Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

29 Eylül 2017 Cuma

Bazı şeyler, kış, Gökçeada, falan filan

Düşüncelerimi toplamam gerek. Bir çok yarım yamalak şeyden bahsetmek istiyorum ama dersler falan sağ olsun bir türlü düşüncelerimi toplayamıyorum. Üniversite nihayet başladı; ben de haliyle Gökçeada'dayım. Gökçeada ilginç bir yer: Ada olduğu için her yer her yere yakın gibi düşünüyorsunuz ama tam tersi. Her yere yakın bir yer bulmak imkansız; zaten adada iki tane Bim, üç tane A101, bir tane Migros, bir tane de Carrefour var market olarak. E, okullarda zaten ayrı bir konu. Bir de Gökçeada pahalı bir yer; çok seçenek olmadığı için önüne geleni... Öhöm, neyse... Hayat için gerekli şeyleri bulabiliyorsun ama azıcık lükse kaçtığında pek bir şey bulamıyorsun; onun dışında çeşme suyunda küf kokusu var. Ama dağlardan gelen içilebilir sulu mahalle çeşmeleri var, onların tadı güzel. Onun dışında ada üstünde kafanı dinleyebileceğin, çadır kent formatında olmayan kamp alanları var. Yani kamp alanı ama belli sınırı, fiyatı, şeysi yok; üç tane vardı sanırım... Eh, bir de dağlar keçi dolu ama onun konumuzla alakası yok. Robinson Cruise (doğru mu yazdım lan?) buraya mı düşmüştü acaba?

Kışa gelelim... Kış geliyor... Ayrıca çok fazla ayva ve muşmula var; bu da şu demek: Sıkı giyin üşütme. "Ne diyo' lan bu?" diyenler için: Kış sert geçecek; sert ve uzun... Zaten burada şimdiden insanın içine işleyen ulu rüzgarlar esmeye başladı; babamla Ogi (kardeşim) de Balıkesir'de atletle duruyor aq. Bir de eğer otobüs bulmayı başarırsak (çünkü Çanakkale'den bile Balıkesir'e doğrudan otobüs yok) yarın Balıkesir'e gideceğiz, annemle; şimdilik onunla kalıyorum.

Dersler... Of.. Şu İngilizce ile inkılaptan kurtulamadım bir; kaç sene oldu lan... Dersler de şimdiden içimi sıktı... Ama aslında dersler bahane. Kış gelince benim de yüreğime bir sıkıntı çöreklenir. Kış derken komple kış; havalar soğumaya başlar başlamaz. Ruhum daralır, falan filan... Ulan zaten burada bir sürü köpek var; hep gittiğim (zaten bir okula bir de Bim'e filan gidiyorum) yollardakiler bana alıştı artık. Bir de şu süs köpeklerindeki özgüven kangalda yok lan; o nasıl bir havlama... Durmadan, gelene geçene...

İç çekiş... İç çektikçe... Neyse, aman... Aman neyse, belki de... Dediğim gibi; düşüncelerimi toparlayamıyorum. Şu lanet olası iç sıkıntısının ve adanın oldukça sakin bir yer olmasına rağmen yorucu olmasının da payı vardır belki. Bir de, neyse...

28 Eylül 2017 Perşembe

Doğada Hayatta Kalma: Dengeli Beslenme

Şöyle bir besin piramidi vardır:
besin piramidi ile ilgili görsel sonucu
Evet, bu "damdan düşüş" girişi için üzgünüm ama düşüncelerimi pek toplayamıyorum; o yüzden zaman kazanmaya çalışıyorum.

Şimdi; insan temel olarak, tüm dünyada tahıl ve benzerleriyle beslenir. Dünyanın genelinde ekmek, Uzakdoğu'da pilav. Ama şöyle bir durum var: Bu olayı doğaya uyarlamak pek mümkün değil; bunun sebebini sonra açıklayacağım; ve tümüyle doğada yaşayan insanlara (Afrikalılar, Eskimolar) bakarsanız bu piramidin değiştiğini görürsünüz.

Şöyle ki: Eğer doğada hayatta kalmaya çalışıyorsanız, protein ağırlıklı beslenmelisiniz ve proteini almanın en kolay yolu suya yakınsanız balık tutmak, suya uzaksanız böcek, yılan vs. yemektir. Çünkü doğada karbonhidrat ağırlıklı beslenirseniz eğer, hayatta kalamazsınız. Neden? Pirinç, buğday, arpa, çavdar... Bunların hiçbiri doğada bizim tarlalarda yetiştirdiğimiz halde bulunmaz. Doğadaki haliyle tarladaki hali birbirine en çok benzeyen pirinçtir; diğerlerini tanıyamazsınız bile. Ama elbette kullanabilirsiniz. Yabani çavdar filan bulacaksın da (zaten buğdayla çavdarın yabanisi aynıdır) kurutacaksın da ekmek, lavaş, pide, yufka ya da her neyse yapacaksın da... Ölme eşeğim ölme; sapanla ayı avlamaya çalışmak daha mantıklı, tabii orada kalıcı olmayı düşünmüyorsanız. Doğada tahılları ancak tatlandırıcı ve bağlayıcı; yani yemeklere ek doyurucu iç malzeme olarak kullanabilirsiniz; onlar için de kestane ve meşe palamudu, bir de bazı meyvelerin eğer yenilebiliyorsa çekirdekleri/tohumları. Ha bu arada eğer kalıcı olmayı düşünüyorsanız ve içki içiyorsanız yabani çavdar ya da benzeri şeylerden yaptığınız bira benzeri bir içecek hayatınızın kurtulmasını sağlayabilir.

Yani bu besin piramidi, doğada şu hale gelir:

Hadi ben kaçtım.

26 Eylül 2017 Salı

Moğollar Hakkında Yanılgılar

1) Moğollar Türk'tür

Türkiye'de en fazla inanana sahip yanılgıyla başlayalım istedim. Moğollar, Türk değildir; ifadenin doğrusu şu: Moğollar, Türklerle aynı soydan gelen başka bir millettir. Tıpkı Koreliler, Japonlar, Ainular, Tunguzlar, Eskimo, Kızılderili ve Sümerler gibi. Ama bununla birlikte; Moğollar, Türklerle (Türkiye Türkleri değil; genel olarak Türkler) en yakın akraba ve en yakın genetiğe sahip halktır. Bunu da doğrudan aynı soydan gelmelerine ve yıllar yılı bir arada yaşayıp kız alıp vermelerine borçlulardır.

2) Moğollar önüne geleni kesen barbarlardı

Batı'da en fazla inananı olan ve Batı etkisi sağ olsun Türkiye'de de inanılan, hatta tarihi dizilere dahi konu yapılan olayla devam ediyoruz. Aslında, bu tam olarak yanlış değil ama doğru, asla değil. Şöyle ki: Moğollar, teslim olmayan, direnenlere ağır eziyetler yapmışlar, bulduklarına tecavüz etmişler vs. hatta insanları canlı canlı yakmışlar, evet, bunlar doğru. Ama öte yandan; direnmeyip teslim olanlara dokunmamışlardır ki Moğolları barbarlıkla suçlayan batılıların tarihinde teslim olanlara eziyet vs. yapıldığının yüzlerce örneği vardır.

3) Moğollar binaları, ibadethaneleri yıkmıştır

Arkadaşım nerenizden çıkarıyorsunuz? Evet; Moğollar birçok köyü, kasabayı vs. içinde insanlarla beraber yakmıştır ama hiçbir ibadethaneye dokunmamıştır. Bunun sebebiyse Moğol İmparatorluğu içinde her dinden insanın olmasıdır. Kah Müslüman, kah Şaman, kah Budist, kah Hristiyan, kah Tengrici; kah Türk, kah Hintli, kah Çinli bir çok kişi Cengiz Han'ın ordusundaydı; haliyle onları küstürecek bir şey yapılamazdı. Moğollar tarihi binalara, hanlara ve ibadethanelere; bilhassa cami ve tekkelere dokunmamışlardır.

4) Moğollar şamanistti/şamanisttir

Bu tam olarak yanlış değil aslında. Evet, Moğolların büyük kısmı Şamanistti ve hala öyle; ama hem eskiden hem de şimdi başka dinlere inanan Moğollar da var. Tengrici ve Budist de olduklarını tahmin edebilirsiniz ama size tahmin edemeyeceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Müslüman Moğollar da vardı ve hala var. Tarihteki Müslüman Moğollara örnek olarak Çavdar Tatarları (İslam ve Türkler etkisiyle Türkleşmişlerdir), Altın Orda Devleti (İslam ve Türkler etkisiyle Türkleşmişlerdir), Babürlüler (İslam ve Türkler etkisiyle Türkleşmişlerdir), günümüzdeki Müslüman Moğollara örnek olarak da Donşianları, Özbekleri (İslam ve Türkler etkisiyle Türkleşmişlerdir) ve Moğol-Uygur kırması Yugurları verebiliriz.

5) Moğolların kültürü yoktu

İşte bu da barbar olayı gibi batılıların uydurması. Bunlar zaten aynı şeyleri Hunlar için de söylediler, başlı başına Fransız kültüründen katbekat fazla kültürü olan Vikingler için de söylediler. Moğolların; tıpkı Türkler gibi oldukça köklü geleneksel ve sözlü aktarımla ayakta durmuş, hala da devam eden bir kültürleri vardır. Mesela günümüzde Türkiye dahil batıda en fazla ve muhtemelen tek bilinen Moğol yemeği olan Moğol barbeküsü, Moğolların av partilerinin (ki bu av partisi olayı Türklerde de vardı hatırlarsanız: Sığır töreni) devamı ve modernleşmesidir. Ergenekon Destanı mesela; Türk ve Moğol ortak ürünüdür.

24 Eylül 2017 Pazar

Yurt, Çul Çardak ve Çom Yapımı

YURT
yurt çadırı ile ilgili görsel sonucu
Yurt ya da Gher/Ger, Türk ve Moğolların çadırlarıdır. Bunlar "Temel", "Kafes" ve "Dış" olarak üç temel kısma sahiptir. Temel; taş üstüne su ve tepinme, bir gün sonra çakıl üstüne su ve tepinme ve bir gün sonra da kum üstüne su ve tepinme ile yapılır; üstüne ahşaptan zemin inşa edilir. Peki, bu kadar şeye ne gerek var? Yerle teması kesmek için: İçerisi sıcak kalsın, yere yatan üşütmesin, çadırın kafesi çürüyüp erimesin diye. Kafes kısmı; ahşaptan ve çapraz çapraz yapılır. Dış kısım ise posttan, yünden, keçeden yapılır. Böylece yazın serin, kışın sıcak kalır. Otağları büyük, gösterişli, odalı ve giriş yerleri için koridora sahiptir.

ÇUL ÇARDAK
yörük çadırı ile ilgili görsel sonucu
Çul çadır, Yörük çadırı, kıl çadır da denir. Yörük ve Aleviler başta olmak üzere tam göçebe olan Türklerin kullandığı çadırlardır. Temel, direk ve çul olmak üzere üç kısımdan oluşur. Temel ksımı için: Tahta ve hasırdan oluşur. Etrafına tahtadan direkler konup etrafı da çul denen keçi kılından kumaşla kaplanır. Kışın bunların üstüne yün, keçe vs. konur ve gidilmeden önce bozulup çullar tahtadan depolara konur; böylece ıslanmaz. Daha sonra da daha sıcak yerlere gidilir ve orada yeni çadırlar kurulur. Otağları yurt şeklindedir.
yörük çadırı ile ilgili görsel sonucu
Yörük otağı
ÇOM
chum tent ile ilgili görsel sonucu
Çum da denir. Tunguzların çadırlarıdır. Aslında bunları yapmak basittir: Koni biçimli kazıklar, ahşap plakalar, ot, kıl ve çamur. Bu çadırlar tıpkı yurtlar gibi sabit çadırlardır, ayrıca sıcak ve soğuğu geçirmezler. Temelleri de tahtadan ve hasırdandır.

23 Eylül 2017 Cumartesi

Açlık Oyunları Serisinde Capitol ve Kapitalizm Eleştirisi

Açlık Oyunları serisinin -ki aslında Açlık Oyunları sadece ilk kitabın adıdır, tıpkı Taht Oyunları'nın sadece ilk kitabın adı olduğu gibi. Açlık Oyunları olarak bildiğimiz serinin adı aynı zamanda üçüncü ve son kitabın adı olan Alaycı Kuş'tur. Taht Oyunları'nın da hiç bir kitaba adını vermeyen seri adı Buz ve Ateşin Şarkısı'dır- sadece filmlerini izlediyseniz; kapitalizm eleştirisi olduğuna kanaat getirebilirsiniz ama eğer üç kitabı da sırayla okuduysanız; sadece Kapitalizm değil, Komünizm ve Anarşizm başta olmak üzere birçok devlet sistemine eleştiri olduğunu görebilirsiniz. Ama başkentin Capitol olan adı nedeniyle diğerleri genelde güme gidiyor. Oysa bu oldukça farklı bir duruma aittir: Capitol, İngilizce "Başkent" anlamına gelir; yani bizim çevirmenler olduğu gibi bıraktığı için sadece kapitalizm eleştirisi var sanılabilir; oysa "Capitol"un çevirisi "Başkent"tir ve dolayısıyla hemen hemen tüm devlet sistemlerine eleştiri vardır. Bunun yanı sıra; 3. kitap merkezsiz sistemlere (Ademimerkeziyetçilik, anarşizm, sosyalizm vs.) de büyük bir eleştiri yapar. 2. kitap olan Ateşi Yakalamak, sistemlerin aniden değiştirilmesinin yani "devrim"in beklenmeyen sonuçlar doğurabileceğini anlatır. Bütün bu eleştirileri sunmasına rağmen; kitap, esasında bunları değil kendi hikayesini anlattığı için yerine ne tür bir sistem konulacağını tasvir etmez. Çünkü alegori, Buz ve Ateşin Şarkısı'nın aksine Açlık Oyunları'nda arka plandadır; temel değildir. Buz ve Ateşin Şarkısı'ndan neden bu kadar çok bahsettiğimi soracak olursanız: Kitaplara başladım. Diziyi zaten hiç izlemediğim için kitaplardan zevk alabiliyorum; bu arada uyarlamaların %90'ı neden berbat oluyor? Yani bir şeyin orijinalini biliyorsan uyarlamadan pek zevk alamıyorsun. Mesela Açlık Oyunları'nda kitap için önemli olan birçok kısmı atlamışlar, bir kısmını da es geçmişlerdi. Mesela Katniss, o meyvelerin (kitapta adlarına "gecekilidi" -nightlock berry- denirken filmde bir ad bile koymayıp "Posion berry" demişler) zehirli olduğunu küçüklüğünde babasıyla gittiği orman ve av gezilerinden biliyordu; filmdeyse sadece "Zehirli onlar" diye bağırıyor, nereden bildiği açıklanmıyor. Hatta kitapta, Katniss onları çay üzümü (Vaccinium angistifollium) sanıp toplamaya kalkıyordu; babası onu "Boğazından geçtiği an ölürsün" diye uyarıyordu. Gecekilidi gerçek bir bitki değil bu arada; kitap için uydurulmuş ama elbette esinlendiği bitkiler var: Kitapta tasvir edilenle (ki dizideki böğürtlen görüntüsüyle hiçbir alakası yok kitaptaki tasvirin; kitapta "düz, ufak, yusyuvarlak, parlak ve siyah" olarak tanımlanıyor) görünüşü çok benzeyen ve gerçekten epey zehirli olan bitkiler var; ama hiçbiri o kadar etkili değil ve yine hiçbirinin adı gecekilidi değil. Ama evet, onlar da ölümcül zehre sahip. Öte yandan filmde ne olduğu pek anlaşılamayan kabus sahnesi, kitap için oldukça önemliydi ve büyük tasvirlere sahipti; ayrıca babasını o rüyada görüyor, hatta babası ona bir şeyler söyleyince kendine geliyordu. Orada ruhani bir durum vardı yani. Neyse, bu kadar ekşicilik yeter.

20 Eylül 2017 Çarşamba

Kurt Evcilleştirmek

İlgili resim
Öncelikle, kurtların asla evcilleştirilemeyeceği söylenir ama bu doğru değildir. Tüm köpeklerin atası bildiğimiz bozkurttur. Yalnız; kurdu evcilleştirmek hiç kolay bir iş değildir. Kurtlar ailelerine (sürü) bağlı, özgürlüğe düşkün, aile bağları olan hayvanlardır. Ayrıca hazır yeme alıştırmak da ayrı bir konudur.

Bir kurdu evcilleştirebilmek için bazı şartlar vardır:
kurt yavrusu ile ilgili görsel sonucu
1) Anne, baba ve kardeşleri başta olmak üzere tüm sürüsü yok olmuş veya onu bırakıp gitmiş olmalıdır. (Kurtlarda nadir de olsa hasta yavrulara bakma görülebilir; bu özellik yalnızca insanlarda ve kurtlarda var ama genellikle onlar da hasta yavruları terk eder)

2) Sütten yeni kesilmiş olmalıdır. Düzgün bir şekilde avlanmayı öğrenmiş bir kurdu bırak evcilleşmeyi, yanına bile yaklaşamazsınız.
evcil kurt ile ilgili görsel sonucu
3) Uysal olmalıdır. Bir çok hayvan için "saldırgan", "uysal" vs. tanımlamalar olsa da hemen hemen her tür için istisna ve dereceler vardır. Uysal, insanlara sevgi gösteren bir kurdu evcilleştirmeye çalışmak; sizden kaçan korkak ya da size saldıran bir kurdu evcilleştirmeye çalışmaktan daha akıllıca olacaktır.

4) Kurtları mamayla besleyemezsiniz; onlara taze et vermelisiniz. Bu arada, "taze" dedim. Dondurulmuş, kurutulumuş ya da çürük olan eti de yemezler. Yolda bulduğunuz ölü bir hayvanı yemeyeceklerdir mesela.

5) Kurtlar avcıdır. Bu, iki ucu ... değnek durumudur. Onun avlanmasına izin verirseniz bunu bir gün size de yapmayacağının garantisi yoktur; izin vermezseniz de fırsat bulduğu ve yapabileceğini fark ettiği an boğazınızı parçalayacaktır. (Belki size zarar vermeden kaçıp gitmeyi de tercih edebilir, ufak bir ihtimalle)
uluyan kurt ile ilgili görsel sonucu
6) Bir kurt uluyunca; çevredeki köpekler karşılık verecek; çiftlik hayvanları da korkacaktır. Yavru olması bunu değiştirmez ama büyüdükçe etrafında hiçbir hayvan kalmayacaktır. Ayrıca, yavru bir kurdun uluması başka kurt sürülerini, sırtlan ve büyük kedileri çekecektir. Sebebi basit: Onun işini bitirmek için. "Lan Afrika'da mıyız?" derseniz de Türkiye'de sırtlan, vaşak ve bir zamanlar kaplanla leopar yaşadığını hatırlatırım. Türkiye'nin sırtlanları Afrika'daki beneklilerden değil; onların yaklaşık iki katı boyunda, daha güçlü, onların aksine tek tabanca yaşayan, ayrıca fark etmek onlardan kat kat zor olan benekli sırtlanlar. Ayrıca çakalları da çekecektir aynı sebepten. Ve o kurtla önlerinde sizin eviniz ve sizden başka bir şey olmayacak.
çizgili sırtlan ile ilgili görsel sonucu
Çizgili sırtlan
7) Eğer onu döverek, sindirerek büyütürseniz öcünü sizden misliyle alır. Serbestçe yetiştirirseniz de acıktığı bir gün sizi yer veya bir gün ardına bakmadan kaçıp gider.

Peki, "Ulan nasıl evcilleşiyor o zaman bu?" diyebilirsiniz. Şöyle ki: Bu şartlara sahip iki yavru bulunur. (Biri dişi biri erkek) Bunlar büyük binalarda, size alıştırılarak, ufak hayvanları avlamalarına izin verilerek ama dışarı çıkarılmadan yetiştirilir. Daha sonra bunların yavruları ve onların yavruları derken yedi-sekiz nesil boyunca öyle yapılır. Tebrikler, bir kaç adet köpeğiniz oldu. Bu köpekler soy ve davranış olarak kurt köpeğiyle kangal arasında bir şey olacaktır. Daha sonra eğer kurt soylarını korumak istiyorsanız kurtlarla çiftleştirin ve bir kaç nesil boyu bunu yapın. Tebrikler, artık gerçek evcil kurtlarınız oldu. "Ulan ömür mü yeter?" derseniz: Ben öyle bir şey söylemedim. Kurt lan bu, boru mu; öyle pat diye evcilleştireceksin? Bu arada şu kangalla kurt köpeği arası köpekler sizin yediğiniz şeyleri yemeye başlar ama sizin kendiniz de yemediğiniz şeyleri yememeye devam ederler.

EDİT:
türk kurdu ile ilgili görsel sonucu
Türk kurdu
Aslında yukarıdaki yöntemden çok daha işe yarar bir yöntem de var, şimdi aklıma geldi. Sütten kesilmemiş hatta tercihen yeni doğmuş ve annesi doğumda ölmüş bir kurt yavrusu bulunur. Bu yavru kendisiyle aynı yaşta yavruları olan bir köpeğe verilir. Ben Alman kurdunu öneriyorum; kangallar günümüz köpekleri arasında kurtlara genetik olarak en yakın olan ırk ama tam da bu sebepten yavruyu sağ bırakmayacaklardır. Ama eğer bulabilirseniz Türk kurdu kullanabilirsiniz. Türk kurdu diye köpek türü mü varmış; evet, varmış. Aklıma gelmişti lan şöyle yapsak diye ama zaten varmış. Şöyle ki: Kurtla kangal kırması bu. Ama kurda süt annelik yapması için asla Anadolu ya da Orta Asya kökenli çoban köpeklerini, herhangi tazıları ya da Çin aslanı, Yorkshire terrier gibi çeşitleri kullanmayın. Tazı, Anadolu-Orta Asya çoban köpekleri ve Çin aslanı o yavruyu sağ bırakmaz; Yorkshire terrier ve benzerleri konusuna hiç girmiyorum. Şimdi aklıma geldi, Kuvasz diye bir köpek var; o da yavruyu sağ bırakmaz. Zaten kangalın Avrupalısından başka bir şey değil kendisi. Şöyle ki: Hunlarla Avrupa'ya giden kangallar (evet, kangal o kadar eski bir köpek. İlk köpek ırklarından biri zaten) orada Macaristan'da zaman içinde bu hale geliyor ve kendilerine yine Hunlarla birlikte oraya gitmiş Macarlar sahip çıkıyor.

18 Eylül 2017 Pazartesi

Türk Silahlarının Kısımları

KILIÇ VE KIN
Kabza: Kılıcı tutmaya yarayan kısımdır. Genellikle ahşap ya da boynuzdan olur.

Balçak: Namlu ve kabzayı birleştiren kısımdır. Genellikle süslü olur; hayvan şeklinde olanları da vardır ama aşırı süssüz olanlar da vardır.

Yüz: Alt kısmı keskinken üst kısmı değildir.

Sırt: Keskindir.

Yiv/Oluk/Göl: Hepsinde olmasa da çoğunda vardır. Kanın akmasını sağlar.

Ağız/Yalım: Keskindir.

Mahmuz: Yalmanlı kılıçlarda, sırt ve yalmanı birleştiren kısımdır.

Yalman: Aslında çoğu kılıçta yoktur. Hayvan dişinden ilhamla kılıca eklenmiş, çok sonra icat edilmiştir. Keskindir ve kılıcın ağırlığını artırıp dengeler.

Süvre/Uç: Kılıcın en sivri ve en keskin kısmıdır.

Bazı başka Türk tipi kılıçlar üzerinde de şöyle göstereyim:












YAY

Kabza/Kabze: Yayı tuttuğunuz kısımdır.

Sal: Kabzayla kasanları bağlayan kısımdır. Yayın en sert kısmıdır.

Siyah/Kasan: Yayın eğilen, gerilen kısmıdır. Ayrıca Moğol tipi yaylarda kemik kısım buradır.

Tonç kertiği: Çilenin yaya geçirildiği çentiktir.

Sırt: Yayın iç kısmıdır. Türk tipi yaylarda boynuz kısım buradır.

Baş: Tonç kertiğinin bulunduğu kısımdır.

Gez sargısı: Okların yerini tam belirlemek için kullanılır. Günümüzde tüm okçuluk türlerinde kullanılsa da esasen Batı okçuluğuna ait bir kavramdır (Osmanlı'da da olsa da kullanımı özendirilmemiş, beceriksizlik olarak ele alınmıştır) Ayrıca günümüzde geleneksel okçulukta yanlış olarak "Düğül" diye isimlendirilir.

Düğül: Okların yerini belirlemek için kullanılır ama oku atacağınız yere göre oku oynatabilmenize ve rakibi yanıltabilmenize olanak sağlar. Ek olarak Türk tipi gezler diğerlerine oranla epey büyüktür; bu nedenle çileye tam olarak oturması için kullanılır.

Uç sargısı: Çilenin esneyip gevşediğinin anlaşılması için kullanılır

Tonç düğümü: Çilenin, tonç kertiğine geçirildiği düğüm ve halkadır.

Çile/Kiriş: Aslında geleneksel okçulukta çile, modern ve Batı tipi okçulukta kiriş denir. Okun ip kısmıdır. Sanılanın aksine gevşek, gevrek ya da esnek değil tam tersine düz ve sert olmalıdır. Çünkü makaralılar da dahil tüm yaylarda esneyen kısım kasandır, çile değil. Bu arada "Çile çekmek"teki çile de budur ve elinize düzgün bir yay alabilmeniz için bir kepazenin bin çilesini çekmeniz gerekir.

İçbükey için:

TEBER


14 Eylül 2017 Perşembe

Dalından Domates Koparmanın Hazzı

Dalından domates, biber, hıyar koparmanın hazzını, orman patikalarında gezmenin korkuyla karışık heyecanını, ağaçtan elma, erik aşırmanın, dalından dut, üzüm düşürmenin hazzını, gece karanlığında kirpi görmenin tatlı heyecanını, tarlada başını uzatan yılanı görmenin saygıyla karışık korkusunu hiç yaşamamış, belki de yaşayamayacak; hatta muhtemelen yaşamak da istemeyecek bir nesil gelecek… “Gümbür gümbür” geldiği söylenen yeni nesle, bunlardan kaçını miras bırakabileceğiz? Bu nesli, insanın doğayla kalan son ilişkilerini de “modernlik” denen iğrenç, kanlı bıçakla kesip atacak, inşallah görmeye ömrümün yetmeyeceği yahut belki de bir yerlerde birilerinin çalışmalarıyla hiç gelmeyecek, gelse de içinden doğayla son bağlarına, kültürlerine, çamurlarda yuvarlanmanın hazzına, çimenlerde yatmanın huzuruna sıkı sıkı sarılacak direnişçiler çıkacak. Ama modernleşmeyi betonlaşmak anladığımızdan çok umutsuzum. Bu nesli düşününce şu an bulunduğum, babaannemlerin köydeki evinin bahçesindeki cevizlerin, kiraz, şeftali, erik ağacının, domates, hıyar, biber, fasulye, çilek, çimenlerin, gül ve yıldız çiçeklerinin, kavun, karpuz ve kabakların kokusu, köyün dağın tepesine kurulması nedeniyle çam ormanları ve eğrelti meralarının, dağ kekiklerinin, yabani böğürtlen ve dağ çileklerinin, ahlatların, yabani elmaların, civarda üç, belki de dört hatta beş türü bulunan nanelerin ve dahi bahçe nanelerinin, köyde yalnızca bir evde bulunan hanımellerinin, kah yabani kah saksı çiçeği papatyaların, çamların şemsiyesi altında bodur kalan meşelerin, kızılçamları saran liken ve karayosunlarının kokularına; bahçe bitkilerinin oksijenlerinin dağdaki yaşamın oksijenine karıştığı; yaban ve sokak kedilerinin, sansar ve gelinciklerin, yabandomuzlarının, ayıların, köyde az da olsa hâlâ var olan sığırların, ispinoz, bülbül gibi kuşların, civar köylerde hâlâ bakılan tavukların ve ne köylülere ne doğaya yaranabilmiş, buralara, daha doğrusu köyün hemen dibindeki çamlığa bırakılmış sokak köpeklerinin ürettiği karbondioksit de bu havaya karışıyor. Köyde az da olsa hâlâ olan kerpiç evlerin onlarda hiç yaşamadığım halde nostaljik gelen kokusu, çamlığın içindeki barajdan gelen su, çürümüş odun, yosun, başaklı su civanperçemi, balıkların kokuları, kâh yeni kâh eski külle dumanların kerpiç tandırlarla birleşen kokuları ve hepsiyle birleşen muhteşem havayı içime çekemez oluyorum, nefesim kesiliyor. Gözlerimi kısıp burada çok iyi görünen yıldızlara ve aya bakıyorum; el yapımı, buranın meyvelerinden yapılmış vişne suyumdan bir yudum daha alıyorum, ağzıma bir karaüzüm daha atıyorum. Başımı çevirip, artık ahı gitmiş vahı kalmış ağzımdaki ceviz yaprağını tükürüyor, elimdeki körpe ceviz yaprağından bir parça daha koparıp onu çiğnemeye başlıyorum. Bir yandan da bülbüllerin, cırcırböceklerinin ötüşlerini, yılan, kertenkele, böcek ve Anadolu sincaplarının hışırtılarını, köy camisinden gelen ezan sesini, insanların tahta yer sofraları üstünde kalın bıçaklarla kurban eti keserken çıkardıkları sesleri, köpeklerin havlamaları, ne olduğu belirsiz dağlı hayvanların ulumalarını, hepsi birbirine karışıp nefis bir senfoni orkestrası sunan; konuşurken ya da dolaşırken sessizlik olarak algılanacak o nefis ve her bir bireyi kendi telinde, kendi tonunda, yine de Allah’ın hikmeti, melek Mikail’in cüreti, “doğa ana” Umay Ene’nin kararı ile uyum içinde; aslında bu tabloda yeri olmayan insanların sesleri dahi bu harmoniye karışmış durumda bulunuyor ve ben bunları daha iyi duyabilmek için gözümü kapatıp hareket etmeyi kesiyorum. Ancak gece karanlığında ağaçların, uzun bitkilerin ürkütücüyle karışık şahane; gökyüzünün gündüzden daha net ve daha parlak manzarasını ve ayla yıldızların, insanların zayıf ışıklandırmasıyla karışarak sunduğu enfes pastoral tabloyu göremediğim için üzülüyor, kahroluyorum. Sonra aklıma yine o “nesil” geliyor, gözyaşlarımı zor tutuyorum. Bir an burnuma eskiden bu köyün insanlarının çadırlarını yaparken kullandıkları ve hâlâ birazını sakladıkları keçi kılından çulların kokusu geliyor, mest oluyorum. Gecenin, dağın ve ormanın ortaklaşa oluşturduğu; insanın bırak kaçınmayı içine girmek isteyeceği soğuk iliklerime işliyor, içeri girmek zorunda kalıyorum. Ve işte nihayetinde bu yazıyı yazıyorum.

