Öne Çıkan Yayın

Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)

İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~

31 Ocak 2021 Pazar

Ejderha ve Mühür, Tüccarın Puslu Yolculuğu, Okuma Yazma, Makine Tarıma, Açılmayan Poşet, Çıkma, Akşama Dek Uyuyan İnsanlar, Ï (Böyle de Olmadı Sanki ya?)

Ejderha ve Mühür hakkında bir şeyler aklımı kemirdi. Bir şeyler yazmanın en kötü tarafı bu işte, hikaye bitse bile -ki Ejderha ve Mühür bitmedi. Daha doğrusu hikaye olarak anlatılacak kısmı bitti ama hikayesi bitmedi, henüz devam zamanı değil; doğru zamanı, koşulları bekliyorum- senin aklında "Şu şöyle mi olsaydı, aa bu böyleymiş, şuradan sonra böyle olur herhalde..." diye yaşamaya devam ediyor. Rowling'in saçma sapan tweet'ler atarak Harry Potter evreninin ırzına geçme sebeplerinden biri de bu zaten. Neyse, Ejderha ve Mühür diyorduk. Başlangıçta Utpa ve Kyouka arasında bir ilişki planlamamıştım, "Belki Quarra'yla münasebeti olur veya hiç ilişki milişki işlerini sokmam araya." diyordum. Zaten başta Kyouka karakteri de yoktu, sadece figüran olarak planlamıştım ve yazdığımda da sadece hikayenin o kısmı için bir Şinto miko'suna ihtiyacım olduğu için yazmıştım; başta figüran olarak bile tasarlanmadı yani, ihtiyaçtan doğdu. Sonra önce ben, sonra Utpa karakteri sevince (Gerçi Utpa'nın çekik göz fetişi olma ihtimali planlarım arasında zaten vardı ama sebep Kyouka değildi, Kyouka'yla ilişkisinin sebebi de o değildi.) gitgide figürandan esas karaktere dönüştü. Hikaye karakterlerinin yazdıkça gelişen kişilikleri, zevkleri ve iradeleri vardır. Zaten o yüzden Martin hâlâ yeni kitabı yazamadı, o yüzden Stephen King "Hikaye kaptırdı gitti, engel olamadım." gibisinden demeçler veriyor. Bir yerden sonra hikaye ve karakterler kendi kendini inşa etmeye başlıyor, konu senin memnun olmadığın bir yerlere kayınca da ya ayak uyduruyorsun ya da sert önlemler alıyorsun, bu duruma sebep olan karakterlerden birini veya yerini bir şekilde doldurabileceğin bir karakteri idam etmek gibi mesela. "İdam" lafı kafanızı mı karıştırdı? Bir karakteri bu sebeple öldürmenin idamdan farkı ne? Başından beri ölmesi veya orada ölmesi için tasarladıysan o ecel ve kader oluyor, hikaye onu gerektiriyorsa yani konu senin memnun olduğun bir yerde ise ama ilerleme için o karakterin (veya o karakterin de içinde bulunduğu birkaç karakterden birinin/birkaçının) ölmesi gerekiyorsa bu kader ve kötü şans oluyor ama öbürü idamdan başka bir şey değil. Ha Ayçiçek ilk fikir tasarımımda vardı bak, Utpa'yla ilişkisine ve geçmişine dek. Vlar ve Quarra da hikayenin doğal akışı ve gelişiminde kaybolsalar da -ki ikinci yarıda onların daha önemli rol almasını planlıyorum, Quarra neyse ama Vlar'ın işi kesinlikle bitmedi- ilk tasarımımda esas karakterlerdendi (Esas karakterler: Baş kahraman ve tayfası. İşte ikincil oyuncu, üçüncül oyuncu, tezat karakter, hatta antagonist, baş düşman... Falan.), yani ilk karşılaştığımız karakterler olması Utpa'yla ayak üstü sohbet edecek birileri ihtiyacından değil müstakbel esas karakterleri tanıtmak ve öyle olduklarını belli etmek içindi. Bir de Ejderha ve Mühür sonrasında bazı şeyleri belirten bir kısım yazacaktım ama hem aklıma çok fazla şey gelmediğinden hem de bunu okuyucunun kendi kendine fark edip anlamlandırmasının çok daha iyi olacağını düşündüğümden vazgeçtim. Buraya yazayım hazır yeri gelmişken zira bir "Yazar röportajı" tandansı yakalayamadan göçüp gitmek istemiyorum: 

  • Utpa, hikaye boyunca siyah rengi iki farklı şekilde tanımlıyor: Biri "Gece kadar siyah" öteki "Ölüm kadar siyah". Gece kadar siyah dediği her seferinde olumlu ve/veya sevgi dolu (Kyouka'nın saçları gibi), "Ölüm kadar siyah" dediği her seferinde de kötücül veya gerçekten "ölüm" ile ilintili (Azrail'in Sirius'ta Utpa'ya gözüktüğü görünüşün saçları) şekilde kullanıyor.
  • Hikayede devamlı birilerinin kafasına bir şeyler atılıyor ama atan kişi her zaman bir Erlikli veya Erliklilerle ilişkili biri (Kam Ayça Hatun gibi).
  • Utpa çirkin olduğunu söylüyor ama diğer hiçbir karakter onu böyle tanımlamıyor, hatta Kyouka "çok yakışıklı olmasa da ortalamanın üstünde" olduğunu (ayrıca gizemli bir çekiciliği olduğunu) söylüyor ama bu bir aşığın bakış açısı olduğundan çok güvenilir olduğu söylenemez. Benim Utpa'nın tam olarak nasıl göründüğüne dair kafamda bir imaj var tabii ama çeşitli sebeplerden benimki de önyargılı bir tavır olacak, o yüzden eğer çizim mizim işlerine girersem takdiri okuyucuya bırakacağım.
  • Kyouka'yı ise istisnasız tüm karakterler "şirin" ve "güzel" olarak tanımlıyor. Bu arada Kyouka, Utpa'nın ve kendisinin de dediği gibi "Güzelden çok şirin" gerçekten de. Güzel olmadığı söylenemez ama görünüşünü tarif etmek için ilk akla gelen kelime güzeldense sevimli olur, bunu tarafsız (en azından Utpa'nın görünüşünden bahsederkenki halime kıyasla tarafsız) bakış açısıyla gayet net söyleyebilirim.
  • Aynı şekilde bütün Erlikli erkekleri Utpa'nın yalnız öleceğinden hemfikir gibiler ve Kyouka'yı öğrenince şaşırıyorlar, Ayzıt Hanım'ın da benzer bir tavrı var ama hiçbir Erlikli kadınında bu şekilde bir tavır yok, hatta ablasının ve Aysu'nun tavırları doğal akış içinde zaten Utpa'nın birilerini bulmasını bekliyorlarmış gibi.

Bu arada bu yazıya Ejderha ve Mühür etiketi koyacağım ama normal, her zamanki yazılardan olacak; zaten bir süre -en azından blogda- başka türden yazı gelmeyecek gibi. Tüccarın Puslu Yolculuğu'nu Epiknovel'de yayınlamak konusunda hâlâ şüphelerim var yalnız, hazır "yazar sorunları"ndan bahsediyorken. Format olarak pek ranobe tarzında değil çünkü; konu kaydırılabilir, zaten aşina ve ileride şimdiden yazdığım kısımlar kaydı bile ama yapısı çok farklı, ranobe'ye kıyasla normal bir romana benziyor. Ejderha ve Mühür'ün formatı ranobe (daha doğrusu WN) gibiydi, kıyas açısından. Sweek diye bir yer buldum, biraz bakınacağım; işime gelirse onu kullanırım. Ama Sweek'te bir şeyler yayınlayacaksam başlangıçta Sahte Kahramanlar'ı koyacağım; gerekirse hem Türkçe hem İngilizce olarak. Bu da bana bir sürü sebepten ve biraz da yoğunluktan yarım bıraktığım Sahte Kahramanlar editörlüğüne devam etmek için büyük bir şans verecek ki bu sefer de ona odaklanıp Tüccarın Puslu Yolculuğu'nu salmam çok mümkün. Neyse, du' bakalım hele, zaman neler getirip gösterecek. Bu arada normal bir metni çevirmek çok sıkıntı değil ama öyküdür, romandır, hatta yine bir hikaye türü olan film... bunları çevirmek sıkıntı. Çünkü dillerin kendilerine özgü göndermeleri ve bağlantıları var, bir cümleyi çevirdiğin her seferinde anlam kayması yaşanıyor; cümleden bir şeyler kopuyor. Yani bu tür bir şeyi hakkını vererek çevirebilmek için her iki dilde de sıfırdan hikaye yazabilecek kadar bilmeniz gerekiyor o iki dili. Hikaye yazabilmek ve yazabilecek kadar dil bilmek farklı şeyler bu arada ama çevirmenin en azından hangi dile çeviriyorsa o dilde kısmen hikaye yazma becerisi de olması gerekiyor. Neyse, en azından bir süre daha Trovn efendi (Tüccarın Puslu Yolculuğu'nun baş karakteri. Nasılsa ilk bölümü yayınladım ya, rahatım. Sahte Kahramanlar gibi hassas değilim bunda, elimde belge var zira. İkinciyi de yayınladım bu arada.) Epiknovel'de gezecek gibi duruyor. Sweek'e göz attım biraz, aslında mantıklı; kullanırım ben bunu ama hikayeleri sadece yazmak değil okumak için de üyelik istiyor, bu da benim pek istemediğim bir durum. Herkesin ulaşabilmesini istiyorum yazdığım şeylere, çok büyük değerleri olmayan hikayelerin kolayca bulunup okunabilmesi gerek. Ha Sweek'te üyelik açmak zor değil, hem beleş hem çok kolay, iki üç saniyede halloluyor ama uğraşmayana da saygı duyarım. Dolayısıyla Trovn efendi Epiknovel'de devam edecek, Sweek de sadece Sahte Kahramanlar gibi gerçekten değeri olabilecek şeylerde kullanılacak. Şimdilik böyle bakalım.

"Okumak ama yazamamak" ve "Yazabilmek ama okuyamamak." diye şeyler var. Çoğu alfabede var bu arada bu durum, hani istisna değil; asıl tam tersi istisna. Zaten o yüzden okuma yazma şeklinde ikileme var dilimizde, direkt tek bir şeyle söylenip geçilmiyor. Bu durum şöyle tezahür ediyor: Yazılı metni gördüğünde harfleri tanıyabiliyor, okuyabiliyorsun ama yazmaya çalıştığında harfler aklına gelmiyor vs. Benim birçok alfabeyle ilişkim böyle: Kiril, Yunan, katakana ve hiragana... Osmanlı alfabesini ise yazabiliyor ama okuyamıyorum ki okuyamamamın temel sebebi iç içe geçmiş çeşit çeşit hattın varlığı. Hangeul'ı hem okuyup hem yazabiliyorum ilginçtir, zamanında o alfabeyle bayağı uğraştığımdan, çeşit çeşit versiyonunu çıkarıp günlük hayatta Türkçe yazabilmek için bir versiyon bile icat ettiğimden* aşinalık oluşmuş da olabilir.

*: Hangeul Türkçeye inanılmaz uygun bir alfabe bu arada, büyük ihtimalle Korece ve Türkçe arasındaki ses değerlerinin köken benzerliği ve Hangeul'da ağız şeklinin harf şekline dönmesinin payı var bunda. Mesela Orhun Alfabesi, günümüz Türkiye Türkçesine hiç uygun değil kıyas açısından; bak, Orhun Alfabesi diyorum... Türklerin has alfabesi ama günümüzdeki Türk dillerinin hiçbirine uygun değil, zaten o yüzden tarih içinde önce Soğd kökenli Uygur, sonra Uygur kökenli Moğol ve Arap kökenli Fars alfabelerine, oradan da Latin alfabesine geçtik. Orhun Alfabesi'yle "Alfabe" yazamıyorsun örneğin, F harfini eklersin hadi Afşar boy tamgasını F yerine koyar (Zaten iki tamganın aynı kökten geldiği aşikar) ya da Ep (Aslında Æp) tamgasına bir çizgi daha ekleyip Äf tamgasına çevirirsin ama Alfabe'yi yine yazamıyorsun. Harf atlamasan da yazamıyorsun, harf atlamazsan sadece boş yere kendini yormuş olursun. Yazabileceklerin şunlar bak: Alfaba, Elfebe, Alfebe. Hadi diyelim düz-geniş tamgasını (Æ tamgası) tek yapmadın da A ve E tamgası diye ikiye ayırdın, bu sefer kalın ve ince harfler arıza çıkaracak, boş yere başını ağrıtacak. Günümüz Türkiye Türkçesine uygun olan alfabeler şunlar: Latin alfabesi, Kiril alfabesi, Yunan alfabesi, Hangeul, Moğol Alfabesi (Uygur kökenli olan). Bu alfabelerin dört ortak özelliği var: Birincisi harf atlanmadan yazılıyorlar, ikincisi sessiz harflerin incelik-kalınlığı yok (Orhun alfabesinde ve Arap alfabesinde var), üçüncüsü hece harflerine sahip değiller (Orhun alfabesinde Kı, Nç gibi hece harfleri var; Ng aslında Ng değil Ñ olduğundan o kadro dışı, onu geç şimdi; Arap alfabesinde Lamelif, Çin ve Japon alfabeleri zaten komple hece harflerinden oluşuyor), dördüncüsü de harfin üstüne, altına bir şey koyup okunuşunu değiştirmeye gayet müsait. Bu sonuncuya Arap alfabesi de müsait bu arada, farklı halkların Arap kökenli alfabelerinde üç noktalı dad'lar, beş noktalı harfler, neler neler var... Osmanlı alfabesinde de Ñ okunan, diğer hiçbir Arap kökenli alfabede olmayan Kef-i Nûnî, Sağır Kef, Kef-i Türkî yani Türk Kef'i ("Osmanlı kendine Türk demiyordu." he mi? Kendine özgü harfe neden Türkî diyor o zaman?), hatta çoğu zaman Nef -yani daha doğrusu Ñef- denen üç noktalı kef vardır misal. Bu Günümüz Türkiye Türkçesine uygun alfabelere bakınca neden Latin alfabesinin seçildiği de aşikar, oldukça doğru bir karar bence. Yunan alfabesi seçilse yeni savaştan çıkmış halk "Bize bu gavurların yazısıyla yazdıracaksanız ne diye savaştık?" diyebilirdi (Latin alfabesine Tanzimat dönemi ve sonrasındaki Fransız hayranlığı nedeniyle bir sempati veya en azından kabulleniş vardı), yüzünü batıya dönen bir devlet tasavvuru Slavların alfabesini kendine katsa Avrupa onu doğrudan Rus maşası bellerdi, Hangeul zaten o dönemlerde ne arasın Türkiye'de; Hangeul'ın varlığından bile haberi yoktu muhtemelen bizimkilerin, Moğol alfabesini Moğollar bile kullanmıyordu o dönemde, Rusların onlara verdiği (ve şu an hâlâ kullandıkları) kiril çeşidini kullanıyorlardı, ek olarak bunu yapmak Avrupa'ya "Bizim işimiz Doğu'yla, siz siktirin gidin." demek oluyordu. Ben şahsen Asyalı olmaktan gocunan, bu durumu kabullenemeyen biri değilim; aksine Asyalı olmaktan gurur duyuyor ve Avrupa'yı küçümsüyorum ama Atatürk'ün hayalindeki Türkiye Cumhuriyeti bir batı medeniyeti ve Avrupa devletiydi, dolayısıyla seçenekler en baştan Yunan, Latin ve Kiril diye daralmıştı; sonuçta da halkın (az miktarda da olsa) bilgisi ve sempatisi olduğundan, bir de diğer iki alfabenin olası sonuçlarından ve elbette daha önceki Osmanlı alfabesini yenileme çalışmalarında da Latin kökenli Alman alfabesi temel alınmış olduğundan Latin alfabesi seçildi.

Tekrar şu "Makineler işimizi elimizden alacak." olayını deşmek istiyorum: Aslında tarımın insan elinden kurtarılıp tamamen makineleştirilmesi en azından bizim ülkenin geleceği olacak, haberiniz yok. Neden? İki sebepten: Birincisi ülkede neredeyse kimse tarım gibi yorucu, uğraştırıcı bir meslekle uğraşmak istemiyor; isteyen de çoğunlukla "yapmak" değil "yaptırmak" ve "yapmak" istiyorsa bile "kendine kadar yapmak" istiyor. İkincisi: Yapmak (veya yaptırmak, fark etmez) isteyen de teşvik adı altındaki teşviksizlikler ("Sen buraları kendi paranla kur, biz sana karşılığını öderiz." diye teşvik mi olur lan? Onu yapacak param olsa neden senden isteyeyim?), birbiriyle çelişen yasalar, bir kurumun onay verip öbürünün ceza kestiği durumlar, azaltılması gerekirken artırılan vergiler gibi durumlardan kafayı yiyip şehre dönüyor, maaşlı işe giriyor. Orada nereden ceza yiyeceği, ne sebeple ödül verecekleri belli en azından. Eh, tarım işini tamamen makineler yaparsa her iki durum da sorun olmaktan çıkar. İkincisi şu yasaların ve durumların işi bilen biri tarafından elden geçirilmesiyle de sorun olmaktan çıkar da o ütopik bir durum, öyle bir şeyin olacağını en azından ben hayattayken görebileceğimi sanmıyorum (İktidarda hangi parti olursa olsun).

Ülkede poşet bağlamak konusunda bilhassa uzmanlaşmış iki güruh var: Birincisi pazarcılar, ikincisi evcil hayvan dükkanı (Lan bu da çok uzun, şu petshop'a daha kısa bir şey bulun.), akvaryumcu vs. taifesi. Bunların bağladığı poşet katiyen açılmıyor arkadaşım ya, asla açılmıyor. İlla bıçak, makas işin içine giriyor. Bu arada başka akvaryumcu tarafından bağlanan poşeti açamayan akvaryumcu da gördüm ben, direkt maket bıçağını saplıyordu torbalara asdfsj. Hayır bu işin eğitimi falan veriliyorsa söyleyin de alalım, ihtiyacım var zira.

Bak, günümüzde kayboldu ama (Hay, tam ona alıştık flört mlört çıktı, sikerler. Biz sosyal özürlüler ne yapacağız peki? O zamanlar tek cümleyle işi çözüyorduk en azından. Neyse, kendi acizliğime sinirlenip sövmeye başlamadan önce konuya dönüyorum.) şu "Çıkma teklifi" ve ondan doğan "Çıkmak" sözünü bizimkilerin bir sebepten, bir şekilde uydurduğunu düşünmüştüm ama İngilizcesinin "Will you go out with me?" şeklinde dendiğini öğrenince aydınlandım resmen. Bu cümleyi ögelerine ayırırsak: "Will" Gelecek soru eki, "You" Sen, "Go out" Dışarı çıkmak, "With" İle, "Me" Ben. Doğrudan çeviri yapmışlar lan, ondan böyle saçma bir durum oluşmuş.

Öğlen, hatta akşam vakitlerine dek uyuyan insanlara dikkat edin. Bunlar genellikle hayatla savaşmaktan pes edip yenilgilerini kabullenmiş, öylece ölümü bekleyen ve beklerken dünyada oyalanan kimselerdir. Uyku ölümün tatbikatı olduğundan geç vakitlere dek uyurlar ve gece yaşayanların değil huzursuz düşüncelerin, saklı kötülüklerin, iç hesaplaşmaların vakti olduğundan bir türlü uyuyamazlar. Çoğunun kafein veya nikotin bağımlılığı vardır, bazısının ikisi birden çünkü bu iki madde geçici olarak sahte mutluluk verme ve huzursuz düşünceleri en azından bir süre hasır etme özelliğine sahiptir. Kendilerinden esirgedikleri sevgiyi belli başlı kişilere (kardeş, sevgili/eş/nişanlı/maşuk*, ana baba, -varsa- arkadaş...), hayvanlar ve bitkilere vermeyi tercih eder, böylece kendilerine verebilecek sevgileri kalmamasını amaçlarlar. Çevrelerinde insanlar olabilir ama pes edişlerini anlatırlarsa "Öyle deme, hayat çok güzel." gibi sikik, bir halta yaramayan tepkiler alacaklarını bildiklerinden içlerine atarlar; dolayısıyla yalnızdırlar. Çevrelerinde insanlar olsa da olmasa da. Dünyada oyalanmak için pek çok şey yapar, pek çok şey denerler; bu nedenle özellikle insanı oyalama potansiyeli yüksek olan yayıncılık, bir şeyler yapıp satmak gibi işlerde başarılı olma ihtimalleri fazladır ama onlar çoktan pes edip bunları sadece oyalanmak için yaptıklarından çok azı gerçekten başarılı olabilir. İnsanların sevgilerini kabul ederler bak, "Kendini sevmeyen başkasını da sevemez." diye bir şey yoktur. Tam tersine, en iyi kendini sevmeyenler başkalarını sever; ama insanların sevgisini kabul etmekten korkarlar. Çünkü içlerindeki karanlığı karşıdaki kişi bilse arkasına bakmadan kaçacağını, onun sadece dışarıya gösterdiği ve çoğu zaman mutluluk olmasa bile sahte bir "sıradanlık" ile çevrelenmiş yüzünü sevdiğini bilirler; bu insanları kurtarabilecek tek şey içlerindeki karanlığı görüp bildiği halde onları seven ve sevmeye devam eden kişilerdir çünkü kendi kendilerini kurtaramayacak kadar acizdirler, hayatla savaşmayı çoktandır bıraktıkları için de buna çabalamazlar bile. Bunlar gülerler. Çok gülerler, hatta espri de yaparlar -çoğunlukla sadece kendilerinin güldüğü espriler- ve genellikle mutlu olan, hayatı seven, dünyayla ve kendileriyle barışık insanlardan katbekat fazla gülerler çünkü gülmenin de nikotin ve kafeine benzer etkileri vardır. Bir diğer çoğunda ortak bulunan özellikleri de ölmeyi isteyecek kadar zayıf, intihar edemeyecek kadar korkak olmalarıdır. Yine çoğu dağınık kişilerdir bunların, aralarında düzenli olanlar bile bu düzen işini takıntı boyutuna getirmiş ve sadece bir oyalanma olarak kullanır durumdadır. Evden çıkmayı sevmezler ama gezmeyi, yeni yerler görmeyi severler çünkü bu onlara dünyanın tamamen iğrenç olmadığını, içinde güzelliklerin de bulunduğunu hatırlatır ve ironik biçimde aslında nefretlerini artırmaları gereken bu hatırlatma onlara ufacık, geçici, hemen sönecek bir umut verir. Bunlar çok zengin de olabilirler kah oyalanmaları başarılı olduğundan kah öyle doğduklarından ama hiçbiri "Para mutluluk getirmiyor." diye bir cümle kurmaz mutsuz oldukları halde. Gerçi özel olarak tanınmış bir aileden gelmiyorlarsa ekonomik durumlarını olduğundan çok daha kötü (fakirse aşırı fakir, orta halliyse fakir, zenginse fakir-orta halli vs.) sanmanız gayet muhtemeldir çünkü özel bir tarz oluşturmamışsa -ki bu da sadece bir oyalanma ve tiksindiği benliğini dışa vurarak içine hapsetme yöntemidir- eline ilk geçeni giyecektir büyük ihtimalle, bu da hemen her zaman onu aşağı yukarı aynı kıyafetlerle göreceğiniz ve giydiklerinin paspal, sünmüş, çentilmiş şeyler olma ihtimalinin yüksek olması anlamına gelecektir. İyi yemekleri, bunları tatmayı severler ama kahvaltıyı ve öğle yemeğini (özellikle kahvaltıyı) kısaca geçiştirir, akşam yemeğinde eğer evde yapılıyorsa doğru düzgün bir şeyler yer; yapılmıyorsa hazır/dondurulmuş yiyeceklere ve dışarıdan siparişe bel bağlarlar. Kırk yılda bir, eğer bunu bir oyalanma yolu olarak bulabilecekleri kadar ilgileri varsa, moralleri her zamankine kıyasla daha iyi olduğu zamanlar mutfağa da girebilirler. Sonuç olarak onlar da herkes gibi dünyada öylece oyalanıp ölümü bekleyen insanlardır ama bunun farkında oldukları için mutsuzdurlar. Hiçbirinin ölümsüzlük arzusu yoktur çünkü acıyı sonsuzlaştırmanın saçma olduğunu bilecek kadar aklıselimdirler. Bunlar trollüğe de teşnedirler bak, kendilerini yarım saat veya daha fazla dinlemeye katlanabilecek birileri varsa aile, yakın arkadaş vs. gibisinden bolca boş yapar, içlerindeki bütün hayata dair hazımsızlığı espri ve trollük kisvesi altında açığa vururlar ve elbette kimse fark etmez, herkes sadece boş yapmayı sevdiklerini düşünür. O sebeple arada içlerindeki karanlığın, kalplerindeki boşluğun en azından bir kısmını açığa vuran bir lafı ağızlarından kaçırdıklarında (çünkü bunlar bu lafları başkalarından -en azından sözel olarak- saklarlar, kendi kendilerine söylemeye ve/veya yazmaya meyillidirler) şaşkınlıkla karşılanırlar.

*Bak mesela "Aşık olunan/sevilen/hoşlanılan kişi" anlamında Crush kullanılıyor son zamanlarda sıkça, oysa bu kelimenin ta Osmanlı'dan kalma bir sürü karşılığı var: Daha divan edebiyatı, üst kültür/saray dilinde "Dildâr" daha halk dilinde "Maşuk/Mâşuk" (Mâşuk cinsiyetsiz, maşuk ise erildir bak mesela. Aynı kökten gelse de bizim geçmiş şairler, ozanlar dil bildikleri için böyle şapka ile anlam oyunları yapmışlardır.) biraz daha karşılıklı sevdayı anlatan "Yâr" (Yar değil. Yar uçurum demek, şapka bu yüzden lazım işte.), hem halk dili hem üst kültür/divan dilinde kullanılan, özel olarak dişil bir kelime olan (Yâr ve Dildâr da daha çok dişil anlamda kullanılsa da cinsiyetsiz kelimelerdir, ilginçtir "hemşire" de öyledir. Daha çok dişil anlamda kullanılma sebebi bu aşk şiirleri vs. gibi şeyleri yazanların ekseriyetle erkekler olmasıdır, hani bazılarının "Hepsi şerefsiz, sevmeyi bilmiyorlar." dediği erkekler. Ha insanların çoğu gerçekten şerefsiz ve ataerkil kültür nedeniyle erkekler bunu daha çok gösterebiliyor, o ayrı ama cinsiyetten bağımsız olarak insanların çoğu beş para etmez varlıklar. Dolayısıyla bir liste yapılsa insanların büyük çoğunluğu, cinsiyet oranı olarak da hemen hemen eşit olmak üzere erkeklerin fazla olduğu bir şekilde şerefsizler listesi çıkar. Son cümlemi anladıysanız bana da anlatın, okuduktan sonra ne kastettiğimi unuttum lan. Hah, tamam: Bir liste yapsak insanların tamamına yakını şerefsiz çıkar, cinsiyete vurursak da erkekler daha fazla olur ama hemen hemen eşit olur. %49-%51 gibisinden bir oranlama kastediyorum veya %47-%53 gibisinden.) "Canan" (ki bu kelime Farsça kökenli olup Türkçeye Orta Asya döneminde girmiş "Can" ile -hani bildiğimiz, "canlı" gibi kelimelerdeki can, [canavar'ın canı da bu bu arada; canavar zaten aslen "canı var" yani "canlı" demek] Türkçe dişil eklerinden olan -an/-en [aslında -än deyip bu işi çözmek vardı ya neyse] ile oluşturuluyor), daha Orta Asya döneminden kalma Sevi (Bu günümüzde direkt "aşk" anlamında kullanılıyor)/Sevik/Sevük, daha günümüz dilinde doğrudan "Sevdiğim" de denebilir... Var da var yani, kelime ithal etmeye gerek yok; sırf edebiyatımızdan bin tane kelime çıkarılabiliyor. Ama tabii İngilizce olunca havalı oluyor aq, okunduğu gibi yazılmıyor ya, Türkçeye uygun değil ya havalı oluyor o yüzden. Bu arada Almanca ve Fransızca okunduğu gibi yazılır bak, kelimenin nasıl okunacağını tahmin edersin; Fransızcayı okurken kelimenin yarısını atsan da onun atılacağı bellidir, hiç kasmaz seni. İngilizcede neyi ne zaman atıyor, ne zaman birleştiriyorsun o belli değil daha. İngilizcedeki ses değerlerine göre bu "Crush" kelimesinin elli farklı okunuşu olabiliyor misal: Kraş, sraş, sruş, kruş, srış, krış, hatta kras, yerine göre çraş veya hraş bile olabilir... Ölme eşeğim ölme. Ha biliyorum kelimenin nasıl okunduğunu ama bunların hepsi olası okunuşlar, harflerin bu şekilde okundukları kelimeler var.

Geçen yazıdaki Ï konusunda aklıma örnek geldi. Yok, yine istediğim, kastettiğim örnek gelmedi ama en azından yeşilin dönüşümüyle kasmayacak örnekler buldum: İnanç mesela, "Ïnanç" şeklinde aslen; oradaki İ ince değil, kalın bir İ yani Ï. Bumin'in İ'si de aynı.

27 Ocak 2021 Çarşamba

İşte, Yani... Başlık (Yok, bu böyle olmayacak. Bütün paragrafların konularını sıralayayım bir daha, bir de öyle deneyelim)

Yeni serilerin en umut vaat edenlerinden (ve tekrara düşerek ya da serinin genel kalitesinin çok altında iğrenç bir finalle insanları kendinden soğutma ihtimali de en yüksek olanlarından) biri Wonder Egg Priority. Bu arada taglarda yok ama Shoujo Ai sosu var seride, ben zaten yuri esintili SoL bağımlısı olduğumdan, bu animelerin çevirileri ve yeni sezonları için ruhumu bile satabileceğimden bu benim için olumsuz değil tam aksine artı bir özellik ama sevmeyene, gereksiz bulana da bir şey demem. Ha bu Shoujo Ai sosunu iyice artırıp seriyi tamamen o yola sokarlarsa "Çizimi iyi anime izleyelim dedik, kız lez çıktı." Yorumu haklı bir yorum olur bak (Ulan bu yoruma da nasıl kinlendiysem hâlâ ekmeğini yiyorum, vay arkadaş.); bu serinin vaat ettiği şeyler arasında bu yoktu sonuçta. Bu arada karakter tasarımları ve özellikle de göz ve saç çizimleri acayip detaylı ve acayip iyi. Muhtemelen tekrara düşme vs. Gibi ihtimallere karşı karakter tasarımları ve çizim detaylarına yüklenip seriyi finalde çöp etseler bile (ben çok gördüm kendisi efsane, finali çöp seri. Anime de dizi de kitap serisi de vardı aralarında.) Çizimden topladıkları artı puanla iyi hatırlanmaya oynadılar muhtemelen. Hele daha önce DxD'nin, şimdi de SNK'nın başına gelen çizim değişimi felaketlerini de görünce kötü bir seçim olduğunu söyleyemiyorum.

İyi insan nedir diye düşündüm biraz. Hem sevgilim de görüştüğüm arkadaşım da olmadığı (Arkadaşım var, görüştüğüm arkadaşım yok. İnternette bile konuşmuyoruz ama küs falan değiliz, sadece koptuk; zaten "arkadaş" olarak tanımlayacağım çok fazla insan da yok, mesela şu "şerefsiz fetişi" konusunda bahsettiğim kişiyi "arkadaş" olarak tanımlamazdım.) hem de bolca boş zamanım olduğu için böyle şeyler düşünmeye fırsatım oluyor tabii. Bu kadar yazıda konu sıkıntısı çekmeme sebebimi ne sanıyordunuz ki? Neyse, iyi insan diyorduk. Bana göre iyi insan hiçbir şekilde yargılanmayacağını (hem mahkemede yargılanmak hem de diğer insanların onu yargılaması anlamında), yakalanmayacağını ve cezalandırılmayacağını (bu ikisi de hem hukuki hem toplumsal anlamda. Görmezden gelmek de bir cezadır ve topluluğun en büyük silahıdır, unutmayın.) bilse bile kötü bir şey yapmaktan imtina eden bir insandır. Tabii bu şartlar eğer izole, dünyanın bilmediği bir adada yaşayan ve ağzından çıkan her şey kanun hükmünde olan bir kabile şefi falan değilseniz çok da oluşması mümkün olan şartlar değil, kötü şeyin tanımı da önemli. Mesela mülkiyetin hiçbir şekilde olmadığı bir ortamda (Komün düzeninde bile günümüz dünyasından farklı olsa da bir mülkiyet kavramı var, herifin üstündeki ceketi çıkarıp alamazsınız mesela; o ceket en azından giydiği sürece o kişinin mülküdür.) herhangi bir şeyin hırsızlık olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı, buraya girersek de "Hırsızlık her koşulda kötü bir şey midir yoksa bazen hak ve/veya gereklilik midir?" gibi konulara girmemiz gerekecek, konu epey uzayacak.  İyi insan tanımımdan yola çıkarsak: Ben zaten iyi biri olduğumu asla iddia etmedim, bu dediğim şartlar altında yapmaktan çekinmeyeceğim ve kendimi kendime aklamak için bin tane bahane bulabileceğim birçok şey var (Ama benim de sınırlarım var tabii, o kadar da değil); insanların çoğunun da öyle. Bu onların bahane olduğunu değiştirmiyor. Zaten internette linç kültürünün bu kadar yaygın olma sebeplerinden biri de insanların çoğunun (buna ben de dahilim misal) kötü olması ve internetin bu dediğim şartları kısmen de olsa sağlaması: Bu işin VPN'si var, takma adı var, sahte hesabı var... Bunlar yakalanma/cezalandırma kıstasını sağlıyor, bir "arınma gecesi"nden sonra ise kimse "Bu, bu kişiye şöyle demişti." diye dönüp bakmıyor, goygoya devam.

Oy vermede vicdani ret hakkı olmalı bence. Hani insanın "Bu ülkenin geleceğine ben karar veremem, sorumluluk alamam." deme hakkı olması lazım. Mesela senin oyunla kabul edilen bir şey ileride sorunlara neden olursa ne olacak? Hükümeti suçlayamazsın böyle bir durumda çünkü ona sen onay verdin zaten. Referandum falan değil doğrudan seçimlerde daha da fena, ülkede doğru düzgün parti yok. İktidar zaten malum, ana muhalefet muhalefeti siyasi terim olarak değil de kelime anlamıyla alıp hükümetin ak dediğine kara demekten başka bir sike yaramıyor, diğer iki büyük partiden biri terörist yardakçısı, öteki iktidar tarafından "evcilleştirilmiş" durumda; daha küçük ya da yeni olanların ne yaptığı da ne yapacağı da belirsiz. Ben şahsen bunlardan herhangi birine oy vermek istemiyorum, versem de sonrasında sorumluluğu alamam. "Boş oy at o zaman"cılar için: Madem öyle yapacağım niye kalkıp gidiyorum oraya kadar, direkt "Ben vicdani retçiyim." deyip oy kullanma olayını savuştursak daha iyi değil mi?

Hazır vicdani ret demişken bedelli askerlik hakkında da konuşmak istiyorum. Prensip olarak karşı değilim, günümüzde orduların en az iş gücü kadar, hatta çok daha fazla paraya ihtiyacı var neticede. Silahı dışarıdan alsan para, kendin yapmaya çalışsan hammaddesi, şusu, busu yine para. 1. Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın oldukça kötü durumda olmasının temel sebeplerinden biri de Avrupa'nın iş gücü değil zenginlik ve silah gücü üzerine duran ordularına karşı askeriyeye yeterli parası olmayan batmış ekonomisi nedeniyle Osmanlı'nın hâlâ yeniçeri toplar gibi iş gücüne yatırım yapmasıydı. Gerçi o durumda alınabilecek en mantıklı aksiyon oydu bence, ben de aynısını yapardım muhtemelen. Ha "Herkes bedelli askerlik yaparsa o ekipmanları kim kullanacak?" diye bir şey de var tabii; aslında bu durum için en mantıklı çözüm profesyonel ordu kurulup buna dahil olmayanlardan da bedelli askerlik gibisinden "Askeriye vergisi" gibi bir şey alınması olurdu, eğer vergi sistemi çıktığı andan itibaren bu vergiler doğru düzgün kullanılmış olsaydı. Bir de Türkiye Cumhuriyeti özelinde konuşursak eşek, hatta ne eşeği deve (deve eşekten çok yük taşır) yüküyle değil de insan yüküyle vergi ödeseydik. Vergi kaçırmanın ve yolsuzluğun vergi kavramının ortaya çıkışından bir süre sonra değil de vergi kavramıyla aynı anda ortaya çıkması insanlar ve yukarıdaki "iyi insan" konusunda epey şey anlatıyor bence. Aynı konuda yine çok şey anlatan Türk edebiyatının şu iki cümlesini de yazmadan geçemeyeceğim: Biri “Kadı gibi haram yemez.” Bir diğeri “Selam verdim, rüşvet değildir deyu almadılar.” Bak şimdi aklıma geldi, "askeriye vergisi" gibi bir şeydense geliri vergisiz (veya az vergili) olarak orduya aktarılan askeriyeye ait firmalar çok daha iyi bir seçenek. Böylece hem askerden kaçmak için kırk takla atıp internetten vatan kurtaranlar gerçekten işe yarar bir şeyler yapma imkanına sahip olur hem de vicdani retçilerle eline keleş alıp dağa çıkmaya götü yemeyen şehir teröristleri de o firmalardan alışveriş yapmaz, olur biter; herkes memnun olur.

Günlük hayatta sanki aynı anlamdaymış gibi kullandığımız ama farklı olan kelimelerden ikisi de "fare" ile "sıçan". Bu ayrım sadece Türkçede de yok, İngilizcede de var "mouse" ve "rat" şeklinde. Gerçi İngilizcede "rat" sıçanı belirtmesine rağmen "Lab rat" denen şeyi Türkçeye deney faresi, laboratuvar faresi olarak geçirmişiz; muhtemelen pis pis kelime şakalarına meze olacağı belli olan "Laboratuvar sıçanı" gibisinden bir tamlama kurmak istemediklerinden. Neyse, sıçanlarla fareler arasında fark var yani işin özü; şimdi hepsini tek tek sayacak değilim [ki hepsini tek tek saymaya kalksam bunun içine fare, sıçan ve benzerlerinin dahil olduğu Muridae'yle birlikte tarlafarelerini (Cricetidae. Evet, tarlafareleri fare değildir.) falan da belirtmem gerekecek... Ölme eşeğim ölme. Hele bir de Muridae içinde farelerden de sıçanlardan da farklı olan koşarfareler (gerbil) gibiler de var, ohooo...] ama en temel farklardan biri fareler daha zarifken sıçanlar daha kaba görünüşlü ve genelde daha iridir (Lağım fareleri de fare değil sıçandır bu arada).

Jaku-Chara Tomozaki-kun'un 3. bölümünü izledikten sonra bırakıp bırakmama konusunda epey kararsız durumdayım. Bırakma isteğimin sebebi animenin kötü olması değil, henüz o dediğim kanser işine başlamadı; potansiyeli belli olmaya devam etse de. Bırakma isteğimin sebebi tamamen kişisel bir durum, tam bir "Sorun sende değil bende." durumu: Ne kadar ezik olduğumu hatırlatıyor çünkü. Bu arada ana karakterin sadece hayat hakkındaki değil ilişkiler hakkındaki görüşlerine de (Aslında onlar da hayat hakkındaki düşüncelerin parçası zaten, ne kasıyorsam?) katılıyorum, "Samimiyetsizlik değil mi ama bu?" tavrı başta olmak üzere. Allah da benim belamı versin ("Bu Allah belamı vermiş halim zaten."), zaten o yüzden hâlâ yalnızım. Önüme gelene yazsam şimdi bu durumda mı olurdum? Neyse, bu konuya girersem yazının kendisini yutacak bir karadelik oluşacak o yüzden konuya dönüyorum: İzlerken bir an "Bana da bu Hinami gibi davranacak bir kız lazım." dedim, sonra herhangi bir kızla öyle bir arkadaşlık ilişkisi içine girersem ona kesin aşık olacağımı (ve akabinde siktiri yiyeceğimi) fark ettim. Yalnız bu hikayenin sonu Tomozaki x Hinami olarak bitmese bile bizim çocuğu kesin Hinami'ye aşık ettirir bu ibnetor yazar, bundan eminim. Kontrol ettim, tam da tahmin ettiğim gibi ranobe kökenliymiş bu hikaye. Ne anlatıyordum lan ben, bir dakika. Konu bahsetmek istediğim yerden çok uzak şu an. Hah, evet; animeyi bırakmak isteme sebebim ne kadar aciz ve ezik olduğumu hatırlatması. Yok, hayır, suç bende değil ama. Benim ben kafamı sikeyim. "Duygularımdan emin olmam lazım.", "Bir şeyler hissetmediğin birine yürümek yavşaklık değil mi?" diye diye aha bu haldeyim. Emin olması lazımmış, bak, bak... Lan bir git itiraf et sonra emin olursun, zaten kabul edilmeyeceksin; en azından doğru düzgün bir reddedilme olurdu geçmişinde. Ben başka bir şey diyordum, kendime sövme aşamasına ne ara geldim yine ya? Ulan keşke gurursuz yavşağın teki olaydım da birinden biri pes edip kabul ederdi herhalde. Neyse, sakinleştim biraz, 3. bölüm konusuna dönüyorum: Kesinlikle Fuuka en iyisi, bu bölümde bunu tasdiklemiş oldum. Bir de 4. bölüm için de kendimi zorlayacağım ama günlük hayatta zaten ben kendime yeterince söverken bir de Allah'ın Japon'unun tekinin de gelip gidip vurmasına katlanabileceğimi düşünmüyorum pek. Geçenki Ayano, Hikki vs. konuları hakkında da bir şey söyleyip bu konuyu kapatacağım: Abazan malın teki olan Arararagi (Dilim sürçtü sgadhsasdg. Bu arada Araragi'yi ben de bayağı severim, kral adamdır ama bu aynı zamanda abazan malın teki olduğu gerçeğini değiştirmiyor; zaten Momogatari serisini sevip de buna itiraz edecek, bunu inkar edecek tek bir insan evladı yoktur muhtemelen ama neyse.) bile 1. Sezon Hikki'ye Ayano denen ko'du'mun sosyopat haremcisinden daha çok benziyor.

Latin alfabesinin, özellikle Türkçe ve Almancadaki gibi "Bu niye böyle okunuyor lan?" dedirtmeyen versiyonlarının bazı avantajları olduğuna şüphe yok. Mesela kolayca öğrenilip öğretilebilmesi gibi ki onun temel sebebi de harf atlanmadan yazılması. Ama yine de başka alfabeler kullananların "Biz bunu okuduğumuz gibi yazarız hacı, takmayız kimseyi." tavrını da kıskanmıyor değilim. Türkiye Türkçesinde de başlangıçta bu eğilim vardı aslında bak: Shakespire'i Şekspir, Napoléon'u Napolyon diye yazıyorlardı başta ama sonra ne olduysa oldu, Latin alfabesi kökenli alfabelerden gelen harfler Türkçede olmayan imler temizlenerek (Ama ne hikmetse Türkçede olmayan, en azından harf olarak gösterilmeyen W, Q gibi sesler tutularak) sokuşturulmaya başlandı.

Bak şimdi, "Yapayalnız, Kapkara, Apaçık" Bu üçünün "Ap"ı aynı, yani bu kelime yapısı İlk sessiz (Varsa) + ap + sözcük olarak oluşturuyor. Peki Yapayalnız'ın "a"sı nereden çıkıyor? Bu arada muhtemelen Bembeyaz'ın Em'i de aynı ama zaten dudak ünsüzlerinin (B, F, M, P, V) ve aynı gruptaki seslilerin* kendi arasındaki değişimleri Türkçeyi oluşturan esaslardan olduğundan onu çok takmıyorum. Ama kardeşim neden Yapyalnız değil Yapayalnız? Bu arada TDK'ye göre ikisi de doğru ama daha doğru olan Yapayalnız imiş; demek ki ağzı gevşek biri araya A ekledikten sonra patladı gitti. Hayır çünkü Türkçenin yapısı Yapyalnız'a müsait, kaynaştırma harfi gerektiren bir durum yok ortada.

*Bak mesela okullarda kalın ünlü, ince ünlüden başka bir şey öğretilmez oysa Türkçenin esas meselesi ünlülerin gruplarıdır. Bunlar bir şekilde gruplanmış, gruplanmışsa isim verilmiş mi emin değilim; bakmaya da üşeniyorum o yüzden şu an uydurduğum isimlerle devam edeceğiz. Mesela Kalın sivri grubu: A, Â, Æ*1, E'den oluşur; ince sivri grubu I, É*2, Î, Ï*3 ve İ'den oluşur. Büyük yuvarlak grubu O, Ö; küçük yuvarlak grubu U, Ü. İşte o yüzden bu yuvarlak sesli harfler büyük ünlü uyumu denen şeyde sık sık arıza çıkarıyor çünkü O-U, Ö-Ü şeklinde gruplanmıyorlar aslında. Hatta Türkçede sessiz muamelesi yapılsa da aslen yarı-sesli olan harfler de var Y gibi; onlardan şimdi aklıma gelen bazıları da şöyle dahil ediliyor yukarıdaki gruplara: Y ince sivri grubunda, Ğ küçük yuvarlak grubunda, H kalın sivri grubunda.

*1: Bu günümüz Türkiye Türkçesinde İstanbul ağzında bile kısmen yaşadığı halde gösterilmez, Almancada ve çoğu Türk dilinde Ä diye, Azerbaycan alfabesinde Ə diye gösterilir. Bu sesin günümüz alfabesinde kaderi İstanbul Türkçesinde kaybolmuş olsa da Türkiye Türkçesinin çoğu ağzında hâlâ yaşayan nazal N (Ñ), gırtlak H'si (Çoğu Türk dilinde ve Soranicede X, Moğolcanın romanizasyonunda Kh diye gösterilir; Türkçeye yabancı dilden geçmemiş tek H varyasyonudur ki zaten K'den, hatta Ⱪ'dan dönüşmüştür. Han, Hanım, Hakan gibi sözler aslında bu sesi içerir.) ve İstanbul Türkçesinde bile hâlâ apaçık ve tamamen var olan W (Bu W de sesli harftir ha, daha doğrusu Ğ gibidir. Yarı-seslidir yani, asıl paragrafta değindim bu konuya.) gibi olmuştur. Ha şu an hemen her sesin tek ses değeri varken ve farklı ses değerleri olanlar da sadece aynı ses grubundaki varyasyonlar olduğu (Misal şu an Türkiye Türkçesinde K'nin dört beş farklı ses değeri var, Ğ'nin daha da fazla ama sonuçta aynı sesin çeşitleri sadece, farklı sesler değiller) halde bile imla hatası yapmayı başaran (Bunun bir kısmı da TDK'nin iş bilmezliğinden kaynaklanıyor ya o kısmı şimdilik geçiyorum.) halkımıza bakınca yanlış bir karar olduğunu söyleyemiyor, "Bunları niye koymadınız alfabeye?" diyemiyorum ne yazık ki.

*2: Bu da hafif bir Y içeren, İ'ye kayan ama aniden kesilen bir E sesi. Aslında bunu kalın sivri grubuna mı yoksa ince sivri grubunda mı olması gerektiğini bayağı düşünüp sonra ince sivriye dahil etmeye karar verdim Y içerdiğinden dolayı (Asıl paragrafta Y konusunun açıklaması var.) "Yemen elleri" lafındaki Günümüz Türkiye Türkçesinde "İl" olarak yaşayan kelimede aslında bu ses var mesela: É. Yine "Demir" kelimesinin E'si de bu ki dikkat ettiyseniz bu sözcük Türkçe olduğunu her yanıyla belli ediyor: Büyük ünlü uyumunu zaten geç ama yukarıda dediğim gruplaşmaya uyuyor. Kelimenin aslı Témür; sadece Demir olarak değil Timur olarak da yaşıyor. Timur demişken, geldik mi yuvarlakların gruplaşmaya (Asıl paragrafta gerekli açıklama var)? U-Ü değil O-U gruplaşması olduğu için böyle bir dönüşüm mümkün oluyor, Timür gibi bir şey yerine. Zaten "Timür" demeye çalışırsanız (güya) büyük ünlü uyumuna uyduğu halde kulak tırmaladığını, doğru düzgün söyleyemediğinizi fark edeceksiniz. Sebebi bu işte: U kalın harf değildir, Ö de ince değildir. Tam tersi de değillerdir ama; yuvarlak harflerde (en azından Türkçedekilerde) kalınlık incelik yoktur, zaten o yüzden "küçük ünlü uyumu" diye bir şey vardır. Bu arada gruplaşmaların adını da öğrenmiş oldum küçük ünlü uyumunun ne olduğunu teyit ederken. Kalın sivri dediğim düz-geniş, ince sivri dediğim düz-dar; büyük yuvarlak dediğim yuvarlak-geniş, küçük yuvarlak dediğim yuvarlak-dar. Eh, bence bir anda uydurulan isimler için gayet iyi iş çıkarmışım. É'nin doğru yerde olduğunu da tasdiklemiş oldum ayrıca: É dardır, geniş değildir.

*2: Bu ses hani, aslında I iken Î'ye bile değil doğrudan İ'ye dönüşen ses var ya? Şimdi aklıma örnek gelmese de var. Hah işte o İ değil, Ï. Aslında Günümüz Türkiye Türkçesinde de bunun hâlâ örnekleri var, özellikle belli ekler ya da birleşimlerde ayyuka çıkan ama aklıma gelmediğinden "Yeşil" sözünün dönüşümüyle devam edeceğiz. Bu sözün aslı Yaşıl ki "Yaş" yani "Islak, nemli"den geliyor: Yäşïl şeklinde (Muhtemelen önce Yaşïl, sonra Yäşïl'e ve en sonunda günümüz Türkiye Türkçesinde Yéşil'e) dönüşmüş kendisi. Bu arada bu çift noktalı harfler ince değil kalın ünlüdür (yuvarlak olmayanlar yani), mesela anne kelimesi aslen annä şeklinde latinize edilmelidir ve büyük ünlü uyumuna uyar. Ama "İnce" kelimesi uymaz, "İncä" şeklindedir o.

23 Ocak 2021 Cumartesi

Her Şey, Her Şey, Tekrar Her Şey... (Başlık Demeyin Bana, Gözüm Görmesin)

İngilizce manga, metin okumanın zevk vermediğini düşünüyordum ama yine yarım kalan bir mangadan sonra gideyim de İngilizce okuyayım dedim; hiç beklemediğim bir sonuç aldım. (Yine konuya dan diye girdim ya. Gerçi başka ne yapacaktım, bir paragraf altta başka bir konuda saçmalayacağım sonuçta.) Şöyle ki: Ben şimdiye kadar okumaya değil çevirmeye çalıştığımdan öyle geliyormuş. Çevirmeye değil sadece anlamaya çalışırsam gayet zevk aldığımı fark ettim. İngilizce altyazılı şeylerden zevk alabilmem de çevirmek için zamanım olmadığından sadece anlamaya odaklanmamdanmış. Bu ayrıca yıllardır "Elma=Apple diye diye dil öğrenilmez/öğretilmez." diyenlerin de tam olarak ne demek istediklerini ve yarı yarıya da olsa haklı olduklarını fark etmemi sağladı. Yani şöyle: Orada bir cümle var, eskiden bunu Türkçeye çevirip anlamaya çalışıyordum; şimdi cümlenin kendisini anlamaya bakıyorum. Mazrufa değil de zarfa bakmak, şekli boş verip öze odaklanmak gerekliymiş meğer. Şimdiye kadar şekle takılıp kalmış olmam da ayrı bir utanç kaynağı tabii, bu benim özelimde bir şey; özü her şeyden değerli buluyorum zira. Kaç bin yıldır şekilciliğin insanlığı getirdiği yer aha burası, ben şayet bu konumdan hiç de memnun değilim. Zombi kıyameti gözüme şu anki düzenden çok daha çekici görünüyor, en azından sıkılmıyorsun. Al eline kılıcı, dal zombilerin arasına. Kılıcınız yok mu? Benim var, kaynaklara ulaşabilenler ve güçlü olanlar hayatta kalır sonuçta, bu binlerce yıldır böyleydi; hem kılıç yoksa oklava, merdane, sehpa ayağı, bıçak, kablo falan da mı yok kardeşim? Çözüm üretin biraz. Neyse, elma=apple olayının savunucularının (Böyle deyince de kastettiğimin tam tersi anlama geliyor aslında ama; işte... Şunu yazana kadar cümleyi düzgün kursaydım daha iyi de olabilirdi tabii.) yarı yarıya haksız olmalarının sebebi de anlamını bilmediğin kelimeler olunca cümleden fire vermen, yani illaki karşılığını bilmen gerekiyor.

Tüccarın Puslu Yolculuğu diye bir şey yazmaya başladım, her hafta Cumartesi gün EpikNovel'de yayınlayacağım. Aha link: https://www.epiknovel.com/seri/tuccarin-puslu-yolculugu. Aslında bunun garip bir öyküsü var, şöyle ki: Ben aslında bu hikayeye SAO, işte Shichinisei no Subaru falan gibi bir şey yapma motivasyonuyla başladım. MMORPG dünyası ayrı, günlük dünya ayrı olacak biçimde bir şey olacaktı ama bir türlü ön bilgilendirme (prolog bile değil, daha beter bir şey) kısmını geçemedim; bir de baş karakterim çok yapay kaldı. İnsan gibi hissettirmedi, bağ kuramadım karakterle; o yüzden nereye koyacağımı, ne yapacağımı kestiremedim. Ben de dedim ki: Bari NPC'lerin gözünden bir hikaye anlatayım, sonra o fikir dallandı budaklandı kendi başına bir fantastik seriye döndü. Ben de elleşmedim, gitsin gittiği yere kadar dedim. Yalnız maceracı ve elf arka planı çok hoşuma gitti. "Ulan sen yazdın tabii hoşuna gidecek." eleştirisine cevabım: Yazdığım şeylerden çok azını tatmin edici buluyorum ve daha da azı hoşuma gidecek kadar iyi ve orijinal; bu onlardan işte. Ejderha ve Mühür'ün tatmin ediciliği çok az, Sahte Kahramanlar'ın da öyle ve diğerlerini o kadar beter yollara soktum ki ya tamamlayamadım (daha doğrusu tamamlamadım, bir şeyi tam, doğru ve mükemmel yapmayacaksam hiç yapmamam daha iyi değil mi?) ya da tamamlamasam daha iyiydi: Aceleye gelen, yarım yamalak finallerle çok iyi empati kurabiliyorum o yüzden. Ama bu sövmeyeceğim anlamına gelmiyor tabii; uyarlamaların neden uyarlandığı şeyden genelde daha kötü olduğunu da anlayabiliyorum, mantığını kavrayabiliyorum ama her seferinde ağır söverim. "Neden EpikNovel?" sorusuna gelirsek: Bu blogda yazsam keşfedilme şansını neredeyse hiç edecektim, Whatpadd zaten malum... Ufuktaki en iyi seçenek EpikNovel'di.

Bir yapımdan/eserden vaat etmediği bir şeyi talep edip sonra alamayınca sövenler var. İnsan neden bir komediden ağlatmasını, ciddi olmasını bekler mesela? Ha yeri gelince ağlatır da; hatta genelde en sağlam dramlar komedilerin içinde bulunur ama komediden bunu beklememen lazım. Sana bunu vaat etmedi ki o, alamayınca kızmanın anlamı yok. Komedi dedik oradan gidelim: Bir komediden insanın ne beklemesi lazım? Güldürmesini. Ha yan türler varsa, ne bileyim komedi-aksiyon, işte romantik komedi, komedi-bilim kurgu, komedi-tarihi* falan gibi o zaman başka şeyler de bekleyebilirsin. Bu arada bence türü romantik komedi olan bir şeyden herhangi bir şey beklemeyin, büyük çoğunluğu ne güldürüyor ne sevdiriyor (Ne lan bunun fiili? "Aşk içermek" falan gibi kulak tırmalayan bir tamlama kurmak istemedim diye çektiğim çileye bak. Akılsız başın cezasını eller çekiyor işte. Evet eller, ayağımla mı yazıyorum ben?); hatta Türkiye'de yapılanlara aksiyon gözüyle bakıp öyle izleseniz çok daha zevk alırsınız bence. RTÜK'ün ya da konuyla her kim ilgileniyorsa onun "Romantik komedi filminde muhakkak mafyalı, kaçırmalı sahneler olmalıdır." diye bir şartı mı var nedir? E, sen sana sakinlik, günlük hayat vaat eden bir şeyden aksiyon bekliyorsan sorun yapımda değil bence. Ama eser vaat ettiği şeyi vermiyorsa ta o türü icat edene kadar sövebilirsiniz, kimse "Sen haksızsın ibne. Seni kınıyorum ve sana laflar hazırladım." (Bu cümlenin nereden olduğunu bilene çatal bıçak takımı hediye ediyoruz. Aynen, Youtube'da ilk yorumu yapanlara olduğu gibi, evet.) diyemez. Bir de bir eserin/yapımın vaat ettiği şeyi vermesine kızanlar var. Konusunda/temasında erotik/erotizm olan yapıma "Çok cinsellik var be, amma sapıkça" diyen var. Arkadaşım onun olayı o zaten, neden vaat ettiği şeyi vermesine kızıyorsun ki yapımın? O tür/tema hoşuna gitmiyorsa, görmek istemiyorsan izleme/okuma/oynama/her ne şekilde tüketiyorsan onu yapma lan, başına silah dayamıyorlar ya? Ha o şey sana onu vaat etmiyorsa (veya öncelikli vaatlerinden biri o değilse) sevmedim diyebilirsin, gereksizdi diyebilirsin, istersen "Sizin senaryonuza..." diye sövebilirsin vs. Ama yapım sana bunu vermeyi vaat ediyor, vermese daha mı iyi, o zaman memnun olacak mısın?

*Komedi-tarihi yapımlar aslında genelde tarihi değil tarihsel kurgu oluyorlar ama gayet tarihi komedi de yapılabilir. Ücra bir köydeki günlük hayatı anlatıp dedikodular, söylentiler vs. ile dönemi anlatabilirsin. Mesela "Memlükler Bağdat'ı almış." diyen birine "Aldı da bana mı aldı kardeşim?" şeklinde bir yaklaşım gayet 14. Yy. Akyar'ında (Sivastopol) yaşayan birinin tepkisi olabilir. Tarihi konulu yapımların illa yöneticileri, nüfuz sahiplerini vs. anlatması gerekmiyor ki? "O dönemde o köyde öyle biri yoktu." diye yakana mı yapışacaklar? Komutanların değil sıradan askerlerin hayatını da yine bu şekilde anlatabilirsin, ha bizde tarihini sevmeyi/tarihine sahip çıkmayı götten anlayan büyük bir kitle olduğu için bizim ülkede pek mümkün değil bu askerli olan o ayrı.

Mayonezin iyisi çok iyi oluyor ama kötüsü de hiç çekilmiyor be. Ketçap -büyük ihtimalle mayoneze kıyasla daha güçlü, yoğun ve heterojen (Evet, ketçabın tadı heterojendir. Bir damlası bir damlasını tutmaz. Mayonezin heterojen olmak gibi bir şansı yoktur, aksi takdirde yağ içinde sıvı gibi saçma bir şey elde edersiniz.) bir tadı olması sebebiyle- kötüyse bile yine bir şekilde gidiyor. (İşte umami tadının faydaları.) Bir de şu var: Sarımsaklı mayonez, sade mayonezden çok daha iyi, çok daha güzel bir şey. Ranch sos da mayonezle aynı bak: Onun da iyisi mükemmel bir şey ama kötüsü hiç çekilmiyor (Allah Allah, neden acaba? Kendisi zaten teknik olarak mayonezin bir çeşidi olduğundan, baharatlı mayonez gibisinden bir şey olduğundan olmasın?) Hazır ketçap demişken: Geçenlerde az bir domates alındı eve (Kim aldı belli değil. Edilgen fiilin hikmeti işte.), yalnız domatesin tadı yok. Bakın "tadı kötü" demiyorum, "saman gibi" demiyorum, "tatsız tuzsuz" demiyorum, "Tadı az" demiyorum... Ben daha önce acı domates de yedim balık gibi kokan domates de ama bu olayda gerçek anlamda tadı yok domatesin, kelime anlamıyla "tatsız", öyle bir özellik yüklenmemiş ona. Ağzında bir şey var, hissediyorsun ama onu ağzına kendin atmamış olsan "psikolojik herhalde" dersin. Lan suyun, havanın bile tadı var (Hatta suyun tadı kaynağına ve şişelenmiş sularda markasına, havanın tadı da hava durumuna -işte yağmur, kar, sis vs.- göre değişir), taşı yalasan tadı var ama bu domateslerin yok. Laboratuvarda "Acaba gerçek anlamda tadı olmayan bir şeyin var olması mümkün mü?" diye deney yaparak elde ettiler de sonra "Mümkünmüş ama kim yiyecek bunu şimdi?" diye piyasaya mı sürdüler ne yaptılar anlamadım ki.

Yeni seriler biraz meşguliyetim olduğu zamana denk geldiğinden bu sezonun animelerine sadece en dikkat çekici bir-ikisi ve yeni sezonlar, yan serilerle vs. devam etmeye karar verdim; Jaku-chara Tomozaki-kun'u izleyeyim dedim. Şöyle bir durum var: Ana karakter hayat hakkında, özellikle de düşük statla başlayan oyuncu-yüksek statla başlayan oyuncu konusunda sonuna kadar haklı ama geri kalan konularda insanı kanser ediyor. (Laf etme hakkımı kendinde bulmam da ayrı bir ilginçlik tabii.) Bir de bu seri çıkmadan önce büyük beklenti vardı; Hikki ("Yuici olduğumu belli etmemeliyim." dedikten beş dakika sonra ben. Bu arada Yuici olsam da itiraf sahnesi efsaneydi, zaten 3. Sezonun nadir iyi sahnelerindendi o sahne.), Ayano, Oreki vs. ayarında birini bekliyordu çoğu kişi. Bu arada Ayano, Oreki ya da ilk sezon Hikki'nin parmağı olamaz (Oreki'nin belki tırnağı olabilir), novel'i okuyan biri olarak söylüyorum bunu. Zaten Ayano bana Hikki, Oreki gibi bir tat, "yalnız kral" hissi değil de daha çok "...mına ko'du'mun sosyopat haremcisi" hissi veriyor. Oreki'ye öbür çocuğa "Lan Mayaka'ya niye bakmıyo'n?" Tadında yaklaşırken kendisi Chitanda'ya bir dönüp bakmadığından benim şahsi gıcıklığım var. (Chitanda'nın "yapmak istemiyorum, uğraştırıcı" şakası efsane sahneydi bu arada, bir orada biraz umut verdi... Sonra zaten anime bitti. Hatırladığım ayrıntıyı sikeyim bu arada, kütüphane gizemini sorsanız söyleyemem.) Ama bu Tomozaki bu üçlünün tırnağı olamaz, çöp haline gelmiş, yazarın "karakter gelişimi" adı altında karakter gerilemesini bize kaktırdığı 3. Sezon Hikki'ye bile yaklaşamaz ki Ayano bile 3. Sezon Hikki'den iyidir yani. Bir sıralama yapsam (tier list, hadi bakalım. Gecenin bir yarısı nelerle uğraşıyoruz arkadaş.) 1. Sezon Hikki>Oreki=2. Sezon Hikki>Ayano>3. Sezon Hikki>Tomozaki olur. Esas kızı sevip sevmediğime bile karar veremedim (Yani, nefret ettiğim bir karakter olmayacağı belli şimdilik... Diyecektim ki aklıma Erased'daki Kayo geldi, ulan son bölümde öyle kazık atılır mı? Hoca bile kaç yıl bekledi, bir sen bekleyemedin. Neyse, sakinim.), mavili ve beyazlı iyi karakterler gibi duruyor şimdilik. Bu seriden tek isteğim ana karakter özelinde Yesterday wo Utatte'ye, genel olarak da Kanojo, Okarishimasu'a (Kesin yanlış yazdım) bağlayıp kansere neden olmaması; her iki konuda da inanılmaz bir potansiyel taşıdığını her sahneden belli ediyor çünkü. Bu arada isimlerin tam halleri şunlar: Hikigaya Hachiman, Ayanokouji Kiritaka, Oreki Houtarou. Nerelerden olduklarını da siz bulun.

