Yeni serilerin en umut vaat edenlerinden (ve tekrara düşerek ya da serinin genel kalitesinin çok altında iğrenç bir finalle insanları kendinden soğutma ihtimali de en yüksek olanlarından) biri Wonder Egg Priority. Bu arada taglarda yok ama Shoujo Ai sosu var seride, ben zaten yuri esintili SoL bağımlısı olduğumdan, bu animelerin çevirileri ve yeni sezonları için ruhumu bile satabileceğimden bu benim için olumsuz değil tam aksine artı bir özellik ama sevmeyene, gereksiz bulana da bir şey demem. Ha bu Shoujo Ai sosunu iyice artırıp seriyi tamamen o yola sokarlarsa "Çizimi iyi anime izleyelim dedik, kız lez çıktı." Yorumu haklı bir yorum olur bak (Ulan bu yoruma da nasıl kinlendiysem hâlâ ekmeğini yiyorum, vay arkadaş.); bu serinin vaat ettiği şeyler arasında bu yoktu sonuçta. Bu arada karakter tasarımları ve özellikle de göz ve saç çizimleri acayip detaylı ve acayip iyi. Muhtemelen tekrara düşme vs. Gibi ihtimallere karşı karakter tasarımları ve çizim detaylarına yüklenip seriyi finalde çöp etseler bile (ben çok gördüm kendisi efsane, finali çöp seri. Anime de dizi de kitap serisi de vardı aralarında.) Çizimden topladıkları artı puanla iyi hatırlanmaya oynadılar muhtemelen. Hele daha önce DxD'nin, şimdi de SNK'nın başına gelen çizim değişimi felaketlerini de görünce kötü bir seçim olduğunu söyleyemiyorum.
İyi insan nedir diye düşündüm biraz. Hem sevgilim de görüştüğüm arkadaşım da olmadığı (Arkadaşım var, görüştüğüm arkadaşım yok. İnternette bile konuşmuyoruz ama küs falan değiliz, sadece koptuk; zaten "arkadaş" olarak tanımlayacağım çok fazla insan da yok, mesela şu "şerefsiz fetişi" konusunda bahsettiğim kişiyi "arkadaş" olarak tanımlamazdım.) hem de bolca boş zamanım olduğu için böyle şeyler düşünmeye fırsatım oluyor tabii. Bu kadar yazıda konu sıkıntısı çekmeme sebebimi ne sanıyordunuz ki? Neyse, iyi insan diyorduk. Bana göre iyi insan hiçbir şekilde yargılanmayacağını (hem mahkemede yargılanmak hem de diğer insanların onu yargılaması anlamında), yakalanmayacağını ve cezalandırılmayacağını (bu ikisi de hem hukuki hem toplumsal anlamda. Görmezden gelmek de bir cezadır ve topluluğun en büyük silahıdır, unutmayın.) bilse bile kötü bir şey yapmaktan imtina eden bir insandır. Tabii bu şartlar eğer izole, dünyanın bilmediği bir adada yaşayan ve ağzından çıkan her şey kanun hükmünde olan bir kabile şefi falan değilseniz çok da oluşması mümkün olan şartlar değil, kötü şeyin tanımı da önemli. Mesela mülkiyetin hiçbir şekilde olmadığı bir ortamda (Komün düzeninde bile günümüz dünyasından farklı olsa da bir mülkiyet kavramı var, herifin üstündeki ceketi çıkarıp alamazsınız mesela; o ceket en azından giydiği sürece o kişinin mülküdür.) herhangi bir şeyin hırsızlık olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı, buraya girersek de "Hırsızlık her koşulda kötü bir şey midir yoksa bazen hak ve/veya gereklilik midir?" gibi konulara girmemiz gerekecek, konu epey uzayacak. İyi insan tanımımdan yola çıkarsak: Ben zaten iyi biri olduğumu asla iddia etmedim, bu dediğim şartlar altında yapmaktan çekinmeyeceğim ve kendimi kendime aklamak için bin tane bahane bulabileceğim birçok şey var (Ama benim de sınırlarım var tabii, o kadar da değil); insanların çoğunun da öyle. Bu onların bahane olduğunu değiştirmiyor. Zaten internette linç kültürünün bu kadar yaygın olma sebeplerinden biri de insanların çoğunun (buna ben de dahilim misal) kötü olması ve internetin bu dediğim şartları kısmen de olsa sağlaması: Bu işin VPN'si var, takma adı var, sahte hesabı var... Bunlar yakalanma/cezalandırma kıstasını sağlıyor, bir "arınma gecesi"nden sonra ise kimse "Bu, bu kişiye şöyle demişti." diye dönüp bakmıyor, goygoya devam.
