Ejderha ve Mühür hakkında bir şeyler aklımı kemirdi. Bir şeyler yazmanın en kötü tarafı bu işte, hikaye bitse bile -ki Ejderha ve Mühür bitmedi. Daha doğrusu hikaye olarak anlatılacak kısmı bitti ama hikayesi bitmedi, henüz devam zamanı değil; doğru zamanı, koşulları bekliyorum- senin aklında "Şu şöyle mi olsaydı, aa bu böyleymiş, şuradan sonra böyle olur herhalde..." diye yaşamaya devam ediyor. Rowling'in saçma sapan tweet'ler atarak Harry Potter evreninin ırzına geçme sebeplerinden biri de bu zaten. Neyse, Ejderha ve Mühür diyorduk. Başlangıçta Utpa ve Kyouka arasında bir ilişki planlamamıştım, "Belki Quarra'yla münasebeti olur veya hiç ilişki milişki işlerini sokmam araya." diyordum. Zaten başta Kyouka karakteri de yoktu, sadece figüran olarak planlamıştım ve yazdığımda da sadece hikayenin o kısmı için bir Şinto miko'suna ihtiyacım olduğu için yazmıştım; başta figüran olarak bile tasarlanmadı yani, ihtiyaçtan doğdu. Sonra önce ben, sonra Utpa karakteri sevince (Gerçi Utpa'nın çekik göz fetişi olma ihtimali planlarım arasında zaten vardı ama sebep Kyouka değildi, Kyouka'yla ilişkisinin sebebi de o değildi.) gitgide figürandan esas karaktere dönüştü. Hikaye karakterlerinin yazdıkça gelişen kişilikleri, zevkleri ve iradeleri vardır. Zaten o yüzden Martin hâlâ yeni kitabı yazamadı, o yüzden Stephen King "Hikaye kaptırdı gitti, engel olamadım." gibisinden demeçler veriyor. Bir yerden sonra hikaye ve karakterler kendi kendini inşa etmeye başlıyor, konu senin memnun olmadığın bir yerlere kayınca da ya ayak uyduruyorsun ya da sert önlemler alıyorsun, bu duruma sebep olan karakterlerden birini veya yerini bir şekilde doldurabileceğin bir karakteri idam etmek gibi mesela. "İdam" lafı kafanızı mı karıştırdı? Bir karakteri bu sebeple öldürmenin idamdan farkı ne? Başından beri ölmesi veya orada ölmesi için tasarladıysan o ecel ve kader oluyor, hikaye onu gerektiriyorsa yani konu senin memnun olduğun bir yerde ise ama ilerleme için o karakterin (veya o karakterin de içinde bulunduğu birkaç karakterden birinin/birkaçının) ölmesi gerekiyorsa bu kader ve kötü şans oluyor ama öbürü idamdan başka bir şey değil. Ha Ayçiçek ilk fikir tasarımımda vardı bak, Utpa'yla ilişkisine ve geçmişine dek. Vlar ve Quarra da hikayenin doğal akışı ve gelişiminde kaybolsalar da -ki ikinci yarıda onların daha önemli rol almasını planlıyorum, Quarra neyse ama Vlar'ın işi kesinlikle bitmedi- ilk tasarımımda esas karakterlerdendi (Esas karakterler: Baş kahraman ve tayfası. İşte ikincil oyuncu, üçüncül oyuncu, tezat karakter, hatta antagonist, baş düşman... Falan.), yani ilk karşılaştığımız karakterler olması Utpa'yla ayak üstü sohbet edecek birileri ihtiyacından değil müstakbel esas karakterleri tanıtmak ve öyle olduklarını belli etmek içindi. Bir de Ejderha ve Mühür sonrasında bazı şeyleri belirten bir kısım yazacaktım ama hem aklıma çok fazla şey gelmediğinden hem de bunu okuyucunun kendi kendine fark edip anlamlandırmasının çok daha iyi olacağını düşündüğümden vazgeçtim. Buraya yazayım hazır yeri gelmişken zira bir "Yazar röportajı" tandansı yakalayamadan göçüp gitmek istemiyorum:
- Utpa, hikaye boyunca siyah rengi iki farklı şekilde tanımlıyor: Biri "Gece kadar siyah" öteki "Ölüm kadar siyah". Gece kadar siyah dediği her seferinde olumlu ve/veya sevgi dolu (Kyouka'nın saçları gibi), "Ölüm kadar siyah" dediği her seferinde de kötücül veya gerçekten "ölüm" ile ilintili (Azrail'in Sirius'ta Utpa'ya gözüktüğü görünüşün saçları) şekilde kullanıyor.
- Hikayede devamlı birilerinin kafasına bir şeyler atılıyor ama atan kişi her zaman bir Erlikli veya Erliklilerle ilişkili biri (Kam Ayça Hatun gibi).
- Utpa çirkin olduğunu söylüyor ama diğer hiçbir karakter onu böyle tanımlamıyor, hatta Kyouka "çok yakışıklı olmasa da ortalamanın üstünde" olduğunu (ayrıca gizemli bir çekiciliği olduğunu) söylüyor ama bu bir aşığın bakış açısı olduğundan çok güvenilir olduğu söylenemez. Benim Utpa'nın tam olarak nasıl göründüğüne dair kafamda bir imaj var tabii ama çeşitli sebeplerden benimki de önyargılı bir tavır olacak, o yüzden eğer çizim mizim işlerine girersem takdiri okuyucuya bırakacağım.
- Kyouka'yı ise istisnasız tüm karakterler "şirin" ve "güzel" olarak tanımlıyor. Bu arada Kyouka, Utpa'nın ve kendisinin de dediği gibi "Güzelden çok şirin" gerçekten de. Güzel olmadığı söylenemez ama görünüşünü tarif etmek için ilk akla gelen kelime güzeldense sevimli olur, bunu tarafsız (en azından Utpa'nın görünüşünden bahsederkenki halime kıyasla tarafsız) bakış açısıyla gayet net söyleyebilirim.
- Aynı şekilde bütün Erlikli erkekleri Utpa'nın yalnız öleceğinden hemfikir gibiler ve Kyouka'yı öğrenince şaşırıyorlar, Ayzıt Hanım'ın da benzer bir tavrı var ama hiçbir Erlikli kadınında bu şekilde bir tavır yok, hatta ablasının ve Aysu'nun tavırları doğal akış içinde zaten Utpa'nın birilerini bulmasını bekliyorlarmış gibi.
Bu arada bu yazıya Ejderha ve Mühür etiketi koyacağım ama normal, her zamanki yazılardan olacak; zaten bir süre -en azından blogda- başka türden yazı gelmeyecek gibi. Tüccarın Puslu Yolculuğu'nu Epiknovel'de yayınlamak konusunda hâlâ şüphelerim var yalnız, hazır "yazar sorunları"ndan bahsediyorken. Format olarak pek ranobe tarzında değil çünkü; konu kaydırılabilir, zaten aşina ve ileride şimdiden yazdığım kısımlar kaydı bile ama yapısı çok farklı, ranobe'ye kıyasla normal bir romana benziyor. Ejderha ve Mühür'ün formatı ranobe (daha doğrusu WN) gibiydi, kıyas açısından. Sweek diye bir yer buldum, biraz bakınacağım; işime gelirse onu kullanırım. Ama Sweek'te bir şeyler yayınlayacaksam başlangıçta Sahte Kahramanlar'ı koyacağım; gerekirse hem Türkçe hem İngilizce olarak. Bu da bana bir sürü sebepten ve biraz da yoğunluktan yarım bıraktığım Sahte Kahramanlar editörlüğüne devam etmek için büyük bir şans verecek ki bu sefer de ona odaklanıp Tüccarın Puslu Yolculuğu'nu salmam çok mümkün. Neyse, du' bakalım hele, zaman neler getirip gösterecek. Bu arada normal bir metni çevirmek çok sıkıntı değil ama öyküdür, romandır, hatta yine bir hikaye türü olan film... bunları çevirmek sıkıntı. Çünkü dillerin kendilerine özgü göndermeleri ve bağlantıları var, bir cümleyi çevirdiğin her seferinde anlam kayması yaşanıyor; cümleden bir şeyler kopuyor. Yani bu tür bir şeyi hakkını vererek çevirebilmek için her iki dilde de sıfırdan hikaye yazabilecek kadar bilmeniz gerekiyor o iki dili. Hikaye yazabilmek ve yazabilecek kadar dil bilmek farklı şeyler bu arada ama çevirmenin en azından hangi dile çeviriyorsa o dilde kısmen hikaye yazma becerisi de olması gerekiyor. Neyse, en azından bir süre daha Trovn efendi (Tüccarın Puslu Yolculuğu'nun baş karakteri. Nasılsa ilk bölümü yayınladım ya, rahatım. Sahte Kahramanlar gibi hassas değilim bunda, elimde belge var zira. İkinciyi de yayınladım bu arada.) Epiknovel'de gezecek gibi duruyor. Sweek'e göz attım biraz, aslında mantıklı; kullanırım ben bunu ama hikayeleri sadece yazmak değil okumak için de üyelik istiyor, bu da benim pek istemediğim bir durum. Herkesin ulaşabilmesini istiyorum yazdığım şeylere, çok büyük değerleri olmayan hikayelerin kolayca bulunup okunabilmesi gerek. Ha Sweek'te üyelik açmak zor değil, hem beleş hem çok kolay, iki üç saniyede halloluyor ama uğraşmayana da saygı duyarım. Dolayısıyla Trovn efendi Epiknovel'de devam edecek, Sweek de sadece Sahte Kahramanlar gibi gerçekten değeri olabilecek şeylerde kullanılacak. Şimdilik böyle bakalım.
