Geçenki (aslında bunu onu yayınladığım akşam yazıyorum, daha bir gün olmadı yani) yazıda biraz hezeyana kapılmışım ama yaşarım lan İstanbul'da, ne olacak. Zaten yurtdışındaki üst düzey restoranların çoğu dönemlere ayrılıp bazı dönemlerde kapalı oluyor, ben de öyle yaparım. Kapalı olduğum dönemde de gider dağ başında kalırım. Zaten en tepeye yaklaşırsam o ahşap evi yaptırabilecek param olur. Aslında bunu o sırada da düşünmedim değil ama sınav haftası olduğundan mıdır nedir hezeyana kapılmışım. Bunu düşündüğümde de akvaryumlar ve kedilerin taşınmayı sevmemesi (şu an kedim yok ama aile faktöründen dolayı; akvaryumun şu an neden olmadığını elli kere söyledim) meselesi kafamı kurcaladı. Bir de bahçenin bakımı var sahi. Neyse, sonuç olarak şu an huzursuzluğumu bastırabilen bir seviyedeyim... Ve yeniden en tepeye çıkmak istemeye devam etmekteyim. Bakalım, neler olacak acaba? Dalgalanmaya devam ediyorum, akışa izin vereceğim. İşin iyi yanı şu ki bu hezeyanları (en azından şimdilik) bastırıp uygun bir zamanda (yani etrafta kimse olmadığında, bir de genelde bir şeyler yazarken. Yazdığım şeyin ne olduğu önemli değil ama şimdi fark ettiğim ilginç bir ayrıntı) açığa çıkarabiliyorum. Bir şeyler yazmaktan mı vazgeçsem acaba?
Bu arada geçen yazıda makineler işimizi elimizden alacak korkusu hakkında bir şeyler yazmıştım ya, onu yazdığımın ertesi günü Ekşi'de yapay zekanın neden tıp doktorluğunun yerini alamayacağına dair bir yazı okudum: Buradan.
Çok canım sıkılıyor... Hazır sadece birkaç sınavım kalmışken kafamdaki yemeklerin teorik reçetelerini oluşturayım dedim ama onun için de bazı şeylerin içindeki malzemeleri kontrol etmem lazım, yine internet gerekli. Hotspot'u pek kullanmamaya çalışıyorum, nedeni yok. Bu arada, en tepe demişken... En tepe benim için şu an 3 Michelin yıldızını ifade ediyor, bundan ayrı Dünyanın En İyi 50 Restoranı listesi var ama onun tepesine çıkmak için uğraşmayı düşünmüyorum. Hep o elektrik kesintisi yüzünden oldu bu internetsizlik olayı.
Yakın zamanda bir Grozer base yay alacağım, bendeki yay pek uzağa ok atmıyor. Güya 40 libre kendisi, anca 30 libreliğin atacağı mesafeye atıyor. Yakın zamanda dediğim de üniversite bittikten bir süre sonra bu arada. Hatta çalışma hayatına atıldıktan bir süre sonra. Hayır sanki alsam ne olacak, turnuvaya falan katıldığım var sanki. Kulübüm bile yok lan, öyle sürünüyorum... Gerçi okçuluk öğrenmeyi yarışmalara katılmak için istememiştim zaten, sadece merak için istemiştim; bir de doğadaki bir durumda yardımcı olsun diye.
Bunu hotspot'tan yazarken bir yandan bakmam gereken malzemelere mi baksam acaba? Neyse, Balıkesir'de bakarım.
Kitap okuyabilirim, onu da sınav haftası diye yarım bıraktım. Sonuç: Hâlâ sınav haftasındayız.
Diş hassaslığı yüzünden ağız tadıyla tatlı yiyemiyorum, en yakın zamanda genel anesteziyle diş tedavisi yaptıracağım. (Muhtemelen bu yaz) O matkapsı şeyi hissedeceğime onurumla bayılırım daha iyi! Bu arada lokal anestezi falan etki etmiyor, onu yine hissediyorum ben. Sinirlerim mi fazla hassas yoksa olması gereken zaten o mu bilmiyorum tabii. Bu arada diş sorunu bizde genetik, babadan oğla geçiyor. Babam ayrı, kardeşim ayrı; birkaç ayda bir evde muhakkak dişçi muhabbeti oluyor. Nasıl bir baskın gense artık, üçümüzün de dişleri lisede çürümeye başladı.
Bu arada kaç yazdır yazın tamamını tatilde geçiremiyorum. Geçen yaz Dekamer'deydim (gayet güzel anılarım var gerçi orada), bu yaz staj olacak. Geçenden önceki yazda da bir şeyler vardı ama ne vardı hatırlamıyorum. Bu arada staj işine dair tek bir kelime duymadık... Staj yönetmeliğinde "git, şunları staj yapacağın yere imzalat" falan diyor, biz dersleri mi takip edeceğiz onunla mı uğraşacağız? Bu dönem iki üç şey söyleseniz sömestrda hallederdik. Ne ders işlenilen ne de yoklama alınan bir hafta verin o zaman bize, gidip staj işlerini halledelim.
Gittim evsahibine söyledim, modeme reset atmak yeterli oldu. Kendi internetin olmamasının böyle gubik sonuçları var işte.
Bu arada bir yemek sadece malzeme ve tekniklerden ibaret değildir. Sunum, kullanılan tabağın şekli ve rengi, çevredeki dekor ve müzik olup olmaması ve varsa türü bile yemek yeme deneyimine etki eder (Ayrıntılı bilgi için: Nörogastronomi). Peki ben bunu niye anlattım? Çünkü şu sebepten: Aklımdaki yemeklerin bir kısmının tabak prezantasyonlarını yazdım da... Bunu anlatmakta fazlasıyla beceriksizmişim. Zaten nasıl görünmesi gerektiği benim aklımda olduğu için ne yazdığımı anlıyorum ama kafamda imajları olmasa hayatta anlayamam nasıl görünmesi gerektiğini. O yüzden de denemeler sonrasında fotoğraf çekeceğim.
Bazı şeylere para harcamaktan gocunmuyor, bazılarına gocunuyorum. Yemeğe para harcamaya gocunmam mesela, özellikle de daha önce denemediğim bir şeyse. Kılıç ve yay için de gocunmam. Akvaryum zaten malum... Ama mesela kıyafet ve ayakkabı alışverişi yapmayı sevmiyorum. Her mevsim için bir tane yeterli bence. Gerçi ben bu ayakkabı ve kıyafet alışverişinin daha ziyade deneme kısmından rahatsız oluyorum. Antika eserler, el yazmaları vs. için de para harcamaktan gocunmam bu arada; ama şu an öyle bir şey alacak kadar param yok. Zaten olmazsa olmazım değil. Denizkabuğuna para vermeyeceğimi düşünüyordum ama yok, denizkabuğuna da -tabii denizkabuğunun nevine de bağlı ama- para harcarmışım. Mobilya, mobilya; mobilyaya çok fazla harcamam için ya antika olan ya da hikayesi olan, lanetli olduğuna inanılan falan bir mobilya olması lazım. Ha sahi, böyle lanetli olduğuna inanılan şeyleri falan da seviyorum. Kulaklığa çok fazla para vermem için kablosunun kopmayacağının, dolanmayacağının ve katiyen bozulmayacağının garantisini vermeleri gerekiyor. Bir de kaybolunca bulabileceğim bir yapısı olsun, ses falan çıkarsın. Telefona da fazla para vermem için ses komutuyla her şeyi yapmam bunun üstüne yapay zeka harici olarak benimle sohbet etmesi, onun üzerine uçak moduna alınca da uçması gerekiyor. Şöyle bir şey fark ettim: Hobi, ilgi alanlarım (bunun içinde yemek de var, olmasa gastronomi okumazdım) ve koleksiyonla ilgili şeylere para harcamaktan gocunmazken günlük kullanım eşyalarına (telefon, kıyafet, araba, mobilya vs.) gereğinden fazla para harcamak istemiyorum.
Sınavlar bitti nihayet... Sonuçta hâlâ hayattayım, gerçi notların bir kısmını hiç tahmin edemiyorum.
Cumartesi gün ailem gelecekti, Balıkesir'e gideceğim; şimdilik hava iyi gibi duruyor ama fırtına geliyor demişlerdi. Balıkesir'e otobüsle dönebilirim aslında ama Utpa var, bagaja mı koyacağım onu, ne yapacağım? Burada da bırakamam, o yüzden mecbur ailem gelecek.
Bunu yayınlasam mı ki artık? Yılbaşının (aslında o teknik olarak yılsonu değil mi?) ertesi günü yayınlamaya dair bir dürtü vardı içimde ama yeterince uzadı yazı.
Bu arada Balıkesir'de birkaç DVD hazırlayacağım, te Allah'ım 21. yüzyılda, 2020 yılına birkaç gün kala uğraştığımız şeye bak. Gocunmak-gocunmamak demişken, orta-iyi gelir seviyem olsa (şu an öğrenci olduğum için herhangi bir gelir seviyem yok haliyle) orijinal DVD'ler, albümler falan alırım. Ama izlemek/dinlemek, kullanmak için değil; sırf o filme, diziye, müziğe saygım belli olsun diye. Yine internetten izleyip dinlemeye devam ederim. (Tabii öyle bir gelir seviyem olursa böyle iğrenç bir internetim olmayacağını varsayıyorum)
Bu arada yılbaşının ertesi günü yayınlayacağım bu yazıyı, öyle karar verdim. Hatta yayınlayıp geri taslağa döndürdüm. Ha, "yılsonu" dedim ya; benim şu özel günlerden oluşan takvimim vardı hani, işte onda 31 Aralık "yılsonu" şeklinde işaretlenmiş. Hazır yılbaşı-noel tartışmaları başlamışken çoktan geçti (gerçi teknik olarak Noel de geçti, 25'indeydi) ama cadılar bayramı hakkında konuşmak istiyorum. Türkiye'de cadılar bayramının Hristiyan geleneği olduğu sanılıyor; Allah aşkına cadı olma ihtimali olanları çarmıha gerip yakan bir dinin geleneğinde "cadılar bayramı" diye bir şey olabilir mi? Cadılar bayramı denen nanede illa dini bir boyut arayacaksanız Kelt paganizmine bakın, Hristiyanlığa değil. Ayrıca her şeyde dini boyut arayacaksak (öyle yaptığımızı varsayıyorum, cadılar bayramına sırf Avrupa kökenli diye Hristiyan adeti demenin başka bir açıklaması yok zira) Türk Müslümanların %90'ının dini sorulduğunda Müslüman yerine Tengrici diye cevap vermesi gerekiyor, günlük adetlerimizin yarıdan fazlası Tengricilikten kalma çünkü. Ben buna karşı değilim gerçi, doğal bir şey olarak görüyorum; bir de kendime özgü mezhebimin hafif Bahailiğe kayan bir yönü de var.
Eeeh, yayınlıyorum ulan. "Yapma" diyen mi var? Zaten yazı destana döndü yine.
Öne Çıkan Yayın
Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)
İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~
27 Aralık 2019 Cuma
24 Aralık 2019 Salı
En Tepeye Çıkmak, Çince, Teknoloji-İş İlişkisi ve motivasyonu öldüren şehir İstanbul -Ha bir de hezeyan
Tamam, kararımı verdim: En tepeye çıkacağım. Meslekî açıdan zirvem neresiyse orada duracağım. "E, önceden amacın neydi?" Sadece kendi kendini sürdürebilen bir sistem kurmak ve emekliye ayrılmaktı. Onu en tepeye ulaşmadan da rahatlıkla yapabilirsin... Şimdi ihtiyacım olan öncelikle şu okuldan mezun olmak. Daha sonra, birkaç imza yemek oluşturacağım. Aslında birkaç fikir var aklımda, bir tanesinin reçetesini teorik olarak oluşturdum. Şimdi sadece denemek ve düzenlemek kaldı. Bu arada üstüne düşünsem diğerlerinin reçetesini de teorik olarak yazarım, sınav zamanı olduğu için düşünmemeye çalışıyorum (ama aklıma boyna fikir geliyor). Gerçi bu en tepeye çıkma fikri sonunda çok geç emekli olmaya kadar gidebilir ama tatmin duyduğum sürece sorun olmayacaktır herhalde. Aralarda bazı molalar verir, evimin tadını çıkarır ya da gezerim, ne bileyim. Belli bir seviyeden sonra daha yukarı çıkmak daha zor olacak ama muhtemelen kendime daha fazla vakit ayırmamda bir sıkıntı olmayacak. Bir de balıktan nefret ettiğim halde bazı balık yemeği fikirlerim var. Biri yayın dolması. Büyük ağızlı balıklar bana direkt ağızdan doldurularak yenmesi gerekiyormuş gibi geliyor, nedenini bilmiyorum. Önüme fener balığı getirseler ondan da dolma yaparım muhtemelen. Bir de hem TV'de hem kendimde hem de okulda gözlemlediğim bir şey var: Bizim milletin şeflerinde "aynı sos" hastalığı var. Yemeğin ana ürünü neyse o üründen ya da o ürünün farklı bir versiyonundan bir sos yapıp yanına atma hastalığı. Mesela ana ürün yeşil biberse yanına kırmızı kapyadan sos yapar, ne bileyim et yemeğine kahverengi fond temelli bir sos hazırlar falan. Var yani bu, bende de var, tanıdığım kişilerde de var. Evet, şimdilik bu kadar. Aklıma başka şeyler gelince yazarım.
İngilizce için bir çeviri yapıyordum da, Çin mutfağıyla ilgili bir kısım vardı. Cai diye bir şeyden bahsediyor, yanına "(rhyme with "eye")" yazmış. Önce tyhme diyor sandım, "Gözlü kekik ne lan?" dedim de "eye" ile kafiyeli diyormuş. Tabii pinyin'in nasıl okunması gerektiğini bilen kaç tane manyak var ki? Ben zaten nasıl okumam gerektiğini bildiğimden "Ne diyor bu?" dedim, nasıl okunması gerektiğini söylüyor özetle. "Tsay" diye okunuyor bu arada (ama pinyin bilmeyen onu "kay" diye okumayacak mı, "eye" ile kafiyeli bile olsa?). T ile S arasında I yok. Olumlu Bak diye bir Youtube kanalı var, "Asyalılar Fotoğraflarda Neden V İşareti Yapar?" diye bir videosunu izliyorum da kulağım kanadı. Nasıl okunması gerektiğini bilmiyorsan birine sor kardeşim, bu ne ya? "Kwayıv" diye kelime mi var? ("Kawai" demeye çalışıyordu. Doğru okunuşu "Kaway" ya da "Kawayi" bu arada. V ile W farkını elli defa anlattım, tekrar etmeyeceğim. İlginç bir şekilde W'yu V gibi değil de olması gerektiği gibi telaffuz etti yalnız) Bir de Japonca bir isim söyledi ama saçma sapan bir şekilde okuduğundan ismin ne olduğunu anlamadım. Gin ya da Jin olabilir. Korece isimlerde de hata var ama bu konunun yetkili mercisi ben değilim.
Bu arada en tepeye çıkmak demişken... Çalışabildiğim kadar fazla etle, çalışabildiğim kadar fazla sebzeyle, çalışabildiğim kadar farklı teknikle ve çalışabildiğim kadar farklı mutfakla (fiziksel olarak değil de Fransız Mutfağı, Çin mutfağı vs. onları kastediyorum) çalışmak istiyorum. Sırf bu birkaç yıl sürecektir. Eh, dikensiz gül bahçesi beklemiyordum zaten. Tatmin duygusunun peşinden gideceğim ve sonunda kaybolsam da mutlu olacağım. Yani, sanırım.
Ben bu adanın elektrik hatlarını döşeyenlerin ta... Rüzgardan kesilen elektrik mi olur lan? Bir dakika olmadan kesiliyor, bir dakika olmadan geliyor. Evdeki eşyalar bozulursa sorumlusu ben olacağım ama. Kesil, gel, kesil, gel... Kafayı yiyeceğim.