Oy vermede vicdani ret hakkı olmalı bence. Hani insanın "Bu ülkenin geleceğine ben karar veremem, sorumluluk alamam." deme hakkı olması lazım. Mesela senin oyunla kabul edilen bir şey ileride sorunlara neden olursa ne olacak? Hükümeti suçlayamazsın böyle bir durumda çünkü ona sen onay verdin zaten. Referandum falan değil doğrudan seçimlerde daha da fena, ülkede doğru düzgün parti yok. İktidar zaten malum, ana muhalefet muhalefeti siyasi terim olarak değil de kelime anlamıyla alıp hükümetin ak dediğine kara demekten başka bir sike yaramıyor, diğer iki büyük partiden biri terörist yardakçısı, öteki iktidar tarafından "evcilleştirilmiş" durumda; daha küçük ya da yeni olanların ne yaptığı da ne yapacağı da belirsiz. Ben şahsen bunlardan herhangi birine oy vermek istemiyorum, versem de sonrasında sorumluluğu alamam. "Boş oy at o zaman"cılar için: Madem öyle yapacağım niye kalkıp gidiyorum oraya kadar, direkt "Ben vicdani retçiyim." deyip oy kullanma olayını savuştursak daha iyi değil mi?
Hazır vicdani ret demişken bedelli askerlik hakkında da konuşmak istiyorum. Prensip olarak karşı değilim, günümüzde orduların en az iş gücü kadar, hatta çok daha fazla paraya ihtiyacı var neticede. Silahı dışarıdan alsan para, kendin yapmaya çalışsan hammaddesi, şusu, busu yine para. 1. Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın oldukça kötü durumda olmasının temel sebeplerinden biri de Avrupa'nın iş gücü değil zenginlik ve silah gücü üzerine duran ordularına karşı askeriyeye yeterli parası olmayan batmış ekonomisi nedeniyle Osmanlı'nın hâlâ yeniçeri toplar gibi iş gücüne yatırım yapmasıydı. Gerçi o durumda alınabilecek en mantıklı aksiyon oydu bence, ben de aynısını yapardım muhtemelen. Ha "Herkes bedelli askerlik yaparsa o ekipmanları kim kullanacak?" diye bir şey de var tabii; aslında bu durum için en mantıklı çözüm profesyonel ordu kurulup buna dahil olmayanlardan da bedelli askerlik gibisinden "Askeriye vergisi" gibi bir şey alınması olurdu, eğer vergi sistemi çıktığı andan itibaren bu vergiler doğru düzgün kullanılmış olsaydı. Bir de Türkiye Cumhuriyeti özelinde konuşursak eşek, hatta ne eşeği deve (deve eşekten çok yük taşır) yüküyle değil de insan yüküyle vergi ödeseydik. Vergi kaçırmanın ve yolsuzluğun vergi kavramının ortaya çıkışından bir süre sonra değil de vergi kavramıyla aynı anda ortaya çıkması insanlar ve yukarıdaki "iyi insan" konusunda epey şey anlatıyor bence. Aynı konuda yine çok şey anlatan Türk edebiyatının şu iki cümlesini de yazmadan geçemeyeceğim: Biri “Kadı gibi haram yemez.” Bir diğeri “Selam verdim, rüşvet değildir deyu almadılar.” Bak şimdi aklıma geldi, "askeriye vergisi" gibi bir şeydense geliri vergisiz (veya az vergili) olarak orduya aktarılan askeriyeye ait firmalar çok daha iyi bir seçenek. Böylece hem askerden kaçmak için kırk takla atıp internetten vatan kurtaranlar gerçekten işe yarar bir şeyler yapma imkanına sahip olur hem de vicdani retçilerle eline keleş alıp dağa çıkmaya götü yemeyen şehir teröristleri de o firmalardan alışveriş yapmaz, olur biter; herkes memnun olur.