"Okumak ama yazamamak" ve "Yazabilmek ama okuyamamak." diye şeyler var. Çoğu alfabede var bu arada bu durum, hani istisna değil; asıl tam tersi istisna. Zaten o yüzden okuma yazma şeklinde ikileme var dilimizde, direkt tek bir şeyle söylenip geçilmiyor. Bu durum şöyle tezahür ediyor: Yazılı metni gördüğünde harfleri tanıyabiliyor, okuyabiliyorsun ama yazmaya çalıştığında harfler aklına gelmiyor vs. Benim birçok alfabeyle ilişkim böyle: Kiril, Yunan, katakana ve hiragana... Osmanlı alfabesini ise yazabiliyor ama okuyamıyorum ki okuyamamamın temel sebebi iç içe geçmiş çeşit çeşit hattın varlığı. Hangeul'ı hem okuyup hem yazabiliyorum ilginçtir, zamanında o alfabeyle bayağı uğraştığımdan, çeşit çeşit versiyonunu çıkarıp günlük hayatta Türkçe yazabilmek için bir versiyon bile icat ettiğimden* aşinalık oluşmuş da olabilir.
*: Hangeul Türkçeye inanılmaz uygun bir alfabe bu arada, büyük ihtimalle Korece ve Türkçe arasındaki ses değerlerinin köken benzerliği ve Hangeul'da ağız şeklinin harf şekline dönmesinin payı var bunda. Mesela Orhun Alfabesi, günümüz Türkiye Türkçesine hiç uygun değil kıyas açısından; bak, Orhun Alfabesi diyorum... Türklerin has alfabesi ama günümüzdeki Türk dillerinin hiçbirine uygun değil, zaten o yüzden tarih içinde önce Soğd kökenli Uygur, sonra Uygur kökenli Moğol ve Arap kökenli Fars alfabelerine, oradan da Latin alfabesine geçtik. Orhun Alfabesi'yle "Alfabe" yazamıyorsun örneğin, F harfini eklersin hadi Afşar boy tamgasını F yerine koyar (Zaten iki tamganın aynı kökten geldiği aşikar) ya da Ep (Aslında Æp) tamgasına bir çizgi daha ekleyip Äf tamgasına çevirirsin ama Alfabe'yi yine yazamıyorsun. Harf atlamasan da yazamıyorsun, harf atlamazsan sadece boş yere kendini yormuş olursun. Yazabileceklerin şunlar bak: Alfaba, Elfebe, Alfebe. Hadi diyelim düz-geniş tamgasını (Æ tamgası) tek yapmadın da A ve E tamgası diye ikiye ayırdın, bu sefer kalın ve ince harfler arıza çıkaracak, boş yere başını ağrıtacak. Günümüz Türkiye Türkçesine uygun olan alfabeler şunlar: Latin alfabesi, Kiril alfabesi, Yunan alfabesi, Hangeul, Moğol Alfabesi (Uygur kökenli olan). Bu alfabelerin dört ortak özelliği var: Birincisi harf atlanmadan yazılıyorlar, ikincisi sessiz harflerin incelik-kalınlığı yok (Orhun alfabesinde ve Arap alfabesinde var), üçüncüsü hece harflerine sahip değiller (Orhun alfabesinde Kı, Nç gibi hece harfleri var; Ng aslında Ng değil Ñ olduğundan o kadro dışı, onu geç şimdi; Arap alfabesinde Lamelif, Çin ve Japon alfabeleri zaten komple hece harflerinden oluşuyor), dördüncüsü de harfin üstüne, altına bir şey koyup okunuşunu değiştirmeye gayet müsait. Bu sonuncuya Arap alfabesi de müsait bu arada, farklı halkların Arap kökenli alfabelerinde üç noktalı dad'lar, beş noktalı harfler, neler neler var... Osmanlı alfabesinde de Ñ okunan, diğer hiçbir Arap kökenli alfabede olmayan Kef-i Nûnî, Sağır Kef, Kef-i Türkî yani Türk Kef'i ("Osmanlı kendine Türk demiyordu." he mi? Kendine özgü harfe neden Türkî diyor o zaman?), hatta çoğu zaman Nef -yani daha doğrusu Ñef- denen üç noktalı kef vardır misal. Bu Günümüz Türkiye Türkçesine uygun alfabelere bakınca neden Latin alfabesinin seçildiği de aşikar, oldukça doğru bir karar bence. Yunan alfabesi seçilse yeni savaştan çıkmış halk "Bize bu gavurların yazısıyla yazdıracaksanız ne diye savaştık?" diyebilirdi (Latin alfabesine Tanzimat dönemi ve sonrasındaki Fransız hayranlığı nedeniyle bir sempati veya en azından kabulleniş vardı), yüzünü batıya dönen bir devlet tasavvuru Slavların alfabesini kendine katsa Avrupa onu doğrudan Rus maşası bellerdi, Hangeul zaten o dönemlerde ne arasın Türkiye'de; Hangeul'ın varlığından bile haberi yoktu muhtemelen bizimkilerin, Moğol alfabesini Moğollar bile kullanmıyordu o dönemde, Rusların onlara verdiği (ve şu an hâlâ kullandıkları) kiril çeşidini kullanıyorlardı, ek olarak bunu yapmak Avrupa'ya "Bizim işimiz Doğu'yla, siz siktirin gidin." demek oluyordu. Ben şahsen Asyalı olmaktan gocunan, bu durumu kabullenemeyen biri değilim; aksine Asyalı olmaktan gurur duyuyor ve Avrupa'yı küçümsüyorum ama Atatürk'ün hayalindeki Türkiye Cumhuriyeti bir batı medeniyeti ve Avrupa devletiydi, dolayısıyla seçenekler en baştan Yunan, Latin ve Kiril diye daralmıştı; sonuçta da halkın (az miktarda da olsa) bilgisi ve sempatisi olduğundan, bir de diğer iki alfabenin olası sonuçlarından ve elbette daha önceki Osmanlı alfabesini yenileme çalışmalarında da Latin kökenli Alman alfabesi temel alınmış olduğundan Latin alfabesi seçildi.
Tekrar şu "Makineler işimizi elimizden alacak." olayını deşmek istiyorum: Aslında tarımın insan elinden kurtarılıp tamamen makineleştirilmesi en azından bizim ülkenin geleceği olacak, haberiniz yok. Neden? İki sebepten: Birincisi ülkede neredeyse kimse tarım gibi yorucu, uğraştırıcı bir meslekle uğraşmak istemiyor; isteyen de çoğunlukla "yapmak" değil "yaptırmak" ve "yapmak" istiyorsa bile "kendine kadar yapmak" istiyor. İkincisi: Yapmak (veya yaptırmak, fark etmez) isteyen de teşvik adı altındaki teşviksizlikler ("Sen buraları kendi paranla kur, biz sana karşılığını öderiz." diye teşvik mi olur lan? Onu yapacak param olsa neden senden isteyeyim?), birbiriyle çelişen yasalar, bir kurumun onay verip öbürünün ceza kestiği durumlar, azaltılması gerekirken artırılan vergiler gibi durumlardan kafayı yiyip şehre dönüyor, maaşlı işe giriyor. Orada nereden ceza yiyeceği, ne sebeple ödül verecekleri belli en azından. Eh, tarım işini tamamen makineler yaparsa her iki durum da sorun olmaktan çıkar. İkincisi şu yasaların ve durumların işi bilen biri tarafından elden geçirilmesiyle de sorun olmaktan çıkar da o ütopik bir durum, öyle bir şeyin olacağını en azından ben hayattayken görebileceğimi sanmıyorum (İktidarda hangi parti olursa olsun).
Ülkede poşet bağlamak konusunda bilhassa uzmanlaşmış iki güruh var: Birincisi pazarcılar, ikincisi evcil hayvan dükkanı (Lan bu da çok uzun, şu petshop'a daha kısa bir şey bulun.), akvaryumcu vs. taifesi. Bunların bağladığı poşet katiyen açılmıyor arkadaşım ya, asla açılmıyor. İlla bıçak, makas işin içine giriyor. Bu arada başka akvaryumcu tarafından bağlanan poşeti açamayan akvaryumcu da gördüm ben, direkt maket bıçağını saplıyordu torbalara asdfsj. Hayır bu işin eğitimi falan veriliyorsa söyleyin de alalım, ihtiyacım var zira.
Bak, günümüzde kayboldu ama (Hay, tam ona alıştık flört mlört çıktı, sikerler. Biz sosyal özürlüler ne yapacağız peki? O zamanlar tek cümleyle işi çözüyorduk en azından. Neyse, kendi acizliğime sinirlenip sövmeye başlamadan önce konuya dönüyorum.) şu "Çıkma teklifi" ve ondan doğan "Çıkmak" sözünü bizimkilerin bir sebepten, bir şekilde uydurduğunu düşünmüştüm ama İngilizcesinin "Will you go out with me?" şeklinde dendiğini öğrenince aydınlandım resmen. Bu cümleyi ögelerine ayırırsak: "Will" Gelecek soru eki, "You" Sen, "Go out" Dışarı çıkmak, "With" İle, "Me" Ben. Doğrudan çeviri yapmışlar lan, ondan böyle saçma bir durum oluşmuş.
Öğlen, hatta akşam vakitlerine dek uyuyan insanlara dikkat edin. Bunlar genellikle hayatla savaşmaktan pes edip yenilgilerini kabullenmiş, öylece ölümü bekleyen ve beklerken dünyada oyalanan kimselerdir. Uyku ölümün tatbikatı olduğundan geç vakitlere dek uyurlar ve gece yaşayanların değil huzursuz düşüncelerin, saklı kötülüklerin, iç hesaplaşmaların vakti olduğundan bir türlü uyuyamazlar. Çoğunun kafein veya nikotin bağımlılığı vardır, bazısının ikisi birden çünkü bu iki madde geçici olarak sahte mutluluk verme ve huzursuz düşünceleri en azından bir süre hasır etme özelliğine sahiptir. Kendilerinden esirgedikleri sevgiyi belli başlı kişilere (kardeş, sevgili/eş/nişanlı/maşuk*, ana baba, -varsa- arkadaş...), hayvanlar ve bitkilere vermeyi tercih eder, böylece kendilerine verebilecek sevgileri kalmamasını amaçlarlar. Çevrelerinde insanlar olabilir ama pes edişlerini anlatırlarsa "Öyle deme, hayat çok güzel." gibi sikik, bir halta yaramayan tepkiler alacaklarını bildiklerinden içlerine atarlar; dolayısıyla yalnızdırlar. Çevrelerinde insanlar olsa da olmasa da. Dünyada oyalanmak için pek çok şey yapar, pek çok şey denerler; bu nedenle özellikle insanı oyalama potansiyeli yüksek olan yayıncılık, bir şeyler yapıp satmak gibi işlerde başarılı olma ihtimalleri fazladır ama onlar çoktan pes edip bunları sadece oyalanmak için yaptıklarından çok azı gerçekten başarılı olabilir. İnsanların sevgilerini kabul ederler bak, "Kendini sevmeyen başkasını da sevemez." diye bir şey yoktur. Tam tersine, en iyi kendini sevmeyenler başkalarını sever; ama insanların sevgisini kabul etmekten korkarlar. Çünkü içlerindeki karanlığı karşıdaki kişi bilse arkasına bakmadan kaçacağını, onun sadece dışarıya gösterdiği ve çoğu zaman mutluluk olmasa bile sahte bir "sıradanlık" ile çevrelenmiş yüzünü sevdiğini bilirler; bu insanları kurtarabilecek tek şey içlerindeki karanlığı görüp bildiği halde onları seven ve sevmeye devam eden kişilerdir çünkü kendi kendilerini kurtaramayacak kadar acizdirler, hayatla savaşmayı çoktandır bıraktıkları için de buna çabalamazlar bile. Bunlar gülerler. Çok gülerler, hatta espri de yaparlar -çoğunlukla sadece kendilerinin güldüğü espriler- ve genellikle mutlu olan, hayatı seven, dünyayla ve kendileriyle barışık insanlardan katbekat fazla gülerler çünkü gülmenin de nikotin ve kafeine benzer etkileri vardır. Bir diğer çoğunda ortak bulunan özellikleri de ölmeyi isteyecek kadar zayıf, intihar edemeyecek kadar korkak olmalarıdır. Yine çoğu dağınık kişilerdir bunların, aralarında düzenli olanlar bile bu düzen işini takıntı boyutuna getirmiş ve sadece bir oyalanma olarak kullanır durumdadır. Evden çıkmayı sevmezler ama gezmeyi, yeni yerler görmeyi severler çünkü bu onlara dünyanın tamamen iğrenç olmadığını, içinde güzelliklerin de bulunduğunu hatırlatır ve ironik biçimde aslında nefretlerini artırmaları gereken bu hatırlatma onlara ufacık, geçici, hemen sönecek bir umut verir. Bunlar çok zengin de olabilirler kah oyalanmaları başarılı olduğundan kah öyle doğduklarından ama hiçbiri "Para mutluluk getirmiyor." diye bir cümle kurmaz mutsuz oldukları halde. Gerçi özel olarak tanınmış bir aileden gelmiyorlarsa ekonomik durumlarını olduğundan çok daha kötü (fakirse aşırı fakir, orta halliyse fakir, zenginse fakir-orta halli vs.) sanmanız gayet muhtemeldir çünkü özel bir tarz oluşturmamışsa -ki bu da sadece bir oyalanma ve tiksindiği benliğini dışa vurarak içine hapsetme yöntemidir- eline ilk geçeni giyecektir büyük ihtimalle, bu da hemen her zaman onu aşağı yukarı aynı kıyafetlerle göreceğiniz ve giydiklerinin paspal, sünmüş, çentilmiş şeyler olma ihtimalinin yüksek olması anlamına gelecektir. İyi yemekleri, bunları tatmayı severler ama kahvaltıyı ve öğle yemeğini (özellikle kahvaltıyı) kısaca geçiştirir, akşam yemeğinde eğer evde yapılıyorsa doğru düzgün bir şeyler yer; yapılmıyorsa hazır/dondurulmuş yiyeceklere ve dışarıdan siparişe bel bağlarlar. Kırk yılda bir, eğer bunu bir oyalanma yolu olarak bulabilecekleri kadar ilgileri varsa, moralleri her zamankine kıyasla daha iyi olduğu zamanlar mutfağa da girebilirler. Sonuç olarak onlar da herkes gibi dünyada öylece oyalanıp ölümü bekleyen insanlardır ama bunun farkında oldukları için mutsuzdurlar. Hiçbirinin ölümsüzlük arzusu yoktur çünkü acıyı sonsuzlaştırmanın saçma olduğunu bilecek kadar aklıselimdirler. Bunlar trollüğe de teşnedirler bak, kendilerini yarım saat veya daha fazla dinlemeye katlanabilecek birileri varsa aile, yakın arkadaş vs. gibisinden bolca boş yapar, içlerindeki bütün hayata dair hazımsızlığı espri ve trollük kisvesi altında açığa vururlar ve elbette kimse fark etmez, herkes sadece boş yapmayı sevdiklerini düşünür. O sebeple arada içlerindeki karanlığın, kalplerindeki boşluğun en azından bir kısmını açığa vuran bir lafı ağızlarından kaçırdıklarında (çünkü bunlar bu lafları başkalarından -en azından sözel olarak- saklarlar, kendi kendilerine söylemeye ve/veya yazmaya meyillidirler) şaşkınlıkla karşılanırlar.