13 Eylül 2017 Çarşamba

At Zırhları ve Deri Zırh Yapımı

Öncelikle, Türklerin atlarına zırh giydirdiğine dair bir kanıt yok ve destanlarda da “at zırhı” diye bir şey geçmiyor. Ama atların kafalarına deriden başlık taktıklarını biliyoruz. Bununla birlikte; Romalı, Çinli ve Japonların atları için zırh yaptığını biliyoruz (Sadece yüksek mevkili azınlık kullansa da). Atı kutsal, yılkıları besin kaynağı, binek atlarını ise “aileden parça, kardeş, sahibinin yansıması” olarak gördüklerinden atlara zırh giydirmiş olma ihtimalleri var. Bunun haricinde at zırhı kullanmamış olma ihtimalleri de var. Sebep? Öncelikle, Türklerin hanlık sisteminde halk ve hükümdar arasında uçurum yoktu. Hükümdar da halk da aşağı yukarı aynı şeyi yiyor, aşağı yukarı aynı yaşıyor, han da olsa bey de olsa rütbesiz de olsa savaşa gidiyordu. Hatta yerleşik hayata tam anlamıyla geçilene kadar (ki bu farklı Türk devletleri için farklı zamanlarda; Uygurlar için Uygur Kağanlığı'nın başındayken Osmanlılar için Kanuni sonrası, Selçuklular için Saadeddin Köpek'in yönetimi ele geçirmesi -tam olarak ele geçirmese de hükmedemediği sultanı öldürüp/öldürtüp kontrol edebileceği bir sultanı tahta geçirmiş; sonuç olarak o tahta geçirdiği kişi tarafından öldürülmüştür-; Memlükler için Bahri Hanedanı son bulup yeni hanedan başa geçince; Karahanlılar için Karahanlı'nın son dönemleri; Harezmşahlar için Celaleddin Harezmşah'ın hükmünün son dönemleri -Ki hükümdarlığının bitişini anlayınca Anadolu'ya gelmiştir, bazı kaynaklarda Kayı boyuyla birlikte geldiği söylenir ve doğru da olabilir yanlış da, zira Kayı boyu Türk devlet sisteminde "Hükümdar" ya da "Hükümdarın Koruyucusu" vazifesini üstlenir -Geleneksel olarak. Kayı kökenli sadece iki Türk hanedanı var: Osmanlı ve Gazneliler; ama bir çok Türk devletinde devletin koruyuculuğunu yapmış olduklarını biliyoruz; Asya Hunlarında Kiyuk'a kadar. Bu arada fark ettiyseniz hep son ve/veya bozulma başladığı dönemlerde olmuş bu olay) bırak sarayda/otağda kalmayı, halka örnek olmak için savaşa en önde gittiğini biliyoruz. Ama at zırhı, atın ayağına dolanabilir, kesinlikle hızını yavaşlatır ve hayvana ağırlık yapar. Bu yüzden; büyük ihtimalle kullanılmamıştır veya kullanılsa bile yaygın bir kullanımı olmamıştır.

Gelelim asıl yazmak istediğim deri zırh yapımı konusuna. Öncelikle, deri zırh bir başka deri üstüne parçalar halinde dikilir. Görselleri gösterince ne demeye çalıştığımı anlayacaksınız. İkinci olarak; deri zırh en iyi şu hayvanların ham derisinden olur: Ayı, yabandomuzu, köpekbalığı, manda, deve. Köpekbalığı derisinden zırh yapıldığına dair bir kanıt yok; ne Türkler ne de başka bir halkın, neredeyse gemilerde yaşayan Vikinglerin dahi örnek köpekbalığı zırhları yok ama köpekbalığı derisinin sertlik ve kalınlığı düşünüldüğünde zırh yapımına uygun olduğu anlaşılıyor. Bunlardan ayı ve yabandomuzu derileri; parçalar halinde kesilip üstlerindeki kıllar, kesinlikle deriyi inceltmeden tıraş edilir ve kalın, yine deriden zırh şekli bir şey verilmiş bir şey üstüne dikilir ve metal çivimsi çıkıntılar eklenir. (Bunlar eklenmese de olur ama eğer sivriyse diken, yuvarlaksa ya da düzse duraklatıcı görevi görür) Avrupa, Japon ve Moğollar dahil bir çok halkın zırhı tam bir takım halindeyken Türklerin zırhı sadece hayati “üst” vücutlarını koruyacak şekilde, genellikle kolsuz (kolları korumak için kolçak kullanılıyordu) ve ata binmeye engel olmasın diye yırtmaçlıydı. Bu hem deri hem zincir Türk zırhları için geçerli olsa da zincir zırhların kısa da olsa kolu vardı ve deri zırhlar genelde kasıklardan aşağı inmezken zincir zırhlar yırtmaçlı olduğu halde dizlere kadar iniyordu. Zincir zırhların deri zırhlardan bir farkı da deri zırhların tamamlayıcı parçaları kolçak ve miğferken, zincir zırhlarda bunlara ek olarak dizçek de kullanılmasıydı. Bu arada kolçak, miğfer ve dizçek; ayrı bir parça halinde ama genellikle zırhla birlikte, yani zırhla takım olarak yapılıyordu. Hem metal hem de deri miğferlerin boyun koruması etrafından sarkan zincirle sağlanıyordu. Manda ve deveye bakalım. Devede de aynı tıraş olayı var ama mandada yok. Manda derisini kestikten, deve derisini de tıraş edip kestikten sonra at idrarına yatırıyor ve sertleştirip kalınlaştırıyoruz. Ama eğer zamanınız yoksa ve acilen gerçek bir deri zırha ihtiyacınız varsa bulabildiğiniz en kalın kösele derileri kullanın. Kalınlaştırmadan sonraki işlem ayı ve yabandomuzuyla aynı. Bu arada; bazen deri zırhların deri kısmı o üstündeki kalın deriler olmadan kullanılır. Ama bu sefer kasıklara bile gelmez, karnın altında biter ve göbek bölümünde; kalbe kadar çıkıp onu da koruyan metal bir plaka vardır. Bu plaka metal olmak zorunda değil: Tahta, kaplumbağa kabuğu filan da kullanabilirsiniz ama genellikle metal kullanılmış ya da kalkan (bildiğimiz kalkan) o kısma monte edilmiştir. Bu arada; şimdi aklıma geldi: Köpekbalığıyla aynı sebepten timsah derisinden de iyi zırh yapılır. Ama kesinlikle yılan ya da kertenkele (Komodo ejderi dahil) derisi uygun değildir. Onlar kaftandan bile daha ince lan, nasıl zırh yapacaksın?

Örnek deri zırhlar:
deri zırh ile ilgili görsel sonucuderi zırh ile ilgili görsel sonucuderi zırh ile ilgili görsel sonucuderi zırh ile ilgili görsel sonucubaga zırh ile ilgili görsel sonucuderi zırh ile ilgili görsel sonucu
Örnek zincir zırh:
zincir zırh ile ilgili görsel sonucu
zincir zırh ile ilgili görsel sonucuŞövalye zırhı:
şovalye zırhı ile ilgili görsel sonucuşovalye zırhı ile ilgili görsel sonucu
Samuray zırhı:
samuray zırhı ile ilgili görsel sonucusamuray zırhı ile ilgili görsel sonucusamuray zırhı ile ilgili görsel sonucusamuray zırhı ile ilgili görsel sonucu

12 Eylül 2017 Salı

Yaşasın Balıkların Kardeşliği!

Bozcaarmut barajına balığa gittik bugün (Gerçi yayınladığımda bir hafta filan geçmiş olacak). Bozcaarmut barajının iskelesinin etrafı ve altı silme sazan (Cyprinus carpio) kaynardı önceden. Onlar arasında bol miktarda renkli sazan (Cyprinus carpio colourful) olur, oltalarımıza kâh gelir kâh yemimizi yiyip kaçarlardı. Bu kez gittiğimizde ise yavru İsrail sazanları (Carassius gibelio) sürüler halinde bizi karşıladı. Ayrıca bu kez daha önce az da olsa olan aynalı sazanlardan (Cyprinus carpio mirror) ve koilerden (Cyprinus carpio koi) eser yoktu. Koileri görmek yine neyse de daha önce defalarca gördüğümüz, asla oltamıza gelmeyen, oldukça iri olan gümüş koi muhtemelen yaşlılıktan öldüğünden bu kez etrafımızda “Hah nasıl da yakalayamıyorsunuz ama” edasıyla yüzmüyordu. Aslında, burada İsrail sazanı olduğu haberini daha önceden almıştım ve sazanlar, Japon balıkları vesaire için endişeleniyordum. En büyük korkumsa Carassius gibelio dışında bir de Tilapia ile karşılaşmaktı; neyse ki yoktu. Yakaladığımız balıklar şunlardı: İsrail sazanı (Carassius gibelio)-ilk kez-, sazan (Cyprinus carpio)-eskiden en yaygın türdü ama şu an en az bundan yakaladık-, Japon balığı (Carassius auratus), havuz balığı (Carassius carassius)-daha önce görmüştük ama ilk kez oltamıza geldi-, renkli sazan (Cyprinus carpio colorful), Japon sazan kırması (Cyprinus carpio x Carassius auratus), İsrail sazanı havuz balığı kırması (Carassius carassius x Carassius gibelio), dere kayabalığı (Gobio gobio)-Bunu görünce derin bir nefes aldım. Neden mi? Çünkü bu balığın olması ve oltaya gelmesi şu demekti: Carassius gibelio hâlâ buradaki türlere karşı yeterince baskınlaşamamış; küçük türler, dip balıkları ve omurgasızlar için hâlâ umut var. Tabii daha sonra olta şamandıralarımızı taciz eden sudakoşanları (Gerridae) hatırladım: Tabii ya, bunlar küçük türler için hâlâ umut olduğunu gösteriyor- ve sazanla İsrail sazanı kırması (Cyprinus carpio x Carassius gibelio). Bunlar haricinde daha önce defalarca gördüğümüz suyılanları (Natrix tesellata) ve bir iki kez gördüğümüz kaplumbağalardan (muhtemelen Emys orbicularis) -muhtemelen acayip havalar nedeniyle hâlâ kış uykusunda olduklarından- iz yoktu; kurbağalar (muhtemelen Pelophylax ridibundus), sinekler ve daha önce bu barajda görmediğim sudakoşanlarsa her zamanki gibiydi. Bu kez Bozcaarmut barajında üçüncü bir bitki türü bulmayı planlıyordum ama zaten olduklarını bildiğim deniz dili (Potamogeton natans) ve başaklı su civanperçemi (Myriophyllum spicatum) haricinde bitki türüyle karşılaşmadım. Ama şu Gobio gobio’yu bulmamız hâlâ sırıtmama sebep oluyor. Aslında, İsrail sazanlarını oltamıza gelmeden önce eğrez (Vimba vimba) olma ihtimalleri olduğunu da düşündüm ama hem sürü oluşturmaları hem de yakaladıktan sonra yakından form araştırması onların eğrez olmadığına emin olmamı sağladı. Bir de barajın ileriki kesimlerinde turna balığı (Esox lucius) olduğunu söylüyorlar ama bilmiyorum; ha baştan beri onlar için endişelenmemiştim. Sebep? Çünkü turna balığı; İsrail sazanına kafa tutabilecek, o varken tümüyle soyunu devam ettirebilecek, hatta belki de onu gölden kovabilecek çok az türden biri. [Diğerleri yayın türleri (Siluridae), sivrisinek balığı (Gambusia sp.), Tatlısu çipurası (Tilapia sp.), Tatlısu levreği (Perca filuviatalis), sudak (Sander lucioperca), çakıl balığı (Pseudorasbora parva)]

10 Eylül 2017 Pazar

Yılan Olmazsa Ne Olur?

