlâ şu "Mavi Balina" denen şeyi indirilip oynanan bir bilgisayar oyunu sananlar var ki onlara hiçbir şey demiyorum.
Televizyon kanalları sansürde hiç kantarın topuzunu ayarlayamıyorlar. Bazen sansürlemesi gerekeni bile sansürlemiyor, bazen "lan"ı, "köpek"i sansürlüyor. (Ha ben sansüre toptan karşıyım o ayrı bir konu) Yok mu kardeşim şu işin bir ayarı, standardı? TDK kanallara farklı tarife mi uyguluyor? (Cümleyi "lan" diye bitirmiyorum zira günümüz şartlarında bu gayet mümkün, öyleyse şaşırmam)
Takip ettiklerimden birkaç Youtube kanalı mı anlatsam? Ya da neyse, boş ver.
Aslında bunu yazıp yazmamak için kendime epey cebelleştim zira blogda özellikle yazmadığım bir konu. Neden yazmaktan kaçındığımı da söyleyeyim hatta: Çünkü bunun özel olması ve öyle her yerde her ayrıntısıyla söylenmemesi gerekiyor, aynı "aşk hayatı" lafında olduğu gibi öylece anlatıverince olayı basitleştirip küçültüyor: O hassasiyeti, masumiyeti, kutsallığı götürüyor. Benim için böyle, farklı düşünen de istediği gibi düşünebilir, bana ne? Hah, ne diyordum? Aşk (ya da ilişkiler diyelim) konusunda şansım tam olarak şu şekilde: Bugün bir kızla "Otuz (otuz beş, kırk, kırk beş, elli, altmış -oha!- neyse artık) yaşımıza gelene kadar kimseyi bulamazsak evlenelim." diye sözleşsem bir hafta sonra sevgili bulur, bir yıla kalmadan da evlenip çoluk çocuğa karışır; sonsuza kadar da mutlu yaşarlar kesin. Ben de kimseye salça olmadan gider elma kemiririm, hani şu gökten düşenlerden. (Allah da benim belamı versin diyeceğim ama son zamanlarda zaten bunun Allah belamı vermiş halim olabileceğini de düşünmeye başladım) Hoş böyle bir şey yapmak da olayı küçültüp basitleştirir ya, zaten öyle bir şey yapacak cesaretim olsa düzgünce aşkımı itiraf eder, edebimle reddedilirim, ne böyle abik gubik şeylerle uğraşayım? Nasıl? Bir şey hissetmediğim ya da halihazırda sevgilisi olan kızla neden öyle bir sözleşme yapayım ("sözleşme yapmak" deyince de şirket gibi oldu), bir şey hissetmiyorsam hiç öyle bir şeye bulaşmam, halihazırda sevgilisi varsa da aşkımı kalbime gömer hayatıma kızdan olabildiğince uzak durarak devam ederim, bu kadar basit. Ha "Kaç kere aşık oldun ki len?" derseniz çok az ama aşık olmayıp hoşlandığım kişiler de oldu. (Arada fark var, evet) Biriyle tanış, buluş, tanımaya çalış... olayı da bana uygun değil. Belki hoşlanmaya başlayacağım ama o zamana kadar ne olacak? Ya da o arada başka birine kapılırsam ne olacak? İlişki peşinde değilim, duygu peşindeyim. Bunu da bir daha bu kadar açık, net yazmam burada, konuyu bile ya nadiren açar ya üstü kapalı söylerim.
İğrenç hisler vardır. Mesela hapşırığın gelir de hapşıramazsın, uykusuzluktan ölüyorsundur ama uyuyamazsın... Neden bu duruma sardım? Bilmiyorum. Herhalde bir üst paragraftaki durumu fazla düşünmemek için.
Biraz gecikmeli ama Ramazan'ın olmazsa olmazları vardır. Mesela Nihat Hatipoğlu, mesela "Sakız çiğnemek orucu bozar mı?" sorusu, mesela bu:
Koymadan duramadım, ne yapayım?
Ekşi'de öylesine gezinirken "etsiz çiğ köfte" başlığına denk geldim, her 5 giriden biri "İçinde et yoksa çiğ olan ne o zaman?" biri "Et yoksa adı neden köfte?" bir diğeri de "Yemeyin bunu, etli çiğ köfte yiyin." Diğer ikisi de bunlara benim aşağıda yazdığım cevapları verenler zaten:
Birincisi: Çiğ köftenin içindeki et çiğ değildir, baharatın acısı ve yoğurma nedeniyle pişer. Zaten çiğ köftenin ortaya çıkış amacı eti ateşsiz olarak pişirebilmektir, yemeğin amacıyla çelişiyorsunuz bunu diyerek! O kadar çiğ et meraklısıysanız gidin kasaptan kıyma alıp pişirmeden yiyin!
İkincisi: Bulgur köftesi? Mercimek köftesi? Patates köftesi? Kabak köftesi? Nohut köftesi? Bunların da hiçbirinde et yok ama kimse "Adı niye köfte?" demiyor? "Etsiz çiğ köfte" mi battı yani? "Acılı bulgur köftesi" falan dense kimse aynısını demeyecek ama? Her türlü iddiaya da girerim!
Üçüncüsü: Arkadaşım, etli çiğ köftenin (özel sipariş vs. haricinde) satışı YASAK. Bak harf harf söylüyorum: Y-A-S-A-K. İlla kendimiz mi yoğuralım? Ha ben etli çiğ köfte yapıp yemiş biri olarak tercih hakkım olsa etliyi tercih ederim, doğruya doğru. Ama madem orijinale bu kadar takıntılıyız, o zaman koyun, sığır eti yerine ceylan eti kullanın! Orijinali o sonuçta. N'oldu, hani orijinal takıntınız vardı? Yemedi mi? "Nereden bulacağız şimdi?" mi diyorsunuz? ETLİ ÇİĞ KÖFTE DE BULUNAMIYOR ZATEN!
Kusura bakmayın, sabah ezanından 3 saat sonra hâlâ uyuyamamış bir oruçlu olarak okuduğum için o girileri biraz bilendim.
"İzleyecek anime bulamıyorum, kalmadı" diyenler var, şaşırıyorum. İnanmadığımdan değil, sadece anlam veremiyorum. Ben "Bu listedekiler nasıl bitecek ulan?" diye düşünüyorum çünkü "izlenecekler listem" hakkında. Hayır öyle çok az anime izlemiş bir insan da değilim, lise ikide mi ne başladım (öncesinde Beyblade, Bakugan falan var da onları geçiyorum), devam sezonlarını vs. saymasak bile rahat 200'ü geçmiştir. Muhtemelen 300'ü bile geçmiştir. Ve hâlâ "Nasıl bitecek ulan bu izleme listesi?" durumundayım. Ki ben günde 7 bölüm izliyorum, 7'si de farklı animeden. Aynı anda 4-7 anime izliyorum yani, e buna günceller falan da ekleniyor. Bu arada saydım (Türkanime sağ olsun) devam sezonları ve filmleri de 1 adet saydığımız durumda 421 tane izlemişim. Gün içinde bir sürü farklı şey daha yapıyorum bir de, bütün günümü anime izleyerek geçirmiyorum. (Asosyalim ama rafine zevkleri olan bir asosyalim)
Tam olarak neden kapatıldığını/yasaklandığını kimsenin bilmediği İmgur açılmış ama şimdi de resimler görünmüyor. Eee, ne anlamı var o zaman?
Bizim millet "Bilgisayar oyunu" deyince kafayı yiyor nedense. Mesela şu Minecraft'ın yasaklanmaya çalışılması olayı. Neymiş, "Sığır, koyun kesiyorlar, psikolojileri bozuluyor çocukların." Arkadaş kurban bayramında camideki hoca "Kurban keserken çocuğunuza izletin" diyor, o bozmuyor da oyun mu bozuyor? Bu arada kurbana karşı falan değilim, zaten Müslüman olarak karşı olmam saçma olurdu. Vejetaryen ya da vegan olmayıp da "Ben kurbana karşıyım" diyen kimseyi de samimi bulmuyorum ayrıca, ha et yemiyorsa istediği kadar karşı olabilir, hak veririm. Daha örnek var da en basit olayı verdim. Bilgisayar oyunu oynayıp etrafta milleti kesen insanlar olsa GTA oynamış hiçbir insan evladı hayatına devam edemezdi ama hiçbirimiz roket atarla markete dalan psikopatlar olmadık, değil mi? Bir de hâlâ şu "Mavi Balina" denen şeyi indirilip oynanan bir bilgisayar oyunu sananlar var ki onlara hiçbir şey demiyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)