Horimiya'yı izlemezsem zaten ayıp etmiş olurdum ama 2. bölüm çok hızlandırılmış ya. Hediye mevzusunu bildiğin ziplemişler, onun anime şarkısı muhabbetini uzatıp devam eden derin anlamı vardı ama tamamen basit, anlamsız bir hediyeye çevirmiş oldular onu şimdi (Hele daha sonraki bölümlerde bile şakası, göndermesi yapılan "lazer gözler" olayına hiç girmiyorum). Miyamura-Touru ikilisinin arkadaşlık süreci sallantıda kalmış. Hele Hori (Hatta Hori grubu yani Hori, Miyamura, Iura, Yuki, Touru)-Öğrenci konseyi ilişkisinin ilk kısmını verip geçmişler, millet 3. bölümde "Geçen öğrenci konseyine sövüyorduk, şimdi nasıl arkadaş oldu lan bunlar?" olacak muhtemelen. Hori-Miyamura ikilisinin iç dünyalarıyla ilgili şeyleri kırpmışlar... Ben mangayı okuyup arada atlananları bildiğim için zevk alıyorum ama mangayı okumayan biri "Bu mu lan bu kadar övdüğünüz seri?" dese haklı şimdi. Bu kadar hızlı ilerlerse baba gibi babayı görebiliriz belki, acaba onun için mi acele ediyorlar? Mangada en sevilen karakterlerden biri Kyousuke çünkü; "Buradan da popülarite toplarız." diye ona yetişmek için mi yapıyorlar ne yapıyorlar? Seslendirmeleri sevdim bu arada, Yuki'nin sesi bir tık daha ince, Remi'nin sesi bir tık (Ne tıkmış arkadaş ya) daha gevşek, Miyamura'nınki bir tık daha yavaş olabilirdi ama genel olarak mangada kafamdaki seslere aşağı yukarı uyuyorlar. (Ama Miyamura, Ishikawa'yı doğru söylüyor. O öyle olmaz.) Yalnız Sawada ne zaman gelecek ben onu merak ediyorum, Kyousuke'den önce mi geliyordu sonra mı onu bir hatırlasam... Benim mangada en sevdiğim karakterlerdendi Sawada ama ilk çıktığı kısımlarda pek sevilen bir karakter değildi. Gerçi mangaka ilk çıktıkları sahnede Sengoku ile Remi'ye de sövdürdü bizi, Touru'ya da. Yuki'yi de ilk başlarda insanların kendisine gıcık olacağı bir yola soktu... Yalnız bu hızda ilerlerlerse Yuki-dış mekan Miyamura ikilisinin ilişkisini (Yani insanların başta Yuki'ye gıcık olma sebebini) es geçip doğrudan Touru-Yuki ikilisinin ilişkisine odaklanmaları gerekecek, nasıl kotaracaklar acaba. Horimiya'nın animesi, mangasından ne kadar kesilirse kesilsin çöp olmaz, tek emin olduğum bu; ha gidip mangadan farklı bir yola girerlerse, aşk üçgeni, beşgeni gibi sokuk sokuk şeyler koymaya kalkarlarsa seriye o zaman senaristlerin insafına kalırız. Yalnız Iura'yı ilk bölümde gördük, sonra göremedik. Mangada da zaten az görünüyordu hatta "Sayfalarda olmayan Iura mı?" gibisinden dalga geçiyorlardı popülerlik anketi vs. olaylarında ama bu gelinen noktada Iura'yı birden fazla kez görmüş olmamız gerektiğinden eminim. Yalnız mangayı tekrar okuma vaktim gelmiş, "Burayı değiştirmişler mi ya?" dediğim ama emin olamadığım sahnelerle birkaç kez karşılaştım.

Hazır konu animedeyken bir şey daha deyip başka konuya geçiyorum: Yeniden "Anime çizgi film midir?" tartışması hortladı. Halbuki biz bu konuyu 2017 gibi çözmüştük diye hatırlıyorum, yeni nesil animeciler çoktan bitmiş tartışmayı yeniden başlattı lan resmen. Hayır işin ilginç yanı hem günümüzde etrafımız yetişkinlere yönelik çizgi filmlerle dolu hem de çoğu animeci aynı zamanda Amerikan çizgi filmlerini de (Özellikle CN yapımlarını ve Gravity Falls gibileri. Yetişkinlere yönelik olanları ve hedef kitlesi Geek'ler olan çizgi roman uyarlamalarını saymıyorum bile zaten.) izleyip sever, eski nesilde de böyle yeni nesilde de; niye çözülmüş konuyu hortlattı bunlar onu anlamadım. Biz dediğim gibi bir 2017 gibi "Evet." deyip konuyu kapatmıştık; ha bu cevabın şerhi ve ayrıntısı vardı ama cevap "evet" idi sonuçta.

"Turla gezmek" diye bir şey var. Rehber seni oradan oraya götürür, "Şuraya gidelim, burada çok durduk"... Falan filan. Onun adı "gezi" değil ama; "gezmek" değil onun adı. Onun adı tehcir. Onun adı zorunlu göç. Öyle gezilmez.

"Yönetmen sonunu seyirciye bırakmış." diye cümle var. Daha önce senaryo (da) yazmaya çalışmış (ama başarılı olamamış) bir insan evladı olarak bunu da deşmek, sırları aydınlatmak bana düştü (Keops Piramidi'nin şifresini çözüyor sanki pezevenk, havaya bak). Şimdi bu tür finaller ikiye ayrılır: İlki muğlak finallerdir, bunlar bilinçli tercihtir ve zaten ("Anlamadım ya ben." diyemeyenler hariç) kimse böyle bir cümle kurmaz onun hakkında. "O öyleydi, yok böyleydi!" diye birbirini yer millet. İkincisi ise bu cümleye asıl konu olan aceleye gelmiş finallerdir. Senarist artık işin içinden çıkamayınca "Alın bakalım." diye sonunu size bırakır. Ama bir gerçek var ki hem ilk tür hem ikinci tür hakkında övülmesi ya da sövülmesi gereken kişi yönetmen değil, senaristtir. Ha yönetmen senarist sonu net belirtmesine rağmen muallak çekim yaparsa sövülmesi/övülmesi gereken o olur ama bu sonunu seyirciye bırakma marifeti yönetmenin değil senaristin başının altından çıkar çünkü herif artık işin içinden çıkamaz, teslim tarihi yaklaştığından da silip tekrar yazmaya ya da yeni bir şeyler düşünmeye bir tarafları yemez, bir türlü bir şey bulamayınca da sonu seyirciye bırakıp siktir olup gider, yapımcıdan aldığı paraları yer. Tam bir "Aceleye gelmiş final" vakasıdır yani bu olay. Biliyoruz da konuşuyoruz. (Sanki her gün dünyadan ünlü yönetmenlerle oturup senaryo kritiği yapıyor aq, nereden biliyorsa artık.)

12 Ocak 2021 Salı

Genel Geçer, Normal Yazı ve Bir Düzeltme

Şu Whatsapp'ın yeni gizlilik sözleşmesi var ya hani? (O değil de bu yazıyı ne zaman yayınlayacağım belli değil, sözleşme bile değişebilir o arada.) Ona en çok itiraz eden, korkan, ne bileyim "Whatsapp'ı sildim." diyenler tuvalete gitmesini bile İnstagram'dan, Twitter'dan duyuranlar. E, senin hayatını takip etmek için Whatsapp'a ihtiyacı yok ki Mark denen hıyarın; hesabına girse görür zaten. İkincisi: Bu herif daha birkaç yıl önce bilgi satmaktan yargılanmadı mı? Whatsapp bunu zaten yapıyordu, sadece yaptığını söylemiyordu o kadar. Eskisiyle arasında tek fark var şu an: Eskiden itiraz edebilirdin, artık "Sözleşmeyi okusaydın ya mal." derler. Geçen yazdığım çip muhabbetiyle aynı bak durum, zaten bu Whatsapp sözleşmesinden*1 korkanlarla Korona aşısıyla çip takılacağını düşünenler aynı kişiler genelde. Bu arada şu aşı ve çip muhabbetine tekrar gelmek istiyorum: Lafa gelince "Biz aşı karşıtı değiliz, korona aşısı karşıtıyız." diyorlar ama argümanları, çiçek aşısı icat edildiğinden beri her aşıya karşı çıkan, her türlü aşı karşıtının argümanıyla birebir aynı. Şu aşı denen şey neymiş, nasıl ortaya çıkmış diye bir açıp okusanız aşı kavramı var olduğundan beri her yeni çıkan aşıya aynı şekilde yaklaşanlar olduğunu görürsünüz ama kime anlatıyorum ki? Konuya dönersek: Hayır yani siz Whatsapp'ı gizlilik elçisi, ne bileyim devlet sırlarının konuşulması için tasarlanmış bir uygulama falan mı sanıyordunuz da bu kadar şaşırdınız? Ulan ayrıca özel hayatına o kadar meraklıysan niye her haltı Twitter'dan, İnstagram'dan paylaşıyorsun? Şayet "Nude"*2 gibi konulardan endişeleniyorsanız, sözleşmeden önce endişelenmeniz gereken çok daha başka şeyler var demektir. Bu arada Line kullanın Line (Line Messenger); Telegram, Bip vs. diyorlar ya sagjsakasd. He, onlar çok farklı; hiç bilgileri saklamak, gerektiğinde devlete teslim etmek gibi şeyler yapmıyorlar jadgjadsgja. Telegram İncil'e, Bip Kuran'a, Line Kojiki'ye el basmış "Öyle yapmayacağız." diye ahGJAJG. Devlete teslim demişken, şu "Türkiye'de temsilcilik" muhabbeti var ya hani; en son Tiktok açtı? O bütün ülkelerde vardır ve sebebi şudur: Devlet uygulamaya "Şu, şu hesaptan böyle bir paylaşım yapmışlar; kimdir bu?" dediğinde herifin IP'si ve her türden bilgisini devlete teslim etmek için. Normalde suçla (özellikle de terör ve siber suçlarla) mücadele için ortaya konan bir şeydir ama günümüz dünyasında (Sadece Türkiye'de de değil üstelik ama bizimkilerin bunu abarttığına ve abartacağına şüphe yok) devletin hoşuna gitmeyen her şeyi susturması için yasal bir yol olarak kullanılır, bir de özelleştirilmiş reklamlar sayesinde daha çok kazanmak için -ki yeni Whatsapp sözleşmesinin olayı da bu zaten.

*1: Ki ben bir süre Whatsapp'a girmediğimden sözleşme karşıma çıktığında muhabbetlerden haberdardım, okudum; nereye kaydolursan, ne indirirsen üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri imzalatıyorlar zaten. O okumadan "Okudum ve kabul ediyorum." kısmına tıkladığınız program kurulumlarında da aşağı yukarı aynı şeyler yazıyor. Zaten günümüzde her yerden her türlü izni alabilirler, ne özel hayatı Allah aşkına ya? İnternet çağında özel hayat diye bir şey kalmadı artık, dağ başında, teknolojiden uzak yaşarsan o başka.

*2: Bu da tam bir "sik ile düşünülmüş kelime" ha. Ama bulamadıklarından -zira penis denen şey kendi çalışırken beynin çalışmasına engel olur; bende var, oradan biliyorum- ithal etmişler. "Çıplak resim/çıplak foto" dersen sapık olursun, "nude" deyince romantik oluyorsun, özlemiş sevgili oluyorsun. Sikerim böyle işi ama. (O değil ben niye bu kadar gaza geldim ki lan durduk yere?)

Bir düzeltme yapmam gerek, geçen yazı hakkında: Sümer mitolojisinde hiyerarşi ve diğerlerinin hükümdarı olarak görülen biri varmış; ama onun haricinde dediklerim doğru. Sözel (Hadis, Talmud vs.) ve geleneksel şeyler dışında -ki şu an bütün İslam dünyasına Cahiliye devri geleneklerinden bazıları İslam Hukuku olarak yutturulmuş durumda- Sümer mitolojisi ve İbrahimi dinlerde ortak olan şeylerin hepsi farklı mitolojilerde/inançlarda/kültürlerde de var. Hazır bu konuya gelmişken iki tavsiye vereyim: Birincisi beni çok ciddiye almayın, raporlu deliyim ben. İkincisi: En güvendiğiniz kaynakları bile bir araştırın, başka şeylere bakın. O yüzden ara ara araştırma konusu vs. veriyorum zaten.

Batı Medeniyeti denen şey arak üstüne kuruludur; ama sadece bu kadar olsa şu an dünyayı (fiziksel olarak olmasa da) ele geçiremezlerdi. Önce ne dediğimi açıklayacağım: Barut Çin'den, hatta ateşli silahlar da Çin'den. Kağıt ve mürekkep yine Çin'den. Onluk sistem -ki şu an dünya ordularının temel yapıtaşıdır- Hunlardan, hatta tam olarak Mete Han'dan. Matbaa da Çin'den bu arada. Bomba ya Çin'den ya da Moğollardan, tam hatırlamıyorum. Şimdi de neden bu kadar olmadıklarını: Avrupalıların, özellikle de Rönesans ile Sanayi Devrimi arasında en iyi yaptıkları şey geliştirmeydi. Kendisine gelen teknolojiye bakıyor ve onu geliştirip çok daha sorunsuz, işlevsel ve günümüzdekine yakın hale sokuyor. Yani şöyle: Şu an Türk ordusu Mete Han'ın sistemini kullanmaz, Almanların sistemini kullanır. Hakeza 1. Dünya Savaşı'nda Çin tüfekleri değil Fransız tüfekleri kullanılmıştır. Matbaa zaten Çin'deyken aslında her harf için ayrı ayrı yapılan kaşeler gibi tuhaf bir durumdaydı, günümüzdekiyle alakası yoktu. Yani şöyle oluyor: Avrupalılar, doğu medeniyetinin icatlarının üstüne çöküyor ama çökmekle kalmayıp geliştiriyor ve gerçekten eskisiyle alakasız, adeta yeni bir şey haline getiriyor. Hemen görsel koyuyoruz:

Üstteki, Çin'in orijinal ateşli silahı. Alttakiler ise Avrupa tarafından geliştirilmişe göre yapılan daha uzak versiyonlar. E şimdi ortadakini tasarlayan kişi "Bunu ben icat ettim." dese haksız mı? Bence haklı, orijinle alakası yok çünkü. Peki üsttekiyle mi dünyayı ele geçirebilirsiniz alttakiyle mi? Zamanında Moğollar yayla (evet, kılıçla değil; daha önce de dedim: Kılıç tarih boyunca daima elit askerlerin, yani şövalye, alp, yeniçeri, samuray, komutan vs. tayfasının, soylular, hükümdarlar ve zenginlerin silahı olmuştur; Moğol ordusunun esas silahları da yay ve kargıydı.) ele geçirdi be, senin doğru düzgün taktiğin ve yeterince askerin varsa sopayla bile ele geçirirsin ama konumuz bu değil tabii. Şayet Avrupa bunu böyle bıraksaydı (Onlara gelene kadar yine biraz gelişmiş, değişmişti ama konu bu da değil) bugün bütün dünya Avrupa menşeli bir medeniyete sahip olmazdı.

Kaan Boşnak'ın ifşa olması diye başlığa denk geldim Ekşi'de, aslında önceden de gelmiştim de konu bu değil şimdi. "Kim lan bu?" diye baktım, şu garip isimli gruplardan birinin solisti mi neymiş. Ama şaşıranlara bayağı şaşırdım bak. Bizim Kadıköy az ünlüsü çakma bohem kopya indie tayfası ortaya çıktığından itibaren bu kafada, bu tavırdaydı zaten. Neyine şaşırdınız ki siz bunun? Bu adamlar hep böyleydi, öyle olmadıklarını mı sanıyordunuz? Herifin kokain partisinde İnsta hikayesi atmadığına şükredin be. Hele karısına acıyanlar var ki onlara çok güldüm. Sizce evlenmeden önce ne bok olduğunu bilmeme ihtimali var mı? Görücü usulü evlendirilmediklerini varsayıyorum tabii asccvgffd. Ha bir de "Ulan bütün erkekler aynı." Muhabbeti çeviren var. Beni deneyen olmadı daha, o yüzden o "aynı" dediklerinizden olmadığımı düşünsem de bilemiyorum. Bütün erkekler böyle değil, böyle olmayana bakmıyorsunuz. Lisede öyle çok da samimi olmadığım, üç lafından biri sikmek, öbürü sokmak olan bir arkadaşım vardı; adam hiç yalnız değildi mesela. Aynı anda birden fazla sevgilisi olduğu da oldu. Ayrıca bu herif benim çevremde hem daima sevgilisi olan hem de böyle davranan tek kişiydi. Ondan sonra bütün erkekler aynı, bilmem ne. Yarrağımı aynı. Sen gidip gidip şerefsizleri buluyorsan o senin sorunundur. Ben de o zaman "Bütün kızlar zengin koca peşinde." Derim ama değiller. Bizzat benim daha önce "güzelmiş/şirinmiş"ten öte bir şeyler hissettiğim hiçbiri değildi mesela; zira para avcısı fetişim falan yok. Ama hayatınıza aldığınız herkes (olayı cinsiyet bağlamından koparmanın zamanı geldi) şerefsiz çıkıyorsa sizin şerefsiz fetişiniz var demektir. Ulan bir de erkekler şerefsiz olduğunu da nadiren saklayabilir, böyle tipleri ben de dahil çoğu erkek yolda görse yolunu değiştirir ama hiç yalnız kalmıyorlar. "Adamın alnında şerefsiz yazmıyor ya?" Çoğunlukla yazıyor. Bu arada "beni deneyen olmadı daha"lı cümleden gerisini dikkate almayın, kimse bana bakmadığından (ki haklılar, ben olsam ben de bakmam aq; hem çirkin hem ezik hem silik tipin nesine ilgi duyayım?) sinirlendim biraz.

Etrafımız dijital yayın platformlarıyla sarılmış durumda. Yanlış anlaşılmasın, bu kötü bir şey değil; bilakis iyi bir şey. Bizim ülkede internet konusunda rekabet olsaydı (Başka firmalar da TT altyapısını kullanırken "TT tekel değil artık" demeyin bana.) şu an böyle bir durumda olmazdı ülke interneti. Neyse; ama bu platformların hepsi ücretli olduğundan (E, ücretsiz olsa verini satacak. Ücretliyken bile satıyor olabilir.) insanları üç farklı yoldan birini seçmeye itiyor, tabii eğer sırf bir şeyler izlemek için her ay fatura öder gibi 80-90 TL (Kur artışıyla onun artacağı da kesin ama kur azalırsa azalacak mı orası belli değil.) ödeyebilecek bir bütçeniz yoksa ki dünya nüfusunun %80'inin yok. Bu üç farklı yol şunlar: 

1. Bir ya da ikisine ücret öde, geri kalanını korsan sitelerden izle.

2. "Ben kapitalizm karşıtıyım." ayağına her şeyi korsan sitelerden izle.

3. Sadece ücret ödediklerinle yetin ve devamlı başında reklamları, farklı platformlardaki yapımları övenleri, aklını çelmeye çalışanları falan görmezden gel; tabii öyle bir şey mümkünse.

10 Ocak 2021 Pazar

İşte, Genel İşte Ya... Neyse Ne

İki şeyi merak ediyorum: Birincisi belli bir tanınırlığı/kitlesi olup da Cambly'nin sponsorluk vermediği, reklam yaptırmadığı herhangi bir Youtuber kaldı mı? Hayır çünkü iki-üç kere yapanlar bile var, ondan soruyorum. İkincisi: Böyle yazı girişi mi olur lan?

İnanılmaz ciddi bir şeyden bahsediliyormuş gibi davranılıp boş yapılan bir tarz vardır, bildiniz mi onu? Videoda da sesli kayıtta da kullanabileceğiniz bir tarzdır kendisi. O tarzı bayağı seviyorum ben ya, güzel oluyor.

Ulan nasıl uğursuz, doğuştan cenabet bir adamsam maşallah dediğim üç gün yaşıyor be. Burada övdüğüm, "şu iyi" dediğim sonra kapanan, ne bileyim başka bir şeyler olan bir ton şey var. Bir gün liste mi yapsam diye düşündüm ama en yeni bir ikisi haricinde de hatırlamıyorum ki arkadaş, öyle hayırsızım. (O ne lan öyle? Koyu Bilal misin sen?) Hayır sadece o değil, elimi attığım yer de kuruyor, popülerliğini kaybediyor, unutuluyor vesaire... Ayaklı uğursuzluk gibi dolanıyorum lan ortalıkta, bu işe bir çözüm bulmak lazım. Aslında tekrar düşününce bayağı şanslı olup onu zorluyor da olabileceğimi fark ettim. Kafamı sivri demirlere mi vurmadım (Ondan böyle oldum herhalde), yollarda mı yuvarlanmadım, boğazıma sular mı takılmadı ("O nasıl oluyor lan?" diye sormayın, kalbinizi kırarım. Dertliyim ulan)... Hâlâ hayatta olmam nereden baksan mucize aslında.

Hani bizim kültürde "kayırıcılık" var ya? Tanıdık indirimi vesaire... Hah işte, tanıdıklara indirim/kolaylık yapmak yerine asıl onlara ters gitseydik bugün bu durumda olmazdık bence. Sadece bir fikir.

Ayar yaptırmayan mobil oyunlar çok sinirimi bozuyor. Lan bir dur, sesi kapatayım, dili değiştireyim, ayarlarımı yapayım sonra öğretirsin oyunu. Bazısı ayarlar kısmına tıklatmıyor, bazısı başlangıç şeyini halletmeden ayar menüsünü bile göstermiyor. Lan şerefsiz, ben çekmek zorunda mıyım bunu? Ana menüye ayarlar kısmını koy da ayarları yapıp başlayalım d'i' mi, it! Mal! İstemiyorum kardeşim seslendirme, az izin ver de kapatayım sesi ya.

"Bakalım ne var ne yok?" Diye müzik listeme bir baktım da bir şey dikkatimi çekti, Toaru'nun Railgun serisindeki müziklerin isim seçimi acayip iyi: "Sister's Noise", "Final Phase" falan. Tam olarak arkın olayını anlatıyor, "He bu bilim kısmında" diyorsun. Gerçi Railgun'ın müzikleri isim seçiminden bağımsız olarak Index'in müziklerinden daha iyi. Aslında sadece müzik değil Railgun'ın çoğu yeri Index'ten daha iyi; veya sinir bozucu (en azından benim sinirimi bozan) bir Touma faktörü olmadığından bana öyle geliyor. Bu arada Railgun Touma>Index Touma, net. Index'te gıcık olduğum herif Railgun'da ne zaman gözükse gaza gelip yerimde sıçradım lan. Hazır Touma demişken, animede ille de erkek ana karakter isteyen anlayamadığım bir güruh var. Eşcinsel misiniz birader*1, niye erkek karakter içermeyen anime izlemiyorsunuz lan? Mal bir erkek ana karakter olması yerine hiç olmaması daha iyi değil mi?

*1: Bu sorunun sebebi şu: Böyle diyen hiç kız görmedim, hepsi erkekti. Ve hepsi devamlı gruplarda anime kızı paylaşan insanlardı, işte bu sorunun sebebi bu.

Bilgisayarın açma düğmesi içe çökmüş. Hayır ben bilgisayarı kapattığımda düzgündü o, gece durduğu yerde mi göçtü ne oldu anlamadım ki. O değil bir de şerefsiz bilgisayar ne zaman sorun çıkarsa sınav dönemi vs. oluyor, ya azıcık öne al ya da biraz ötele Allah rızası için yav. İnternetten bakayım dedim, bu sorunu yaşayan toplam dört kişi var biri ben olmak üzere. Biri bilgisayarcıya götürmüş, bilgisayarcı bile "Bu ne lan?" demiş. Zaten şu teknoloji konusunda nerede görülmemiş, duyulmamış sorun varsa gelir beni bulur. Ondan sonra "Neden teknolojiyi sevmiyorsun?" oluyor. Benim teknolojiyle bir sorunum yok kardeşim, asıl o beni sevmiyor. Biraz telefonla takılıyordum, aslında iyi oldu. Bilgisayarda onca hengamede Genshin'de (Genshin Impact) pek ilerleyememiştim, şimdi epey ilerledim; sanki çok gerekliymiş, yeterince başıma iş açan fikrim yokmuş gibi yeni bir fikir de buldum Genshin'de ilerlerken. Eski bilgisayarlardan birini kullanıyorum şu an idareten, klavye alışkanlığı nedeniyle harfler karışıyor ve bilgisayarın sesinden bilgisayarın sesini duyamıyorum, bir de renkler konusunda bir sıkıntı var ama idare ediyoruz. Bilgisayarın sesinden bilgisayarın sesini duyamamak şöyle oluyor: Fanların sesinden videoların sesini duyamıyorum, böylece de bilgisayarın sesinden bilgisayarın sesini duyamıyor oluyorum.

En sinir olduğum şeylerden biri de ütü zorunluluğu. Ütüleyen ütülesin bana ne de ben niye millet ütülüyor diye böyle çağdışı bir uygulama yapmaya maruz bırakılıyorum kardeşim? Ütü dediğin şey bilmem kaç bin yıl önce sıcak taşlarla kıyafetleri düzlemek olarak ortaya çıktığında gerekliydi: Kıyafetlerin aralarındaki parazitlerin yuvalarını bozuyor, nemli kalan yerleri kurutup küf ve mantar (hayır küf de mantar aslında, niye böyle ayırıyoruz ki bunu?) oluşumunu engelliyordu. O zaman gerekliydi ama şimdi değil. Her siki "Artık gereksiz." Diye tarihe gömerken 19. Yy.dan beri hiç gerekli olmamış şu uygulama neden hâlâ zorunluluk? Hoş bana kalsa zaten 12. Yy. Türkmen dervişiyle hippi arası -ama hippiye daha yakın- bir çizgide sürdürürüm hayatımı, azıcık kıyafet, kafana estiği gibi hareket etmek, "doğa bizim arazimizdir." yaklaşımı, kişisel üretim, boş gezentilik, gerekirse bulduğunu ye (hippiye daha yakın dedim ama), olabildiğince az teknoloji (istenmediğim yerde durmam), gerektiği kadar mobilya vesaire... Şöyle eski model, artık pek üretilmeyen (Spn etkisi olsa gerek bence 67 Impala'lar bayağı güzel, "hippie van" olarak nam salmış VW T2'ler de çok güzel), ucuz yollu bir araba alıp üstünü sprey boyayla çiçek böcek desenlerine boyamak ve o aracı bir dağın başında kenara çekip günbatımına karşı soğuktan titreyerek bir şeyler içmek ("Bir şeyler" dedim bak. Su bile olabilir o) gibi bir arzumun oluşu da bu konuyla mı ilgili yoksa şahsi manyaklığımdan mı onu da merak etmiyor değilim hani. Tabii çizginin kendisinden bağımsız olarak hizip dışı tasavvurlarım da var: Mesela mobilya sevmem ama dekorasyon objesi severim, böyle de cins bir insan evladıyım. Bana koltuk verme, biblo ver. Ekonomiyi de toplumu da sikeyim bu arada, toplumun varlığı içine dahil olan bireylere yardım içindir*1, bana köstek olmaktan başka bir şey yapmadı. Yapmadı da bu ütü denen şey benden bağımsız olarak çağdışı ve gereksiz bir uygulama, yapın istiyorsanız da başkasını mecbur bırakmayın.

*1: Devletin varlığı da hakeza içindeki topluluklara koruma ve yarar sağlamak içindir, tersi olduğu durumlarda muhakkak isyan çıkar ki tarih boyunca da devletler ile baştakiler amaçlarını unuttuğu her seferde çıkmıştır.

Geçen bir şey için bir kelimenin eş anlamlısı lazım oldu ve TDK'nin işini yapmadığına dair bir örnekle karşılaştım. Deneğimiz "Sapık" kelimesi. Nedir TDK'de tanımı bunun? Şudur:

1. sıfat Tavır ve davranışları normal olmayan veya geleneklerden, törelerden ayrılan, anormal (kimse), gayritabii, anormal:

      Sapık düşünce.

2. sıfat Delice davranışları olan, meczup.

E, iyi de... Günümüzde "Sapık" kelimesi bu anlamda kullanılmıyor ki? Bu, yine sapık gibi sap-(mak) kökünden gelen (hatta tam olarak sap-gin biçiminde birleşen) "Sapkın" sözünün anlamı? Kelimenin anlamı değişti, değiştirsenize şu tanımı? "Belki 'cinsel sapık' için kullanım anlamını yazmışlardır." Diye baktım ama o da çok uç bir tanıma işaret ediyor, yine kullanım anlamında değil. Ondan sonra "Niye TDK'yi takmıyorsun?" Niye takayım lan? Adı üstünde "birleşik kelime" olan şeyleri bile ayrı ayrı yazdırıyorlar, ben kendi imlama bakarım. Daha kelimenin değişen anlamını sözlüğe koymayıp bin yıl önce ilk çıktığı zamanlardaki anlamını koyan kuruma neden güveneyim? Alayını dile zarar vermekten müebbet hapse çarptırmak lazım bu kurumdaki görevlilerin.

"Neler neler yaşamışız ülke olarak?" diye bir gözden geçireyim dedim de bayağı bir şey var. Başka ülkelerde 100 yılda olan hareketlilik bizde 20 yılda olmuş. İlk aklıma gelen örnek, ben sonlarına yetişsem ve daha ziyade ardıl muhabbetleri, süregelen etkileri hatırlasam da satanizm muhabbetleri. Koskoca ülkeye "kedi kesmek", ne bileyim "kurbanlık kedi" gibi daha önceden akla hayale gelmeyecek tamlamalar kazandırdı. Sonrasında emolar vardı, nereye gittiler, ne yaptılar belli değil. Zaman zaman patlayan onca videoya hiç girmiyorum: "Okuyom ben yaa", "Artiz ne arar la bazarda", "Beyin bedava", daha neler neler. Kene muhabbeti vardı bak, kuş gribiyle domuz gribi bütün dünyanın gündemiydi ama kene işini bizden başka pek umursayan olmadı diye hatırlıyorum.

Bak mesela ilginçtir, Osmanlı'nın günümüzde en az sevilen, en çok eleştirilen padişahlarından olan Yavuz aslında günümüz için (özellikle de milliyetçiler ile ülkücüler için) oldukça ideal bir hükümdar olarak yaşamıştır. "Astığım astık, kestiğim kestik" tavrından dolayı sevilmez pek, bir de Osmanlı hanedanını ve halkını sünnileştirmesi sebebiyle. Halkın sünnileştirilmesi hakkında şu var: Yavuz'un döneminde bile Yörükler ve Anadolu Türkmenlerinin çoğu hâlâ eski inançlar üzerineydi, Müslüman olanların ise büyük çoğunluğu ya Alevi'ydi ya da Yesevî vs. gibi Orta Asya'dan kalma mezheplere/tarikatlara bağlıydı. Hanedana gelince: Önceden de sünniydi hanedan ama lafa gelince sünniydi sadece, en basitinden Orhan Bey, "Biz bu devleti resmen ilan etmek, bağımsız olmak isteriz." diye Hace Bektaş Veli'den icazet almıştır (Bu arada evet, Osmanlı olarak adlandırılan devlet Osman Bey değil Orhan Bey zamanında resmi ve bağımsız bir devlet oldu; kuruluşu da Ertuğrul Bey döneminde esasen, Osman Bey resmen üstüne çökmüş hanedanın). Aslında Yavuz'un hanedanı (ve halkı) sünnileştirmesi muhtemelen Şah İsmail'e ve onun Anadolu'daki faaliyetlerine (Batı'da Yavuz Tengriciler ile Alevileri Sünnileştiriyorken doğuda Şah İsmail Tengriciler ile Türk İslamı üzere olanları Şiileştiriyor/Alevileştiriyordu) sinirli ve çok düşünülmemiş bir tepki olarak çıkmıştı muhtemelen zira Yavuz kendisi pek öyle "Sahabelerden el almış ehl-i sünnet alimi" tavrında yaşayan bir insan da değildi. Hanedanın asıl mezhebi olan Türk İslamı'nı (Bu şöyle bir şeydir: Görünüşte Sünniliktir ama ne Sünnilik ne Aleviliktir, her ikisinden de izi vardır, ayrıca neredeyse tamamen Tengricilik'ten kalma adetlerle ilerler. En basitinden mezar taşı ve mezarlık geleneklerimiz bile tamamen Tengricilik'ten İslam'a geçirdiğimiz bir şeydir. Günümüzde mezhebini Sünni olarak gören çoğu Türk/Türkiyeli de aslında bu mezhep üzerindedir, bin yıl önce de öyleydi zaten.) sürdürüyordu, bunu Kanuni de sürdürdü, ardılları da. Adı "Abdül" ile başlayan padişahlara dek sürdü bu durum (Hatta Batılılaşma hareketleri sonrasında Selefilik ile Hanefiliğin kırması tuhaf bir hale gelmiş hanedan yeniden eski mezhebine döndü). Peki, bu ikisi dışında günümüz için (özellikle de milliyetçiler için) ideal hükümdar olma sebebi ne? Öncelikle, Yavuz çok eşli biri değildi ve yabancı kadınlar yerine bir Türk ile (Hatta tam olarak Kırım-Tatar prensesiyle) evlenmişti*. Ayrıca kendisi basiretsiz babası Sofu Beyazıt'ı (Fatih'in tablolarını saraydan attıracak kadar kafayı kırmış, adeta IŞİD militanından hallice biriydi kendisi) tehdit ederek tahta geçmiş bir insandır, döneminde "Lan bir dur, azıcık barış halinde kalalım." diye yaklaşılan Fatih'in (Bak bu da ilginç bir ayrıntı: Günümüzde Osmanlı'dan nefret edenlerin bile sevdiği Fatih Sultan Mehmet, kendi döneminde pek sevilmezdi.) bile böyle bir şey yapmaya maçası yemediğini hatırlatırım. Gerçi onun babası Koca Murat gayet iyi bir yönetici ve gerektiğinde "Kut bizden alındı." (Türk İslamı konusuna dönüyoruz) deyip tahttan kendi rızasıyla inme büyüklüğünü gösteren biriydi. Ayrıca Yavuz, Çin'e "Türklere laga luga yapıyormuşsunuz, yaptırmam!" şeklinde nota vermiş bir insandır. Yalnız danışmanlarından biri "Sultanım o diyarlardan göçeli kaç yıl olmuş, zaten orada kalanlar da zamanında Moğol keferesiyle birlik olup bize saldıranların torunları. Ne Çin'i ne uyarısı Allah aşkına?" demeyi düşünmüş müdür, onu da merak ettim şimdi. Demediğinden eminim zira Yavuz'a böyle bir şeyi söylemeye kalkan herhangi biri lafını bitiremeden kellesini elinde bulurdu büyük ihtimalle -üstüne eşinin de Cengiz Han'la kan bağı olmasına hiç girmiyorum. Giray Hanedanı Cengiz Han'ın soyundan gelen yarı Tatar yarı Moğol bir hanedandır, zaten Cengizlilerin ardılı olan Orta Asya Türk devletlerinin neredeyse tamamının yönetici hanedanı yarı Moğol yarı Türk'tür. Emir Timur, Cengiz Han soyundan gelmediğinden kendine Timur Han diyememiş*1, onun yerine aslında veziri olan ve soyunu Cengiz Han'a dayandırabilen birine Han unvanı verip onu devletin hükümdarı gibi göstermiştir. Ek olarak Osmanlı hanedanının varisleri de Giray Hanedanı idi yani Osmanoğulları hanedanının soyu tükenirse devletin başına Kırım hanları geçecekti ki bunda Yavuz'un parmağı var mı onu merak ettim şimdi. Hayır varsa adam bildiğin hanımcı profili çiziyor şu an çünkü (Ki bence bu kötü bir şey değil). Bu arada bu kadar Türk İslamı vs. demişken milli aidiyetin modern çağlara, hatta bırak 100 yıl önceyi, en fazla 50-60 yıl önceye dek kana göre değil kültür, dil ve toplulukların kendi beyanına göre şekillendiğini hatırlatırım (Zaten aksi olsa şu an Tatarlardan tut Özbeklere Asya Kıpçaklarının alayının kendisine ya Moğol ya da Türk-Moğol demesi gerekirdi). Daha önce bu konuda ayrıntılı yazdım, tekrar açıklamayacağım; sadece şu durum var: İki yüz yıl önce biri Türkçe konuşuyor, Türk olduğunu söylüyor ve Türk töresi/geleneği üzerine yaşıyorsa kimse "Senin dedenin adı Pavlus değil mi kavat?" şeklinde yaklaşmıyordu o kişiye. Aynısı Moğol, Japon, Çinli, Hintli, Pers, Arap, Alman, Frenk/Fransız, İngiliz, Yunan, Yahudi gibi aklınıza gelebilecek bütün milletler için geçerliydi. Ha Yahudilikte kültürün en önemli ve ayrılmaz parçası inanç olduğundan bazı kısımlarda bu adetten daha uzaklaştıkları ya da daha yaklaştıkları kısımlar da oldu. Daha önce bu konudan bahsederken bir sürü örnek verdim ama oldukça basit bir örnek aklıma geldi şimdi: Zamanın Polonya Yahudilerinin, dolayısıyla şimdi İsrail Yahudilerinin önemli bir kısmı Hazar (Hazar Kağanlığı. Hani şu Musevi olan Göktürk devleti? Bu arada evet, Hazar Kağanlığı Göktürk Devleti'nin uç beyliği olarak kurulmuş, Göktürk Kağanlığı yıkılınca da bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir.) kökenine sahiptir belli bir yerde. Peki bu onları ne yapar? İbranice konuştukları, Yahudi töresi/geleneği/inancı üzerine oldukları ve kendilerine Yahudi dediklerine bakarsak insanlığın en eski ve günümüzde neden sikik biçimde değiştiği belli olmayan algısına göre Yahudi yapar. Günümüz algısına göreyse ne oldukları belli değildir. O değil de ben basit, önemsiz bir örnek vermek istemiştim ama Türkiye Cumhuriyeti'nin mevcut siyasi tablosunda bayağı vurucu oldu. Ben insanları galeyana getirebilecek bir örnek vermek istememiştim ki lan.

*1: Orta Asya töresinde başlangıçta kendine "Han" diyebilmek için soyunu ya Alp er Tunga ya da Oğuz Kağan'a dayandırma zorunluluğu vardı, hatta Selçuklular hem Kınık boyu üzerinden Oğuz Kağan'a hem de ayrı bir soyağacı üzerinden Afrasiyab yani Alp er Tunga'ya dayandırırlardı soylarını. Gerçi Kaşgarlı Mahmut, Oğuz Kağan'ın soyunu da Afrasiyab'a bağlar. Cengizlilerin ardından bu ya Cengiz Han ya da Oğuz Kağan haline gelmiştir.

*Bu arada yeri gelmişken: Osmanlı'ya, Osmanlı'nın dönemlerine ve her padişahın tek tek şahsiyetlerine birçok eleştiri yapılabilir ama "Hep yabancı kadınlarla evlendiler, hanedan Türklüğünü yitirdi." gibi malca bir eleştiri daha görmedim. Arkadaşım, o dönemde bir hükümdarın siyasi evlilikten başka çok bir şansı yoktu; eh, söz konusu bir kral veya kralın oğlu olunca da kendi beylerinden/lordlarından birinin değil başka bir kralın kızıyla evleniyordu. 1. Dünya Savaşı sırasında birbirine dalan Avrupa devletlerinin krallarının alayı kuzen, yeğen bilmem neydi, hatta kardeş olan bile vardı. Bildiğin aile içi kavgaydı lan 1. Dünya savaşı sonradan Amerika, Osmanlı, çeşitli Asya ülkeleri vs. dahil olmasaydı (Evet, Osmanlı da 1. Dünya Savaşı'na sonradan, hatta zoraki dahil olmuştur). Bir Cengiz Han, Yavuz vs. gibi birkaç istisna var işte. Gerçi Cengiz Han'ın eşi (yasal ve çocukları varis olabilen eşi tabii, adamda nasıl bir libido olduğunu bilen bilir) Börte Üjin**, Orta Asya Göçebesi'ydi ama kuzey obalarından birinden geliyordu; Yakut/Saka mı, Kalmık mı, Tuva/Duha mı, Yupik mi, Çukçi mi, Olhonut mu ne olduğu belli değil onun da. (Üstteki, yıldızsız paragrafı sonuna kadar okursanız direkt "Moğol" deyip geçer, böyle salak salak düşüncelerde boğulmazsınız.) Bu diğer hiçbir halkın kendi hanedanı üzerinden yapmadığı bir tartışma olduğundan (İngiltere'yi yıllarca önce Fransızlar, sonra Almanlar yönetti hem de bunlar kendi dillerini konuşuyor, kendi kültürlerini sürdürüyorlardı ama hiçbir İngiliz'in kendi kraliyet ailesine böyle yaklaştığını sanmıyorum; günümüz İngiliz kraliyet ailesi de büyük oranda Alman kökenlidir, az bir İngiliz kökenleri vardır ama kendilerine ya da Britanya halkına sorsan kraliyet ailesinin İngiliz olduğunu söylerler.) Türk tarihinden örneklerle bunun neden dünyanın en malca eleştirisi olduğunu açıklayacağım: Mete Han'ın üvey annesi Çinliydi mesela. Kendi eşi de keza Çinliydi. Bak, Mete Han diyorum. Alp er Tunga Türklerin ilk hakanıdır ama o sadece bir boy devletinin hükümdarıydı (Yani Türklerin değil sadece İskitlerin hakanıydı), Mete Han ise gerçek anlamda Türkleri tek devlet altında toplayan ilk kişidir*1; kendisi sadece Hunların değil, genel olarak Türklerin hakanıdır yani. Babası sadece Hunların hakanıydı, basit bir örnek olarak; Hunlar bir boydur bu arada, Hun Devleti içindeki halklara verilen genel isim değildir (Yani başlangıçta değildi); Hun Devleti yöneticileri Hun boyundandır.

*1: İşin yarısından fazlasını babası Teoman'ın -ki gerçek adı ya Tuman ya da Tümen'di bu adamın- yaptığı gerçeğinin konuyla bir ilgisi yok zira kendisi bir yerden sonra Çin kuklası haline gelmişti, Mete Han kendisini öldürüp tahta çıkmasaydı şu an Türk tarihi diye bir şey yoktu muhtemelen. Ha evet, Mete Han tahta babasını okla vurup çıkmıştır; Attila ağabeyini öldürdükten sonra Avrupa'nın üstüne çökmüştür, Osman Bey amcası Dündar Bey'i "Ava gidelim." diye çağırıp vurarak tahta geçmiştir vesaire. "Kardeş katli fermanı ne be, bildiğin cinayete teşvik!" kafasında olanlara duyurulur: O ferman halihazırda olan ve olmaya da devam edecek durumun meşruluğunu ilan etmekten başka bir şey yapmamıştır. Tabii Osmanoğulları hanedanı bu konuyu abartıp saçmalık ve zulüm boyutuna getirmiştir, orası doğru.

**: Üjin: Kraliçe; Türkçede İçe/Ece denir, İçe kelime eki olarak (Kraliçe, Tanrıça vs.) Ece özel isim olarak hâlâ yaşamaktadır; ek olarak Altay mitolojisinde İçey/Eçey/Ece/Eşe (Lehçeden lehçeye fark ediyor tabii), Havva'ya verilen isimdir. Bu arada Semavi dinlere "Sümer kökenli Ortadoğu dini" diyenler has Tengrici olup günümüzde "Modernleştirilmiş Tengricilik" denebilecek Burhancılık'a inanan Altay Türklerinin yaratılış destanını bir okuyup Törünge/Elley denen ve çamurdan yaratılan Adem ile Ece denen Havva'yı, Erlik Han'ın bu ikisine meyve yedirdikten sonra Tengri'nin onları huzurundan kovmasını, Ece'ye bunun cezası olarak doğum sancısı vermesini görse ne yapacak çok merak ediyorum. Bu arada şu "Sümer kökenli din" muhabbetini yapanların açıp iki satır Sümer mitolojisi okumadığı o kadar belli ki. Birkaç kelime kökeni ve zaten dini değil kültürel olan bir iki adet/tören dışında hiçbir ilgisi alakası yok İbrahimi dinler ile Sümer mitolojisinin. Hatta Yunan mitolojisi bile İbrahimi dinlere Sümer mitolojisinden daha çok benziyor. Sümer mitolojisinde "Diğerlerinden üstün olan, diğerlerinin hükümdarı/yöneticisi" olarak anılan herhangi bir tanrı yok; hemen herkes eşit. Nerede var? Yunan mitolojisinde, zaten isimlerin farklı olması dışında Yunan mitolojisiyle arasında herhangi bir fark olmayan Roma mitolojisinde ve İskandinav mitolojisinde. Hele Tengricilik'te Gökteñri haricindeki tanrılar (Zaten bunlara Tengricilikte "Tın/Tin" yani "Ruh" denir, Türk-Moğol şamanizminde tanrılara dönüşürler. Halk daha çok Türk-Moğol Şamanizmi üzerine, hanedanlar daha çok Tengricilik üzerine olmuşlardır tarihte; bu İslam'a geçişte de kendini gösterir. Yönetim kademeleri daha hızlı İslamlaşırken halk çoğunlukla eski inançlarında inat etmiştir. Yukarıda, Yavuz'un dönemine kadar hâlâ eski inançlar üzerine olanlardan bahsettim ya? İşte onların yönetim kademeleri Müslüman'dı çoğunlukla) bildiğin İbrahimi dinlerdeki (Daha çok Hristiyanlıktaki) melekler gibidir, onun tarafından yaratılmışlardır ve onun tarafından görevlendirildikleri işleri yaparlar. (Erlik Han hariç ki o zaten huzurdan kovulmuştur, tıpkı İbrahimi dinlerdeki Şeytan gibi). Sümer inancında namaz var mı? Yok. Günümüzde hangi inançlarda var? Musevilik, bazı Hristiyan mezhepleri (Örn. Süryani Ortodoks Kilisesi), İslam ve Bahailik. Bir de Sabiilik'te varmış ama günümüzde hiç Sabii olmadığından bu kişilerin tam olarak neye inandığını bile sadece diğer inançların kaynaklarından öğrenebiliyoruz. Gerçi Kuran (ve İslam kaynakları) dışında bu kelimenin geçtiği yer de yok ama bazıları Yahudi ve Hristiyan kaynaklarında geçen ve Musevilik ile Hristiyanlık arası bir dine inanan şimdi adını unuttuğum bir halkın Sabiiler ile aynı halk olduğunu söylüyor, bazı İslam kaynakları da Sabiilerin yıldızlara taptığını ve kuzeye, daha doğrusu Kutup Yıldızı'na dönerek namaza durduğunu belirtiyor/iddia ediyor. En eski nerede var peki? Mecusilikte. Nedir Mecusilik? Bilinen/kaydedilen en eski tektanrılı din (Daha çok düalist bir anlayışı var aslında ama yine de tektanrılı din olarak sayılıyor). Hatta Mecusiliğin peygamberi olan Zerdüşt'ü Hz. İbrahim ile aynı kişi olarak görenler bile var (Hem coğrafya hem de ateşe atılma kıssasından olsa gerek). Oruç şekli, kuralları vs. değişse de neredeyse bütün inançlarda/mitolojilerde olduğu için onu hiç saymıyorum bile. Ha, aklıma gelmişken: Türkçede İslami terimlerin çoğunlukla Arapça değil Farsça olmasının (Namaz, oruç bu ikisi Farsça en basitinden) iki sebebi vardır: Biri Türklerin İslam'ı ilk olarak Araplar yerine Perslerden öğrenmeye başlamaları, ikincisi de bu terimlerin Uygurların yönetici hanedanının Maniheist olduğu dönemde Türkçeye giriş yapmış olması. Maniheizm için de Budizm ve Mecusilik'in karıştırılıp üstüne biraz da Hristiyanlık ve Gnostizm sosu dökülen bir inanç sistemi olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Maniheizm kurucusu Mani ile birlikte Buda, Zerdüşt ve Hz. İsa'yı da peygamber kabul ettiğinden ve bunların yolları hakkında İslami itikattaki gibi "Tahrif edilmiştir" fetvası vermediğinden inancın kendisi bu dediğimi inkar etmez. Kurban da yine hemen hemen bütün inançlarda olduğundan, et yemenin neredeyse yasak olduğu Budizm ve gerçekten tamamen yasak olduğu Maniheizm'de bile kurban anlayışı olduğundan bunu da geçiyoruz. Domuz yasağı? Musevilikte ve İslam'da var, aslında Hristiyanlıkta da var ama günümüzün yaygın mezheplerinde kaldırılmış olarak geçiyor; Yedinci Gün Adventistleri ve Etiyopya Kilisesi gibi hâlâ olan mezhepler de var ama. Makedon Ortodoks Kilisesi ise domuz etini "Gerekli" diye sınıflamış ki bunda muhtemelen o bölgede hem bolca Hristiyan hem de bolca Müslüman olduğundan kim kim (E malum, Balkan halkları İslam'ı çoğunlukla Türklerden öğrendiğinden Türk İslamı üzereler; dolayısıyla adam içki içiyor, namazı cumadan cumaya kılıyor ama domuz eti yemiyor.) anlaşılsın gibisinden bir düşüncenin payı var. Sümerler özel günlerde, festivallerde yerlerdi. Ayrıca Orta Asya'nın göçebe halkları eski inançlarında da domuz yemezdi (Gerçi bu inançla değil kültürle ilgili bir şeydi), Sümerler gibi festivalde de değil; bayağı direkt domuza "Pis lan bu, yenmez." şeklinde yaklaşırlardı. İskoçlar da uzun süre yemediler, dağlık bölgelerde yaşayan İskoçlar Hristiyan oldukları halde yakın çağlara kadar yemezdi. Bu durumda Semavi dinlerdeki domuz eti yasağını illa başka bir inancın/kültürün/mitolojisinin etkisine bağlayacaksak Tengricilik'i veya Kelt paganizmini seçmemiz Sümer mitolojisini seçmemizden çok daha mantıklı bir hareket olur. Bu arada dikkatinizi çekerim, hiç bir şey hakkında "Öyle değil lan o." ya da "Sen nasıl böyle bir şey dersin?" demedim; kitaptan ya da internetten okuyabileceğiniz bilgileri veriyorum konu hakkında. Bunu ister dinlerin aynı kökten gelmesine, ister kültürel etkileşime, ister uzaylılara bağlayın beni ilgilendirmiyor; ben sadece nesnel durumu söylüyorum, yargı belirtmiyorum. Tek istediğim eğer bir şeyi iddia edecekseniz, savunacaksanız, inanacaksanız o şey kendi özünde kendisiyle çelişmesin, sonra ben sizin beyin siken zırvalarınızı internette görüp delleniyorum çünkü. Bu dediğim herkes için geçerli bu arada: Bizim memlekette inanan da inanmayan da sığır olduğundan tartışmalarda iki taraf da kafayı yedirtiyor insana, alayını hortumla dövüp "Bir susun lan." diyesi geliyor insanın. Bak yukarıda domuz eti yasağı hakkında da dediğim bu: İster inan ister inanma, ister Tanrı'dan ister insandan geldiğini düşün ama bari benzer/aynı olan yerden geldiğini düşün; sırf coğrafya yakın diye alakasız benzerlikler kurma. Sümerlerden gelseydi kurban bayramında domuz kurbanı geleneği, diğer zamanlarda yasak olmaz mıydı sence de? Sümerlerde öyle işliyor çünkü. Şu beyninizi kullanın azıcık ya. Mesela Hz. İbrahim koyun çobanı olduğundan Musevilik ve İslam'da domuz eti yasağı olduğunu söyleyen biri vardı, bu beyin kullanılarak oluşturulmuş bir fikir, bak? "Saçmalama" dedirtmiyor, kulağa mantıklı geliyor. Peki başka ne var Sümer mitolojisinde? Ziggurat var mesela. Ziggurata en yakın şey başka nerelerde var? Mısır mitolojisi, eğer çerçeveyi Ortadoğu olarak daraltacaksak. Daraltmazsak? Çin'de var ama hangi inançtan hangi millet yapmış bir anlaşamadılar, bir de Amerika kıtasında, İnkalarda, Mayalarda falan var. Eeee, bunların hepsi çoktanrıcı inançlar ama? Hiçbirinde de namaz falan da yok? Peki hiç mi benzer/ortak nokta yok? Var: Mesela tufan var. Ama tufan da sadece İbrahimi dinler ve Sümer mitolojisinde yok. Türk-Moğol mitolojisinde de "Taşkın" denen bir anlatı var, hatta bu anlatının baş kahramanı da "Nama" denen, özellikle de Tevrat'taki Hz. Nuh tasvirinin neredeyse aynısı olan biri. Sonra Babil mitolojisinde de tufan var. Hatta Antik Yunan'da yazılan bazı tarih kitaplarında da tufan var, Maya mitolojisinde de var; Zuni denen yerli Amerikan kabilesinde de var, Mısır mitolojisinde de var, yine Hint mitolojisinde de Hz. Nuh tasvirinin neredeyse birebiri olan Manu var, Kelt mitolojisinde de var, Çin mitolojisinde de var. Özetle: İbrahimi dinlerin Sümer kökenli olduğuna kanıt olarak sunulan benzerliklerin hiçbiri Sümer mitolojisine özgü değil, alayı neredeyse bütün kültürlerde/inançlarda/mitolojilerde -hem de çoğunda, özellikle de Kelt mitolojisi ile Tengricilikte, İbrahimi dinlere Sümer mitolojisinden çok daha benzer bir halde- var. "E, olamaz mı? Sümer kökenli olması imkansız mı?" derseniz: Olabilir elbet (Ha bence olamaz zira itikadım reddiye veriyor ama bu inancın bana dayatması, konuyla pek bir ilgisi yok); ama kanıt diye sunduğunuz şeylerin hiçbiri kanıt değil.

Bak hazır Türk İslamı falan demişken gerçi eski bir açıklama ama "Halay dinimizde yok." diye açıklama gördüm. Ulan, zaten hangi dinde var ki? Ayrıca niye olsun, ibadet mi lan bu? Ona bakarsan İslam'da kırkı çıkmak gibi kavramlar, ölü mevlidi, hatta mezar taşı bile yok; bu üçü de Türk İslamı'na özgü, tamamı Tengricilik'ten kalma adetler. Ölü mevlidi hele bildiğin Yuğ töreninin İslamlaştırılmış versiyonudur. Bak ilginçtir, İslam'da kimin cennete kimin cehenneme gidebileceğine Allah'tan başkasının karar verebileceği de yok hem de kitapta ayetle sabit olarak yok (Bakara/111, Nisa/123, Araf/49, Meryem/63, Hadid/14) ama böyle kendi hoşuna gitmeyen her şeye haram, günah fetvası veren, Türk İslamı desen Türk İslamı değil Sünni desen Sünni değil Selefi desen Selefi değil Şii veya Alevi (Bak şimdi aklıma geldi, Türk İslamı dediğim şeye Türk Sünniliği, Aleviliğe Türk Şiiliği denebilir gayet) olduğunu ima etsen yedi ceddine sövmüşsün gibi davrandığından o da değil tuhaf yollar tutan hocalar millete cennetten arsa satıp sevmediği herkesi cehenneme tıkmayı pek seviyor nedense. Bu kendine "hoca" demekten utanmayan zevata da Tevbe/63'ü hediye ediyorum. Bu arada "Dinimiz" dediğin nedir? Hayır çünkü Kuran'da Hz. İbrahim'den itibaren bütün inançlar, Musevilik ve Hristiyanlık da dahil, "Hak din, esas din, Kuran dini" olarak tanımlanıyor da ondan sordum (Bakara/135-140, Ali İmran/65-67). Ayrıca başka ayetlerde kafir denen Musevi, Hristiyan, Mecusi, hatta Müşrikler hakkında bile "Onlara cehennemlik demeyin, onların hükmünü ancak Allah verir." şeklinde ayet var (Maide/18, Maide/44, Hac/17, Nisa/123, Bakara/111; Beyyine/6'da "Ehl-i Kitap'tan ve Müşriklerden kafir olanlar" deniyor, yani bırak Musevi ve Hristiyanları müşriklerin bile tamamı kafir kapsamına alınmıyor; hatta Müslüman olmanın cennetlik olmaya yetmediğine dair bir ayet de var: Taha/74. Bakara/62 ve Maide/69'da da Musevi ve Hristiyanlar arasından kafir değil de mümin olanların -ki başka ayetlerde, mesela Tevbe/30'da, bunların hangisinin kafir hangisinin mümin olduğu da belirtiliyor- cennetlik olduğu söyleniyor) ama bizim ateistler "Günahkarsın ama Müslümansın, Cennet./İyi birisin ama Hristiyansın, Cehennem." şeklinde karikatürler çizmekte beis görmüyorlar. Bari neye inanmadığını bil dingil. Gerçi genel bir davarlık var bizim memlekette yukarıda da söylediğim gibi, ne inanan neye inandığını biliyor ne de inanmayan neye inanmadığını. Bak ilginçtir, ne Kuran ne İncil(ler) ne de Tanah'ta (Tevrat'ın geliştirilmiş/genişletilmiş ve Zebur ile birleştirilmiş hali oluyor kendisi, İbrani İncili de denir; Hristiyanlar Ahd-i Atik/Eski Ahit der) evrime karşı gelen, "O öyle değil." diyen tek bir ayet yoktur; insanın yaratılışıyla ilgili kısımlar da ruhani bir yaratılış olarak, hatta "ilk insan" değil "ilk hükümdar" olarak bile yorumlanabilir; yani bizim hem inananların hem de inanmayanların sandığının aksine evrim teorisi inançla çelişmez. Ha tabii "Ulan o dönemlerde evrim bırak teoriyi, deneyi fikir olarak bile yoktu; neden kitapta reddi olsun?" derseniz "Sen de haklısın." der susarım.

Hani şu Exxen'de kayıt iptali yokmuş ya? Var ya o konuda kasıt olmadığına hemen hemen eminim. Kesin "Çok para harcadık zaten." mantığıyla iki kuruş verip programcı tutmak yerine bir tanıdığın tanıdığına falan yaptırdı, o da işi savsakladı haliyle. Bu arada Acun'a gönüllü denek olmak için hevesli amma insan varmış lan, azıcık bir bekleyin, sorun çıkıyor mu, ne oluyor gözlemleyin ondan sonra kayıt olun.

Tamamen alakasız bir şey izlerken kendimi ana karaktere "Öpsene lan kızı" diye bağırırken buldum. Durup dururken değil tabii, sahne onu yapmasına müsait bir sahneydi. Vay arkadaş, demek kendi sevgilisi olmayan çöpçatanların olayı buymuş; kendilerinden umudu kestiklerinden millete sarıyorlarmış. Ben "Terzi kendi söküğünü dikemez" üzere olduklarını düşünüyordum, meğer "Ulan bizden bir cacık olacağı yok, bari şunlar benim gibi olmasın." kafasındalarmış.

4 Ocak 2021 Pazartesi

Ejderha ve Mühür ~ 30. Bölüm: Final ~ Birinci Perdenin Sonu

Diğer Bölümler İçin

Kapıyı açtığımda karşımda iki kişi buldum. Biri Ezail, diğerini tanımıyorum. Tek kolunu giymediği bir kaftan giymiş bir ruh.

"Ne oluyor?"

Ezail: "Zaman geldi, Kam Utpa. Hangi tarafı seçersen seç; istesen de istemesen de ordunu toplamalısın."

"Ordu?"

Ezail: "Kralların çağı geldi, taç giymelisin."

"Ne saçmalıyo'n sen ya? (Esneme)"

Ruh: "Ayın ve güneşin tacı! Et ve kanın tacı! Işık ve gölgenin tacı! Ben Başkam Pusat. Öldükten sonra Aldaçı Han beni Uçmağ’a ya da Tamu’ya almayacağını, onun yerine Yer Gök Teñri’nin vereceği bir görev için dünyada oyalanmamı söyledi. Başka bir emir gelene kadar bekliyordum, Ölümün Bilgeliği de verilmedi bana; bir süredir dünyada takılıyordum. Bir süre Aksakallı Hızır’ın yanında yaveri olarak çalıştım, Kırk Alperenlerin ayakçılığı falan… Bir sürü iş yaptım, sonunda emir geldi. Kam Utpa, eğitim için benimle geliyorsun. Yalnız… İsteğimin kabul olması doğrudur umarım, bu görevi kabul ederken pek sevgili karımın da benimle aynı türde, yanımda olmasını istemiştim; gittiğimiz yerde olduğunu söylediler. Cazu Zumrad, kendisi Perslerin Soğd boyundandır."

"Benimle ne ilgisi var ki?"

Ne anlatıyor bunlar ya? Uyanamadım daha.

Pusat: "Daha ne kadar karşı koyacaksın, Mühürdar? Rüyalarından haberim yok mu sanıyorsun? Karga ölümlerini görmedin mi? Karşı koymanın yararı yok, ne olduğunun bilincindesin."

Yanıma gelen Kyouka hafifçe sırtıma vurdu.

Kyouka: "Yapman gerekeni yap."

Yutkundum ve Pusat'ı takip etmeye yeltendim... Sonra döndüm ve sevgili eşime sıkıca sarıldım, paçalarına yapışmış Gece'nin başını okşadım.

"Artık gitmem gerek, ay ışığım. Bana hayatın biraz da olsa, sadece bazen de olsa yaşamaya değer olabileceğini öğreten sendin. Beni sevdiğin ve bana katlandığın için sonsuz teşekkürler, Kyouka. Seni seviyorum."

Hafifçe sevgili eşimi öptüm.

"Hiçbir lisanın hiçbir kelamı minnetimi anlatmaya yetmez ama sözler boğazımda düğümleniyor, ağzım kuruyor. Eğer... Eğer geri dönmezsem..."

Kyouka: "Eğer geri dönmezsen kocacığım, ister cehennemin dibinde ister cennetin en yüce yerinde olsun o ruhunu bulur yakarım. Geri dönmemen aldatmaya girer, beni aldatmazsın, değil mi?"

Kyouka beni kendine çekip uzun ve epey sıcak bir şekilde öptü.

"..."

"Hep bu kadar girişken miydin?"

Kyouka: "Geri döneceksin, değil mi?"

"Ölsem bile döneceğim."

Kyouka: "Lütfen bana musallat olma."

Ses tonundaki hüznü ve gözünün kenarında biriken yaşları daha fazla saklayamıyor, espri yapmaya çalışırken bile. Sevgili eşime tekrar sıkıca sarıldım.

Ezail: "Anlamsızca uzun vedanız bittiyse..."

Pusat: "Karı koca arasına girme, bırak düzgünce vedalaşsınlar."

Ezail ve Pusat Ata önümde, geride bıraktığım artık gözyaşlarını daha fazla tutamayıp hüngür hüngür ağlamaya başlamış sevgili eşime ve üzgün ama bilgece bakan Gece'ye baka baka ilerlerken ben de dayanamayıp ağlamaya başladım. Geriden Kyouka'ya seslendim.

"Unutma, kalbimin yarısı hâlâ sende. Almak için döneceğim. Söz veriyorum, tamam mı?"

Sevgili eşim kafa salladı. Ezail ve Pusat ile ilerlemeye devam ederken onlar da konuşuyordu.

Pusat: "Bütün hanların bir orduya ihtiyacı vardır; yani eğitimin bittikten sonra asker toplamaya başlayacağız."

Ezail: "Neden bu kadar abarttınız ki? Eğitim en fazla birkaç ay sürecek."

Pusat Ata, Ezail'in kafasına bir tane geçirdi.

Pusat: "Sevgiyi anlayamıyorsun, değil mi? Bir günü bile birbirlerini görüp koklamadan geçirmeye tahammülü yok bunların, bir de üstüne yeni evliler. Hem bu eğitim ölüm riski de taşıyor. Dedem Kam Erlik'in seçtiği Mühürdar büyük ihtimalle üstesinden gelecektir elbet."

"Dur, dur, dur!"

Ezail: "Ne oldu?"

Soğuk tavrı sinirimi bozuyor, doğasının melektense insana yakın olduğunu söylerken her halükarda duygusuz olduğunu söylemeyi unuttuğunu düşünmeye başladım.

Pusat: "Çocuğu rahat bırak."

Pusat Ata bana döndü.

Pusat: "Biz burada çadır kuracağız. Hadi, ilerle."

Koşarak eve döndüm.

Kyouka: "Eh, bunu beklemediğimi söylersem yalan olur. Yarın senin için ağlamam, ona göre."

"Ehehehe... O zaman, beni her neye sürüklüyorlarsa son bir gün ve gece geçirmek istiyorum."

Kyouka: "Canlı döneceğine söz ver."

"Gerekirse kendi cesedime nekromansi uygularım."

Kyouka: "Evet, son akşam yemeğinde ne istersin?"

"Öncelikli olarak çarmıha gerilmeye gidiyormuşum gibi konuşmamanı. İkinci olarak... Seni."

Aniden boynuna sarılmamı beklemiyordur eminim.

Kyouka: "Kulağımı dişleme."

"Bu konuyu konuştuk ama; çok tatlı olduğundan kendimi tutamıyorum."

Sabahın ışıklarıyla uyandığımda sonsuz bir nezaketle yüzüme bakan sevgili eşimle karşılaştım.

Kyouka: "Ne zaman döneceksin?"

"Hiçbir şey söylemiyorlar ki. Ezail birkaç ay mı ne bir şeyler dedi ama yüzyıllarca cezalandırılmış birinin zaman algısına güvenebileceğimi sanmıyorum. Olabildiğince kısa tutmaya çalışacağım, sen etrafımda değilken yönümü bulamam."

İkinci kez uğurlanırken istemsiz bir "Heh" çıktı ağzımdan.

"Ağlamayacaktın hani?"

Kyouka: "Soğan bunlar."

"Eminim öyledir. Bak, gerçekten dönmez..."

Kyouka: "Döneceksin."

"Lütfen biraz izin ver." bakışıyla sevgili eşime baktım, yutkunduktan sonra başıyla onayladı.

"Eğer dönmez... Dönemezsem hayatını yaşamanı istiyorum. İstediğin yere git, istediğini yap ve kendine başka birini bul. Başından beri yanında durmaya layık değildim zaten, ölürsem hayaletime saplanıp kalman beni sanki hiç var olmamışım gibi davranmamdan daha çok üzer. Ben canlı döneceğime söz veriyorum. Sen de sözümü tutamazsam bile mutlu olacağına söz ver, Kyouka."

Sevgili eşim hafifçe kafa salladıktan ve hem ona hem de Gece'ye son kez olup olmadığını merak ettiğim bir öpücük verdikten sonra yavaş yavaş Ezail ve Pusat Ata'nın olduğu yere gittim.

Ezail: "İyi, dönmüşsün."

Pusat: "Mühürdar hazretleri, lütfen şunu başımdan alır mısınız? Bu şeyin sevgiye dair hiçbir fikri yok."

"Uzatmayın. Ne yapıyorsak çabucak yapalım, dönmem gereken bir ev var."

Diğer Bölümler İçin