Günümüz insanı, yılanı korkulacak bir canavar, ayaksız bir şeytan olarak görüyor. Bunun şu şeytanın yılana dönüşüp Adem’i kandırması olayına dayandırabilirsiniz ama yemem. Sebep? Çünkü ne Kuran’da ne de başka bir İslam kaynağında bu geçmez! Yılana dönüşümü söyleyen sadece iki kaynak vardır: Tevrat ve bugün Musevilerin kutsal metin kabul ettikleri aslen Eski Mısır’a ait bir büyü kitabı olan Kabala. Bunu geçelim; yılandan neden korkulmaması gerekir? Öncelikle, yılan saldırgan bir hayvan değildir. Zehirlileri de zehirsizleri de köşeye sıkıştırılmadıkça saldırmaz. Zehirliler daha ağır başlıdır hatta; en zor sokanlar onlardır ve onları yerinden kaldırmak pek mümkün değildir. Sopayla dürtseniz bile kuyruğunu dönüp yatmaya devam eder. Zehirsizlerse hemen kaçar ya da saldırı pozisyonu alır. Zehirli yılanlar ise: Engerekler olduğu gibi durur, kobralar fazla yaklaştığınızda boynundaki şeyleri açıp kafasını kaldırıp tıslar, çıngıraklı yılanlar da kuyruğunu sallar. İkinci olarak, tüm yılanlar zehirlidir diye bir şey yok. Örümcek ve akrepler için geçerli o, yılanların %90’ından daha fazlası zehirsiz, kalanın da çoğu “yarı zehirli” yani zehirli ama insana zarar veremeyen düzeydedir. Üçüncü: Zehirli ve zehirsiz yılanları ayırt etmek sandığınızdan daha kolay. Sadece kendi çevrenizde yaşayan birkaç yılanın görünüş ve zehir derecelerini öğrenirseniz (bunu çevreye sormayın, gidin ansiklopediden, kitaptan, internetten araştırın. Zira ısıramayan kertenkeleye -Oluklu kertenkele- “bölgenin en zehirli yılanı” diyenler var) Bunun haricinde Mısır kobrası, küçük engerek, taipan, oluklu kertenkele, çukurbaş yılan, kedi gözlü yılan türlerini ve deniz yılanlarını araştırın. Sadece bunlar sonucunda bir yılanın zehirli olup olmadığını içgüdüsel olarak bilir hale geleceksiniz. Peki, yılanlar olmazsa ne olur?
Pseudopus apodus ile ilgili görsel sonucu
Tanıştırayım: Pseudopus apodus, yani oluklu kertenkele
1) Buğday olmaz. Sebep? Tarlafareleri aşırı artar ve buğdayı tüketirler. Elbette kedi ve benzeri hayvanlarla bir yere kadar müdahale edebilirsiniz ama ne zehir ne de kartal tarlafareleriyle yılanlar kadar iyi baş edemez.

2) Verem olur. Sebep? Çünkü sıçanlar, lağım fareleri aşırı artar ve evinize kaçan bir kedi, ardından kedi kadar iri bir kara sıçanın girmesi tıpkı sinek girmesi gibi alışıldık olur. Apartman ve hatta gökdelenler de buna dahil bu arada.

3) Tüm canlılar, besin, ölüm, üreme ve benzeri binlerce sistemle birbirine bağlıdır ve bu bağların en az olduğu hayvanlar sinekler, en çok olduğu yani ortadan kalkmasının en öngörülemez sonuçlara yol açacağı ve muhtemelen beraberinde birçok bitki ve hayvanı da götüreceği tür, yılanlardır. Buradan sineklere kafam girsin bu arada, hamamböceklerinden de nefret ediyorum ama onlar çalışıyor, atıkları yiyorlar. Bu sineklerin bir halta yaradığı da yok. (Var da hepsini başka hayvanlar da yapabiliyor ve sadece bunlarla beslenen herhangi bir tür yok) Yılan diyorduk…
4) Yılan zehrinin tek doğal panzehri kendisidir. Yani yılan zehrinin şifası, yılanın kendisidir -ki bunu daha önce de söyledim-. Bu arada günümüzdeki yapay panzehirler de hâlâ yılanın kendi zehrinden yapılıyor. 5) Yılanlar koyun, sığır, adam yemez. “Anakonda?” diyecekleri ülkemizde boagillerden sadece mahmuzlu yılan yaşadığını, onun da boagillerin en küçük olan cinslerinden kum boası (Eryx sp.) cinsine tabii olduğunu söyler ve “Ulan daha hangi yılanın ülkende yaşadığını bilmiyorsun, geliyorsun burada ‘Yılan zararlı vırvır” derim. Bir yılanın (anakonda ve burma pitonu gibi ekstrem üyeleri saymazsak) yutabileceği en büyük boylu şeyler tavukla tavşandır ki ülkemizde onları yutabilecek tek bir tür yaşar ve onlar da çoğunlukla iklim, çevre şartları vs. gereği o kadar büyümezler: Mahmuzlu yılan. Evet, Türkiye’de bunları yutabilecek tek tür mahmuzlu yılan. Engerek mi dedin? Engereklerin şeritli engerek haricinde hiçbiri o kadar büyümez, şeritli engerek de insanların arasına gelmez, muhatap olmaz.

6) Yılanlar ne süt içer ne de süte gelir. Zaten yılanların koku algısı süt gibi zayıf bir kokuyu algılayamaz. İkinci olarak süt, yılanlar için hiçbir besin içermez. Sadece yavru yılanların böceklerden aldığı, yeterince büyüyen türlerin büyüyünce onu terk ettiği kalsiyum vardır sütte yılanlar için. Üçüncü olarak, yılanlar sütü sindiremez. Annesinden süt emmeyen bir hayvanın hayatının hiçbir döneminde süte ihtiyacı olmaz ve dolayısıyla sütü sindirebilecek donanıma da ihtiyacı olmaz. Dördüncü olarak yılanlar ölü fareyi bile yemez, bir zamanlar bile canlı olmayan sütü içsinler. Yılanlar sadece hâlâ yaşayan şeyleri ya da öyle olduğunu sandıkları şeyleri (yeterince ısıtılmış ama kesinlikle pişirilmemiş, vücudu bozulmamış bir fare ölüsü mesela) yer. Beşinci olarak, yılanların süt içtiğini söyleyenler hep şunu söyler: “Hayvanın memesini emiyor.” Emmiyor arkadaşım, sokuyor! Neden? Oradan geçiyordu, o hayvan huysuzlandı, yılan da korktu ve tehlike hissetti, o yüzden! Hem gerçekten emiyor olsa bunun devamında “Böyle kaç tane hayvanım zehirlenip öldü.” Denmezdi. Emme, diş geçirmeden olur; diş geçirdiğinde de sütü çekemezsin. Sonuç: Emmiyor, sokuyor.


7) Bu yazı “Yılanlar olmazsa ne olur?”dan “Yılan nedir, neye benzer”e döndü iyice. Çünkü yılanın ne olduğunu ve nasıl bir şey olduğunu gerçekten bilen sayısı çok az, bilenler de zaten yılanlardan korkmuyor ve gördükleri yerde öldürmüyor. Tutturmuşsunuz bir yılan, yılan diye; daha nasıl bir hayvan olduğunu bilmiyorsunuz!