Günlük hayatta sanki aynı anlamdaymış gibi kullandığımız ama farklı olan kelimelerden ikisi de "fare" ile "sıçan". Bu ayrım sadece Türkçede de yok, İngilizcede de var "mouse" ve "rat" şeklinde. Gerçi İngilizcede "rat" sıçanı belirtmesine rağmen "Lab rat" denen şeyi Türkçeye deney faresi, laboratuvar faresi olarak geçirmişiz; muhtemelen pis pis kelime şakalarına meze olacağı belli olan "Laboratuvar sıçanı" gibisinden bir tamlama kurmak istemediklerinden. Neyse, sıçanlarla fareler arasında fark var yani işin özü; şimdi hepsini tek tek sayacak değilim [ki hepsini tek tek saymaya kalksam bunun içine fare, sıçan ve benzerlerinin dahil olduğu Muridae'yle birlikte tarlafarelerini (Cricetidae. Evet, tarlafareleri fare değildir.) falan da belirtmem gerekecek... Ölme eşeğim ölme. Hele bir de Muridae içinde farelerden de sıçanlardan da farklı olan koşarfareler (gerbil) gibiler de var, ohooo...] ama en temel farklardan biri fareler daha zarifken sıçanlar daha kaba görünüşlü ve genelde daha iridir (Lağım fareleri de fare değil sıçandır bu arada).
Jaku-Chara Tomozaki-kun'un 3. bölümünü izledikten sonra bırakıp bırakmama konusunda epey kararsız durumdayım. Bırakma isteğimin sebebi animenin kötü olması değil, henüz o dediğim kanser işine başlamadı; potansiyeli belli olmaya devam etse de. Bırakma isteğimin sebebi tamamen kişisel bir durum, tam bir "Sorun sende değil bende." durumu: Ne kadar ezik olduğumu hatırlatıyor çünkü. Bu arada ana karakterin sadece hayat hakkındaki değil ilişkiler hakkındaki görüşlerine de (Aslında onlar da hayat hakkındaki düşüncelerin parçası zaten, ne kasıyorsam?) katılıyorum, "Samimiyetsizlik değil mi ama bu?" tavrı başta olmak üzere. Allah da benim belamı versin ("Bu Allah belamı vermiş halim zaten."), zaten o yüzden hâlâ yalnızım. Önüme gelene yazsam şimdi bu durumda mı olurdum? Neyse, bu konuya girersem yazının kendisini yutacak bir karadelik oluşacak o yüzden konuya dönüyorum: İzlerken bir an "Bana da bu Hinami gibi davranacak bir kız lazım." dedim, sonra herhangi bir kızla öyle bir arkadaşlık ilişkisi içine girersem ona kesin aşık olacağımı (ve akabinde siktiri yiyeceğimi) fark ettim. Yalnız bu hikayenin sonu Tomozaki x Hinami olarak bitmese bile bizim çocuğu kesin Hinami'ye aşık ettirir bu ibnetor yazar, bundan eminim. Kontrol ettim, tam da tahmin ettiğim gibi ranobe kökenliymiş bu hikaye. Ne anlatıyordum lan ben, bir dakika. Konu bahsetmek istediğim yerden çok uzak şu an. Hah, evet; animeyi bırakmak isteme sebebim ne kadar aciz ve ezik olduğumu hatırlatması. Yok, hayır, suç bende değil ama. Benim ben kafamı sikeyim. "Duygularımdan emin olmam lazım.", "Bir şeyler hissetmediğin birine yürümek yavşaklık değil mi?" diye diye aha bu haldeyim. Emin olması lazımmış, bak, bak... Lan bir git itiraf et sonra emin olursun, zaten kabul edilmeyeceksin; en azından doğru düzgün bir reddedilme olurdu geçmişinde. Ben başka bir şey diyordum, kendime sövme aşamasına ne ara geldim yine ya? Ulan keşke gurursuz yavşağın teki olaydım da birinden biri pes edip kabul ederdi herhalde. Neyse, sakinleştim biraz, 3. bölüm konusuna dönüyorum: Kesinlikle Fuuka en iyisi, bu bölümde bunu tasdiklemiş oldum. Bir de 4. bölüm için de kendimi zorlayacağım ama günlük hayatta zaten ben kendime yeterince söverken bir de Allah'ın Japon'unun tekinin de gelip gidip vurmasına katlanabileceğimi düşünmüyorum pek. Geçenki Ayano, Hikki vs. konuları hakkında da bir şey söyleyip bu konuyu kapatacağım: Abazan malın teki olan Arararagi (Dilim sürçtü sgadhsasdg. Bu arada Araragi'yi ben de bayağı severim, kral adamdır ama bu aynı zamanda abazan malın teki olduğu gerçeğini değiştirmiyor; zaten Momogatari serisini sevip de buna itiraz edecek, bunu inkar edecek tek bir insan evladı yoktur muhtemelen ama neyse.) bile 1. Sezon Hikki'ye Ayano denen ko'du'mun sosyopat haremcisinden daha çok benziyor.
Latin alfabesinin, özellikle Türkçe ve Almancadaki gibi "Bu niye böyle okunuyor lan?" dedirtmeyen versiyonlarının bazı avantajları olduğuna şüphe yok. Mesela kolayca öğrenilip öğretilebilmesi gibi ki onun temel sebebi de harf atlanmadan yazılması. Ama yine de başka alfabeler kullananların "Biz bunu okuduğumuz gibi yazarız hacı, takmayız kimseyi." tavrını da kıskanmıyor değilim. Türkiye Türkçesinde de başlangıçta bu eğilim vardı aslında bak: Shakespire'i Şekspir, Napoléon'u Napolyon diye yazıyorlardı başta ama sonra ne olduysa oldu, Latin alfabesi kökenli alfabelerden gelen harfler Türkçede olmayan imler temizlenerek (Ama ne hikmetse Türkçede olmayan, en azından harf olarak gösterilmeyen W, Q gibi sesler tutularak) sokuşturulmaya başlandı.
Bak şimdi, "Yapayalnız, Kapkara, Apaçık" Bu üçünün "Ap"ı aynı, yani bu kelime yapısı İlk sessiz (Varsa) + ap + sözcük olarak oluşturuyor. Peki Yapayalnız'ın "a"sı nereden çıkıyor? Bu arada muhtemelen Bembeyaz'ın Em'i de aynı ama zaten dudak ünsüzlerinin (B, F, M, P, V) ve aynı gruptaki seslilerin* kendi arasındaki değişimleri Türkçeyi oluşturan esaslardan olduğundan onu çok takmıyorum. Ama kardeşim neden Yapyalnız değil Yapayalnız? Bu arada TDK'ye göre ikisi de doğru ama daha doğru olan Yapayalnız imiş; demek ki ağzı gevşek biri araya A ekledikten sonra patladı gitti. Hayır çünkü Türkçenin yapısı Yapyalnız'a müsait, kaynaştırma harfi gerektiren bir durum yok ortada.
*Bak mesela okullarda kalın ünlü, ince ünlüden başka bir şey öğretilmez oysa Türkçenin esas meselesi ünlülerin gruplarıdır. Bunlar bir şekilde gruplanmış, gruplanmışsa isim verilmiş mi emin değilim; bakmaya da üşeniyorum o yüzden şu an uydurduğum isimlerle devam edeceğiz. Mesela Kalın sivri grubu: A, Â, Æ*1, E'den oluşur; ince sivri grubu I, É*2, Î, Ï*3 ve İ'den oluşur. Büyük yuvarlak grubu O, Ö; küçük yuvarlak grubu U, Ü. İşte o yüzden bu yuvarlak sesli harfler büyük ünlü uyumu denen şeyde sık sık arıza çıkarıyor çünkü O-U, Ö-Ü şeklinde gruplanmıyorlar aslında. Hatta Türkçede sessiz muamelesi yapılsa da aslen yarı-sesli olan harfler de var Y gibi; onlardan şimdi aklıma gelen bazıları da şöyle dahil ediliyor yukarıdaki gruplara: Y ince sivri grubunda, Ğ küçük yuvarlak grubunda, H kalın sivri grubunda.
*1: Bu günümüz Türkiye Türkçesinde İstanbul ağzında bile kısmen yaşadığı halde gösterilmez, Almancada ve çoğu Türk dilinde Ä diye, Azerbaycan alfabesinde Ə diye gösterilir. Bu sesin günümüz alfabesinde kaderi İstanbul Türkçesinde kaybolmuş olsa da Türkiye Türkçesinin çoğu ağzında hâlâ yaşayan nazal N (Ñ), gırtlak H'si (Çoğu Türk dilinde ve Soranicede X, Moğolcanın romanizasyonunda Kh diye gösterilir; Türkçeye yabancı dilden geçmemiş tek H varyasyonudur ki zaten K'den, hatta Ⱪ'dan dönüşmüştür. Han, Hanım, Hakan gibi sözler aslında bu sesi içerir.) ve İstanbul Türkçesinde bile hâlâ apaçık ve tamamen var olan W (Bu W de sesli harftir ha, daha doğrusu Ğ gibidir. Yarı-seslidir yani, asıl paragrafta değindim bu konuya.) gibi olmuştur. Ha şu an hemen her sesin tek ses değeri varken ve farklı ses değerleri olanlar da sadece aynı ses grubundaki varyasyonlar olduğu (Misal şu an Türkiye Türkçesinde K'nin dört beş farklı ses değeri var, Ğ'nin daha da fazla ama sonuçta aynı sesin çeşitleri sadece, farklı sesler değiller) halde bile imla hatası yapmayı başaran (Bunun bir kısmı da TDK'nin iş bilmezliğinden kaynaklanıyor ya o kısmı şimdilik geçiyorum.) halkımıza bakınca yanlış bir karar olduğunu söyleyemiyor, "Bunları niye koymadınız alfabeye?" diyemiyorum ne yazık ki.
*2: Bu da hafif bir Y içeren, İ'ye kayan ama aniden kesilen bir E sesi. Aslında bunu kalın sivri grubuna mı yoksa ince sivri grubunda mı olması gerektiğini bayağı düşünüp sonra ince sivriye dahil etmeye karar verdim Y içerdiğinden dolayı (Asıl paragrafta Y konusunun açıklaması var.) "Yemen elleri" lafındaki Günümüz Türkiye Türkçesinde "İl" olarak yaşayan kelimede aslında bu ses var mesela: É. Yine "Demir" kelimesinin E'si de bu ki dikkat ettiyseniz bu sözcük Türkçe olduğunu her yanıyla belli ediyor: Büyük ünlü uyumunu zaten geç ama yukarıda dediğim gruplaşmaya uyuyor. Kelimenin aslı Témür; sadece Demir olarak değil Timur olarak da yaşıyor. Timur demişken, geldik mi yuvarlakların gruplaşmaya (Asıl paragrafta gerekli açıklama var)? U-Ü değil O-U gruplaşması olduğu için böyle bir dönüşüm mümkün oluyor, Timür gibi bir şey yerine. Zaten "Timür" demeye çalışırsanız (güya) büyük ünlü uyumuna uyduğu halde kulak tırmaladığını, doğru düzgün söyleyemediğinizi fark edeceksiniz. Sebebi bu işte: U kalın harf değildir, Ö de ince değildir. Tam tersi de değillerdir ama; yuvarlak harflerde (en azından Türkçedekilerde) kalınlık incelik yoktur, zaten o yüzden "küçük ünlü uyumu" diye bir şey vardır. Bu arada gruplaşmaların adını da öğrenmiş oldum küçük ünlü uyumunun ne olduğunu teyit ederken. Kalın sivri dediğim düz-geniş, ince sivri dediğim düz-dar; büyük yuvarlak dediğim yuvarlak-geniş, küçük yuvarlak dediğim yuvarlak-dar. Eh, bence bir anda uydurulan isimler için gayet iyi iş çıkarmışım. É'nin doğru yerde olduğunu da tasdiklemiş oldum ayrıca: É dardır, geniş değildir.
*2: Bu ses hani, aslında I iken Î'ye bile değil doğrudan İ'ye dönüşen ses var ya? Şimdi aklıma örnek gelmese de var. Hah işte o İ değil, Ï. Aslında Günümüz Türkiye Türkçesinde de bunun hâlâ örnekleri var, özellikle belli ekler ya da birleşimlerde ayyuka çıkan ama aklıma gelmediğinden "Yeşil" sözünün dönüşümüyle devam edeceğiz. Bu sözün aslı Yaşıl ki "Yaş" yani "Islak, nemli"den geliyor: Yäşïl şeklinde (Muhtemelen önce Yaşïl, sonra Yäşïl'e ve en sonunda günümüz Türkiye Türkçesinde Yéşil'e) dönüşmüş kendisi. Bu arada bu çift noktalı harfler ince değil kalın ünlüdür (yuvarlak olmayanlar yani), mesela anne kelimesi aslen annä şeklinde latinize edilmelidir ve büyük ünlü uyumuna uyar. Ama "İnce" kelimesi uymaz, "İncä" şeklindedir o.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder