Dalından domates, biber, hıyar koparmanın hazzını, orman
patikalarında gezmenin korkuyla karışık heyecanını, ağaçtan elma, erik
aşırmanın, dalından dut, üzüm düşürmenin hazzını, gece karanlığında kirpi
görmenin tatlı heyecanını, tarlada başını uzatan yılanı görmenin saygıyla
karışık korkusunu hiç yaşamamış, belki de yaşayamayacak; hatta muhtemelen
yaşamak da istemeyecek bir nesil gelecek… “Gümbür gümbür” geldiği söylenen yeni
nesle, bunlardan kaçını miras bırakabileceğiz? Bu nesli, insanın doğayla kalan
son ilişkilerini de “modernlik” denen iğrenç, kanlı bıçakla kesip atacak,
inşallah görmeye ömrümün yetmeyeceği yahut belki de bir yerlerde birilerinin
çalışmalarıyla hiç gelmeyecek, gelse de içinden doğayla son bağlarına, kültürlerine,
çamurlarda yuvarlanmanın hazzına, çimenlerde yatmanın huzuruna sıkı sıkı
sarılacak direnişçiler çıkacak. Ama modernleşmeyi betonlaşmak anladığımızdan
çok umutsuzum. Bu nesli düşününce şu an bulunduğum, babaannemlerin köydeki
evinin bahçesindeki cevizlerin, kiraz, şeftali, erik ağacının, domates, hıyar,
biber, fasulye, çilek, çimenlerin, gül ve yıldız çiçeklerinin, kavun, karpuz ve
kabakların kokusu, köyün dağın tepesine kurulması nedeniyle çam ormanları ve
eğrelti meralarının, dağ kekiklerinin, yabani böğürtlen ve dağ çileklerinin,
ahlatların, yabani elmaların, civarda üç, belki de dört hatta beş türü bulunan
nanelerin ve dahi bahçe nanelerinin, köyde yalnızca bir evde bulunan hanımellerinin,
kah yabani kah saksı çiçeği papatyaların, çamların şemsiyesi altında bodur
kalan meşelerin, kızılçamları saran liken ve karayosunlarının kokularına; bahçe
bitkilerinin oksijenlerinin dağdaki yaşamın oksijenine karıştığı; yaban ve
sokak kedilerinin, sansar ve gelinciklerin, yabandomuzlarının, ayıların, köyde
az da olsa hâlâ var olan sığırların, ispinoz, bülbül gibi kuşların, civar
köylerde hâlâ bakılan tavukların ve ne köylülere ne doğaya yaranabilmiş,
buralara, daha doğrusu köyün hemen dibindeki çamlığa bırakılmış sokak
köpeklerinin ürettiği karbondioksit de bu havaya karışıyor. Köyde az da olsa
hâlâ olan kerpiç evlerin onlarda hiç yaşamadığım halde nostaljik gelen kokusu,
çamlığın içindeki barajdan gelen su, çürümüş odun, yosun, başaklı su
civanperçemi, balıkların kokuları, kâh yeni kâh eski külle dumanların kerpiç
tandırlarla birleşen kokuları ve hepsiyle birleşen muhteşem havayı içime
çekemez oluyorum, nefesim kesiliyor. Gözlerimi kısıp burada çok iyi görünen
yıldızlara ve aya bakıyorum; el yapımı, buranın meyvelerinden yapılmış vişne
suyumdan bir yudum daha alıyorum, ağzıma bir karaüzüm daha atıyorum. Başımı
çevirip, artık ahı gitmiş vahı kalmış ağzımdaki ceviz yaprağını tükürüyor, elimdeki
körpe ceviz yaprağından bir parça daha koparıp onu çiğnemeye başlıyorum. Bir
yandan da bülbüllerin, cırcırböceklerinin ötüşlerini, yılan, kertenkele, böcek
ve Anadolu sincaplarının hışırtılarını, köy camisinden gelen ezan sesini, insanların
tahta yer sofraları üstünde kalın bıçaklarla kurban eti keserken çıkardıkları
sesleri, köpeklerin havlamaları, ne olduğu belirsiz dağlı hayvanların
ulumalarını, hepsi birbirine karışıp nefis bir senfoni orkestrası sunan;
konuşurken ya da dolaşırken sessizlik olarak algılanacak o nefis ve her bir
bireyi kendi telinde, kendi tonunda, yine de Allah’ın hikmeti, melek Mikail’in
cüreti, “doğa ana” Umay Ene’nin kararı ile uyum içinde; aslında bu tabloda yeri
olmayan insanların sesleri dahi bu harmoniye karışmış durumda bulunuyor ve ben
bunları daha iyi duyabilmek için gözümü kapatıp hareket etmeyi kesiyorum. Ancak
gece karanlığında ağaçların, uzun bitkilerin ürkütücüyle karışık şahane; gökyüzünün
gündüzden daha net ve daha parlak manzarasını ve ayla yıldızların, insanların
zayıf ışıklandırmasıyla karışarak sunduğu enfes pastoral tabloyu göremediğim
için üzülüyor, kahroluyorum. Sonra aklıma yine o “nesil” geliyor, gözyaşlarımı
zor tutuyorum. Bir an burnuma eskiden bu köyün insanlarının çadırlarını yaparken
kullandıkları ve hâlâ birazını sakladıkları keçi kılından çulların kokusu
geliyor, mest oluyorum. Gecenin, dağın ve ormanın ortaklaşa oluşturduğu;
insanın bırak kaçınmayı içine girmek isteyeceği soğuk iliklerime işliyor, içeri
girmek zorunda kalıyorum. Ve işte nihayetinde bu yazıyı yazıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder