Yazdıkları/çizdikleri sonlar yüzünden bazı mangakalara sövesim var. Mesela Beelzebub. Aslında Beelzebub tam da olması gerektiği gibi bitti: Tamamen komedi; yine de mangakaya sövmeme engel değil bu. Tamam, manganın havasını değiştirirdi belki ama en azından büyümüş Beel görseydik. Bir diğeri 5-toubun no Hanayome. Şimdi, zaten iddiasız bir harem-komedi serisinden öyle ahım şahım bir son beklemiyorum. Bu serilerin olayı şudur: Ana karakter kimseyi seçmez ve hayatına sap olarak devam eder ya da birini seçer ve evlenirler (diğer karakterlerin fanları ana karaktere söver falan), bitti. Tamam, aslında en az sevdiğim kız kazandı ama konu bu değil, eğer diyeceklerime kulak verirseniz, zira manganın son bölümlerinde "bitse de gitsek artık" modundaydım, o yüzden kazananın kim olduğu umrumda değil. Favorim kazansaydı ve mangaka aynı sonu yazıp çizseydi yine söverdim. Hatta muhtemelen daha fazla söverdim. Peki, buradan Gotoubun'un mangakasına soruyorum: O 5 gelinlik numarası gerçekten gerekli miydi? Yani adını unuttuğum ana karakterin kızları artık ayırt edebildiğini belirtmenin okuyucuya kriz geçirtmeyecek bir yolu yok muydu? Peki ya gelecekten bir anda manganın asıl geçtiği zamana atlaması, "rüya mı görmüş lan bu?" dedirtmesi? Bu nedir acaba? Tamam, sonlar konusunda kötü olabilir bir insan, anlıyorum; ben de sonlar konusunda kötüyüm zaten... Ama arkadaş, bari birine danışsaydın!
Ölüm fikriyle oldukça ilginç bir iletişimim var. Yarın ölürsem, dünyanın yükünü daha fazla çekmeyeceğim için mutlu olacağım ama öte yandan bir hiç olarak ölmekten ölesiye korkuyorum. "Ölmekten ölesiye korkmak" Şiirsel, di mi? ("Di mi" nasıl yazılır? D'i' mi? "Değil mi"den geliyor olabilir ama artık farklı bir ifade o, bunu "değil mi?" şeklinde yazmaya devam edersek elmayı da "alma" şeklinde yazmamız gerekir. Verdiğim örnek aynı şey değil ama ne demek istediğimi anladığınızı sanıyorum.) Heh, "hiç" diyordum. Hiçbir yeri görememiş, hiçbir iz bırakamamış, hiçbir şey yapmamış... Öyle işte. Gerçi bu düşünce artık daha az depresif hissettiriyor, hiçbir şeyin önemi kalmadığını hissediyorum çünkü.
Bir süredir çıplak elle bir dövüş tekniği üretmeye çalışıyorum ama öyle bir şeyi üretebilmek için öncesinde halihazırda temel alacak bir şeyi biliyor olman gerekiyor. İroni, kesinlikle espri anlayışınızı test etmek için bir sınav. Neyse, bunu düşünürken yay çekme hareketlerini yumruk dövüşüne uyarlayabileceğimi fark ettim. Yay germe, sonuçta gerçekten bildiğim bir sanat, doğru düzgün bir eğitim aldım neticede.
Dünya epey sıkıcı bir yer. Edebiyat ve izlence bunu bir miktar çekilir hale getiriyor; yalnız uzaylı istilasıdır, zombi salgınıdır, şeytan-insan savaşıdır görmeyeceksem ne anladım ben yaşamaktan? Verdiğim örneklere bakınca kendime (ve dünyaya) acı çektirmek istiyormuşum gibi gözüküyor ama öyle yapmak isteseydim bir taraflarımı jiletlerdim. Bari tam dalış teknolojisi icat edilseydi de oyunları doğru düzgün yaşasaydık.
Son zamanlarda animelerde çok fazla "normalde animeler/ailem odaya girdiğinde animeler" kabilinden yazıresimlerde (meme -mim- ve caps'e böyle diyeceğim bundan sonra. TDK "Yazılı resim" şeklindeki garabet ifadeyle devam edebilir. Kendiminkinin çok iyi olduğunu iddia etmiyorum ama yazılı resimden iyi olduğu kesin.) olan sahneler var. Normalde bu tür sahneler o kadar rahatsız etmiyor çünkü konunun içine bir şekilde yedirilir; ama son zamanlardakilerde hem hiçbir anlamı olmayan gereksiz fanservis sahneleri var hem de... İkinci kısım biraz daha özel: ailemin yanındayım şu anda ve kendi odam dolu olduğundan salonda kalıyorum. Sonuç olarak devamlı olarak ailem odamda oluyor, bu sahneler de zırt pırt çıkıyor; ezkaza "ne izliyor bu" diye ekrana göz atacaklar diye ödüm kopuyor. Ecchi tagı koymuyorlar ki animeye, yarısından fazlası banyoda geçen bölüm mü olur ulan? (Hayır, onsen bölümüne, sahil/havuz bölümüne ve birkaç dakikalık banyo sahnelerine alışkınım, onlar her animede var. Bahsettiğim "yarısından fazlası banyoda geçen bölüm"den aynı animede üç tane var, o yüzden sinirimi bozdu.) Ecchi tagı koyun o zaman, hiç bulaşmayayım. Ben anime izlemeye başladığımda Sakurasou no Pet na Kanojo'da ecchi tagı vardı, günümüze bakıyorum, her bölüm fanservis üstüne fanservis veren animeyi "he tamam, ecchi değil" diye gündüz gözüyle izliyoruz. Sakurasou'nun günahı neydi lan o zaman, onda ecchi neredeyse yoktu ama tag vardı. Şimdilerde sadece hentaiden hallice animelere ecchi tagı koyuyorlar, gerisine koymuyorlar.
Öne Çıkan Yayın
Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)
İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~
31 Mart 2020 Salı
21 Mart 2020 Cumartesi
Öyle Bir Yazı İşte, Çok Takmayın
Evet, kararımı verdim: Kara Kanatlı Gezgin'in ikinci sezonuna (pek sezon denemez aslında, yan seri belki?) başlayacağım. Karakteri kafamda oturttum, karakter üzerinden kendime bazı sınırlar çizeceğim. "Evren Çemberinin Ateşi" Nasıl? Havalı isim d'i' mi? Bu sefer o pişmanlıklar üzerine eğileceğim.
Aslında aklımda birkaç şey vardı ama şimdi hatırlamıyorum, neyse.
Kavun aromalı şeyler hep aynı kokuyor ama katiyen kavun gibi kokmuyorlar.
"Beyblade ne demek?" diye düşündüm bir an. Blade bıçak demek (aslında tam olarak bıçak demek değil ama Türkçede onun birebir karşılığı yok, en yakın kelime bıçak), bey... "Bey bıçağı" mı demek oluyor beyblade şimdi, ne demek oluyor? Blade kısmına gelirsek: Aslında "keskin şey" gibi bir anlamı var; bıçak da "blade"dir, hançer de "machete" de hatta baltanın keskin/namlu kısmı da.
Bir takım şeyler düşünüyorum. Her zamanki depresif düşüncelerden değil, saçma saçma, önemsiz şeyler. Aslında bunları da her zaman düşünüyorum ama konumuz o değil. Neyse, birinin iyi bir konuşmacı olması iyi yazabileceği anlamına gelmiyor; iyi yazabilmesi de iyi konuşabileceği anlamına. İkisini de yapabilenler var tabii. Ben mi? Ben ikisinde de kötüyüm. Gerçekten iyi olduğum bir şey yok. Gerçi, bazı şeyleri eskisi kadar takmamaya başladım. Bu yılı sağ atlatabileceğimi düşünmüyorum ve bu biraz huzurlu, daha az düşünmeme yardımcı oluyor. Hiçbir şeyde iyi olmadığımı, bu yılı atlatsam bile muhtemelen yalnız öleceğim gerçeğini, asla gerçekleştiremeyeceğimi bildiğim bir takım hayalleri... Daha az düşünüyorum. Bu yazıyı epeydir ilerletemedim, acaba yarım kalan şeylerden mi olacak bu da? Merak ediyorum. Her halükarda havalar hâlâ soğuk ve güneş kendini göstermekte biraz cimri, daha fazla beklemeliyim. Bahar havası ortaya çıkınca güzel bir gün olacak. Ölmek için güzel bir gün. Muhtemelen bu yıl da hayatta kalacağım, ne gerek varsa artık. Umudum kıyametin gerçekten kopuyor olması, o zaman kesin ölürüm. Daha fazla anlamsız bir şekilde çabalamam gerekmez. Gerçi yarım kalan birçok şey olacak... İzleyeceğim şeyler, okuyacağım kitaplar. Eh, her zaman olmayacak mı? Onları öldükten sonra, eğer iyi bir yere gidersem de yapabilirim. Her zaman bu zamana, bu dünyaya uygun olmadığıma inanmışımdır ama bu doğru değil, değil mi? Bu dünyada, bu zamanda doğmamış olsaydım çok geçmeden ölürdüm. İstediğim bu değil mi ki? En başta dünyada sevmediğim bir çok şey var. İnsanları sevmiyorum, hayatı sevmiyorum... Hm? Her zamanki depresif düşünceler değil, dedim ama sonuç yine oraya geldi ha? Belli ki biraz doluymuşum. Eh, neyse, kendi kendime bulanık bir suda debelenip durmaya devam edeceğim, ölüm beni bulup oradan çıkarana dek. O zamana kadar, hayatta kalmak için elimden geleni yapacağım. Yapacak mıyım ki? Aslında ondan da emin değilim.
Bu karantina olayı ilginç oldu bak. Millet "canımız sıkıldı" diye kafayı yiyor. Ben mi? Benim yaşam tarzım zaten zorunda olmadıkça evden çıkmamak üzere kurulu; yani zaten böyle bir olay olmasa da zorunlu olmadıkça pek evden çıkmıyorum. Nedir o zorunluluklar? İşte okul, çöp atma, alışveriş falan. Otururum evimde, bir şey izlerim, bir şey okurum, uyurum, uyanırım; oh, rahat. Her zamanki hayat halim zaten, benim için değişen bir şey olmadı.
Kılıç savururken ya nefes almadığımı (sadece nefes verdiğimi) ya da çok hızlı aldığımı fark ettim. Hayır zaten nasıl savurmam gerektiğini bilmiyorum, bir de nefes sıkıntısı var; şimdilik nefes ve duruş üzerine yoğunlaşacağım. Aslında talim öncesi biraz nefes egzersizi yapıyordum ama birkaç saniyelik nefes egzersizi pek bir şeye yaramıyor demek ki.
Türkiye'de film seslendirmesi yapan toplam kaç kişi var merak ediyorum. Aslında animasyonlarda, dublajlı yabancı dizilerde falan farklı sesler duymaya alışkınız ama filmlerde, özellikle de Hollywood'un torna tezgahından çıkmış birbirinin aynı filmlerde, hep aynı seslendirmeler var. Başroldeki sarışın kadının sesi hep aynı, başroldeki bağımlı umutsuz dedektifin sesi hep aynı, arabada donut yiyerek bekleyen siyahi polisin sesi hep aynı, mahkemedeki itiraz eden tipin sesi hep aynı, aile sorunları olan ergenin (gerçi dünya üzerinde ailesiyle sorunları olmayan ergen yok, o ayrı bir konu) sesi hep aynı, başrolün küçük kızı ve küçük oğlunun sesi hep aynı. Toplam on kişi falan var, Hollywood tezgahından çıkan filmleri hep bunlar seslendiriyor. Diğer seslendirmenler "Beni böyle dandik şeylerle uğraştırmayın." falan mı diyor ne oluyor anlayamadım.
Aslında aklımda birkaç şey vardı ama şimdi hatırlamıyorum, neyse.
Kavun aromalı şeyler hep aynı kokuyor ama katiyen kavun gibi kokmuyorlar.
"Beyblade ne demek?" diye düşündüm bir an. Blade bıçak demek (aslında tam olarak bıçak demek değil ama Türkçede onun birebir karşılığı yok, en yakın kelime bıçak), bey... "Bey bıçağı" mı demek oluyor beyblade şimdi, ne demek oluyor? Blade kısmına gelirsek: Aslında "keskin şey" gibi bir anlamı var; bıçak da "blade"dir, hançer de "machete" de hatta baltanın keskin/namlu kısmı da.
Bir takım şeyler düşünüyorum. Her zamanki depresif düşüncelerden değil, saçma saçma, önemsiz şeyler. Aslında bunları da her zaman düşünüyorum ama konumuz o değil. Neyse, birinin iyi bir konuşmacı olması iyi yazabileceği anlamına gelmiyor; iyi yazabilmesi de iyi konuşabileceği anlamına. İkisini de yapabilenler var tabii. Ben mi? Ben ikisinde de kötüyüm. Gerçekten iyi olduğum bir şey yok. Gerçi, bazı şeyleri eskisi kadar takmamaya başladım. Bu yılı sağ atlatabileceğimi düşünmüyorum ve bu biraz huzurlu, daha az düşünmeme yardımcı oluyor. Hiçbir şeyde iyi olmadığımı, bu yılı atlatsam bile muhtemelen yalnız öleceğim gerçeğini, asla gerçekleştiremeyeceğimi bildiğim bir takım hayalleri... Daha az düşünüyorum. Bu yazıyı epeydir ilerletemedim, acaba yarım kalan şeylerden mi olacak bu da? Merak ediyorum. Her halükarda havalar hâlâ soğuk ve güneş kendini göstermekte biraz cimri, daha fazla beklemeliyim. Bahar havası ortaya çıkınca güzel bir gün olacak. Ölmek için güzel bir gün. Muhtemelen bu yıl da hayatta kalacağım, ne gerek varsa artık. Umudum kıyametin gerçekten kopuyor olması, o zaman kesin ölürüm. Daha fazla anlamsız bir şekilde çabalamam gerekmez. Gerçi yarım kalan birçok şey olacak... İzleyeceğim şeyler, okuyacağım kitaplar. Eh, her zaman olmayacak mı? Onları öldükten sonra, eğer iyi bir yere gidersem de yapabilirim. Her zaman bu zamana, bu dünyaya uygun olmadığıma inanmışımdır ama bu doğru değil, değil mi? Bu dünyada, bu zamanda doğmamış olsaydım çok geçmeden ölürdüm. İstediğim bu değil mi ki? En başta dünyada sevmediğim bir çok şey var. İnsanları sevmiyorum, hayatı sevmiyorum... Hm? Her zamanki depresif düşünceler değil, dedim ama sonuç yine oraya geldi ha? Belli ki biraz doluymuşum. Eh, neyse, kendi kendime bulanık bir suda debelenip durmaya devam edeceğim, ölüm beni bulup oradan çıkarana dek. O zamana kadar, hayatta kalmak için elimden geleni yapacağım. Yapacak mıyım ki? Aslında ondan da emin değilim.
Bu karantina olayı ilginç oldu bak. Millet "canımız sıkıldı" diye kafayı yiyor. Ben mi? Benim yaşam tarzım zaten zorunda olmadıkça evden çıkmamak üzere kurulu; yani zaten böyle bir olay olmasa da zorunlu olmadıkça pek evden çıkmıyorum. Nedir o zorunluluklar? İşte okul, çöp atma, alışveriş falan. Otururum evimde, bir şey izlerim, bir şey okurum, uyurum, uyanırım; oh, rahat. Her zamanki hayat halim zaten, benim için değişen bir şey olmadı.
Kılıç savururken ya nefes almadığımı (sadece nefes verdiğimi) ya da çok hızlı aldığımı fark ettim. Hayır zaten nasıl savurmam gerektiğini bilmiyorum, bir de nefes sıkıntısı var; şimdilik nefes ve duruş üzerine yoğunlaşacağım. Aslında talim öncesi biraz nefes egzersizi yapıyordum ama birkaç saniyelik nefes egzersizi pek bir şeye yaramıyor demek ki.
Türkiye'de film seslendirmesi yapan toplam kaç kişi var merak ediyorum. Aslında animasyonlarda, dublajlı yabancı dizilerde falan farklı sesler duymaya alışkınız ama filmlerde, özellikle de Hollywood'un torna tezgahından çıkmış birbirinin aynı filmlerde, hep aynı seslendirmeler var. Başroldeki sarışın kadının sesi hep aynı, başroldeki bağımlı umutsuz dedektifin sesi hep aynı, arabada donut yiyerek bekleyen siyahi polisin sesi hep aynı, mahkemedeki itiraz eden tipin sesi hep aynı, aile sorunları olan ergenin (gerçi dünya üzerinde ailesiyle sorunları olmayan ergen yok, o ayrı bir konu) sesi hep aynı, başrolün küçük kızı ve küçük oğlunun sesi hep aynı. Toplam on kişi falan var, Hollywood tezgahından çıkan filmleri hep bunlar seslendiriyor. Diğer seslendirmenler "Beni böyle dandik şeylerle uğraştırmayın." falan mı diyor ne oluyor anlayamadım.
10 Mart 2020 Salı
Rastgele Bir Şeyler Falan İşte, Amaaaan
Dil hakkında ilginç şeyler var. Tamam, bu pek demek istediğim şeyi ifade etmiyor. Marka isimleri hakkında ilginç şeyler var. Şöyle: McDonald's ile Hasan'ın Yeri arasında dilbilgisi açısından herhangi bir fark yok. Gel gör ki McDonald's dünyaya açılıyor, Hasan'ın Yeri kendi şehrinde ikinci şubeyi zor açıyor. Hele Carl's Jr. diye bir marka var ki biri Kerim'in Küçüğü (hatta iyice abartıp işi pişkinliğe vurarak Kerim'inki) diye yer açsa dalga geçersiniz. Ben de geçerim, yalan yok; başka dilde olunca anlam umursanmıyor nedense.
Artık çok sorulmuyor galiba, ne zamandır görmedim de meşhur bir "Issız adaya düşsen yanına alacağın üç şey ne olurdu?" sorusu vardır. Benim buna mantığımın ve kalbimin cevabı farklı mesela. Mantığımın cevabı şu: Su arıtma kiti, iyi bir bıçak, bitmeyecek bir çakmak. Kalbime gelince: İçinde istediğim kitaplar olan bir kitaplık (bu teknik olarak hâlâ "tek bir şey"), internet bağlantısı olan bir bilgisayar (bu da teknik olarak "tek bir şey") ve içinde farklı türlerde tohumlar olan bir tohum kutusu (bu da aynı şekilde, teknik olarak "tek bir şey"). Yani sonuçta bize bir şeyler alma hakkı veriliyorsa bilinçli olarak oraya gidiyoruzdur, tadını çıkarmaya bakmamız lazım. Yalnız yanımda bıçak falan yokken tohumları nasıl etkili ekip biçebileceğimi hesaplamadım, zevk alalım derken külfet çıkardık başımıza. O zaman o "tohum kutusu"nu "çiftlik deposu" olarak değiştiriyorum, içinde baltanın da orağın da kazmanın da tohumun da (hatta iyice abartıp döllenmiş tavuk yumurtasının da) olduğu. Ve evet, "çiftlik deposu" tek bir şey, "tek bir şey" deyip çiftliğin kendisini istemeyip depoyla yetinmeme şükredin!
Bir de bu ıssız ada sorusu hakkında sorgulanması gereken yerler var. Nerede mesela bu ıssız ada? Issız ada deyince aklımızda hep tropik bir yer canlanıyor ama Antarktika'da da ıssız ada var Ege Denizi'nde de. Sonra "ne kadar süre için?" Dedim ya, bize böyle bir hak veriliyorsa bilinçli olarak gidiyoruzdur diye, sonuçta gemi batarken "Hadi yanına üç şey al, yakında ıssız ada var" diyecek halleri yok. Haliyle bilinçli olarak gidiyorsak süresini de biliyoruzdur, ömür boyu mu kalacağız orada, bir hafta mı, nedir? Bu ıssız ada sorusu üzerine bir sürü kitap yazıldı bak, Robinson Crusoe'lar, Esrarlı Ada'lar hep bu sorudan çıkmış kitaplar, "öyle soruya böyle cevap" diyen kişi yazar olunca oturup kitap yazıyor soruyu cevaplamak için.
"Fate serisini izlemeye zaman var, şu yan hikayelerden birini izleyeyim bari" dedim (Ana seriyle alakası olmayan Prisma falan, onlar), biraz da Stay/Night'ı izlediğim için güveniyordum tabii kendime... Yalnız Fate evreni çok karmaşık ya. Bakın, ben öyle karmaşa sevmeyen, "N'oluyor lan burada?" serilerinden nefret eden biri değilim. Steins;Gate'i sevmiş, Monogatari serisini çıkış sırasına göre izleyip bitirmiş bir insanım. Yalnız Fate evreni kendi içinde de elli tane farklı alternatif evrene ayrılıyor, daha diğer Type-Moon serileri var, ohooo. Neyse, alışırız bir şekilde. Hayır iyi ki "Ana seri bitsin de öyle yan serilere geçerim" diye bir şey demedim, bir de öyle olsa iyice içinden çıkılmaz bir hal alırdı.
Türk mutfağı ilginç bir mutfak. Şöyle ki: Türk mutfağı yarı-muhafazakar bir mutfak, değişikliklere kapalı değil ama tamamen açık da değil. Demek istediğim şu: Türk mutfağına dışarıdan yemek girişi oluyor ama o yemekler bir kez Türk mutfağı içinde benimsendiğinde değişip Türkleşiyor. Örnek vermek gerekirse, tost zaten kendi başına çok eski bir yemek değil, 18. yüzyılda İngiltere'de doğmuş bir yemekti yanlış hatırlamıyorsam. Bu arada toast diye aratınca kızarmış ekmekle ilgili kaynaklar çıkıyor, azmettim buldum, bizim "tost" deyince aklımıza gelen "kızartılmış sandviç" 19. yüzyılda Britanya'da icat edilmiş. Bir yüzyıl eksik söylemişim. Heh, tost bize bir şekilde girmiş ama tabii ki olduğu gibi kalmamış. Ayvalık tostu, yengen gibi çeşitleri tamamen Türk mutfağına özgü. Yani tost mutfağa girip Türkleşerek Ayvalık tostu, yengen gibi tost çeşitlerine evrilmiş. Başka bir örnek kek. Kek Türk mutfağına Alman mutfağından giren bir yemek (Alman mutfağına başka bir yerden girip girmediğini bilmiyorum, zaten konumuz o değil), günümüzde Türkiye'de "Türkleşmiş" kek tariflerini Almanya'da bulamazsınız örneğin. Daha eski bir örnek: Köfte; köfte Türk mutfağına İran mutfağından girme (adı da Farsça zaten), ne var ki ülkenin her şehrinde kendine özgü köfte tarifleri var, bazılarında birden fazla var. Türkiye'de İran'da asla göremeyeceğiniz köfteleri görebilirsiniz. Mesela bak Fransız mutfağı "açık" bir mutfaktır: Dışarıdan yemek girişi olur ama o yemekler olduğu gibi kalır, herhangi bir değişikliğe uğramaz. Türk mutfağında dışarıdan yemek girişi oluyor ama yemekler aynı şekilde kalmıyor. Gerçi bu durumun Türk mutfağının oldukça eski olmasıyla da ilgisi var, Türk mutfağı genel olarak Osmanlı mutfağından başlatılır ki bu da başlı başına 700 yıl demek. Bunun daha Selçuklu ve ondan önce Orta Asya dönemi var. Aslında ben de Osmanlı mutfağından başlatılması taraftarıyım Türk mutfağının ama Orta Asya'dan kalma birçok yemek hâlâ mutfağımızda bulunuyor: Mantı, tarhana çorbası, un helvası, sütlaç, pastırma, çevirme (kuzu çevirme, piliç çevirme), sucuk, yoğurt, dürüm... Açık mutfağa örnek olarak verdiğim Fransız mutfağı ise gerçek anlamda 16. yüzyılda doğmuş ve ilk yıllarını İtalyan mutfağının birebir kopyası şeklinde geçirmiş bir mutfak. Elbette 16. yüzyıldan önce Fransızlar ve onlardan önce Frenkler aç gezmiyorlardı, bir yemek kültürleri vardı ama günümüze hiçbir yemek bırakmamış bir mutfak kültürü o, bütünüyle kaybolmuş; o yüzden Fransız mutfağını 16. yüzyıldan başlattım (Ben başlatmadım gerçi, bu gastronomide genel kabuldür; Fransız mutfak kültürü Catherine de Medici ile başlatılır. Hatta biraz daha sonrasından, Fransız mutfağının İtalyan mutfağını reddetmeye başladığı zamandan başlatılır, ben yine insaflı davrandım) Amerikan mutfağı zaten Amerika'nın kendisinin tarihi ne ki mutfağının tarihi ne olsun şeklinde. Avrupa'daki eski mutfaklara çok hakim değilim. Alman mutfağı ve İngiliz mutfağının Avrupa'nın en eski yemek kültürleri olması lazım, Almanlar büyük oranda Ortaçağ Cermen yemek kültürünü sürdürdüler, İngilizler de Avrupa'nın en eski milletlerinden. Örneğin Almanların ataları Cermenler, Fransızların ataları Frenkler; İngilizlerin anglo-saksonlar ama İngilizlerin "İngiliz" haline gelmesi hâlâ Cermenler ve Frenkler varken oldu. (Ek bilgi: Anglo-saksonlar ve Frenkler Cermen halkıdır, Almanlar ise "Alman" haline gelene kadar kendilerine Cermen dediler) Roma mutfağı ve İtalyan mutfağının herhangi bir ilgisi yok, bu arada İtalyan mutfağı da yarı-muhafazakardır. Dışarıdan yemek alır ama İtalyanlaştırıp kendi şekline sokar. En basit örnek makarna, Çin'in noodle'ından doğdu ama bambaşka bir hale büründü. Kahve Avrupa kıtasında en son İtalya'ya geçti ama Avrupa kahveleri deyince aklımıza İtalyan kahveleri olan espresso ve espresso temelli kahveler geliyor. Günümüz Yunan mutfağının da Antik Yunan mutfağıyla pek bir ilgisi yok, Antik Yunan mutfağı içine kayıtlı yemeklerden yaşayan bir yemek yok, o da "açık" mutfak. Asya'nın eski mutfaklarına baktığımda onlar da yarı-muhafazakar gibi geliyor, örneğin bugün Japon mutfağı içinde hamburg bifteği (Japonca: Hanbagu) vardır ama Almanların hamburg bifteğiyle alakasız, tamamen Japon olan bir yemektir. Hatta İngilizce kaynaklarda Japanese hamburg beef diye geçer. Aslında Çin mutfağından örnek vermek istemiştim, malum Uzakdoğu'nun en eski yemek kültürü o ama aklıma örnek gelmedi. Aklıma muhafazakar bir mutfak da gelmedi gerçi, hani dışarıdan yemek girişinin neredeyse hiç olmadığı. İngiliz mutfağı olabilir belki, olmayabilir de; dediğim gibi Avrupa'nın iki köklü mutfağı hakkında pek bir şey bilmiyorum.
Kedilerin "bildiğimiz anlamda" eğitilememesinin (aslında eğitilebiliyorlar ama biz insanlar eğitim deyince köpek eğitimini anlıyoruz) birkaç sebebi var. Eğitime en açık olan evcil hayvan köpekle kıyaslayarak gitmek gerekirse: köpeklerde, köpeklerin yabanileri olan kurtlarda ve bütün köpekgillerde ciddi bir sürü davranışı ve "sürü liderine itaat" vardır, hele bu sürü davranışı ve lidere itaatin en yoğun gözlemlendiği hayvanlar kurtlar ve aslında evcil kurttan başka bir şey olmayan köpeklerdir. Kedilere gelince, kedigillerde sadece aslanlarda sürü davranışı vardır (buna ek olarak çitalar küçük gruplar oluşturur) ve onda da pek sürü liderine itaatten söz edilemez; hele evcil kedilerin yabanisi olan yaban kedilerinin de içinde bulunduğu Felinae'de hiçbir şekilde sürü davranışı bulunmaz. İkinci olarak köpeğin evcilleştirilmesi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir, kediler ise tarım devrimi sonrasında evcilleştirildiler; haliyle aslında kediler hâlâ köpekler kadar evcil değiller, hâlâ yarı-yabani sayılırlar. Evcilleştirme üzerinden gidersek de amaçlar farklıydı: Köpeklerin kızak çekmesi, ava yardımcı olması, yabancıları korkutması gerekiyordu ve eğitildiler. Kedilerin ise tek görevi tarlaları haşerelerden korumaktı ve bunun için eğitilmelerine gerek yoktu, zaten doğaları gereği onları avlıyorlardı.
Bilgisayarda birkaç ufak korku hikâyesi buldum bir zaman yazdığım, üstünden çok geçmedi ama az zaman da olmadı. Yalnız nasıl yazmışsam, kendi yazdığım hikayeden tüylerim diken diken oldu lan.
Kmart Haunted House diye bir flaş oyun var, çocukken deli gibi oynardım, bugün nostalji yapmak istedim, açtım tekrar oynadım. Kmart Haunted House adı tanıdık gelmiyorsa Oyunlar1'deki Perili Ev adlı oyun. Neyse, Oyunlar1 buna +13 etiketi basmış, arkadaşım az usturuplu belirleyin şu yaş sınırlarını, 8-9 yaşlarındayken oynuyordum ben bu oyunu. Gerçi on iki yaşında da korku filmi izliyordum, vişne suyu içip vampir triplerinde olduğum bir dönem de vardı (bu arada o dönemler bir yerim kanasa akan kanımı da içiyordum, o da ayrı bir konu) bana göre ayarlamamakta haklılar o yüzden. Korku temasını daima sevmişimdir: terk edilmiş evleri, korkunç arka fon seslerini... Manyaklık parayla olmadığı için bende bol bol bulunuyor. Küçükken daha cesurdum ben, büyüdükçe korkaklaştım. Bu arada o oyunda bir yerde takılırdım eskiden hep, sonra geçebilmeye başladım, bugün oynadığımda hemen çerez gibi geçtim, hiç takılmadım. Arka fonundaki müzik olsun, duvarlardaki yırtıklar olsun, verdiği nostaljik his olsun iyi geldi ama oynayıştan pek zevk alamadım.
Cemaat, cemiyet ve camia kelimeleri var; bunları günlük hayatta hemen kullanıyoruz, yanlış yerde kullanımı pek yok ama Türkçe öğrenmeye kalkan bir yabancı aralarındaki farkı sorsa ne cevap vereceğiz? Bende öyle bir cevap yok şahsen. Bak mesela bunların karşılıkları olan öztürkçeleri yazayım: Cemaat-Topluluk, cemiyet... Yine topluluk. Cemaati "namaz kılan topluluk" olarak da çevirebiliriz ama cemaat sadece o anlama gelmiyor, bildiğimiz anlamda "topluluk"a benzer şekilde de kullanılıyor.
Kara Kanatlı Gezgin'e dair tatminsizliğimi üstümden atamıyorum. Başka bir ana karakterle ikinci sezona başlayacağım, o olacak ta sonunda. Fırsatım varken başkalarının kurduğu evrenler yerine orijinal evrenlerimde gezdirecektim Vria'yı, ah ah... Biraz da işin kolayına kaçmak istedim. Şöyle: Kendi serilerimin dünyalarında gezdirseydim Vria'yı, o evrenin kurallarını, karakterleri, tarihi, kültürü açıklamam gerekecekti. O yüzden en uzun bölümler Niterya, Gecik ve W444'te geçen bölümler, orijinal olduklarından çok açıklama var; ben Vria'yı alıp Mount & Blade evrenine yerleştirdiğimde (evren kodunu veya bölümü hatırlamıyorum ama içerikte var) kimseye o evreni açıklamak zorunda değilim, "Gidin oyunu oynayın, öğrenin." deme hakkım var. Hatta Niterya bölümünü biraz uzatmayı, Vria'yı orada biraz gezdirmeyi (özellikle Niterya'nın tek orijinal kültürü olan Rarvera'ya* götürmeyi) planlıyordum ama bölüm çok uzamasın ya da aynı evrende iki bölüm olmasın diye vazgeçtim. Vria'nın Seedo-fu'cuları bekleyemeyip yürüyüp gittiği bir kısım var, beşinci bölümün başı olması lazım, orada orijinalde bildiğin Seedo-fu mücadelesi sahnesi olacaktı, sonra öykü gereksiz uzamasın diye değiştirdim. Bayağı işin içine kılıçlar, elektrik akımı, havaya fırlamalar falan girecekti. O da bir pişmanlık tabii.
*Niterya daha önce bahsettiğim Sahte Kahramanlar'ın evreni, Rarvera orijinal bir kültüre sahip; geri kalan bütün kültürlerse bazıları karma, bazıları kurgusal olsa da var olan kültürlerden alınma.
Yazı amma uzamış lan, yayınlıyorum artık.
Artık çok sorulmuyor galiba, ne zamandır görmedim de meşhur bir "Issız adaya düşsen yanına alacağın üç şey ne olurdu?" sorusu vardır. Benim buna mantığımın ve kalbimin cevabı farklı mesela. Mantığımın cevabı şu: Su arıtma kiti, iyi bir bıçak, bitmeyecek bir çakmak. Kalbime gelince: İçinde istediğim kitaplar olan bir kitaplık (bu teknik olarak hâlâ "tek bir şey"), internet bağlantısı olan bir bilgisayar (bu da teknik olarak "tek bir şey") ve içinde farklı türlerde tohumlar olan bir tohum kutusu (bu da aynı şekilde, teknik olarak "tek bir şey"). Yani sonuçta bize bir şeyler alma hakkı veriliyorsa bilinçli olarak oraya gidiyoruzdur, tadını çıkarmaya bakmamız lazım. Yalnız yanımda bıçak falan yokken tohumları nasıl etkili ekip biçebileceğimi hesaplamadım, zevk alalım derken külfet çıkardık başımıza. O zaman o "tohum kutusu"nu "çiftlik deposu" olarak değiştiriyorum, içinde baltanın da orağın da kazmanın da tohumun da (hatta iyice abartıp döllenmiş tavuk yumurtasının da) olduğu. Ve evet, "çiftlik deposu" tek bir şey, "tek bir şey" deyip çiftliğin kendisini istemeyip depoyla yetinmeme şükredin!
Bir de bu ıssız ada sorusu hakkında sorgulanması gereken yerler var. Nerede mesela bu ıssız ada? Issız ada deyince aklımızda hep tropik bir yer canlanıyor ama Antarktika'da da ıssız ada var Ege Denizi'nde de. Sonra "ne kadar süre için?" Dedim ya, bize böyle bir hak veriliyorsa bilinçli olarak gidiyoruzdur diye, sonuçta gemi batarken "Hadi yanına üç şey al, yakında ıssız ada var" diyecek halleri yok. Haliyle bilinçli olarak gidiyorsak süresini de biliyoruzdur, ömür boyu mu kalacağız orada, bir hafta mı, nedir? Bu ıssız ada sorusu üzerine bir sürü kitap yazıldı bak, Robinson Crusoe'lar, Esrarlı Ada'lar hep bu sorudan çıkmış kitaplar, "öyle soruya böyle cevap" diyen kişi yazar olunca oturup kitap yazıyor soruyu cevaplamak için.
"Fate serisini izlemeye zaman var, şu yan hikayelerden birini izleyeyim bari" dedim (Ana seriyle alakası olmayan Prisma falan, onlar), biraz da Stay/Night'ı izlediğim için güveniyordum tabii kendime... Yalnız Fate evreni çok karmaşık ya. Bakın, ben öyle karmaşa sevmeyen, "N'oluyor lan burada?" serilerinden nefret eden biri değilim. Steins;Gate'i sevmiş, Monogatari serisini çıkış sırasına göre izleyip bitirmiş bir insanım. Yalnız Fate evreni kendi içinde de elli tane farklı alternatif evrene ayrılıyor, daha diğer Type-Moon serileri var, ohooo. Neyse, alışırız bir şekilde. Hayır iyi ki "Ana seri bitsin de öyle yan serilere geçerim" diye bir şey demedim, bir de öyle olsa iyice içinden çıkılmaz bir hal alırdı.
Türk mutfağı ilginç bir mutfak. Şöyle ki: Türk mutfağı yarı-muhafazakar bir mutfak, değişikliklere kapalı değil ama tamamen açık da değil. Demek istediğim şu: Türk mutfağına dışarıdan yemek girişi oluyor ama o yemekler bir kez Türk mutfağı içinde benimsendiğinde değişip Türkleşiyor. Örnek vermek gerekirse, tost zaten kendi başına çok eski bir yemek değil, 18. yüzyılda İngiltere'de doğmuş bir yemekti yanlış hatırlamıyorsam. Bu arada toast diye aratınca kızarmış ekmekle ilgili kaynaklar çıkıyor, azmettim buldum, bizim "tost" deyince aklımıza gelen "kızartılmış sandviç" 19. yüzyılda Britanya'da icat edilmiş. Bir yüzyıl eksik söylemişim. Heh, tost bize bir şekilde girmiş ama tabii ki olduğu gibi kalmamış. Ayvalık tostu, yengen gibi çeşitleri tamamen Türk mutfağına özgü. Yani tost mutfağa girip Türkleşerek Ayvalık tostu, yengen gibi tost çeşitlerine evrilmiş. Başka bir örnek kek. Kek Türk mutfağına Alman mutfağından giren bir yemek (Alman mutfağına başka bir yerden girip girmediğini bilmiyorum, zaten konumuz o değil), günümüzde Türkiye'de "Türkleşmiş" kek tariflerini Almanya'da bulamazsınız örneğin. Daha eski bir örnek: Köfte; köfte Türk mutfağına İran mutfağından girme (adı da Farsça zaten), ne var ki ülkenin her şehrinde kendine özgü köfte tarifleri var, bazılarında birden fazla var. Türkiye'de İran'da asla göremeyeceğiniz köfteleri görebilirsiniz. Mesela bak Fransız mutfağı "açık" bir mutfaktır: Dışarıdan yemek girişi olur ama o yemekler olduğu gibi kalır, herhangi bir değişikliğe uğramaz. Türk mutfağında dışarıdan yemek girişi oluyor ama yemekler aynı şekilde kalmıyor. Gerçi bu durumun Türk mutfağının oldukça eski olmasıyla da ilgisi var, Türk mutfağı genel olarak Osmanlı mutfağından başlatılır ki bu da başlı başına 700 yıl demek. Bunun daha Selçuklu ve ondan önce Orta Asya dönemi var. Aslında ben de Osmanlı mutfağından başlatılması taraftarıyım Türk mutfağının ama Orta Asya'dan kalma birçok yemek hâlâ mutfağımızda bulunuyor: Mantı, tarhana çorbası, un helvası, sütlaç, pastırma, çevirme (kuzu çevirme, piliç çevirme), sucuk, yoğurt, dürüm... Açık mutfağa örnek olarak verdiğim Fransız mutfağı ise gerçek anlamda 16. yüzyılda doğmuş ve ilk yıllarını İtalyan mutfağının birebir kopyası şeklinde geçirmiş bir mutfak. Elbette 16. yüzyıldan önce Fransızlar ve onlardan önce Frenkler aç gezmiyorlardı, bir yemek kültürleri vardı ama günümüze hiçbir yemek bırakmamış bir mutfak kültürü o, bütünüyle kaybolmuş; o yüzden Fransız mutfağını 16. yüzyıldan başlattım (Ben başlatmadım gerçi, bu gastronomide genel kabuldür; Fransız mutfak kültürü Catherine de Medici ile başlatılır. Hatta biraz daha sonrasından, Fransız mutfağının İtalyan mutfağını reddetmeye başladığı zamandan başlatılır, ben yine insaflı davrandım) Amerikan mutfağı zaten Amerika'nın kendisinin tarihi ne ki mutfağının tarihi ne olsun şeklinde. Avrupa'daki eski mutfaklara çok hakim değilim. Alman mutfağı ve İngiliz mutfağının Avrupa'nın en eski yemek kültürleri olması lazım, Almanlar büyük oranda Ortaçağ Cermen yemek kültürünü sürdürdüler, İngilizler de Avrupa'nın en eski milletlerinden. Örneğin Almanların ataları Cermenler, Fransızların ataları Frenkler; İngilizlerin anglo-saksonlar ama İngilizlerin "İngiliz" haline gelmesi hâlâ Cermenler ve Frenkler varken oldu. (Ek bilgi: Anglo-saksonlar ve Frenkler Cermen halkıdır, Almanlar ise "Alman" haline gelene kadar kendilerine Cermen dediler) Roma mutfağı ve İtalyan mutfağının herhangi bir ilgisi yok, bu arada İtalyan mutfağı da yarı-muhafazakardır. Dışarıdan yemek alır ama İtalyanlaştırıp kendi şekline sokar. En basit örnek makarna, Çin'in noodle'ından doğdu ama bambaşka bir hale büründü. Kahve Avrupa kıtasında en son İtalya'ya geçti ama Avrupa kahveleri deyince aklımıza İtalyan kahveleri olan espresso ve espresso temelli kahveler geliyor. Günümüz Yunan mutfağının da Antik Yunan mutfağıyla pek bir ilgisi yok, Antik Yunan mutfağı içine kayıtlı yemeklerden yaşayan bir yemek yok, o da "açık" mutfak. Asya'nın eski mutfaklarına baktığımda onlar da yarı-muhafazakar gibi geliyor, örneğin bugün Japon mutfağı içinde hamburg bifteği (Japonca: Hanbagu) vardır ama Almanların hamburg bifteğiyle alakasız, tamamen Japon olan bir yemektir. Hatta İngilizce kaynaklarda Japanese hamburg beef diye geçer. Aslında Çin mutfağından örnek vermek istemiştim, malum Uzakdoğu'nun en eski yemek kültürü o ama aklıma örnek gelmedi. Aklıma muhafazakar bir mutfak da gelmedi gerçi, hani dışarıdan yemek girişinin neredeyse hiç olmadığı. İngiliz mutfağı olabilir belki, olmayabilir de; dediğim gibi Avrupa'nın iki köklü mutfağı hakkında pek bir şey bilmiyorum.
Kedilerin "bildiğimiz anlamda" eğitilememesinin (aslında eğitilebiliyorlar ama biz insanlar eğitim deyince köpek eğitimini anlıyoruz) birkaç sebebi var. Eğitime en açık olan evcil hayvan köpekle kıyaslayarak gitmek gerekirse: köpeklerde, köpeklerin yabanileri olan kurtlarda ve bütün köpekgillerde ciddi bir sürü davranışı ve "sürü liderine itaat" vardır, hele bu sürü davranışı ve lidere itaatin en yoğun gözlemlendiği hayvanlar kurtlar ve aslında evcil kurttan başka bir şey olmayan köpeklerdir. Kedilere gelince, kedigillerde sadece aslanlarda sürü davranışı vardır (buna ek olarak çitalar küçük gruplar oluşturur) ve onda da pek sürü liderine itaatten söz edilemez; hele evcil kedilerin yabanisi olan yaban kedilerinin de içinde bulunduğu Felinae'de hiçbir şekilde sürü davranışı bulunmaz. İkinci olarak köpeğin evcilleştirilmesi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir, kediler ise tarım devrimi sonrasında evcilleştirildiler; haliyle aslında kediler hâlâ köpekler kadar evcil değiller, hâlâ yarı-yabani sayılırlar. Evcilleştirme üzerinden gidersek de amaçlar farklıydı: Köpeklerin kızak çekmesi, ava yardımcı olması, yabancıları korkutması gerekiyordu ve eğitildiler. Kedilerin ise tek görevi tarlaları haşerelerden korumaktı ve bunun için eğitilmelerine gerek yoktu, zaten doğaları gereği onları avlıyorlardı.
Bilgisayarda birkaç ufak korku hikâyesi buldum bir zaman yazdığım, üstünden çok geçmedi ama az zaman da olmadı. Yalnız nasıl yazmışsam, kendi yazdığım hikayeden tüylerim diken diken oldu lan.
Kmart Haunted House diye bir flaş oyun var, çocukken deli gibi oynardım, bugün nostalji yapmak istedim, açtım tekrar oynadım. Kmart Haunted House adı tanıdık gelmiyorsa Oyunlar1'deki Perili Ev adlı oyun. Neyse, Oyunlar1 buna +13 etiketi basmış, arkadaşım az usturuplu belirleyin şu yaş sınırlarını, 8-9 yaşlarındayken oynuyordum ben bu oyunu. Gerçi on iki yaşında da korku filmi izliyordum, vişne suyu içip vampir triplerinde olduğum bir dönem de vardı (bu arada o dönemler bir yerim kanasa akan kanımı da içiyordum, o da ayrı bir konu) bana göre ayarlamamakta haklılar o yüzden. Korku temasını daima sevmişimdir: terk edilmiş evleri, korkunç arka fon seslerini... Manyaklık parayla olmadığı için bende bol bol bulunuyor. Küçükken daha cesurdum ben, büyüdükçe korkaklaştım. Bu arada o oyunda bir yerde takılırdım eskiden hep, sonra geçebilmeye başladım, bugün oynadığımda hemen çerez gibi geçtim, hiç takılmadım. Arka fonundaki müzik olsun, duvarlardaki yırtıklar olsun, verdiği nostaljik his olsun iyi geldi ama oynayıştan pek zevk alamadım.
Cemaat, cemiyet ve camia kelimeleri var; bunları günlük hayatta hemen kullanıyoruz, yanlış yerde kullanımı pek yok ama Türkçe öğrenmeye kalkan bir yabancı aralarındaki farkı sorsa ne cevap vereceğiz? Bende öyle bir cevap yok şahsen. Bak mesela bunların karşılıkları olan öztürkçeleri yazayım: Cemaat-Topluluk, cemiyet... Yine topluluk. Cemaati "namaz kılan topluluk" olarak da çevirebiliriz ama cemaat sadece o anlama gelmiyor, bildiğimiz anlamda "topluluk"a benzer şekilde de kullanılıyor.
Kara Kanatlı Gezgin'e dair tatminsizliğimi üstümden atamıyorum. Başka bir ana karakterle ikinci sezona başlayacağım, o olacak ta sonunda. Fırsatım varken başkalarının kurduğu evrenler yerine orijinal evrenlerimde gezdirecektim Vria'yı, ah ah... Biraz da işin kolayına kaçmak istedim. Şöyle: Kendi serilerimin dünyalarında gezdirseydim Vria'yı, o evrenin kurallarını, karakterleri, tarihi, kültürü açıklamam gerekecekti. O yüzden en uzun bölümler Niterya, Gecik ve W444'te geçen bölümler, orijinal olduklarından çok açıklama var; ben Vria'yı alıp Mount & Blade evrenine yerleştirdiğimde (evren kodunu veya bölümü hatırlamıyorum ama içerikte var) kimseye o evreni açıklamak zorunda değilim, "Gidin oyunu oynayın, öğrenin." deme hakkım var. Hatta Niterya bölümünü biraz uzatmayı, Vria'yı orada biraz gezdirmeyi (özellikle Niterya'nın tek orijinal kültürü olan Rarvera'ya* götürmeyi) planlıyordum ama bölüm çok uzamasın ya da aynı evrende iki bölüm olmasın diye vazgeçtim. Vria'nın Seedo-fu'cuları bekleyemeyip yürüyüp gittiği bir kısım var, beşinci bölümün başı olması lazım, orada orijinalde bildiğin Seedo-fu mücadelesi sahnesi olacaktı, sonra öykü gereksiz uzamasın diye değiştirdim. Bayağı işin içine kılıçlar, elektrik akımı, havaya fırlamalar falan girecekti. O da bir pişmanlık tabii.
*Niterya daha önce bahsettiğim Sahte Kahramanlar'ın evreni, Rarvera orijinal bir kültüre sahip; geri kalan bütün kültürlerse bazıları karma, bazıları kurgusal olsa da var olan kültürlerden alınma.
Yazı amma uzamış lan, yayınlıyorum artık.
8 Mart 2020 Pazar
Kara Kanatlı Madenci
Sakalları tıraş edilmiş, saçları özensizce kesilmiş adam sabahın ilk ışıklarıyla kırmızı çarşaflı yatağından doğruldu. "Uzun zamandır buradayım ama..." diye düşündü adı Stephan olan adam, "Hâlâ elmas bulamadım." Stephan MC00 için son derece yaygın bir isimdi ve bu evrenin kralının adı olan Steve'in başka bir formuydu. Tabii ki gözlerine evren çemberi kazınmış adamın gerçek adı Stephan değildi, Sveta'ydı. Adam zincir zırhını giydi, altından yapılma, zümrüt ve lapis lazuli ile süslenmiş kaskını taktı ve envanterinde demir kılıcı bulup eline aldı. "Bunu biraz süslesem mi acaba?" Biraz altını, kızıltaşı ve boyaları vardı, kılıcı süsleyebilirdi ama artık elmas bir kılıç istiyordu. Kara kanatlı madenci uzun zamandır bu evrende yaşıyordu, valkür yaşıyla tam 250 yaşındaydı, evrenin değişimine tanık olmuştu. MC00'ın insanları genellikle birbirinden uzakta yaşardı, birçok evrende bu durum tam tersiydi. Gerçi köylüler toplu yaşıyorlardı ama MC00 için köylü, insandan daha farklı bir varlıktı. Steph, adını böyle kullanırdı çünkü daha kolaydı, evden çıktı ve tarlasına baktı. Buğdaylar yeterince büyümemişti, havuçlar ise olgunlaşmıştı. Gidip havuçları çekerek topraktan çıkarmaya ve her çıkardığı bloğa bir tane ekmeye başladı. Daha sonra çitlerin oraya gitti, envanterinden buğdayı aldı ve tavuklara yedirdi. Evin arkasına gidip demir zırhlı atına bindi, bir eyer bulmak için epey uğraşmıştı. Tamam, tamam, aslında uğraşmamıştı; büyüyle maden kazmadan zindanlara girmiş ve eyeri almıştı. Bu evrenin insanları buna "hile" diyordu ve çok azı kullanabiliyordu, biri de kral Steve'in meşhur şeytani kardeşi Herobrain'dı. MC00'da Herobrain, iskeletleri, zombileri, creeper'ları, alazları ve hatta ruh kumunu oluşturan kişi olarak biliniyordu ama Steph gerçeği biliyordu, MC00'daki bütün yaratıklar A123'ün insanları nedeniyle oluşmuştu, Herobrain'ın kendisi de buna dahil. Steph biraz ilerledikten sonra su içti, bu dünyanın insanları -thirsty mod denen bölgedekiler ve bazı sunucular haricinde- susamıyordu ama Steph bu dünyaya ait değildi. "Belki de boş vermeliyim." diye düşündü evinden uzak madene ilerlerken, MC00'da yaşayan diğer valkürlerden birkaçıyla tanışmıştı, çoğu hile kullanıyordu. "Kim elinde bir elmas bloğu oluşturabilecekken maden kazar?" Steph bu soruya ne cevap vermesi gerektiğini hâlâ bilmiyordu. Nihayet madene vardı, belki de bu konuda inat etmemeliydi, en azından madenin yerini değiştirebilirdi. "Bu arada buralarda yaşayan bir valkür bulmam gerek." Steph büyük bir valkür ailesinden geliyordu ama ailenin çoğu ölmüştü. Önemli kısmı bütün valkürler hâlâ Kızıl Evren'de yaşarken katledilmişti -çoğu Hain Muare tarafından ki Muare ailenin parçasıydı, Steph'in kuzeniydi- bir kısmı Sn666'ya gitmişti, bir şekilde oranın avcılarını insan olduklarına ikna edemezlerse kötülük yapmasalar bile avcılar onları öldürmüş olmalıydı, W444'e gidenler savaşta ölmüştü ve A123'e gidenler Titanik'teydi. Gerçi gemi batarken kaçmış olabilirlerdi. Ve son olarak, bir kısım Muare'nin oraya asla gelmeyeceğini bildikleri için B456'ya gitmişti. Steph bunu saçma buluyordu, B456'da yaşayan bir valkürle ölü bir valkür arasında herhangi bir fark yoktu. Büyü kullanamaz, evrenden çıkamazlardı, eski bilgiler B456'nın materyalist evreninin valkürlerin kara kanatlarını yakıp gözlerindeki evren çemberini kazıdığını söylerdi. Ve burada yaşayan bir valkür bulması gerekmesinin sebebi en azından ailenin soyu devam etsin diyeydi. Bildiği kadarıyla sadece kendisi ve J007'de yaşayan yakından tanımadığı bir akrabası (babasının kuzeninin kızı) kalmıştı. Eh, MC00'dan ayrılmaya niyeti yoktu. Valkürler eskiden beri turistik amaçlı farklı evrenlere giderdi ama hepsinin bir "evi" olurdu, o ev bir valkürün mutlaka geri döneceği yerdi. Uzun zaman önce orası bütün valkürler için Kızıl Evren'di. Kara Kanatlı Madenci, güneş batmak üzereyken madene girdi. "Cidden evime daha yakın bir maden kazmalıyım." Steph nihayet derin yerlere girdi ve eline demir kazmayı alıp kazmaya başladı. "Kızıltaş, altın, zümrüt, lapis lazuli, kuvars... Kuvars? Bunların Nether'da olması gerekmiyor muydu?" Steph kuvars cevherlerini kırdı ve büyük bir odaya geldi. "Burası ne lan böyle?" Takıntılı birinin odası, Steph bu kadarını anlayabiliyordu. Odanın kapısını görebiliyordu, bir koridordan geliyordu ve kapı önünde bazı tuzaklar vardı. Sağ tarafta mavi, yeşil ve sarı üç yatak yan yana konmuştu. Fırının üstünde kamp ateşi vardı ve çalışma masası ateşten uzaktaydı. Aradaki boşluk obsideyenle doldurulmuştu. Yukarıda, Steph'in uçarak ulaşabileceği ama hile kullanamayanların ulaşamayacağı bir kaç delik epey ilerliyormuş gibi gözüküyordu. Her sandığın ne sandığı olduğu üstündeki eşya tablolarıyla belirtilmişti. Odada tecrit edilmiş gibi duran bir tavuk çiftliği de vardı. Zırhlar, kılıçlar, aletler ve yaylar zırh askılarına özenle asılmıştı. Süslü değillerdi, oldukça sade ve amaca yöneliklerdi. Taş balta, elmas kazma, tahta orak, altın kılıç... Parlayan bir altın kılıç. Steph kılıca daha yakından baktı, büyülenmişti. Steph değil, kılıç. Tamam, Steph de büyülenmişti ama kılıcın üstünde büyü vardı. "Kırılmazlık büyüsü olsa gerek." Odanın kenarındaki kütüphane, büyü masasının gücünü artırmak için olsa gerekti. Steph odanın düzenine baktı. Rahatsız edici bir şekilde gereğinden fazla düzenliydi. Kişiye yapaylık hissi veriyordu. Orada olmaması gereken hiçbir şey yoktu, olmaması gereken yerde olan hiçbir şey yoktu. Yamuk, kırık ya da eksik herhangi bir şey yoktu. Nizami bir şekilde doldurulmamış herhangi bir sandık bile yoktu. "Bu kadar düzen hastası birinin MC00'ın büyü masası gibi rastgele bir şeye güvenmesi mümkün görünmüyor." Aslında Steph odayı yapanın başka biri olduğunu ama sonradan bir başkasının taşındığını ve büyü masasını onun getirdiği de düşünmüştü ama odada en ufak kırışık bile olmamasına bakılırsa her kim yaşıyorsa odayı düzenleyen de o olmalıydı. Steph yeniden su içti. "Eğer MC00'da askeriye olsaydı buranın askeriyeye ait olduğunu düşünebilirdim, bu gereksiz düzenliliği açıklardı." Steph'in aşırı düzenli şeylerle arası asla iyi olmamıştı. Kütüphanenin oraya gitti ve merdivenden çıkarak içeri girdi. Büyü masası... Yoktu. "Büyü masası yok, o zaman kütüphaneyi niye duvara dayamak yerine oda gibi yaptı?" Elmas! Hayır, Steph'in aklına herhangi bir şey geldiği yoktu, sadece elmas bulması gerektiğini hatırlamıştı. "Acaba şu sandıklardan mı çalsam? Vanilla'da kamera yok ama izlemenin başka yöntemleri olabilir." Kütüphaneden girdiği gibi geri çıktı, burayı daha fazla düşünmeyecekti. "Kafa karıştırmak!" Bu sefer Steph'in aklına cidden bir şey gelmişti. Üstündeki eşya panosuna elmas koyulmuş sandığı açtı ve aradığını buldu. "Elmas değil, zümrüt. Yeterince yakın ama aynısı değil." Bütün oda, o saçma sapan düzen... Hepsi kafa karıştırmak için inşa edilmişti ama belli ki hedef Steph değildi, kapının önündeki tuzaklar bile muhtemelen çalışmıyordu. Hedef kapıdan gelecek biriydi, odanın duvarlarını kırarak içeri dalan sıradan bir madenci değil. Neyse ne, dedi Steph ve maden kazmaya devam etti. Dedektif değildi sonuçta. "MC00'da dedektifler var mı ki? Vardır herhalde." Yerin kaç metre altında olduğu ve zaman hakkında herhangi bir fikri yokken, Steph nihayet iki tane elmas buldu. "İki elmas kılıç yapmam için gayet yeterli." Dışarı çıktı, güneş doğuyordu. "Bütün geceyi madende mi geçirdim? Saatim olmadığı için zamanı anlamanın bir yolu yoktu gerçi ama hiç uykum da gelmedi." Kara kanatlı madenci atına atlayıp evine döndü. Bir tavuk kesti, fırınladı ve yedi. Ardından bir sopa ve iki elması çalışma masasında uygun şekilde bir araya getirdi. Kılıcı eline aldı ve dışarı çıktı. Kılıcın elmas namlusu ışığı hafifçe geçirip mavi bir parlaklık sunuyordu, bu dünyanın eşyaları A123'tekilerin piksel dediği şeylerden uzaktı. Kılıç gayet düz ve hoştu. Ahşap kabza ele oturuyordu. "Bir bakalım, sanırım kızıltaş iyi olur." Toz halinde kızıltaş çıkardı ve kılıcın üstüne basit çizgiler çizdi. "Güzel. Şansınıza küsün A123'lüler, bu evrenin kökeni olan oyunda şimdilik böyle şeyler yapamıyorsunuz." Kara kanatlı madenci nihayet yatmaya gitti ve Kızıl Evren'den kalma bir rüya gördü.
Kara Kanatlı Gezgin - Bölüm 7 - Final
Evren J007, Takvim Yok, Ada
İşte geldik, dedi Vria, "J serisi evrenlerin sonuncusu... Özel J serisi evren." Vria, kendisine doğru koşan raptorleri saymazsa gayet iyi durumdaydı. "Unutmuşum" dedi Vria, "Burası epey tehlikeli bir yer. Gerçekten hançer taşımaya başlamalıyım..." Yandaki dodoyu boynundan tuttu ve hayvandan özür diledikten sonra raptorun önüne fırlattı. Ardından da arkasına bakmadan kaçtı, nihayet bir ağacın altında durdu. "O t-rex beni görmediği için çok şanslıyım; ama buradan bir şey yemeden gitmem ben! Amar çalısı bulabilirsem çok iyi olur, mızrak yapmakla falan uğraşamam. Çıplak elle dinozora dalmak istemiyorum!" Biraz dolaştıktan sonra narko çalısı bulabildi. "Bunları yersem bayılırım, bayılırsam mutlaka bir şeyler beni yer. Güzelavratotuyla aynı şey bu!" Nihayet Vria pes etti ve evren çemberini açıp girdi.
Evren 000-B, Zaman Yok, Mekan Yok
"Tamam, biraz düşünelim. Ortadünya'ya mı gitsem? Ama henüz kitabı okumadım, spoylır almak istemiyorum. Gecik Dünyası... Eridung'un konağını bulamazsam pek bir anlamı olmaz sanırım. Neyse ne be, Gecik Dünyası'na gidiyorum!" Vria G7 yazan kapıya ilerledi, yanındaki düğmelerden tarihi girdi ve beyazlığa daldı.
Evren G7, MS 2020, Türkiye/Bilecik
"Evet, doğru yerdeyim." dedi Vria önündeki asırlık çınara bakarken. "Odunsaray mıydı? Eridung'un konağı... Tamam, işaretçilerinden biri bu... Ah, bekle; onun nerede olduğunu zaten biliyorum." Vria bir ormanın içinden epey ilerledikten sonra altın ve gümüşle süslenmiş, mermer bir temel üzerine oturtulmuş, kızılçam ahşabından büyük bir binanın önüne geldi. "İşte Eridung'un konağı: Odunsaray. Gecik Dünyası'nın kralı." Kapıda önünü bir kadın kesti. Dizlerinin altına inen ama yere kadar uzamayan, eteğine altından su yolu deseni işlenmiş, kolları dirsekte biten gri keçeden bir elbise, yün ve deriden mamül çizmeler, üstüne kurt başı işlenmiş deri omuzluklar ve bakırla güçlendirilmiş kolçaklar giymişti, başında kar beyazı bir börk vardı; gece kadar siyah saçları, soğuk bakan çekik kahverengi gözleri vardı. Belinde bir dadao vardı, Vria'nın boynunaysa namlusuna ejderha işlenmiş bir palalı mızrak uzatmıştı. "Neden buradasın insan?" Ah, bir waifu, dedi Vria gayriihtiyari. Waifu'lar Eridung'un eşleri ve yardımcılarıydı, Gecik Dünyası'ndaki işleri düzenliyorlardı. Her birinin büyük güçleri vardı. "Çalasun, değil mi? Savaş waifu'larından ve kraliçe waifu'lardan biri." Kraliçe waifu'lar Eridung onlara özel olarak görev vermediği sürece onun yakınında bulunurlardı, demek Eridung konaktaydı. "Neden buradasın insan?" diye tekrarladı Çalasun dişlerini sıka sıka. "İnsan değilim." dedi Vria, "Kızıl Evren'in valkürlerinden biriyim. Eridung bizi iyi bilir." Onu serbest bırak, dedi umursamaz bir erkek sesi. Gümüş rengi saçları olan, sarı tenli, beline tahta bir katana bağlamış, ölü balık gibi bakan bir samuray. "Gintoki" dedi Vria, "Dosuto'lardan biri." Dosuto'lar Eridung'un dostları ve yardımcılarıydı, genel anlamda waifu'lardan biraz daha güçsüzlerdi. "Bu dünyanın insanları bizi tanımıyor, -Waifu'ları ayrıntılarıyla bilmelerine karşın- bizim sadece var olduğumuzu biliyor." dedi Gintoki "Ama belli ki bir valkür bilebiliyor. Çalasun, onu serbest bırak. Eridung'a zarar veremez zaten." Vria uzun bahçeyi dolaştı ve arka bahçeye geçti. Üstünde pijama, başında bir kuyruklu sukarlaçlı börk olan, kızıla çalan beyaz tenli, hafifçe çekik gözlü, kahverengi-siyah renkte bir erkek için uzun sayılabilecek saçları ve siyah kısa sakalları olan bir adam yılan derisi kaplı bir yayla ok talimi yapıyordu. Eridung "Ah" dedi Vria'yı görünce, bir süre kelime arıyormuş gibi durdu ve zorlandığını gizlemeye çalışarak konuşmaya başladı: "Valkür. Gözlerindeki evren çemberini ve sakladığın kara kanatların gölgesini görebiliyorum. Sizden birini burada, sarayımda görmek ne hoş. Ne içersin? Kızıl Evren'deki dinlerden birine inandığını düşünüyorum. Şarap?" Vria başıyla onayladı, Eridung öküz boynuzundan yapılmış, bakır işli ve altı köşeli yıldız şeklindeki zümrüt ve sekiz köşeli yıldız şeklindeki yakutlarla süslenmiş bir kadeh aldı ve bahçeden akan dereye sokup çıkardı. "İşte" dedi, "Bahçende istediğin içeceğe dönüştürebileceğin bir dere olması çok hoş. İçeri geçelim mi?" Ondan önce, dedi Vria, "Tigin Ormanı'nın tamamı senin bahçen ama bir de evinin etrafına taştan alçak duvar inşa edip iç bahçe-dış bahçe ayrımı yapmışsın." Tigin Ormanı'nda doğa kendi kararlarını vermeli, dedi Eridung, "Ama burada, iç bahçede kararları ben veriyorum. Neyse, içeri geçelim mi?" Vria "peki" dedi. "Ayakkabılarını çıkar." Keskin uyarı Eridung'dan geldi, Vria uydu. Eridung başındaki börkü kapının oradaki askıya taktı, okçuluk ekipmanlarını çıkarıp kenara koydu ve büyük bir salondaki bir kitaplığın oraya geldiler, "Çalasun'un seni bırakmasına şaşırdım." dedi Eridung, "Ama bunu boş verelim. E, neden buradasın?" Ben bir seyyahım, dedi Vria. "Seyyah mı? Adın ne?" Vria cevapladı, yalan söylemesi için bir neden yoktu. Vria, dedi Eridung, kitaplıktan bir parşömen rulosu aldı: "Kara Kanatlı Gezgin" açtı ve "İyi bir karakterin var." dedi. "Benden bir waifu oluşturmaya mı çalışıyorsun? Beni ne kadar tanıyorsun?" Aslında sen söyleyinceye dek aklımda öyle bir şey yoktu, dedi Eridung, "Yine de bu parşömende yeterince malzeme var, ayrıca epey sevimlisin. Tabii ki sen hâlâ önümdeyken bu saygısızlığı yapmayacağım. Hem waifu oluşturmanın tamamlanması, daha doğrusu o waifu'nun Gecik'in kurallarına müdahale edebilen gerçek bir waifu haline gelmesi için bir ritüel gerekiyor. İzlemekten pek de... Hoşlanmayacağını düşündüğüm bir ritüel. Özellikle de söz konusu senin bedenin ve karakterinken. Neyse, Gumi, bize biraz topik getirir misin?" Az sonra yeşil saçlı, kısa etekli sarı bir elbise ve turuncu bir ceket giymiş, çekik gözlü bir genç kız, Megpoid Gumi, kapıdan kafasını uzatıp "Biraz işim var." dedi. "Neyse..." dedi Eridung ve elini sallayıp Vria'ya bir topik fırlattı. Buna ek olarak önünde lale desenli çini bir kupa içinde latte belirdi. "Bunu yapabilmene rağmen onlara seslenmen inanılmaz." dedi Vria dayanamayarak. "Hepsini ayrı ayrı seviyorum," dedi Eridung, "Bu yüzden onları görmem gerekiyor." Hepsini ayrı ayrı sevdiğini söylüyorsun, dedi Vria, "Ama aralarında özel olarak aşık olduğun biri yok sanırım? Onlar A123'te sadece kurguydu ama burada senin gerçekliğin, on bin yıldır onlarla birlikte yaşıyorsun." Eridung "Aşk sadece acı verir." dedi. Kelimeleri kılıç kadar keskin, sesi buz gibi soğuktu. Vria üstüne gitmemeye karar verdi, "Tabii." dedi "Ama önceki hayatına bu kadar düşkün başka biri yoktur, hele o hayattan nefret ederken." Beceriksizin tekiydim, dedi Eridung, "Ayrıca o hayattan değil, bizzat kendimden nefret ediyordum. Burası benim dünyam. Burada kral benim, bana uygun olan yer burası. O yüzden önceki hayatımda sevdiğim, intihar etmememe yardımcı olan şeyleri korumaya çalışıyorum. Waifu ve dosuto'larım bu konunun bir parçası. Aslında her şey bu konunun bir parçası. Kaplan kürkünden yapılma, altın, gümüş, değerli taşlar ve kartal tüyüyle süslenmiş börk şeklinde bir tacım var, görmek ister misin? Hayır mı? Peki. Bu arada saçındaki püskül sevimliymiş." Vria saçının sağ tarafına dokundu, "Hâlâ orada olduğunu bilmiyordum." dedi, "Gökçelik Devleti'ndeyken başlık yasası için takmıştım." Bu arada kıpkırmızı kesilen Eridung'u fark etmemiş gibi yapmıştı. Fark ettiğini belli etseydi zaten konuşmaya zor ve çekingen başlayan adam yeniden sessizleşirdi. "Bence yakışmış," dedi Eridung kendini toparlayarak, "Böyle kalsın. Her neyse. Vria, kılıçları sever misin?" Çok düşkün olduğum söylenemez, dedi Vria, "Ama sen epey seviyorsun, değil mi? O yüzden Gecik'te ateşli silahları kısıtladın... Ve belli ki çekik göz de seviyorsun." Eh, çekici bulduğum doğru, dedi Eridung, "Gerçi waifu'larımın çoğu anime karakteri olduğundan -hepsi değil, kitap, dizi karakteri olanlar, çizimlerden doğanlar ve kendi yazdığım şeylerin karakterleri olanlar da var- çekik gözlü olma zorunlulukları var. Asyalı karakterler çekik gözlü olmalı, sence de öyle değil mi?" Ben pek anime izlemedim, dedi Vria, "Sadece Death Note'u izledim. Animeler nedeniyle oluşmuş birkaç evrene gittim gerçi, çoğu Uzakdoğulu gibi görünüyordu. Ya görünüşün?" Birkaç ufak fark haricinde, dedi Eridung, "Gerçek bedenim. Vücut kıllarını, tırnakları kesmekle ve hassas dişlerle biraz sorunum vardı, ayrıca miyoptum. Gerçi gözlük takmaktan asla nefret etmedim ama Gecik kralı olduğumda 'Neden gözlük takmaya devam edeyim ki? Neden gözümün üstünde bir şey olmaya devam etsin?' diye düşündüm. Bünyem zayıf sayılmazdı ama güçlü de değildi. Köpek dişlerim çocukluğumda oldukça sivriydi, büyüdükçe kütleşip düzleşmeye başladılar gerçi; onları sivrilttim, gerçek bir köpeğin köpek dişleri gibi yaptım. Onun dışında saç ve sakal, ten ve göz rengim; boyum ve göz şeklim aynı." Biraz durduktan sonra "İlginç," dedi Eridung, parşömeni okuyordu, "Başka bir yerde göremeyeceğin bir yemek ister misin? Aslında birden fazla var." Unutmuşum, dedi Vria, "A123'ün insanıyken gastronomi okuyordun." Ne yazık ki -ya da neyse ki- genç öldüm, dedi Eridung, "Bütün hayatım boyunca dünyada bir iz bırakmadan göçüp gitmekten korktum ve korktuğumu yaşadım. Her gün ölmeyi isterken bir yandan da iz bırakmadan gitmekten korkmak... Benim düşünce tarzım biraz çarpıktır. Her neyse, fantastik şeylere ilgi duymam ve bunu içten içe istemem Gecik'i oluşturdu. Tabii amatör hikayelerim de vardı, bu da bir sebep. Şimdi burada mükemmel bir hayat yaşıyorum ve waifu ile dosuto'larım yemeklerimi epey seviyorlar. Yalnız o yemeklere saygımdan dolayı onları el hareketiyle oluşturamam, fiziksel olarak yapmak zorundayım. Bu diğer yemeklere saygı duymadığım anlamına gelmiyor, sadece kendi orijinal tariflerim takıntılı kimliğimin bir parçası." Ve tanrı olmadığını iddia ediyorsun, dedi Vria. "Tanrı değilim" dedi Eridung, "Hayalet gibi bir şeyim. Takıntılı, kalbinde Gecik Kralıyken bile dolduramadığı bir boşluk olan bir tanrı olmaz. Ben inançlı biriyim biliyorsun -buranın yerini bildiğin için hakkımdaki bazı şeyleri bildiğini varsayıyorum- A123'teki ruhum cennete mi yoksa cehenneme mi gidecek bilmiyorum, ben farklı biriyim. Şimdilik Gecik Dünyası'nda ölümsüz bir varlığım... Kıyamet kopunca ben de yok olacağım, gerçek ruhumu bilmiyorum ama taklitçi olarak benim bunca şey yapmışken cennete gitmem çok mümkün görünmüyor." Bu dünyada tam yetkili sensin değil mi, dedi Vria, "O halde niye sadece kendi dinin İslam'ı tutmayıp da diğer dinleri de bu evrene taşıdın? Bu dünyanın tek insanı bile olabilirdin ama A123'te ne kadar halk varsa tutup da buraya getirdin, hatta W444'ten bile." Öylesi sıkıcı olurdu, dedi Eridung, "Ama bazı küçük müdahaleler yaptım. Çoktanrılı dinleri tektanrılı hale getirdim örneğin. Ayrıca bazen köyleri yok ediyorum, bu aslında idam; kurallarıma uymayanlar için. Ayrıca getirmediğim halklar da var; hem Gecik'in halkları A123 kadar birbirinden ayrılmamış durumda. Viking ve Ural halkları dışında bütün Avrupalılar tek millet ve içindeki kabileler mesela, Moğol, Tunguz ve Türkleri de ayırmadım. Koreli, Japon ve Ainular da ayrılmamış durumda. Aslında domuz yemeyen bir Hristiyanlık düşündüm ama sonra vazgeçtim. Hem ben getirmeseydim bile o inançlar gelecekti zaten." Tamam, diye düşündü Vria "Bu herifi anlayamıyorum." Hiç çocuğun yok, dedi sonunda, "Ama bildiğim kadarıyla bunu yapabilirsin? Neden yapmadın?" A123'te yalnız öldüm, dedi Eridung, "Aslında sadık olacağımı düşünüyordum, her neyse. Burada birçok eşim, birden fazla kraliçem var. Soya gelince: Aslında doğanın sırlarını ve diğer şeyleri öğretebileceğim çocuklarım olsun isterdim; yalnız ölümsüz bir varlığın soyunun devam etmesine gerek yok, o yüzden de bunu yapmadım. Çocuğun olup olmamasını sırf düşünce gücüyle ayarlayabilmek iyi bir şey, korunma yöntemlerine ihtiyaç yok. Ayrıca varisim tarafından öldürülmek istemiyorum, eğer çocuğum olursa kesinlikle Gecik Kralının İradesi'ne ya da benzer bir güce sahip olacaktır ve bu Gecik'te beni öldürebilecek tek şey." Bir süre sustuktan sonra "Vay be, ağır bir hâl aldı," dedi Eridung, "Kronik melankolim için üzgünüm, bunun bir komedi olması gerekiyordu. O zaman hoşça kal Vria." Gitmiyorum, dedi Vria. "Bütün hayatın boyunca birlikte kılıç çarpıştırabilecek birini istemedin mi? Gerçi kılıç kullanan birçok waifu ve dosuto'n var ama neyse. Kılıç düşkünü olmadığımı söyledim, buna rağmen birçok evrende hâlâ kılıçların çağı hâkim -kılıç düşkünü fantastik edebiyat yazarları sağ olsun-, kılıç kullanmak bir valkürün öğrenmesi gereken şeylerden biri. Ayrıca bana yemek sözün var. Ben biraz kendimce talim yaparken sen de onu hazırla, tamam mı?" Eridung dolan gözlerini saklamak için arkasını döndü. "G7'nin melankolik kralı" diye mırıldandı Vria kılıç odasına seğirtirken, gezgin ozan bir valkürün uzun zaman önce Eridung'a ithaf ettiği şarkıydı bu.
G7'nin melankolik kralı,
Daima hüzün içindedir,
Kendini aşağı görür,
Ah yılanların korkak kralı.
Ah G7'nin okçu kralı,
Ateşi sönmüş ateşgâh,
Ağaçsız ormanda çıkan ah,
Hey balıkların bencil kralı.
G7'nin düşkün kralı,
A123'ten umutsuz bir hayalet
Ve gümüşlerin ve altınların ve bakırların içindeki korkunç vaziyet
Ah G7'nin melankolik kralı...
Şarkı yedi kıta daha sürüyordu (bazıları orijinal şarkının daha da uzun olduğunu ama günümüze bu kadarının ulaşabildiğini söylerdi), Vria şarkıya gerçekten hak vermişti. Eridung'un yüzünde daimi olarak melankolik bir gülümseme vardı, istediği her şeyi yapabilirken (gerçek anlamda istediği her şeyi yapabilirken, Eridung'un Gecik'te sınırsız gücü vardı) bile hüzünlüydü. Gülümseme o kadar soluktu ki insanların duygularını anlaması gerekmeyen biri -Valkürler hayatta kalabilmek için duygu ve yalanı anlayabilmek zorundaydı- o gülümsemeyi bir somurtma ya da ifadesiz bir yüzle karıştırabilirdi. Adamın ses tonu her tarafına iğneler batmış ama fark ettirmemeye çalışıyormuş gibiydi. Şey, iyi bir iş çıkarıyordu aslında, Vria'dan daha az tecrübeli bir valkür fark etmeyebilirdi. Boştayken üşüyor gibi sol kolunu tutuyordu. Vria, Eridung'un A123'teyken nasıl olduğunu bilmiyordu, adam tanıştığı herhangi bir valküre bunu söylemekten kaçınmıştı. Gecik Kralının acınası biri olmadığı kesindi ama Eridung kendini öyle görüyordu. Vria bu durumu daha önce de görmüştü: "Yeterli bir hükümdar, yetersiz bir insan." Gerçi bu durumdaki kişiler kendilerini yeterli bir hükümdar olarak da görmezlerdi, muhtemelen Eridung da görmüyordu. Gerçi kafayı kırıp katliam yaptığı zamanların olduğu şarkıda geçerdi, ayrıca kanunlarını belirtmek için insanlar seçiyordu. Bütün sohbet tuhaftı. Eridung rahat gibi görünüyordu ama değildi. Sanki söylemek istediği şeyleri söylemekten yüzyıllar önce vazgeçmiş biri gibi konuşuyordu (Sonuçta Gecik'in insanlığı kadar eskiden beri Gecik Kralı'ydı, G7'de A123'te olduğundan katbekat uzun zaman geçirmişti). Konudan konuya geçişi, diğer şeyler... Aşk hakkındaki soruyu sorduğundaki ani ve keskin tepkisi. "Gecik Dünyasının kralı geçmişinin ya da şu anının deşilmesini istemiyor." Adamın hüznünün tamamen A123'e ait olmasına imkan yoktu, bir kısmı da Gecik'e ait olmalıydı. Eridung kendisi kadar takmıyormuş gibi görünüyordu ama Vria başkalarının karakterini anlamada valkürlerin çoğundan iyiydi, çoğu sadece hayatta kalabilecek kadar bunu anlayabilirdi. Muhtemelen adam her gece yatağa gittiğinde düşüncelerle boğuşuyordu. Vria adamın devamlı olarak bir şeyler yaptığını fark etmişti. Bir şey içiyor, bir şey yiyor, konuşuyor, karalama yapıyor, bir şey okuyor, asla boş durmuyor. "Boş durduğu anda düşünüyor ve bundan kaçınmaya çalışıyor." Belki de sadece herkesin yaşadığı moral bozukluğu dönemlerinden birine denk gelmişti, Vria da şarkıyı yazan valkür de. Vria bir yandan bunları düşünüp bir yandan şarkıyı mırıldanırken nihayet kılıç odasına geldi. Odunsaray dışarıdan ortalama boyda bir konak gibi görünüyordu ama içi epey büyüktü. Vria buraya gelirken iki akvaryum odası -ki biri aşağı yukarı bir şehir akvaryumunun merkez odasıyla aynı boydaydı-, tamamen deniz kabukları ve taşlarla (değerli taşlar, deniz taşları, sıradan taşlar ve hatta fosillerle) dolu üç oda, yapraklar ve ölü böceklerle dolu bir oda ve ne olduğunu bilmediği birçok oda geçmişti. Eh, sonuçta Eridung herhangi bir özel çaba ya da para harcamadan bu şeyleri rahatlıkla toplayabilirdi. İşin iyi yanı, Eridung'un hafızasının çok iyi olmamasıydı; her odanın kapısında o odanın ne olduğunu anımsatan şeyler vardı. Akvaryum odası için verniklenmiş ölü balık ve kılıç odası için kapıya kazınmış bir kılıç mesela. Ne olduğunu bilmediği odalardan birinin kapısında korkunç bir yaratığın tasviri vardı, o yüzden Vria orayı hızlıca geçti. Şarkıda Eridung'un gizemli ve doğaüstü şeylere meraklı olduğunu söylerdi. Kılıç odasının duvarlarında ve masalarda çeşit çeşit kılıç vardı. Avrupa kılıçları, Uzakdoğu kılıçları, Türk kılıçları, Ortadoğu kılıçları, Hint kılıçları, baston kılıçlar, A123'ün tarihi kişilerinin kılıçlarının birebir replikaları, hatta Aztek kılıcı ve kurgusal kılıçlar (aslında valkürler için çoğu gerçek kılıçların replikalarıydı) ve dahi olmadık malzemelerden (yakut, zümrüt, kil, cam vesaire) yapılan kılıçlar -ki bunların hepsi düz kılıçlardı-. Ayrıca savaş baltaları, mızraklar, gürzler, hançerler, yaylar, oklar ve bir sürü başka silah. Sn666'nın meşhur The Colt'unun bir kopyası ve fazlasıyla süslü birkaç altıpatlar, piştov ve fitilli tüfek de vardı. Odada süssüz denebilecek bir şey yoktu ve sade denilebilecek çok az şey vardı. Yine de bütün bu süsleme abartılı bir şatafat sunmuyor ve gözü yormuyordu. Birbirine uygunsuz, üst üste binmiş süsler ya da başka bir malzeme kullanılabilecekken kristal kullanılmış süslemeler yoktu. Her şey en uygunu o olduğu için o şekilde süslenmişti (ya da en azından göze öyle görünüyordu), her şey en uygun malzeme o olduğu için kullanılmıştı. Vria daha sade ve amaca yönelik kılıçların farklı bir odada olduğunu düşündü, karakteri düşünülünce Eridung'un tek kılıç odasının bu olduğunu düşünmek saçma olurdu. Ayrıca Eridung'un tasvirinde kullanılan meşhur kılıcı odada görememişti, o da pek süslü sayılmazdı. Gerçi Eridung, tasvirlerdeki gibi giyinmiyordu; tasvirlerdeki taçlardan birinden bahsetmişti gerçi. Muhtemelen o kıyafetleri sadece belli zamanlarda giyiyordu. Yine de Vria daha fazla gezerse kaybolacağını hissetti, başka bir kılıç odası daha aramaya mecali yoktu. Odadaki en sade şey namlusu camdan yapılan ve gayet basit ve hafif bir şekilde altın yaldızla süslenmiş bir kılıçtı ve kabzası tamamen çinidendi, balçakları kan kadar kırmızı ve gece kadar siyah olup küçük ay taşlarıyla süslenmişti. Bir de baston kılıçların bastonları oldukça süslü olsa da -genellikle oyma ve kabartma- çoğunun kılıç kısmı oldukça sadeydi. Vria biliyordu, buradaki silahların çoğu bizzat Eridung tarafından yapılmış ve süslenmişti. Valkürlerin "Gecik Kralının İradesi" dediği, Gecik dünyasında her istediğini yapabilmesini sağlayan güçle değil, fiziksel olarak. Gerçi yeteneklerini artırmak ve kılıcın düzgün olmasını sağlamak, ayrıca malzeme temini için Gecik Kralı'nın İrade'sini kullandığını reddetmiyordu ama yine de kılıçlar, yaylar ve oklar -yani en azından çoğu- fiziksel olarak yapılmıştı. Tabii ki Vria, Eridung'un bazen ölen savaşçı ve koleksiyonerlerin silahlarına çöktüğünü ve ünlü kılıç yapımcılarına giderek kendine kılıçlar yaptırdığını da biliyordu. Vria bir süre kılıçlara göz attı ve hangi kılıçlardan kullanması gerektiğine karar vermeye çalıştı. Eğri kılıçlara alışkın değildi, düz bir kılıç olmalıydı. Ayrıca çok büyük olmamalıydı ve çatal ya da burgu gibi kullanmayı zorlaştıran unsurlara sahip olmamalıydı. Tercihen de aşırı süslü bir kılıç olmamalıydı, Eridung kırılan kılıcı parmağını şıklatarak eski haline getirebilirdi ama bu üzülüp sinirlenmeyeceği anlamına gelmiyordu. Nihayet eline bir uzun kılıç aldı, kabza topuzunda ve balçaklarında kartal oyması olan ve namlusuna kırmızı altınla İstanbul'un fethi görsel olarak işlenmiş bir uzun kılıç. A123'ün İstanbul'unun fethi. Gecik tarihi büyük oranda A123 ile aynıydı, tabii ki birkaç fark da vardı ama silahlar üzerindeki neredeyse bütün süs, işleme ve tasvirler A123'e aitti. Vria kendini "Gecik Dünyası'nın kralı kendi evrenini daha az önemseyemezdi." diye düşünürken yakaladı. Düşünceleri ve kılıcı bırakıp başka bir kılıç aldı, bir Arap palası. Gece kadar siyah karbon çeliğinden, üstünde altınla işlenmiş sekiz köşeli yıldızlar olan bir namlu ve sedef kakmalı bir kabzaya sahip bir kılıç. Onu da bırakıp kabzasında ayı oyması olan, Şam çeliğinden namlusunda çatmış çift taraflı balta desenleri bulunan, balçakları bakırla işlenmiş bir Viking kılıcı aldı. Biraz savurduktan sonra bunu almaya karar verdi ve dişbudaktan yapılma, köpekbalığı dişleriyle yılan figürü işlenmiş ve sedef kakmalı, ayrıca pembe incilerle süslenmiş kınına koyup beline bağladı. "Ağırmış. Eridung güçsüz olduğunu iddia ediyor bir de." Bir yandan da büyük kılıçlara bakıyordu, şarkıda Eridung'un bunları tek elle kaldırdığından bahsederdi. Eh, Eridung Gecik Kralının İradesi'ni kullanarak Gecik'e ait şeylerin özelliğini istediği gibi değiştirebilirdi. "Vria" diye seslendi Eridung, "Yemek hazır." Kare şeklinde bir köfteydi, üstünde sarı bir püre ve başka şeyler vardı. Vria tadına baktı. "Güzelmiş." Başkası da var, dedi Eridung, siyah hamurdan yapılmış, birinin üstüne altın tozu, diğerininkine gümüş tozu bulanmış iki Özbek mantısı. "İkisinin içi farklı" dedi Eridung. Yemekten sonra gerçekten talim yaptılar. Başlamadan önce Eridung kılıçların keskin kısımlarına dokundu ve onları geçici olarak köreltti. Başına farklı türlerde birbirine çatmış demir kılıçlardan ve bakır ouroborostan oluşan bir taç (tasvirlerinde kullanılan taçlardan birini yani) takmıştı. "Biliyorsun ki Eridung bu evrenin kralı olarak kendi seçtiğim isim" dedi Eridung elindeki kabzasında altından kedi başı, balçaklarında ise bakırdan yılan oyması olan, namlusuna Gecik Dünyası'ndaki milletlerin armaları gümüşle işlenmiş, kan kırmızısı çeliğe sahip, pek de eğri olmayan yalmanlı kılıcını (Vria'nın odada görmediği bir kılıcı yani, aynı zamanda tasvirlerinde kullanılan kılıç; gerçi kılıcın türü anlatana göre değişirdi ama armalar, renk ve oymalar uyuyordu) savururken, "Gerçekte Türkçe bir adım var." Gecik insanları için koyduğun kurallara ne isim verdiğine bakılırsa, dedi kılıcıyla savunma yapan Vria, "A123'teki gerçek adının ne anlama geldiğini tahmin etmek zor değil. Peki Gecik'in anlamı nedir?" Eridung "Herhangi bir anlamı olmasına gerek var mı ki?" dedi, "Bu A123'te kendi dünyam için hayal ettiğim isimdi, öyle kaldı. Eridung'un da herhangi bir anlamı yok." Talim bittiğinde, Vria yenilmişti. Eh, tahmin edilebilir bir sonuçtu; Vria uzun zamandır eline hançer bile almamıştı ama Eridung hemen her gün talim yapıyordu, bazen Gecik Dünyası'nın halklarının savaşlarına dahil bile oluyordu. Vria mutlu ayrıldı, Eridung'la vedalaştı, hüzünlü bir sarılmadan oluşan bir garip bir vedaydı ve 000-B'ye gitti. "Tekrar ziyaretime gelir misin?" demişti Eridung, "Burada pek ziyaretçim olmuyor da. Hem gelirsen senden bir waifu oluşturmama gerek kalmaz. Yalnız sayılmam ama yine de..." Adam bunu demişti ama Vria son bir elveda hissetmişti, sanki ikisinden biri idama gidiyormuş gibi bir his.
Evren 000-B, Tarih Yok, Mekan Yok
Vria biraz etrafta gezdi -hiçbir şey olmayan bir yerde nasıl gezecekse artık-, sonra bir evrenden çıkan birini gördü. "Muare!" Valkür katili valkür. Kızıl Evren katliamından sonra bile valkürleri avlamaya devam eden hain. Çok düşünmeden ilk önüne çıkan evrene girdi.
Evren B456, MS 2020, Türkiye/Balıkesir
Ah, dedi Vria, "A123'e döndüm sanırım." Vria evren çemberini açamadığını fark ettiğinde çoktan bir hafta geçmiş ve Ebru adıyla kimlik çıkarttırmıştı. Birkaç denemeden sonra pes edip gerçeği kabullendi: "A123'te değilim... B456'dayım." B456, evren çemberinin son evreniydi ve tek bir özellik dışında A123 ile aynıydı. A123'ün insanlarının çoğu büyüye inanmamasına rağmen o evrende büyü ve doğaüstü şeyler vardı, B456 ise valkürler için yasak bölgeydi ve tamamen materyalist bir evrendi. Büyünün var olmadığı evrenden dönüş mümkün olmadığı için valkürler için burası yasak bölgeydi. "Neyse ne" dedi Vria, "Artık sıradan bir insanım. Bakalım, sıradan insanlar neler yaşıyor..." Vria normal bir insan olarak yaşarken çok geçmeden fark etti: "Eridung biliyordu, hikayenin sonunu biliyordu. O yüzden o tuhaf hissettiren vedayı etti. O parşömende yazıyordu kesin!" İstemsizce saçının sağ tarafına dokundu, o püskülü her gün takıyordu. Onu bir çeşit şans tılsımı kabul ediyordu, tılsımların bu evrende herhangi bir işe yaramayacağını bilse bile. O püskül Vria için birçok şey ifade ediyordu: Evrenler arasında seyahat ederken geçirdiği zaman, Eridung'la konuşması ve hüzünlü vedası, Konne ve Jalahe, A123'ün insanlarının farkında olmadıkları büyük güçleri, Muare'den son anda kurtulmuş olması, J007'de onu yemeye çalışan raptor, MC00'ın kare şeklindeki ağaçları... Vria bütün bu duyguları o püskülle simgeliyordu. O püskül artık adı Vria bile olmayan kızın valkür olduğu günlerden kalan tek şeydi, çizim defterini kim bilir nerelerde kaybetmişti, bulamıyordu. Gözlerindeki evren çemberi ve kanatları bile kaybolmuş olmalıydı. Eskiler, B456'nın bir valkürü sıradan bir insana çevireceğini söylerdi. Vria gerçekten bütün hatıralarını püskülde saklıyordu.
İşte geldik, dedi Vria, "J serisi evrenlerin sonuncusu... Özel J serisi evren." Vria, kendisine doğru koşan raptorleri saymazsa gayet iyi durumdaydı. "Unutmuşum" dedi Vria, "Burası epey tehlikeli bir yer. Gerçekten hançer taşımaya başlamalıyım..." Yandaki dodoyu boynundan tuttu ve hayvandan özür diledikten sonra raptorun önüne fırlattı. Ardından da arkasına bakmadan kaçtı, nihayet bir ağacın altında durdu. "O t-rex beni görmediği için çok şanslıyım; ama buradan bir şey yemeden gitmem ben! Amar çalısı bulabilirsem çok iyi olur, mızrak yapmakla falan uğraşamam. Çıplak elle dinozora dalmak istemiyorum!" Biraz dolaştıktan sonra narko çalısı bulabildi. "Bunları yersem bayılırım, bayılırsam mutlaka bir şeyler beni yer. Güzelavratotuyla aynı şey bu!" Nihayet Vria pes etti ve evren çemberini açıp girdi.
Evren 000-B, Zaman Yok, Mekan Yok
"Tamam, biraz düşünelim. Ortadünya'ya mı gitsem? Ama henüz kitabı okumadım, spoylır almak istemiyorum. Gecik Dünyası... Eridung'un konağını bulamazsam pek bir anlamı olmaz sanırım. Neyse ne be, Gecik Dünyası'na gidiyorum!" Vria G7 yazan kapıya ilerledi, yanındaki düğmelerden tarihi girdi ve beyazlığa daldı.
Evren G7, MS 2020, Türkiye/Bilecik
"Evet, doğru yerdeyim." dedi Vria önündeki asırlık çınara bakarken. "Odunsaray mıydı? Eridung'un konağı... Tamam, işaretçilerinden biri bu... Ah, bekle; onun nerede olduğunu zaten biliyorum." Vria bir ormanın içinden epey ilerledikten sonra altın ve gümüşle süslenmiş, mermer bir temel üzerine oturtulmuş, kızılçam ahşabından büyük bir binanın önüne geldi. "İşte Eridung'un konağı: Odunsaray. Gecik Dünyası'nın kralı." Kapıda önünü bir kadın kesti. Dizlerinin altına inen ama yere kadar uzamayan, eteğine altından su yolu deseni işlenmiş, kolları dirsekte biten gri keçeden bir elbise, yün ve deriden mamül çizmeler, üstüne kurt başı işlenmiş deri omuzluklar ve bakırla güçlendirilmiş kolçaklar giymişti, başında kar beyazı bir börk vardı; gece kadar siyah saçları, soğuk bakan çekik kahverengi gözleri vardı. Belinde bir dadao vardı, Vria'nın boynunaysa namlusuna ejderha işlenmiş bir palalı mızrak uzatmıştı. "Neden buradasın insan?" Ah, bir waifu, dedi Vria gayriihtiyari. Waifu'lar Eridung'un eşleri ve yardımcılarıydı, Gecik Dünyası'ndaki işleri düzenliyorlardı. Her birinin büyük güçleri vardı. "Çalasun, değil mi? Savaş waifu'larından ve kraliçe waifu'lardan biri." Kraliçe waifu'lar Eridung onlara özel olarak görev vermediği sürece onun yakınında bulunurlardı, demek Eridung konaktaydı. "Neden buradasın insan?" diye tekrarladı Çalasun dişlerini sıka sıka. "İnsan değilim." dedi Vria, "Kızıl Evren'in valkürlerinden biriyim. Eridung bizi iyi bilir." Onu serbest bırak, dedi umursamaz bir erkek sesi. Gümüş rengi saçları olan, sarı tenli, beline tahta bir katana bağlamış, ölü balık gibi bakan bir samuray. "Gintoki" dedi Vria, "Dosuto'lardan biri." Dosuto'lar Eridung'un dostları ve yardımcılarıydı, genel anlamda waifu'lardan biraz daha güçsüzlerdi. "Bu dünyanın insanları bizi tanımıyor, -Waifu'ları ayrıntılarıyla bilmelerine karşın- bizim sadece var olduğumuzu biliyor." dedi Gintoki "Ama belli ki bir valkür bilebiliyor. Çalasun, onu serbest bırak. Eridung'a zarar veremez zaten." Vria uzun bahçeyi dolaştı ve arka bahçeye geçti. Üstünde pijama, başında bir kuyruklu sukarlaçlı börk olan, kızıla çalan beyaz tenli, hafifçe çekik gözlü, kahverengi-siyah renkte bir erkek için uzun sayılabilecek saçları ve siyah kısa sakalları olan bir adam yılan derisi kaplı bir yayla ok talimi yapıyordu. Eridung "Ah" dedi Vria'yı görünce, bir süre kelime arıyormuş gibi durdu ve zorlandığını gizlemeye çalışarak konuşmaya başladı: "Valkür. Gözlerindeki evren çemberini ve sakladığın kara kanatların gölgesini görebiliyorum. Sizden birini burada, sarayımda görmek ne hoş. Ne içersin? Kızıl Evren'deki dinlerden birine inandığını düşünüyorum. Şarap?" Vria başıyla onayladı, Eridung öküz boynuzundan yapılmış, bakır işli ve altı köşeli yıldız şeklindeki zümrüt ve sekiz köşeli yıldız şeklindeki yakutlarla süslenmiş bir kadeh aldı ve bahçeden akan dereye sokup çıkardı. "İşte" dedi, "Bahçende istediğin içeceğe dönüştürebileceğin bir dere olması çok hoş. İçeri geçelim mi?" Ondan önce, dedi Vria, "Tigin Ormanı'nın tamamı senin bahçen ama bir de evinin etrafına taştan alçak duvar inşa edip iç bahçe-dış bahçe ayrımı yapmışsın." Tigin Ormanı'nda doğa kendi kararlarını vermeli, dedi Eridung, "Ama burada, iç bahçede kararları ben veriyorum. Neyse, içeri geçelim mi?" Vria "peki" dedi. "Ayakkabılarını çıkar." Keskin uyarı Eridung'dan geldi, Vria uydu. Eridung başındaki börkü kapının oradaki askıya taktı, okçuluk ekipmanlarını çıkarıp kenara koydu ve büyük bir salondaki bir kitaplığın oraya geldiler, "Çalasun'un seni bırakmasına şaşırdım." dedi Eridung, "Ama bunu boş verelim. E, neden buradasın?" Ben bir seyyahım, dedi Vria. "Seyyah mı? Adın ne?" Vria cevapladı, yalan söylemesi için bir neden yoktu. Vria, dedi Eridung, kitaplıktan bir parşömen rulosu aldı: "Kara Kanatlı Gezgin" açtı ve "İyi bir karakterin var." dedi. "Benden bir waifu oluşturmaya mı çalışıyorsun? Beni ne kadar tanıyorsun?" Aslında sen söyleyinceye dek aklımda öyle bir şey yoktu, dedi Eridung, "Yine de bu parşömende yeterince malzeme var, ayrıca epey sevimlisin. Tabii ki sen hâlâ önümdeyken bu saygısızlığı yapmayacağım. Hem waifu oluşturmanın tamamlanması, daha doğrusu o waifu'nun Gecik'in kurallarına müdahale edebilen gerçek bir waifu haline gelmesi için bir ritüel gerekiyor. İzlemekten pek de... Hoşlanmayacağını düşündüğüm bir ritüel. Özellikle de söz konusu senin bedenin ve karakterinken. Neyse, Gumi, bize biraz topik getirir misin?" Az sonra yeşil saçlı, kısa etekli sarı bir elbise ve turuncu bir ceket giymiş, çekik gözlü bir genç kız, Megpoid Gumi, kapıdan kafasını uzatıp "Biraz işim var." dedi. "Neyse..." dedi Eridung ve elini sallayıp Vria'ya bir topik fırlattı. Buna ek olarak önünde lale desenli çini bir kupa içinde latte belirdi. "Bunu yapabilmene rağmen onlara seslenmen inanılmaz." dedi Vria dayanamayarak. "Hepsini ayrı ayrı seviyorum," dedi Eridung, "Bu yüzden onları görmem gerekiyor." Hepsini ayrı ayrı sevdiğini söylüyorsun, dedi Vria, "Ama aralarında özel olarak aşık olduğun biri yok sanırım? Onlar A123'te sadece kurguydu ama burada senin gerçekliğin, on bin yıldır onlarla birlikte yaşıyorsun." Eridung "Aşk sadece acı verir." dedi. Kelimeleri kılıç kadar keskin, sesi buz gibi soğuktu. Vria üstüne gitmemeye karar verdi, "Tabii." dedi "Ama önceki hayatına bu kadar düşkün başka biri yoktur, hele o hayattan nefret ederken." Beceriksizin tekiydim, dedi Eridung, "Ayrıca o hayattan değil, bizzat kendimden nefret ediyordum. Burası benim dünyam. Burada kral benim, bana uygun olan yer burası. O yüzden önceki hayatımda sevdiğim, intihar etmememe yardımcı olan şeyleri korumaya çalışıyorum. Waifu ve dosuto'larım bu konunun bir parçası. Aslında her şey bu konunun bir parçası. Kaplan kürkünden yapılma, altın, gümüş, değerli taşlar ve kartal tüyüyle süslenmiş börk şeklinde bir tacım var, görmek ister misin? Hayır mı? Peki. Bu arada saçındaki püskül sevimliymiş." Vria saçının sağ tarafına dokundu, "Hâlâ orada olduğunu bilmiyordum." dedi, "Gökçelik Devleti'ndeyken başlık yasası için takmıştım." Bu arada kıpkırmızı kesilen Eridung'u fark etmemiş gibi yapmıştı. Fark ettiğini belli etseydi zaten konuşmaya zor ve çekingen başlayan adam yeniden sessizleşirdi. "Bence yakışmış," dedi Eridung kendini toparlayarak, "Böyle kalsın. Her neyse. Vria, kılıçları sever misin?" Çok düşkün olduğum söylenemez, dedi Vria, "Ama sen epey seviyorsun, değil mi? O yüzden Gecik'te ateşli silahları kısıtladın... Ve belli ki çekik göz de seviyorsun." Eh, çekici bulduğum doğru, dedi Eridung, "Gerçi waifu'larımın çoğu anime karakteri olduğundan -hepsi değil, kitap, dizi karakteri olanlar, çizimlerden doğanlar ve kendi yazdığım şeylerin karakterleri olanlar da var- çekik gözlü olma zorunlulukları var. Asyalı karakterler çekik gözlü olmalı, sence de öyle değil mi?" Ben pek anime izlemedim, dedi Vria, "Sadece Death Note'u izledim. Animeler nedeniyle oluşmuş birkaç evrene gittim gerçi, çoğu Uzakdoğulu gibi görünüyordu. Ya görünüşün?" Birkaç ufak fark haricinde, dedi Eridung, "Gerçek bedenim. Vücut kıllarını, tırnakları kesmekle ve hassas dişlerle biraz sorunum vardı, ayrıca miyoptum. Gerçi gözlük takmaktan asla nefret etmedim ama Gecik kralı olduğumda 'Neden gözlük takmaya devam edeyim ki? Neden gözümün üstünde bir şey olmaya devam etsin?' diye düşündüm. Bünyem zayıf sayılmazdı ama güçlü de değildi. Köpek dişlerim çocukluğumda oldukça sivriydi, büyüdükçe kütleşip düzleşmeye başladılar gerçi; onları sivrilttim, gerçek bir köpeğin köpek dişleri gibi yaptım. Onun dışında saç ve sakal, ten ve göz rengim; boyum ve göz şeklim aynı." Biraz durduktan sonra "İlginç," dedi Eridung, parşömeni okuyordu, "Başka bir yerde göremeyeceğin bir yemek ister misin? Aslında birden fazla var." Unutmuşum, dedi Vria, "A123'ün insanıyken gastronomi okuyordun." Ne yazık ki -ya da neyse ki- genç öldüm, dedi Eridung, "Bütün hayatım boyunca dünyada bir iz bırakmadan göçüp gitmekten korktum ve korktuğumu yaşadım. Her gün ölmeyi isterken bir yandan da iz bırakmadan gitmekten korkmak... Benim düşünce tarzım biraz çarpıktır. Her neyse, fantastik şeylere ilgi duymam ve bunu içten içe istemem Gecik'i oluşturdu. Tabii amatör hikayelerim de vardı, bu da bir sebep. Şimdi burada mükemmel bir hayat yaşıyorum ve waifu ile dosuto'larım yemeklerimi epey seviyorlar. Yalnız o yemeklere saygımdan dolayı onları el hareketiyle oluşturamam, fiziksel olarak yapmak zorundayım. Bu diğer yemeklere saygı duymadığım anlamına gelmiyor, sadece kendi orijinal tariflerim takıntılı kimliğimin bir parçası." Ve tanrı olmadığını iddia ediyorsun, dedi Vria. "Tanrı değilim" dedi Eridung, "Hayalet gibi bir şeyim. Takıntılı, kalbinde Gecik Kralıyken bile dolduramadığı bir boşluk olan bir tanrı olmaz. Ben inançlı biriyim biliyorsun -buranın yerini bildiğin için hakkımdaki bazı şeyleri bildiğini varsayıyorum- A123'teki ruhum cennete mi yoksa cehenneme mi gidecek bilmiyorum, ben farklı biriyim. Şimdilik Gecik Dünyası'nda ölümsüz bir varlığım... Kıyamet kopunca ben de yok olacağım, gerçek ruhumu bilmiyorum ama taklitçi olarak benim bunca şey yapmışken cennete gitmem çok mümkün görünmüyor." Bu dünyada tam yetkili sensin değil mi, dedi Vria, "O halde niye sadece kendi dinin İslam'ı tutmayıp da diğer dinleri de bu evrene taşıdın? Bu dünyanın tek insanı bile olabilirdin ama A123'te ne kadar halk varsa tutup da buraya getirdin, hatta W444'ten bile." Öylesi sıkıcı olurdu, dedi Eridung, "Ama bazı küçük müdahaleler yaptım. Çoktanrılı dinleri tektanrılı hale getirdim örneğin. Ayrıca bazen köyleri yok ediyorum, bu aslında idam; kurallarıma uymayanlar için. Ayrıca getirmediğim halklar da var; hem Gecik'in halkları A123 kadar birbirinden ayrılmamış durumda. Viking ve Ural halkları dışında bütün Avrupalılar tek millet ve içindeki kabileler mesela, Moğol, Tunguz ve Türkleri de ayırmadım. Koreli, Japon ve Ainular da ayrılmamış durumda. Aslında domuz yemeyen bir Hristiyanlık düşündüm ama sonra vazgeçtim. Hem ben getirmeseydim bile o inançlar gelecekti zaten." Tamam, diye düşündü Vria "Bu herifi anlayamıyorum." Hiç çocuğun yok, dedi sonunda, "Ama bildiğim kadarıyla bunu yapabilirsin? Neden yapmadın?" A123'te yalnız öldüm, dedi Eridung, "Aslında sadık olacağımı düşünüyordum, her neyse. Burada birçok eşim, birden fazla kraliçem var. Soya gelince: Aslında doğanın sırlarını ve diğer şeyleri öğretebileceğim çocuklarım olsun isterdim; yalnız ölümsüz bir varlığın soyunun devam etmesine gerek yok, o yüzden de bunu yapmadım. Çocuğun olup olmamasını sırf düşünce gücüyle ayarlayabilmek iyi bir şey, korunma yöntemlerine ihtiyaç yok. Ayrıca varisim tarafından öldürülmek istemiyorum, eğer çocuğum olursa kesinlikle Gecik Kralının İradesi'ne ya da benzer bir güce sahip olacaktır ve bu Gecik'te beni öldürebilecek tek şey." Bir süre sustuktan sonra "Vay be, ağır bir hâl aldı," dedi Eridung, "Kronik melankolim için üzgünüm, bunun bir komedi olması gerekiyordu. O zaman hoşça kal Vria." Gitmiyorum, dedi Vria. "Bütün hayatın boyunca birlikte kılıç çarpıştırabilecek birini istemedin mi? Gerçi kılıç kullanan birçok waifu ve dosuto'n var ama neyse. Kılıç düşkünü olmadığımı söyledim, buna rağmen birçok evrende hâlâ kılıçların çağı hâkim -kılıç düşkünü fantastik edebiyat yazarları sağ olsun-, kılıç kullanmak bir valkürün öğrenmesi gereken şeylerden biri. Ayrıca bana yemek sözün var. Ben biraz kendimce talim yaparken sen de onu hazırla, tamam mı?" Eridung dolan gözlerini saklamak için arkasını döndü. "G7'nin melankolik kralı" diye mırıldandı Vria kılıç odasına seğirtirken, gezgin ozan bir valkürün uzun zaman önce Eridung'a ithaf ettiği şarkıydı bu.
G7'nin melankolik kralı,
Daima hüzün içindedir,
Kendini aşağı görür,
Ah yılanların korkak kralı.
Ah G7'nin okçu kralı,
Ateşi sönmüş ateşgâh,
Ağaçsız ormanda çıkan ah,
Hey balıkların bencil kralı.
G7'nin düşkün kralı,
A123'ten umutsuz bir hayalet
Ve gümüşlerin ve altınların ve bakırların içindeki korkunç vaziyet
Ah G7'nin melankolik kralı...
Şarkı yedi kıta daha sürüyordu (bazıları orijinal şarkının daha da uzun olduğunu ama günümüze bu kadarının ulaşabildiğini söylerdi), Vria şarkıya gerçekten hak vermişti. Eridung'un yüzünde daimi olarak melankolik bir gülümseme vardı, istediği her şeyi yapabilirken (gerçek anlamda istediği her şeyi yapabilirken, Eridung'un Gecik'te sınırsız gücü vardı) bile hüzünlüydü. Gülümseme o kadar soluktu ki insanların duygularını anlaması gerekmeyen biri -Valkürler hayatta kalabilmek için duygu ve yalanı anlayabilmek zorundaydı- o gülümsemeyi bir somurtma ya da ifadesiz bir yüzle karıştırabilirdi. Adamın ses tonu her tarafına iğneler batmış ama fark ettirmemeye çalışıyormuş gibiydi. Şey, iyi bir iş çıkarıyordu aslında, Vria'dan daha az tecrübeli bir valkür fark etmeyebilirdi. Boştayken üşüyor gibi sol kolunu tutuyordu. Vria, Eridung'un A123'teyken nasıl olduğunu bilmiyordu, adam tanıştığı herhangi bir valküre bunu söylemekten kaçınmıştı. Gecik Kralının acınası biri olmadığı kesindi ama Eridung kendini öyle görüyordu. Vria bu durumu daha önce de görmüştü: "Yeterli bir hükümdar, yetersiz bir insan." Gerçi bu durumdaki kişiler kendilerini yeterli bir hükümdar olarak da görmezlerdi, muhtemelen Eridung da görmüyordu. Gerçi kafayı kırıp katliam yaptığı zamanların olduğu şarkıda geçerdi, ayrıca kanunlarını belirtmek için insanlar seçiyordu. Bütün sohbet tuhaftı. Eridung rahat gibi görünüyordu ama değildi. Sanki söylemek istediği şeyleri söylemekten yüzyıllar önce vazgeçmiş biri gibi konuşuyordu (Sonuçta Gecik'in insanlığı kadar eskiden beri Gecik Kralı'ydı, G7'de A123'te olduğundan katbekat uzun zaman geçirmişti). Konudan konuya geçişi, diğer şeyler... Aşk hakkındaki soruyu sorduğundaki ani ve keskin tepkisi. "Gecik Dünyasının kralı geçmişinin ya da şu anının deşilmesini istemiyor." Adamın hüznünün tamamen A123'e ait olmasına imkan yoktu, bir kısmı da Gecik'e ait olmalıydı. Eridung kendisi kadar takmıyormuş gibi görünüyordu ama Vria başkalarının karakterini anlamada valkürlerin çoğundan iyiydi, çoğu sadece hayatta kalabilecek kadar bunu anlayabilirdi. Muhtemelen adam her gece yatağa gittiğinde düşüncelerle boğuşuyordu. Vria adamın devamlı olarak bir şeyler yaptığını fark etmişti. Bir şey içiyor, bir şey yiyor, konuşuyor, karalama yapıyor, bir şey okuyor, asla boş durmuyor. "Boş durduğu anda düşünüyor ve bundan kaçınmaya çalışıyor." Belki de sadece herkesin yaşadığı moral bozukluğu dönemlerinden birine denk gelmişti, Vria da şarkıyı yazan valkür de. Vria bir yandan bunları düşünüp bir yandan şarkıyı mırıldanırken nihayet kılıç odasına geldi. Odunsaray dışarıdan ortalama boyda bir konak gibi görünüyordu ama içi epey büyüktü. Vria buraya gelirken iki akvaryum odası -ki biri aşağı yukarı bir şehir akvaryumunun merkez odasıyla aynı boydaydı-, tamamen deniz kabukları ve taşlarla (değerli taşlar, deniz taşları, sıradan taşlar ve hatta fosillerle) dolu üç oda, yapraklar ve ölü böceklerle dolu bir oda ve ne olduğunu bilmediği birçok oda geçmişti. Eh, sonuçta Eridung herhangi bir özel çaba ya da para harcamadan bu şeyleri rahatlıkla toplayabilirdi. İşin iyi yanı, Eridung'un hafızasının çok iyi olmamasıydı; her odanın kapısında o odanın ne olduğunu anımsatan şeyler vardı. Akvaryum odası için verniklenmiş ölü balık ve kılıç odası için kapıya kazınmış bir kılıç mesela. Ne olduğunu bilmediği odalardan birinin kapısında korkunç bir yaratığın tasviri vardı, o yüzden Vria orayı hızlıca geçti. Şarkıda Eridung'un gizemli ve doğaüstü şeylere meraklı olduğunu söylerdi. Kılıç odasının duvarlarında ve masalarda çeşit çeşit kılıç vardı. Avrupa kılıçları, Uzakdoğu kılıçları, Türk kılıçları, Ortadoğu kılıçları, Hint kılıçları, baston kılıçlar, A123'ün tarihi kişilerinin kılıçlarının birebir replikaları, hatta Aztek kılıcı ve kurgusal kılıçlar (aslında valkürler için çoğu gerçek kılıçların replikalarıydı) ve dahi olmadık malzemelerden (yakut, zümrüt, kil, cam vesaire) yapılan kılıçlar -ki bunların hepsi düz kılıçlardı-. Ayrıca savaş baltaları, mızraklar, gürzler, hançerler, yaylar, oklar ve bir sürü başka silah. Sn666'nın meşhur The Colt'unun bir kopyası ve fazlasıyla süslü birkaç altıpatlar, piştov ve fitilli tüfek de vardı. Odada süssüz denebilecek bir şey yoktu ve sade denilebilecek çok az şey vardı. Yine de bütün bu süsleme abartılı bir şatafat sunmuyor ve gözü yormuyordu. Birbirine uygunsuz, üst üste binmiş süsler ya da başka bir malzeme kullanılabilecekken kristal kullanılmış süslemeler yoktu. Her şey en uygunu o olduğu için o şekilde süslenmişti (ya da en azından göze öyle görünüyordu), her şey en uygun malzeme o olduğu için kullanılmıştı. Vria daha sade ve amaca yönelik kılıçların farklı bir odada olduğunu düşündü, karakteri düşünülünce Eridung'un tek kılıç odasının bu olduğunu düşünmek saçma olurdu. Ayrıca Eridung'un tasvirinde kullanılan meşhur kılıcı odada görememişti, o da pek süslü sayılmazdı. Gerçi Eridung, tasvirlerdeki gibi giyinmiyordu; tasvirlerdeki taçlardan birinden bahsetmişti gerçi. Muhtemelen o kıyafetleri sadece belli zamanlarda giyiyordu. Yine de Vria daha fazla gezerse kaybolacağını hissetti, başka bir kılıç odası daha aramaya mecali yoktu. Odadaki en sade şey namlusu camdan yapılan ve gayet basit ve hafif bir şekilde altın yaldızla süslenmiş bir kılıçtı ve kabzası tamamen çinidendi, balçakları kan kadar kırmızı ve gece kadar siyah olup küçük ay taşlarıyla süslenmişti. Bir de baston kılıçların bastonları oldukça süslü olsa da -genellikle oyma ve kabartma- çoğunun kılıç kısmı oldukça sadeydi. Vria biliyordu, buradaki silahların çoğu bizzat Eridung tarafından yapılmış ve süslenmişti. Valkürlerin "Gecik Kralının İradesi" dediği, Gecik dünyasında her istediğini yapabilmesini sağlayan güçle değil, fiziksel olarak. Gerçi yeteneklerini artırmak ve kılıcın düzgün olmasını sağlamak, ayrıca malzeme temini için Gecik Kralı'nın İrade'sini kullandığını reddetmiyordu ama yine de kılıçlar, yaylar ve oklar -yani en azından çoğu- fiziksel olarak yapılmıştı. Tabii ki Vria, Eridung'un bazen ölen savaşçı ve koleksiyonerlerin silahlarına çöktüğünü ve ünlü kılıç yapımcılarına giderek kendine kılıçlar yaptırdığını da biliyordu. Vria bir süre kılıçlara göz attı ve hangi kılıçlardan kullanması gerektiğine karar vermeye çalıştı. Eğri kılıçlara alışkın değildi, düz bir kılıç olmalıydı. Ayrıca çok büyük olmamalıydı ve çatal ya da burgu gibi kullanmayı zorlaştıran unsurlara sahip olmamalıydı. Tercihen de aşırı süslü bir kılıç olmamalıydı, Eridung kırılan kılıcı parmağını şıklatarak eski haline getirebilirdi ama bu üzülüp sinirlenmeyeceği anlamına gelmiyordu. Nihayet eline bir uzun kılıç aldı, kabza topuzunda ve balçaklarında kartal oyması olan ve namlusuna kırmızı altınla İstanbul'un fethi görsel olarak işlenmiş bir uzun kılıç. A123'ün İstanbul'unun fethi. Gecik tarihi büyük oranda A123 ile aynıydı, tabii ki birkaç fark da vardı ama silahlar üzerindeki neredeyse bütün süs, işleme ve tasvirler A123'e aitti. Vria kendini "Gecik Dünyası'nın kralı kendi evrenini daha az önemseyemezdi." diye düşünürken yakaladı. Düşünceleri ve kılıcı bırakıp başka bir kılıç aldı, bir Arap palası. Gece kadar siyah karbon çeliğinden, üstünde altınla işlenmiş sekiz köşeli yıldızlar olan bir namlu ve sedef kakmalı bir kabzaya sahip bir kılıç. Onu da bırakıp kabzasında ayı oyması olan, Şam çeliğinden namlusunda çatmış çift taraflı balta desenleri bulunan, balçakları bakırla işlenmiş bir Viking kılıcı aldı. Biraz savurduktan sonra bunu almaya karar verdi ve dişbudaktan yapılma, köpekbalığı dişleriyle yılan figürü işlenmiş ve sedef kakmalı, ayrıca pembe incilerle süslenmiş kınına koyup beline bağladı. "Ağırmış. Eridung güçsüz olduğunu iddia ediyor bir de." Bir yandan da büyük kılıçlara bakıyordu, şarkıda Eridung'un bunları tek elle kaldırdığından bahsederdi. Eh, Eridung Gecik Kralının İradesi'ni kullanarak Gecik'e ait şeylerin özelliğini istediği gibi değiştirebilirdi. "Vria" diye seslendi Eridung, "Yemek hazır." Kare şeklinde bir köfteydi, üstünde sarı bir püre ve başka şeyler vardı. Vria tadına baktı. "Güzelmiş." Başkası da var, dedi Eridung, siyah hamurdan yapılmış, birinin üstüne altın tozu, diğerininkine gümüş tozu bulanmış iki Özbek mantısı. "İkisinin içi farklı" dedi Eridung. Yemekten sonra gerçekten talim yaptılar. Başlamadan önce Eridung kılıçların keskin kısımlarına dokundu ve onları geçici olarak köreltti. Başına farklı türlerde birbirine çatmış demir kılıçlardan ve bakır ouroborostan oluşan bir taç (tasvirlerinde kullanılan taçlardan birini yani) takmıştı. "Biliyorsun ki Eridung bu evrenin kralı olarak kendi seçtiğim isim" dedi Eridung elindeki kabzasında altından kedi başı, balçaklarında ise bakırdan yılan oyması olan, namlusuna Gecik Dünyası'ndaki milletlerin armaları gümüşle işlenmiş, kan kırmızısı çeliğe sahip, pek de eğri olmayan yalmanlı kılıcını (Vria'nın odada görmediği bir kılıcı yani, aynı zamanda tasvirlerinde kullanılan kılıç; gerçi kılıcın türü anlatana göre değişirdi ama armalar, renk ve oymalar uyuyordu) savururken, "Gerçekte Türkçe bir adım var." Gecik insanları için koyduğun kurallara ne isim verdiğine bakılırsa, dedi kılıcıyla savunma yapan Vria, "A123'teki gerçek adının ne anlama geldiğini tahmin etmek zor değil. Peki Gecik'in anlamı nedir?" Eridung "Herhangi bir anlamı olmasına gerek var mı ki?" dedi, "Bu A123'te kendi dünyam için hayal ettiğim isimdi, öyle kaldı. Eridung'un da herhangi bir anlamı yok." Talim bittiğinde, Vria yenilmişti. Eh, tahmin edilebilir bir sonuçtu; Vria uzun zamandır eline hançer bile almamıştı ama Eridung hemen her gün talim yapıyordu, bazen Gecik Dünyası'nın halklarının savaşlarına dahil bile oluyordu. Vria mutlu ayrıldı, Eridung'la vedalaştı, hüzünlü bir sarılmadan oluşan bir garip bir vedaydı ve 000-B'ye gitti. "Tekrar ziyaretime gelir misin?" demişti Eridung, "Burada pek ziyaretçim olmuyor da. Hem gelirsen senden bir waifu oluşturmama gerek kalmaz. Yalnız sayılmam ama yine de..." Adam bunu demişti ama Vria son bir elveda hissetmişti, sanki ikisinden biri idama gidiyormuş gibi bir his.
Evren 000-B, Tarih Yok, Mekan Yok
Vria biraz etrafta gezdi -hiçbir şey olmayan bir yerde nasıl gezecekse artık-, sonra bir evrenden çıkan birini gördü. "Muare!" Valkür katili valkür. Kızıl Evren katliamından sonra bile valkürleri avlamaya devam eden hain. Çok düşünmeden ilk önüne çıkan evrene girdi.
Evren B456, MS 2020, Türkiye/Balıkesir
Ah, dedi Vria, "A123'e döndüm sanırım." Vria evren çemberini açamadığını fark ettiğinde çoktan bir hafta geçmiş ve Ebru adıyla kimlik çıkarttırmıştı. Birkaç denemeden sonra pes edip gerçeği kabullendi: "A123'te değilim... B456'dayım." B456, evren çemberinin son evreniydi ve tek bir özellik dışında A123 ile aynıydı. A123'ün insanlarının çoğu büyüye inanmamasına rağmen o evrende büyü ve doğaüstü şeyler vardı, B456 ise valkürler için yasak bölgeydi ve tamamen materyalist bir evrendi. Büyünün var olmadığı evrenden dönüş mümkün olmadığı için valkürler için burası yasak bölgeydi. "Neyse ne" dedi Vria, "Artık sıradan bir insanım. Bakalım, sıradan insanlar neler yaşıyor..." Vria normal bir insan olarak yaşarken çok geçmeden fark etti: "Eridung biliyordu, hikayenin sonunu biliyordu. O yüzden o tuhaf hissettiren vedayı etti. O parşömende yazıyordu kesin!" İstemsizce saçının sağ tarafına dokundu, o püskülü her gün takıyordu. Onu bir çeşit şans tılsımı kabul ediyordu, tılsımların bu evrende herhangi bir işe yaramayacağını bilse bile. O püskül Vria için birçok şey ifade ediyordu: Evrenler arasında seyahat ederken geçirdiği zaman, Eridung'la konuşması ve hüzünlü vedası, Konne ve Jalahe, A123'ün insanlarının farkında olmadıkları büyük güçleri, Muare'den son anda kurtulmuş olması, J007'de onu yemeye çalışan raptor, MC00'ın kare şeklindeki ağaçları... Vria bütün bu duyguları o püskülle simgeliyordu. O püskül artık adı Vria bile olmayan kızın valkür olduğu günlerden kalan tek şeydi, çizim defterini kim bilir nerelerde kaybetmişti, bulamıyordu. Gözlerindeki evren çemberi ve kanatları bile kaybolmuş olmalıydı. Eskiler, B456'nın bir valkürü sıradan bir insana çevireceğini söylerdi. Vria gerçekten bütün hatıralarını püskülde saklıyordu.
1 Mart 2020 Pazar
Kara Kanatlı Gezgin - Bölüm 6
Vria ve Jalahe (Vria çocuğun valkür adının bu olmasına karar
vermişti) evren çemberinden çıktıklarında kendilerini kadınlı erkekli on
kişinin arasında buldular. “Siz kimsiniz?” diye bağırdı etraflarını saran
kalabalıktan biri. “Aha, deja vu!” Vria bunu çok yaşamıştı. Gerçi genellikle boynuna uzatılan bir kılıç da olurdu. Vria, saklamalarına
rağmen kalabalığın gerçek gözlerinin farkındaydı; irislerinin ardındaki karanlığı görebiliyordu. “İblisler, tabii… Ne de olsa şu an bu evrende en aktif oldukları zaman.”
Vria bu evreni iyi tanıyordu, dizide günceldi sonuçta. Öte yandan dizi bitse
bile Sn666 var olmaya devam edecek ve kendi kurallarına göre başka bir yöne
gidecekti. İmam, papaz ve haham olan valkürlere göre -Vria üçüyle de
tanışmıştı, ilginç şekilde beraber seyahat ediyorlardı- A123’ün kıyameti geri
kalan evrenlerin tamamının kıyametiydi; ayrıca üçü de kendi tanrılarının bütün
evrenlerin üstündeki tek tanrı olduğuna inanıyordu. Yani sonuç olarak A123 yok
olmadan diğer evrenler de yok olmayacaktı. Tabii orada yaşam bitebilir veya o
evren saçma sapan bir yola girebilirdi. Bir ihtimal de A123’tekiler nedeniyle
oluşmuş evrenlerin onlar tarafından yok edilmesiydi. Vria düşüncelerden
sıyrılıp etrafına baktı: “İblis bıçağım yok, normal bir hançerim bile yok.
Boyunlarını kırabilirim ama öldüreceğini düşünmüyorum. O papaza eksorsizm
hakkında birkaç şey sorsaydım keşke, zaten buraya gelmeyi planlıyordum.” Jalahe
bir süre sonra sıkıldı ve sağ elini ileri uzatıp Vria’nın anlayamadığı bir
şeyler söyledi, bütün iblisler etrafa fırladı. Jalahe, Vria’nın gözlerine
soğukça baktı ve: “Farklı evrenler için farklı yetenekler gerekiyor. Ben
valkürüm… Ve avcıyım.” Vay be, Vria etkilenmişti. Özellikle valkürlerin avcılık
yapmasından: Doğaüstü şeyleri avlayan doğaüstü şeyler. Vria göğe bakıp
“Buradaki ironiyi görüyor musun?” diye sordu gülme krizine girerken. “Neyse”
dedi Vria, “Görüyorum ki buradan sonrasını kendin halledebilirsin. Burada
yollarımız ayrılıyor.” Abla, bekle, dedi Jalahe, “Büyüyünce seninle evlenebilir
miyim?” Vria ani soru karşısında afalladı ama çabuk toparladı, “Çocuk sonuçta.”
Diye düşündü.
-Kaç yaşındasın?
-On iki.
-(“Beklediğimden daha büyük” diye düşündü Vria) Sence ben
kaç yaşındayımdır?
-Yirmi?
-Babanın kaç yaşında olduğunu biliyor musun?
-İnsan yaşıyla kırk iki.
“Niye illa iki ki?” İnsan yaşıyla yirmi üç yaşındayım, dedi
Vria sonunda, “Valkür yaşıyla altmış yaşındayım.”
-Çok yaşlı!
-Bağırmaz mısın? Ayrıca yaşlı da deme! Valkürler Kızıl Evren
dışında sıradan insanlardır, önemli olan insan yaşımız. Ayrıca valkürler uzun yaşar, altmış yaş bir valkür için yaşlı değil. Yine de benim için çok
küçüksün, üzgünüm… Ayrıca on bir yıl sonra da benim için çok küçük olacaksın.
Vria nihayet Jalahe’den kurtulduktan sonra -çocuk Vria’yla birlikte seyahat etmek için direnmişti- yol kenarındaki kalitesiz dükkanlardan birine gitti, “Hep özenmiştim ama A123’te gitme fırsatım olmamıştı.” Vria bir yandan da çocuğun ailesinin Jalahe ismine vereceği tepkiyi merak ediyordu. “Jake, Jake, Jake… Bekle bi’ dak’ka!” Aniden elindeki patates kızartmasını masaya fırlattı. “Konne’nin oğlu muydu o? Kuzenimin? Buraya yerleştiğini duymuştum ama ihtimal vermemiştim. Konne olduğuna göre, Sn666 adı sanırım… Jane? Belki… Aman, neyse ne.” Yemeğine döndü, gerekli parayı masaya fırlatıp (daima bunu yapmak istemişti) arkasına döndüğünde tanıdık bir yüzle karşılaştı: “Kon…” Kadın onu susturup “Adım Eva.” Dedi. “Seçe seçe bu ismi mi seçtin?” diye düşündü Vria kendisinin hâlâ A123 için bir isim seçememesini görmezden gelerek “Tabii, bu evrende o dizi yok.” Sonunda “E, nasılsın?” diye sordu. “İyi” dedi Konne, “Jake’i getirdiğin için teşekkür ederim… Bu arada Jalahe ona uygun bir isim mi sence, gerçekten öyle mi? Sapık kralın adı değil mi o?” Bence uygun, diye düşündü Vria çocuğun daha biraz önce kendisine evlenme teklif ettiğini hatırlayarak, “Jake’e en yakın valkür adı oydu, ne yapayım?” Bunu umursuyor gibi mi görünüyorum, diye sordu Konne. “Pek değil. Ben olsam Konoe ismini seçer ve bu evrenin Japonya’sına yerleşirdim.” Tabii, dedi Konne, “Gözlerimi ne yapayım?” Vria’nınkilerin aksine Konne’nin gayet iri gözleri vardı, bu arada Vria, az önceki konuşma nedeniyle Konne’yi neden hiç merak etmediğini hatırladı. Kadınla konuşmak Vria için eziyetti. “Gözler o kadar önemli değil, illa Amerika’ya yerleşeceksen bari Jane falan seçseydin ismini ya da ne bileyim, Kate belki?” Siz benzerliğe çok takıntılısınız, dedi Konne, “A123’te yaşadığını duymuştum. Nerede ve oradaki adın ne?” Türkiye, dedi Vria. “İnsan… İsmin… Ne?” Vria biraz düşündü ve konuşup yürürken bir ara sokağa gelmiş olmalarının da avantajını kullanarak evren çemberini açmak için elini ileri… Uzatamadı; çünkü Konne kolunu tuttu. Vria sonunda pes etti: “Henüz bir insan ismi seçmedim.” Çok uzun zamandır oradasın, dedi Konne, “İnanamıyorum… Hiç mi isme ihtiyacın olmadı?” Olduğu zaman bir şeyler uydurdum, dedi Vria, “Ayşe, Zeynep, Ceren, Buse, Simge… Ama hiçbiri asıl ismim gibi değil.” Birini kullan işte, diye bağırdı Konne. “Her neyse, gidebilir miyim artık?” Konne Vria’nın kolunu bıraktı ve Vria evren çemberini açıp girdi. Çok düşünmeden, aklına gelen ilk evren için çember açmıştı ama en azından nereye gittiğini biliyordu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)