"Teknolojinin gelişimi işlerimizi elimizden alacak" korkusu baş gösterdi son yıllarda. Eh, teknolojinin gelişim hızı korkutucu ama ben böyle bir şeyin olacağını düşünmüyorum. Yaratıcı işleri makineler yapamaz ve makinelerin bakımı, tamiri ve programlanması için insanlara ihtiyaç var. Bakım ve tamiri yapan robotlar icat edilebilir ama onların bakım ve tamiri ne olacak? Bu işin sonu yok. Bir tek programlama tümüyle robotlara bırakılabilir ki bundan da epey şüpheliyim. Eğer geleceğin dünyası, benim düşündüğüm gibi teknolojinin bir şekilde (mesela 3. dünya savaşı) ağır hasar alıp insanların yarı-doğal bir yaşama dönmesine yol açan bir dünya olmayacaksa çok büyük ihtimalle halkın makineleri icat ve inşa edip proglamlayanlar, makinelerin bakımını yapanlar ve yaratıcı işlerde (ressamlık, heykeltraşlık vs.) çalışanlar olarak üç sınıfa ayrılacağı bir dünya olacak. Bir robot, bilinen resim tekniklerini kullanarak yeni ve orijinal bir resim üretebilir ama yeni bir resim yapma tekniği ya da akımı icat edemez. Dahası, eğer geleceğin dünyası birçok işi makinelerin yaptığı bir dünya olursa o dünyanın zengin kesimi insan elinden çıkma ürün ve eserlerin peşinden koşup servetler ödemeye hevesli olacaktır. Yani ben makinelerin yok edebileceği tek işin masabaşı işler olduğunu düşünüyorum, diğer işlerde illaki insana ihtiyaç devam edecek. Bu arada masabaşı işlerin yok edilmesi de bizimki gibi bürokrasisi olan ülkelerde epey zor, yani en azından Türkiye'de yaşayan insanların önümüzdeki yaklaşık beş yüz yıl işlerini kaybetme ihtimali pek de olmayacaktır.
Yazının başında (birkaç gün önce) "en tepeye çıkacağım" dedim de şunu fark ettim: Onu yapmak için İstanbul'da bulunmam gerekiyor. Eh, sakin ve huzurlu bir emeklilik hayatı da hayal edemem bu durumda, zira orada tutunmak... Eh, bana ne ulan, en tepeye çıkmayı falan amaçlamıyorum. Nasıl bir şehirse bütün motivasyonumu öldürdü. İstemiyorum arkadaş İstanbul'da yaşamak. Toplu taşıma ayrı eziyet (gerçi en tepede durursam toplu taşımaya pek ihtiyacım kalmaz), kalabalık ayrı eziyet, koşuşturma, trafik ayrı eziyet. Şehir değil işkence merkezi. Bir de benim gibi suya, ağaca, toprağa, on dönüm bahçeye, dağ başına, sessizliğe, temiz havaya falan düşkünseniz çekilecek çile değil. E, İstanbul'da yaşarsam çıkış amacım olan bahçeli ahşap evi de unutmam gerekir. O önemli, ona tutunuyorum... Yani, "en tepeye çıkacağım" diyene kadar ona tutunuyordum. Belki de kıyı şeridinde, Bodrum ya da o tarz bir yerde işler iyi gidebilir. Hem bahçeli evden de vazgeçmemiş olurum. Ya da en tepeye çıkmış olmanın avantajını kullanıp yılın yarısında çalışacağım, yarısında da dağ başındaki bahçeli ahşap evde kalacak ya da gezeceğim. "En tepeye çıkmak." Fazlasıyla iddialı ama "orada kalacağım" gibi bir iddiam yok. Zaten, benim "en tepe" noktam da gerçek anlamda en tepe sayılmaz. Evet, belki de öyle yapmalı... Birkaç aylık sakinlik uğruna hayatımı İstanbul denen garabe yerleşkede çarçur mu etmeliyim? Bu konuda düşünmem gerek. Tatmin, tatmin... Hayatım İstanbul'da geçtiği süre boyunca hiç tatmin hissetmedim. Her yılda akrabaları vs. ziyaret için giderim, oradayken edindiğim herhangi bir tatmin duygusu hatırlamıyorum. Hepsi ya Balıkesir'de ya Gökçeada'da. Sonuç olarak mevsimler değişir, insanlar değişir, fikirler değişir... Kırk beş yaşım bana bakıp gülecek belki, o zamana değin sinir stres harbinden mevta olmazsam eğer. Şunu biliyorum: İstanbul'da yaşamaya kalksam otuzumu zor görürüm, başka bir Türkiye şehrindeyse en tepeye ulaşmam namümkün. Bir süre daha böyle hayat içinde dalgalanıp gideceğim herhalde... Okulu bir bitireyim de hele, nasıl kafayı yemek istediğime daha sonra karar veririm. Bu durumda, ya öyle dönem olayına girişeceğim yahut bir kıyı şeridinde şansımı deneyeceğim. Bu arada Türkiye'de kıyı şeridine gelen yabancı turistin pek bir olayı yok, otelden çıkmıyorlar zaten.
Bu arada internetim yok, bağlanmıyor. Hotspot ile yazıyorum bunu.
Sadece 21 yaşındayım ama bazen kendimi binlerce yıl yaşamış gibi hissediyorum. Bu bilgelik, heyecan veya onun gibi bir anlamda değil, yorgunluk anlamında. Sadece arzularım, hayallerim, kişiliğim, yapabildiklerim ve düşüncelerim arasındaki çatışma bile bütün hevesimi alıp götürebiliyor. Arzulara aykırı hayaller, bunların aynı olması gerekirdi oysa. Kişilikle çatışan düşünceler... İçimdeki huzursuzluk büyüyor, büyüyor, büyüyor ve bir gün onu kontrol edemeyeceğim. O gün geldiğinde yakınımda herhangi birine zarar verebilecek bir şey olmasa iyi olur, çünkü ya psikopata bağlayacak ya beyni sıfırlayıp çocuksu bir deliliğe bürünecek ya da bedenen olmasa da zihnen intihar edip boş bir kabuk olarak dünya üzerinde gezineceğim. O huzursuzluğu bastırabiliyorum, bu kolay... Ama gitgide büyüyor ve ben onu bastırmakta gittikçe zorlanıyorum, bastıramayıp da ruhumdaki çatlakların bedenimi ele geçirdiği bir günün gelmesinden korkuyorum. Arasıra bazı hezeyanlarım oluyor... Rastgele öfke patlamaları, kendime sövme şenlikleri ya da öyle şeyler. Bütün bunlar kendimi bastırmakla çok uğraştığımdan kaynaklanıyor. İç sıkıntım duyarıma galip geldiğinde ne yaptığımın bile yarı farkında oluyorum. İşte bu yarı farkındalığın bile yok olacağı bir günden korkuyorum... En tepeye çıkmak için İstanbul'da bulunma zorunluluğunun kalbimde açtığı deliğe ve oradan sızanlara bakın. Bu iyi değil, bu hiç iyi değil. Asla, asla, asla iyi olamaz. Bir gün gerçekten her şeyi boş vermek istiyorum. Gerçekten umursamazca yaşamak, gerçekten her şeyle dalga geçmek. Huzursuzluğumu dağıttığım gülmeler ve günlük uğraşların yeterli olmadığı gün gelmeden ölsem herkes açısından çok daha iyi olur. Bir süre yazmayabilirim, sınava çalışacaktım oysa... Şimdi bu sıkıntıyla nasıl çalışacağım? Çalışsam bile iyi bir not almayı nasıl bekleyebilirim? Neyse, bir süre yazmayacağım. Merak etmeyin, tam bir korkak olduğum için kendimi asmam. En fazla yanlışlıkla ya da bir hezeyan anında bileklerimi kesebilirim. Yani korkmayın, birkaç ay yazmasam bile muhtemelen intihar etmiş olmam. Muhtemelen... Çok basit bir kelime.
İngilizce için bir çeviri yapıyordum da, Çin mutfağıyla ilgili bir kısım vardı. Cai diye bir şeyden bahsediyor, yanına "(rhyme with "eye")" yazmış. Önce tyhme diyor sandım, "Gözlü kekik ne lan?" dedim de "eye" ile kafiyeli diyormuş. Tabii pinyin'in nasıl okunması gerektiğini bilen kaç tane manyak var ki? Ben zaten nasıl okumam gerektiğini bildiğimden "Ne diyor bu?" dedim, nasıl okunması gerektiğini söylüyor özetle. "Tsay" diye okunuyor bu arada (ama pinyin bilmeyen onu "kay" diye okumayacak mı, "eye" ile kafiyeli bile olsa?). T ile S arasında I yok. Olumlu Bak diye bir Youtube kanalı var, "Asyalılar Fotoğraflarda Neden V İşareti Yapar?" diye bir videosunu izliyorum da kulağım kanadı. Nasıl okunması gerektiğini bilmiyorsan birine sor kardeşim, bu ne ya? "Kwayıv" diye kelime mi var? ("Kawai" demeye çalışıyordu. Doğru okunuşu "Kaway" ya da "Kawayi" bu arada. V ile W farkını elli defa anlattım, tekrar etmeyeceğim. İlginç bir şekilde W'yu V gibi değil de olması gerektiği gibi telaffuz etti yalnız) Bir de Japonca bir isim söyledi ama saçma sapan bir şekilde okuduğundan ismin ne olduğunu anlamadım. Gin ya da Jin olabilir. Korece isimlerde de hata var ama bu konunun yetkili mercisi ben değilim.
Bu arada en tepeye çıkmak demişken... Çalışabildiğim kadar fazla etle, çalışabildiğim kadar fazla sebzeyle, çalışabildiğim kadar farklı teknikle ve çalışabildiğim kadar farklı mutfakla (fiziksel olarak değil de Fransız Mutfağı, Çin mutfağı vs. onları kastediyorum) çalışmak istiyorum. Sırf bu birkaç yıl sürecektir. Eh, dikensiz gül bahçesi beklemiyordum zaten. Tatmin duygusunun peşinden gideceğim ve sonunda kaybolsam da mutlu olacağım. Yani, sanırım.
Ben bu adanın elektrik hatlarını döşeyenlerin ta... Rüzgardan kesilen elektrik mi olur lan? Bir dakika olmadan kesiliyor, bir dakika olmadan geliyor. Evdeki eşyalar bozulursa sorumlusu ben olacağım ama. Kesil, gel, kesil, gel... Kafayı yiyeceğim.
"Teknolojinin gelişimi işlerimizi elimizden alacak" korkusu baş gösterdi son yıllarda. Eh, teknolojinin gelişim hızı korkutucu ama ben böyle bir şeyin olacağını düşünmüyorum. Yaratıcı işleri makineler yapamaz ve makinelerin bakımı, tamiri ve programlanması için insanlara ihtiyaç var. Bakım ve tamiri yapan robotlar icat edilebilir ama onların bakım ve tamiri ne olacak? Bu işin sonu yok. Bir tek programlama tümüyle robotlara bırakılabilir ki bundan da epey şüpheliyim. Eğer geleceğin dünyası, benim düşündüğüm gibi teknolojinin bir şekilde (mesela 3. dünya savaşı) ağır hasar alıp insanların yarı-doğal bir yaşama dönmesine yol açan bir dünya olmayacaksa çok büyük ihtimalle halkın makineleri icat ve inşa edip proglamlayanlar, makinelerin bakımını yapanlar ve yaratıcı işlerde (ressamlık, heykeltraşlık vs.) çalışanlar olarak üç sınıfa ayrılacağı bir dünya olacak. Bir robot, bilinen resim tekniklerini kullanarak yeni ve orijinal bir resim üretebilir ama yeni bir resim yapma tekniği ya da akımı icat edemez. Dahası, eğer geleceğin dünyası birçok işi makinelerin yaptığı bir dünya olursa o dünyanın zengin kesimi insan elinden çıkma ürün ve eserlerin peşinden koşup servetler ödemeye hevesli olacaktır. Yani ben makinelerin yok edebileceği tek işin masabaşı işler olduğunu düşünüyorum, diğer işlerde illaki insana ihtiyaç devam edecek. Bu arada masabaşı işlerin yok edilmesi de bizimki gibi bürokrasisi olan ülkelerde epey zor, yani en azından Türkiye'de yaşayan insanların önümüzdeki yaklaşık beş yüz yıl işlerini kaybetme ihtimali pek de olmayacaktır.
Yazının başında (birkaç gün önce) "en tepeye çıkacağım" dedim de şunu fark ettim: Onu yapmak için İstanbul'da bulunmam gerekiyor. Eh, sakin ve huzurlu bir emeklilik hayatı da hayal edemem bu durumda, zira orada tutunmak... Eh, bana ne ulan, en tepeye çıkmayı falan amaçlamıyorum. Nasıl bir şehirse bütün motivasyonumu öldürdü. İstemiyorum arkadaş İstanbul'da yaşamak. Toplu taşıma ayrı eziyet (gerçi en tepede durursam toplu taşımaya pek ihtiyacım kalmaz), kalabalık ayrı eziyet, koşuşturma, trafik ayrı eziyet. Şehir değil işkence merkezi. Bir de benim gibi suya, ağaca, toprağa, on dönüm bahçeye, dağ başına, sessizliğe, temiz havaya falan düşkünseniz çekilecek çile değil. E, İstanbul'da yaşarsam çıkış amacım olan bahçeli ahşap evi de unutmam gerekir. O önemli, ona tutunuyorum... Yani, "en tepeye çıkacağım" diyene kadar ona tutunuyordum. Belki de kıyı şeridinde, Bodrum ya da o tarz bir yerde işler iyi gidebilir. Hem bahçeli evden de vazgeçmemiş olurum. Ya da en tepeye çıkmış olmanın avantajını kullanıp yılın yarısında çalışacağım, yarısında da dağ başındaki bahçeli ahşap evde kalacak ya da gezeceğim. "En tepeye çıkmak." Fazlasıyla iddialı ama "orada kalacağım" gibi bir iddiam yok. Zaten, benim "en tepe" noktam da gerçek anlamda en tepe sayılmaz. Evet, belki de öyle yapmalı... Birkaç aylık sakinlik uğruna hayatımı İstanbul denen garabe yerleşkede çarçur mu etmeliyim? Bu konuda düşünmem gerek. Tatmin, tatmin... Hayatım İstanbul'da geçtiği süre boyunca hiç tatmin hissetmedim. Her yılda akrabaları vs. ziyaret için giderim, oradayken edindiğim herhangi bir tatmin duygusu hatırlamıyorum. Hepsi ya Balıkesir'de ya Gökçeada'da. Sonuç olarak mevsimler değişir, insanlar değişir, fikirler değişir... Kırk beş yaşım bana bakıp gülecek belki, o zamana değin sinir stres harbinden mevta olmazsam eğer. Şunu biliyorum: İstanbul'da yaşamaya kalksam otuzumu zor görürüm, başka bir Türkiye şehrindeyse en tepeye ulaşmam namümkün. Bir süre daha böyle hayat içinde dalgalanıp gideceğim herhalde... Okulu bir bitireyim de hele, nasıl kafayı yemek istediğime daha sonra karar veririm. Bu durumda, ya öyle dönem olayına girişeceğim yahut bir kıyı şeridinde şansımı deneyeceğim. Bu arada Türkiye'de kıyı şeridine gelen yabancı turistin pek bir olayı yok, otelden çıkmıyorlar zaten.
Bu arada internetim yok, bağlanmıyor. Hotspot ile yazıyorum bunu.
Sadece 21 yaşındayım ama bazen kendimi binlerce yıl yaşamış gibi hissediyorum. Bu bilgelik, heyecan veya onun gibi bir anlamda değil, yorgunluk anlamında. Sadece arzularım, hayallerim, kişiliğim, yapabildiklerim ve düşüncelerim arasındaki çatışma bile bütün hevesimi alıp götürebiliyor. Arzulara aykırı hayaller, bunların aynı olması gerekirdi oysa. Kişilikle çatışan düşünceler... İçimdeki huzursuzluk büyüyor, büyüyor, büyüyor ve bir gün onu kontrol edemeyeceğim. O gün geldiğinde yakınımda herhangi birine zarar verebilecek bir şey olmasa iyi olur, çünkü ya psikopata bağlayacak ya beyni sıfırlayıp çocuksu bir deliliğe bürünecek ya da bedenen olmasa da zihnen intihar edip boş bir kabuk olarak dünya üzerinde gezineceğim. O huzursuzluğu bastırabiliyorum, bu kolay... Ama gitgide büyüyor ve ben onu bastırmakta gittikçe zorlanıyorum, bastıramayıp da ruhumdaki çatlakların bedenimi ele geçirdiği bir günün gelmesinden korkuyorum. Arasıra bazı hezeyanlarım oluyor... Rastgele öfke patlamaları, kendime sövme şenlikleri ya da öyle şeyler. Bütün bunlar kendimi bastırmakla çok uğraştığımdan kaynaklanıyor. İç sıkıntım duyarıma galip geldiğinde ne yaptığımın bile yarı farkında oluyorum. İşte bu yarı farkındalığın bile yok olacağı bir günden korkuyorum... En tepeye çıkmak için İstanbul'da bulunma zorunluluğunun kalbimde açtığı deliğe ve oradan sızanlara bakın. Bu iyi değil, bu hiç iyi değil. Asla, asla, asla iyi olamaz. Bir gün gerçekten her şeyi boş vermek istiyorum. Gerçekten umursamazca yaşamak, gerçekten her şeyle dalga geçmek. Huzursuzluğumu dağıttığım gülmeler ve günlük uğraşların yeterli olmadığı gün gelmeden ölsem herkes açısından çok daha iyi olur. Bir süre yazmayabilirim, sınava çalışacaktım oysa... Şimdi bu sıkıntıyla nasıl çalışacağım? Çalışsam bile iyi bir not almayı nasıl bekleyebilirim? Neyse, bir süre yazmayacağım. Merak etmeyin, tam bir korkak olduğum için kendimi asmam. En fazla yanlışlıkla ya da bir hezeyan anında bileklerimi kesebilirim. Yani korkmayın, birkaç ay yazmasam bile muhtemelen intihar etmiş olmam. Muhtemelen... Çok basit bir kelime.
17 Aralık 2019 Salı
Yazıya Hevessizken Başladım, Bitirirken Yarı-İyi Ruh Halindeyim (Bu nasıl başlık lan?)
Hâlâ hevesim yok ama benim burada bahsetmek istediğim başka bir şey. Hayata bağlanıp yaşamayı zevksiz bir kontrolsüzlükten öte görmek için yaptığım birkaç şey var. Hâlâ intihar etmemiş olmam üç şeye bağlı: Birincisi inançlı biri olmam, ikincisi tam bir korkak olmam, üçüncüsü de bunları yaparak hayattan zevk almaya çalışmam. Aslında şu sıralar bunların çoğunu yapamıyorum, belki de o yüzden bu hevessizliğim. Neyse, işte bu intihar etmemek için yaptığım şeyler... Birkaç tane var. Biri anime izlemek, internetim ölü, Youtube harici bir şey izleyemiyorum. Biri ok atmak, burada ne ok atacak yerim var ne de başka koşullar... Sonuçta okçulukla ilişkim kepaze düzeyine geri döndü. Bir diğeri yazmak ve okumak. Bir bu var galiba şu sıralar elimde. Bir başkası akvaryum; akvaryum benim için önemli. İllaki buradan taşınacağım için akvaryum kurmuyorum, sonuç olarak bir şeyi daha kaybettim. Birkaç şey daha vardır illaki ama aklıma gelmiyor... Hâlâ hevesim yok, aklıma bir şey gelmiyor. Neden böyle oldu ki? Hevesim yok, bizzat kendi hayallerime dair inancım yok, tadım tuzum yok... Gidip soğuk çay içeceğim ben, o da var hayata bağlanma konseyinde. Yaşamaya devam etmek istediğime karar vermiştim ama şu "Doktor üç ay ömrün kalmış dese de rahat etsem, her istediğimi ertelemeden yapsam" olayına geri dönmeye başladım. İçimden geçenleri anlatmaya da hevesim yok, tam olarak nasıl hissettiğimi bilemeyecek kadar kayboldum zaten. Hep o yapması imkansız olan ödev yüzünden. Gerçekten, muhtemelen şu ders yüzünden mezun olamayacağım.
Kılıcımı yağlayıp bileyledim, vallahi ihtiyacım olan terapi buymuş. Eskisinden daha keskin hale getirince ince bir tatmin -belki de ihtiyacım olan tatmin duygusuydu,- yağlama için zeytinyağının iyi sonuç verdiğini keşfetmem. (Araştırdım ama bu konuda pek bir şey bulamadım; sadece Uzakdoğu'da karanfil yağı kullanılıyormuş bu iş için) Tırpan taşının çelik üstünde kayarken çıkardığı ses, zeytinyağının kokusu... Belki de ne zamandır hafif de olsa bir tatmin hissedemediğimden hevessizdim. Gerçi, yarın yine hevessiz moda geri döneceğim zira iki ders art arda (bu ardarda diye mi yazılır art arda diye mi?) aynı gıcık hocanın (yapması imkansız ödevi veren) dersi var. Hatta şimdiden hevessiz hale döndüm. Gerçekten bu durum gereğinden fazla sinir bozucu. Gerçek tatmine tabii ki hâlâ ulaşamadım, bu gidişle ulaşabilecekmişim gibi de durmuyor. O zaman yazdıklarım dışında birkaç şey de gerçek tatmini hissetmemi sağlayacak ama hepsine öylesine uzağım ki... Bu yaşa kadar hayallere inanıp onlara tutunarak yaşadım ve şimdi onlara olan inancımı kaybettim. Bu şekilde yaşamayı bilmiyorum, hayalleri kaybedersem eğer toparlanamam. Dünkü imparator bugün kılıcın ucunda, dünyayı değiştiren tüccar dersten mezun olabileceğine bile inanmıyor. Üniversiteye başlamadan önce saçımda dört tel beyaz vardı (onlar da hayat boyunda yaşadığım streslerden oldu zaten), şimdi sekiz tel beyaz var. İki katına çıktı, iki katına! Üniversite bitene kadar komple yarısı beyazlayacak, Monogatari'deki Hanekawa'nın son (kaplan) hali gibi gezeceğim ortalıkta! (Aslında böyle yarı beyaz yarı siyah saçlı erkek bir karakter de vardı ama adı aklıma gelmedi. Hayır, Kaneki'den bahsetmiyorum.) Ulan iki dakika iyi ruh haline büründük, sonra yeniden hevessizlik, mutsuzluk, omuz ağırlığı ne s.kim varsa doluştu üstüme.
Bir şekilde Allah'ın belası ödevi tamamlamayı başardım, rahatladım be. Hevesim geri geldi, hayallere de yeniden inanabilmeye başladım. Sonuç olarak her zamanki döngü işte. Can sıkıntısı, umutsuzluk, hezeyan, alışıldık ruh hali ve standart duruma dönme. Yalnız şu hezeyan konusunda... Hezeyana kapıldığımda sadece o anki durum değil, geçmişte bu döngüyü başlatan ve dahil olan her şey de içine giriyor. Bu neymiş ama artık ya! Neyse, yani sonuçta iyi sayılabilecek bir ruh halindeyim şu an. Bu arada bana gerçek tatmin sağlayacak şeylerin en önemlilerinden biri şu ahşap evi yaptırıp taşınma, onu o sırada ya unutmuşum ya da bilinçli olarak yazmamışım (yazmamış olmam için birçok sebep var ama unutmuşumdur muhtemelen). Şimdi şu finalleri de atlatalım, gerisi kolay. (He, kolay. Yaprağımı kolay)
Aslında bu ödev konusunda sorunum temelde şuydu: Bana verilen görevleri yapmakla bir sorunum yok ama eğer yapacaksam, bunu kusursuz bir şekilde yapmak isterim. Bir şeyi ya yapmam ya da bütün kurallara uygun yaparım, aram yoktur hiç. Yenilikçilik ve değişiklik... Karşı olduğum şeyler değil ama görev tanımı eğer netse, onun dışına çıkmam beklenmemeli. Ne var ki söz konusu ödevi kusursuz olarak yapmak mümkün değildi. Sonuçta, kendimden biraz taviz verip kusurlu musurlu tamamladım ödevi.
Kılıcımı yağlayıp bileyledim, vallahi ihtiyacım olan terapi buymuş. Eskisinden daha keskin hale getirince ince bir tatmin -belki de ihtiyacım olan tatmin duygusuydu,- yağlama için zeytinyağının iyi sonuç verdiğini keşfetmem. (Araştırdım ama bu konuda pek bir şey bulamadım; sadece Uzakdoğu'da karanfil yağı kullanılıyormuş bu iş için) Tırpan taşının çelik üstünde kayarken çıkardığı ses, zeytinyağının kokusu... Belki de ne zamandır hafif de olsa bir tatmin hissedemediğimden hevessizdim. Gerçi, yarın yine hevessiz moda geri döneceğim zira iki ders art arda (bu ardarda diye mi yazılır art arda diye mi?) aynı gıcık hocanın (yapması imkansız ödevi veren) dersi var. Hatta şimdiden hevessiz hale döndüm. Gerçekten bu durum gereğinden fazla sinir bozucu. Gerçek tatmine tabii ki hâlâ ulaşamadım, bu gidişle ulaşabilecekmişim gibi de durmuyor. O zaman yazdıklarım dışında birkaç şey de gerçek tatmini hissetmemi sağlayacak ama hepsine öylesine uzağım ki... Bu yaşa kadar hayallere inanıp onlara tutunarak yaşadım ve şimdi onlara olan inancımı kaybettim. Bu şekilde yaşamayı bilmiyorum, hayalleri kaybedersem eğer toparlanamam. Dünkü imparator bugün kılıcın ucunda, dünyayı değiştiren tüccar dersten mezun olabileceğine bile inanmıyor. Üniversiteye başlamadan önce saçımda dört tel beyaz vardı (onlar da hayat boyunda yaşadığım streslerden oldu zaten), şimdi sekiz tel beyaz var. İki katına çıktı, iki katına! Üniversite bitene kadar komple yarısı beyazlayacak, Monogatari'deki Hanekawa'nın son (kaplan) hali gibi gezeceğim ortalıkta! (Aslında böyle yarı beyaz yarı siyah saçlı erkek bir karakter de vardı ama adı aklıma gelmedi. Hayır, Kaneki'den bahsetmiyorum.) Ulan iki dakika iyi ruh haline büründük, sonra yeniden hevessizlik, mutsuzluk, omuz ağırlığı ne s.kim varsa doluştu üstüme.
Bir şekilde Allah'ın belası ödevi tamamlamayı başardım, rahatladım be. Hevesim geri geldi, hayallere de yeniden inanabilmeye başladım. Sonuç olarak her zamanki döngü işte. Can sıkıntısı, umutsuzluk, hezeyan, alışıldık ruh hali ve standart duruma dönme. Yalnız şu hezeyan konusunda... Hezeyana kapıldığımda sadece o anki durum değil, geçmişte bu döngüyü başlatan ve dahil olan her şey de içine giriyor. Bu neymiş ama artık ya! Neyse, yani sonuçta iyi sayılabilecek bir ruh halindeyim şu an. Bu arada bana gerçek tatmin sağlayacak şeylerin en önemlilerinden biri şu ahşap evi yaptırıp taşınma, onu o sırada ya unutmuşum ya da bilinçli olarak yazmamışım (yazmamış olmam için birçok sebep var ama unutmuşumdur muhtemelen). Şimdi şu finalleri de atlatalım, gerisi kolay. (He, kolay. Yaprağımı kolay)
Aslında bu ödev konusunda sorunum temelde şuydu: Bana verilen görevleri yapmakla bir sorunum yok ama eğer yapacaksam, bunu kusursuz bir şekilde yapmak isterim. Bir şeyi ya yapmam ya da bütün kurallara uygun yaparım, aram yoktur hiç. Yenilikçilik ve değişiklik... Karşı olduğum şeyler değil ama görev tanımı eğer netse, onun dışına çıkmam beklenmemeli. Ne var ki söz konusu ödevi kusursuz olarak yapmak mümkün değildi. Sonuçta, kendimden biraz taviz verip kusurlu musurlu tamamladım ödevi.
14 Aralık 2019 Cumartesi
Hevessiz Bir Yazı
Evet, elimde yazacak herhangi bir şey yok. Zaten pek yazma hevesim de yok... Şu sıralar artık kış yorgunluğu mu, bütün yılın yorgunluğu mu, tamamen kendi kazmalığım mı ne halt olduğunu bilmiyorum ama pek bir şey yapmak istemeyen bir durumdayım. İşin garip yanı, hırsımı kaybetmemiş olmam. Aslında "pek bir şey yapmak istememe" değil durumum, daha ziyade dinlenme isteği. Bu isteğe yol açacak pek bir şey olmadı aslında, sınavlar yaklaştı diye tribe mi girdim n'oldu, ben de anlamadım.
İnternetim öldü, eh, ayın yarısı bitti, normaldir.
Şu Onedio testlerinden bazılarındaki kara kedi olayından şikayet etmiştim ya, belki de orada sordukları soru "Batıl inançların var mı?" değil de "Kara kedilerin uğursuzluk getirdiğine inanır mısın?" Aynı testlerde birkaç batıl inanç daha soruyorlar çünkü... Ama arkadaş bunu açıkça söyleyin, esas soru hangisi? Kara kedi mi batıl inanç mı?
Güzel bir hikâye oluşturdum... Kafamda dönen çoğu öykü gibi, bunu da yazıya dökmek için fazlasıyla üşengeç ve kabiliyetsizim. Bu durum ne olacak böyle, merak ediyorum... Kafamda oluşturduğum bazı son derece özel yemek fikirleri de var ve tahmin edin, bunları deniyor muyum? Hayır, öncelikle bir reçete oluşturmam, sonra onu denemem ve eğer beğenilmezse üstüne gitmem gerekiyor... Zaten o yemekler genellikle restoranlarda sunmaya uygun yemekler değiller: Ya saray mutfağı tarzı aşırı zahmetli ve uzun süreli (hangi saray mutfağı olduğunu yazmadım çünkü dünyanın bütün saray mutfakları zaten böyle), gereksiz aşırı porsiyonlu, farklı tatların karıştırıldığı yemekler ya da fine-dining tarzı sırf görsel olan, doyurma amacı gütmeyen, onun yerine atıştırmalık amacı güden yemekler. Bir ortasını bulamadık... Gerçi günlük hayat ve restorana uygun yemek fikirlerim de var ama onlar da kirpi karkası, yılan kıyması, koi havyarı gibi saçma sapan şeyler içeriyorlar.
Eskiden üniformalarla sorunum olduğunu düşünürdüm çünkü okul üniformasından nefret ediyordum, takım elbiseden de öyle; ama fark ettim ki sorunum üniformayla değil. Sorunum her zamanki gibi kısıtlayıcı, uğraştırıcı, rahatsız kıyafetlerle. Daha açık olmak gerekirse, okul üniformasındaki pantolon kısmı beni rahatsız eden. Bunu da şöyle fark ettim: Eğer üniformayla sorunum olsaydı şef ceketi de beni rahatsız ederdi, oysa onu giyerken gayet rahat ve mutluyum. Neden? Çünkü rahatsız, insanı sıkıp boğan bir kıyafet değil de ondan! İçinde rahatlıkla hareket edebiliyorsun. Gerçi içinde rahatlıkla hareket edemeseydin mutfakta onu giymek "gel kendini kes" demekle aynı şey olurdu ama konumuz bu değil.
Kaç gündür sineklerle uğraşıyorum. Her gün en az iki tane öldürüyorum, evde hâlâ sinek var. Yürüyün gidin ölün lan, evimde ne işiniz var? Sinekler kadar iğrenç, sinir bozucu ve şerefsiz şeyler görmedim... Bir de evde başka yer yokmuş gibi elime konuyor puşt. Kaç tane sinek var lan bu aqduğumun evinde? Ha? Gideceğim Sibirya'ya taşınacağım ben. Hem büyük, boş araziler var hem de şerefsiz sineklerin oranın kışında öleceğine eminim. Büyük, boş arazi nereden mi çıktı? Şuradan: Kocaman bir bahçesi olan bir ev istiyorum... İstekler, istekler, hayaller, planlar... Pek umudum kalmadı, muhtemelen herkes gibi saçma sapan bir apartman dairesinde çürüyüp gideceğim. İnsan ölmeden de çürür, içi çürür mesela, boş bir kabuk halini alır. İşte eğer hayatımı apartman dairesinde geçirirsem çürüyeceğim... Ha, tabii yalnız olarak çürüyeceğim, bak onu unutmuşum. Bu saplantıdan kurtulamıyorum bir türlü. Bataklığa saplanıp kalsam daha iyiydi yani, en azından istediğim bir şekilde ölmüş olurdum. Evet, güzel olacağını düşündüğüm ölüm şekilleri var. Bir ormanda yırtıcı hayvanlar tarafından yenmek ya da kafanın bir kılıçla kesilmesi mesela.
Bir de dersler de sinir etmeye başladı beni. Her şeye gıcık olduğum ve sonsuz bir memnuniyetsizlik girdabında debelendiğim bir zamandayım, bunun üstüne her an arıza çıkarabilecek kadar sinirliyim. En son böyle bir durumda olduğumda açık liseye geçmiştim, bu yolun sonunu iyi biliyorum. Kesinlikle buradan devam etmemem gerekiyor... Ve tahmin edin ne yapacağım? Bu halde kalacağım, işleri düzeltmenin yolundan emin değilim. Aslında burada benim bir suçum yok. Sinek denen şerefsizler evime girmese, gerizekalı hoca makalesi yazılmış bir şey hakkında ödev verse ve birkaç şey daha olsa hiç böyle bir durumda olmayacağım. Ha bir de ders eğer normal zamanından bir saat ilerideyse bunun haber verilmesi lazım, ne diye bir saat erken uyanayım lan? Keriz miyim ben? Tabii güya açıklanmış olan ama belli olmayan not da var. Pazartesi öğrenci işlerine gidip askerliği soracağım çünkü biliyorum ki ben gidip kendim sormasam gerizekalı okul askerlik şubesine bildiri göstermeyecek ve kaçak olarak görüneceğim. Gerçi bu halde askere alsalar daha iyi olabilir, silah falan ateşleyerek sinirimi atabilirim belki. Bu konuya devam etmek isterdim ama edemeyeceğim, zira sinirden ellerim titremeye başladı.
Yok ama yok, ben biliyorum ne yapacağımı. Gideceğim ne kadar saçma sapan cümle varsa ödeve yapıştıracağım, diğer derse de normal saatindeyse bile bir saat geç gideceğim!
Şu an sadece saçma uzunlukta derin nefes alıp bir anda verebiliyorum, başka da bir b.k yapamıyorum.
Ah, benden bu kadar, benden bu kadar. Okulu da bırakıyorum, işe de girmeyeceğim, gidip Ahı Dağı'nda dağ çileği, kertenkele ve kurt örümceği yiyerek yaşayacağım, dağa geleni de üstüme kan sürüp yaban keçisi postu atıp kaçıracağım! Gerekirse kılıçla da kovalarım! Benden bu kadar, yarı-delilik de yetmiyor artık. Çok güzel tırlattım, süper oldu, efsane oldu; artık yürüyüp gidersiniz! Beni kaplumbağalarımla yalnız bırakın, akşam yemeğine Osman Hamdi Bey gelecek.
İnternetim öldü, eh, ayın yarısı bitti, normaldir.
Şu Onedio testlerinden bazılarındaki kara kedi olayından şikayet etmiştim ya, belki de orada sordukları soru "Batıl inançların var mı?" değil de "Kara kedilerin uğursuzluk getirdiğine inanır mısın?" Aynı testlerde birkaç batıl inanç daha soruyorlar çünkü... Ama arkadaş bunu açıkça söyleyin, esas soru hangisi? Kara kedi mi batıl inanç mı?
Güzel bir hikâye oluşturdum... Kafamda dönen çoğu öykü gibi, bunu da yazıya dökmek için fazlasıyla üşengeç ve kabiliyetsizim. Bu durum ne olacak böyle, merak ediyorum... Kafamda oluşturduğum bazı son derece özel yemek fikirleri de var ve tahmin edin, bunları deniyor muyum? Hayır, öncelikle bir reçete oluşturmam, sonra onu denemem ve eğer beğenilmezse üstüne gitmem gerekiyor... Zaten o yemekler genellikle restoranlarda sunmaya uygun yemekler değiller: Ya saray mutfağı tarzı aşırı zahmetli ve uzun süreli (hangi saray mutfağı olduğunu yazmadım çünkü dünyanın bütün saray mutfakları zaten böyle), gereksiz aşırı porsiyonlu, farklı tatların karıştırıldığı yemekler ya da fine-dining tarzı sırf görsel olan, doyurma amacı gütmeyen, onun yerine atıştırmalık amacı güden yemekler. Bir ortasını bulamadık... Gerçi günlük hayat ve restorana uygun yemek fikirlerim de var ama onlar da kirpi karkası, yılan kıyması, koi havyarı gibi saçma sapan şeyler içeriyorlar.
Eskiden üniformalarla sorunum olduğunu düşünürdüm çünkü okul üniformasından nefret ediyordum, takım elbiseden de öyle; ama fark ettim ki sorunum üniformayla değil. Sorunum her zamanki gibi kısıtlayıcı, uğraştırıcı, rahatsız kıyafetlerle. Daha açık olmak gerekirse, okul üniformasındaki pantolon kısmı beni rahatsız eden. Bunu da şöyle fark ettim: Eğer üniformayla sorunum olsaydı şef ceketi de beni rahatsız ederdi, oysa onu giyerken gayet rahat ve mutluyum. Neden? Çünkü rahatsız, insanı sıkıp boğan bir kıyafet değil de ondan! İçinde rahatlıkla hareket edebiliyorsun. Gerçi içinde rahatlıkla hareket edemeseydin mutfakta onu giymek "gel kendini kes" demekle aynı şey olurdu ama konumuz bu değil.
Kaç gündür sineklerle uğraşıyorum. Her gün en az iki tane öldürüyorum, evde hâlâ sinek var. Yürüyün gidin ölün lan, evimde ne işiniz var? Sinekler kadar iğrenç, sinir bozucu ve şerefsiz şeyler görmedim... Bir de evde başka yer yokmuş gibi elime konuyor puşt. Kaç tane sinek var lan bu aqduğumun evinde? Ha? Gideceğim Sibirya'ya taşınacağım ben. Hem büyük, boş araziler var hem de şerefsiz sineklerin oranın kışında öleceğine eminim. Büyük, boş arazi nereden mi çıktı? Şuradan: Kocaman bir bahçesi olan bir ev istiyorum... İstekler, istekler, hayaller, planlar... Pek umudum kalmadı, muhtemelen herkes gibi saçma sapan bir apartman dairesinde çürüyüp gideceğim. İnsan ölmeden de çürür, içi çürür mesela, boş bir kabuk halini alır. İşte eğer hayatımı apartman dairesinde geçirirsem çürüyeceğim... Ha, tabii yalnız olarak çürüyeceğim, bak onu unutmuşum. Bu saplantıdan kurtulamıyorum bir türlü. Bataklığa saplanıp kalsam daha iyiydi yani, en azından istediğim bir şekilde ölmüş olurdum. Evet, güzel olacağını düşündüğüm ölüm şekilleri var. Bir ormanda yırtıcı hayvanlar tarafından yenmek ya da kafanın bir kılıçla kesilmesi mesela.
Bir de dersler de sinir etmeye başladı beni. Her şeye gıcık olduğum ve sonsuz bir memnuniyetsizlik girdabında debelendiğim bir zamandayım, bunun üstüne her an arıza çıkarabilecek kadar sinirliyim. En son böyle bir durumda olduğumda açık liseye geçmiştim, bu yolun sonunu iyi biliyorum. Kesinlikle buradan devam etmemem gerekiyor... Ve tahmin edin ne yapacağım? Bu halde kalacağım, işleri düzeltmenin yolundan emin değilim. Aslında burada benim bir suçum yok. Sinek denen şerefsizler evime girmese, gerizekalı hoca makalesi yazılmış bir şey hakkında ödev verse ve birkaç şey daha olsa hiç böyle bir durumda olmayacağım. Ha bir de ders eğer normal zamanından bir saat ilerideyse bunun haber verilmesi lazım, ne diye bir saat erken uyanayım lan? Keriz miyim ben? Tabii güya açıklanmış olan ama belli olmayan not da var. Pazartesi öğrenci işlerine gidip askerliği soracağım çünkü biliyorum ki ben gidip kendim sormasam gerizekalı okul askerlik şubesine bildiri göstermeyecek ve kaçak olarak görüneceğim. Gerçi bu halde askere alsalar daha iyi olabilir, silah falan ateşleyerek sinirimi atabilirim belki. Bu konuya devam etmek isterdim ama edemeyeceğim, zira sinirden ellerim titremeye başladı.
Yok ama yok, ben biliyorum ne yapacağımı. Gideceğim ne kadar saçma sapan cümle varsa ödeve yapıştıracağım, diğer derse de normal saatindeyse bile bir saat geç gideceğim!
Şu an sadece saçma uzunlukta derin nefes alıp bir anda verebiliyorum, başka da bir b.k yapamıyorum.
Ah, benden bu kadar, benden bu kadar. Okulu da bırakıyorum, işe de girmeyeceğim, gidip Ahı Dağı'nda dağ çileği, kertenkele ve kurt örümceği yiyerek yaşayacağım, dağa geleni de üstüme kan sürüp yaban keçisi postu atıp kaçıracağım! Gerekirse kılıçla da kovalarım! Benden bu kadar, yarı-delilik de yetmiyor artık. Çok güzel tırlattım, süper oldu, efsane oldu; artık yürüyüp gidersiniz! Beni kaplumbağalarımla yalnız bırakın, akşam yemeğine Osman Hamdi Bey gelecek.
6 Aralık 2019 Cuma
Her Şey, Hiçbir Şey, Bazı Şeyler
Hünkarbeğendi diye yemek var. Hani yemeğin o adı nasıl aldığını bilmeseniz bile tahmin edebilirsiniz.