*Bak mesela "Aşık olunan/sevilen/hoşlanılan kişi" anlamında Crush kullanılıyor son zamanlarda sıkça, oysa bu kelimenin ta Osmanlı'dan kalma bir sürü karşılığı var: Daha divan edebiyatı, üst kültür/saray dilinde "Dildâr" daha halk dilinde "Maşuk/Mâşuk" (Mâşuk cinsiyetsiz, maşuk ise erildir bak mesela. Aynı kökten gelse de bizim geçmiş şairler, ozanlar dil bildikleri için böyle şapka ile anlam oyunları yapmışlardır.) biraz daha karşılıklı sevdayı anlatan "Yâr" (Yar değil. Yar uçurum demek, şapka bu yüzden lazım işte.), hem halk dili hem üst kültür/divan dilinde kullanılan, özel olarak dişil bir kelime olan (Yâr ve Dildâr da daha çok dişil anlamda kullanılsa da cinsiyetsiz kelimelerdir, ilginçtir "hemşire" de öyledir. Daha çok dişil anlamda kullanılma sebebi bu aşk şiirleri vs. gibi şeyleri yazanların ekseriyetle erkekler olmasıdır, hani bazılarının "Hepsi şerefsiz, sevmeyi bilmiyorlar." dediği erkekler. Ha insanların çoğu gerçekten şerefsiz ve ataerkil kültür nedeniyle erkekler bunu daha çok gösterebiliyor, o ayrı ama cinsiyetten bağımsız olarak insanların çoğu beş para etmez varlıklar. Dolayısıyla bir liste yapılsa insanların büyük çoğunluğu, cinsiyet oranı olarak da hemen hemen eşit olmak üzere erkeklerin fazla olduğu bir şekilde şerefsizler listesi çıkar. Son cümlemi anladıysanız bana da anlatın, okuduktan sonra ne kastettiğimi unuttum lan. Hah, tamam: Bir liste yapsak insanların tamamına yakını şerefsiz çıkar, cinsiyete vurursak da erkekler daha fazla olur ama hemen hemen eşit olur. %49-%51 gibisinden bir oranlama kastediyorum veya %47-%53 gibisinden.) "Canan" (ki bu kelime Farsça kökenli olup Türkçeye Orta Asya döneminde girmiş "Can" ile -hani bildiğimiz, "canlı" gibi kelimelerdeki can, [canavar'ın canı da bu bu arada; canavar zaten aslen "canı var" yani "canlı" demek] Türkçe dişil eklerinden olan -an/-en [aslında -än deyip bu işi çözmek vardı ya neyse] ile oluşturuluyor), daha Orta Asya döneminden kalma Sevi (Bu günümüzde direkt "aşk" anlamında kullanılıyor)/Sevik/Sevük, daha günümüz dilinde doğrudan "Sevdiğim" de denebilir... Var da var yani, kelime ithal etmeye gerek yok; sırf edebiyatımızdan bin tane kelime çıkarılabiliyor. Ama tabii İngilizce olunca havalı oluyor aq, okunduğu gibi yazılmıyor ya, Türkçeye uygun değil ya havalı oluyor o yüzden. Bu arada Almanca ve Fransızca okunduğu gibi yazılır bak, kelimenin nasıl okunacağını tahmin edersin; Fransızcayı okurken kelimenin yarısını atsan da onun atılacağı bellidir, hiç kasmaz seni. İngilizcede neyi ne zaman atıyor, ne zaman birleştiriyorsun o belli değil daha. İngilizcedeki ses değerlerine göre bu "Crush" kelimesinin elli farklı okunuşu olabiliyor misal: Kraş, sraş, sruş, kruş, srış, krış, hatta kras, yerine göre çraş veya hraş bile olabilir... Ölme eşeğim ölme. Ha biliyorum kelimenin nasıl okunduğunu ama bunların hepsi olası okunuşlar, harflerin bu şekilde okundukları kelimeler var.
Geçen yazıdaki Ï konusunda aklıma örnek geldi. Yok, yine istediğim, kastettiğim örnek gelmedi ama en azından yeşilin dönüşümüyle kasmayacak örnekler buldum: İnanç mesela, "Ïnanç" şeklinde aslen; oradaki İ ince değil, kalın bir İ yani Ï. Bumin'in İ'si de aynı.