Buradan restoran açmak isteyenlere sesleniyorum: Bir şeyin fiyatını anlamsızca artırmak istiyorsanız içine yenilebilir altın tozu koyun. Şurada tek kullanımlık kapsül toz 16,40 TL. Kargo ve illaki kâr eklemek için hadi 20 olarak fiyatlandıralım. Ki aslında restoranlar çoğunlukla en pahalı ürünleri bile piyasa fiyatından ucuza alırlar anlaşmalar ve toptan alımlar nedeniyle, yani aslında kâr dahil 15 falan olması lazım ama hadi artıralım, 20 diyelim. Ama içine bunu koyduğunuzda kâra +20 yerine +120 ekleyebiliyorsunuz, kimse de "Bu ne lan?" demiyor çünkü içinde altın var, boru mu. (Burada soru işareti kullanılmaz bence, o bir soru değil zira)
Sahte Kahramanlar'da ilerlemeye devam ediyorum. Sonu zaten ta hikayenin başında yazdığım için rahatım, tek yapmam gereken boşlukları doldurmak. Şunu tamamlayabilirsem, nihayet bir şeyin sonunu getirebilmiş olacağım. Bazı şeylerin sonu yoktur, hobi gibi ya da spor gibi... Ama bazı şeylerin sonları olması gerekir; sonuçta kimse sonu olmayan bir öykü yazmak istemez.
Uzun süredir hayatta aradığım, peşinden koştuğum şeyin huzur olduğunu sanıyordum... Ama birazcık huzurlu olsam, hemen olmadık icatlar çıkarıyorum... Son zamanlarda fark ettim, aradığım huzur değildi, asla huzur olmadı. Eğer arayıp istediğim huzur olsaydı kendime rekabetçi olacağını bildiğim bir yol ve sonuna ulaşması imkansıza yakın zorlukta bir hedefler silsilesi seçmezdim. Artık biliyorum: Aradığım şey tatmin duygusuydu, gerçek tatmin duygusu. Ne zaman o tatmin duygusunun peşine düşsem inşa ettiğim yeri parçaladım, sıfırdan başladım... Yine de gerçek tatmin duygusunu hissedemedim. Küçük tatminlerim vardı, bilmediğim bir şeyi öğrendiğimde hissettiğim tatmin gibi, bir tarifi teorik olarak icat etmek gibi, lepistesler ürediğinde hissettiğim gibi, bir hikaye fikri aklıma geldiğindeki gibi ama bunların hiçbiri gerçek tatmin değildi. Gerçek tatmine gerçek anlamda orijinal ve beğenilen bir tarif ürettiğimde, kendime bir üretimhane açtığımda (bu öncelikli bir hedef değil ama o sonu gelmez hedefler silsilesi içinde bir yeri var, üstelik kendine has özel bir yer) ya da bir şeylerin sonuna geldiğimde ulaşacağım ve bir şeylerin sonuna ulaşmak konusunda en yakın hedefim bir hikayeye tatmin edici bir son yazmak.
Sonbahar iki ay rötarlı geldi ama kış hemen geldi, Aralık'ın 1'i der demez soğuk çöküp karla karışık yağmur yağdı. Hayır muson iklimi de değil bu, ne iklimi bunun adı?
İki not açıklanmamış. Olabilir tabii, finallerden sonra açıklanacaktır falan da... İşte bir de de'si var onun: Birisi açıklanmış gibi gözüküyor. Vize: ama not yok, sıfır falan olsa yine kabul ama arkadaş hiçbir şey yazmıyor ki orada! Kaç aldım şimdi ben bu dersten? "Not vermeye bile değer bir kağıt değildi" demek mi oluyor bu, ne demek oluyor?
Eski yazdığım şeylere bakıyorum da bilgisayarda yazdıklarımda gereksiz ve aşırı (gerekli olsa zaten aşırı olmaz gerçi, neyse) bir virgül kullanımı var. Basmışım virgülü, basmışım virgülü. Kağıt üzerinde olanlarda virgül sorunu yok, klavyede el altında diye mi o kadar çok kullanmışım acaba?
Utpa'yı (geko) izliyorum da çok ilginç uyku pozisyonları var hayvanın. Katiyen dümdüz yatıp uyumuyor, illa ayağını kıvıracak. Bence hiç rahat olunmaz öyle ama kendileri uyuduğuna göre ona rahat geliyor demek ki.
Sevmediğim birkaç yiyecek var ama nefret ettiğim tek bir yiyecek var: Balık. Bana "her balığın tadı farklı" demeyin hiç! Hamsiyle kılıç balığının tadının neredeyse aynı olduğu dünyada (ikisinin de tadına baktım) mezgitle berlamın farklı tatta olduğuna inanmamı bekleyemezsiniz. Midyenin, kalamarın, karidesin tadı farklı (bunlara da baktım) ama onlar zaten balık değil. Bir tek yılanbalığının (buna da baktım) tadı farklıydı ama o da teriyaki sosla pişirilmişti, zaten teriyaki sosa patates atsan çıkardığında tanıyamıyorsun. Belki çiğken tatları arasında fark olabilir ama pişirince yok. Bu arada bir kazan yemek arasından bir tutam baharatı ayırt edebiliyorum, yani dilimde ya da tat alma tomurcuklarımda herhangi bir sorun yok.
Şu "benimle birlikte mezara gidecek şeyler" konusunda biraz düşündüm de... Eğer çok büyük bir sürpriz olmaz da her şey düşündüğüm gibi giderse benimle birlikte mezara gidecek ya da unutulup yok olacak çok fazla şey var. Neticede, eğer olaylar sandığım gibi ilerlerse onları bırakabileceğim kimse olmayacak. Bu iyi değil, düşebileceğim kadar düştüm ama hâlâ düşmeye devam ediyorum. Aynı serinin ana karakterlerinin tamamına bağlanmak sağlıklı bir ruh hali değil. Sağlıklı ruh hali? Ona en son zaman sahiptim? Beş yaşında? Ondan sonrası kendiyle kavga edip tartışmayı alışkanlık haline getirmiş, olumsuzluğa açık, sosyofobik, dalgacı, kısmi agresif bir yarı-deli. Ha bir de doktor raporlu haplar var, lanet olsun onlara.
TDK'nin sanal sözcüklere karşılıklarına baktım da Stalker "sanal casus" olacakmış. Stalker sanal casus olmaz arkadaş, karşılamıyor ki! Stalker takipçi olur, "sokulucu" olur, izleyici olur, "sinsilikçi" olur, "sokulgan" olur, "sessiz takipçi" olur, "takipçi sapık" olur, "sinsi p...venk!" olur ama sanal casus olmaz. Bak şurada tek başıma üç kelime (sokulucu, sinsilikçi, -sinsilikçi pek başarılı değil, kabul- sokulgan) uydurdum, TDK'deki onca kişi ne işe yarıyor? Sanal casus ne lan? Hem karşılamıyor hem çok uzun. Bu arada hepsi saçma sapan karşılıklar. Nerede "bilgisayar, özçekim" nerede "sanal casus, meraklandırıcı video" (teaser'ın çevirisiymiş bu). Caps'e de "yazılı resim" ya da "resim yorum" diyecekmişiz. Onca kişinin aklına bir "yazıresim" gelmemiş, tek yapmanız yazılı resim'den yola çıkıp "bu tam olmadı ya" demekti oysa. Bu arada bu kelimeler yerleşti sayılır artık, bu saatten sonra nasıl millet hâlâ "selfie" demeye devam ediyorsa caps demeye, teaser demeye devam edecek. Kelimelerin karşılıkları bir halk onunla ilk tanıştığı zamanlarda icat edilmeli ki asıl kelam yerine bu karşılıklar yerleşsin. Eğer bu konuda ısrar edilirse en azından düzgün Türkçe karşılıklar tutunabilir ama bu ancak yirmi yıl sonra olur, öyle bir şeyin hemen olması için yeni bir dil devrimi yapmak gerekiyor, her yerde bu yabancıların yasaklanıp yeni karşılıkların kullanılması gerekiyor. Yani özetle: İş işten geçti artık, caps denen şey ilk çıktığında TDK efendi buna bir karşılık bulsaydı şimdi onu kullanıyor olurduk.
Şimdi Jacobs diye kahve markası kurmanın Yakuplar Kahvehanesi diye kahve açmaktan ne farkı var arkadaş? Sırf İngilizce diye markalaşmaya uygun oluyorsa s... ben öyle işi.
Buradan restoran açmak isteyenlere sesleniyorum: Bir şeyin fiyatını anlamsızca artırmak istiyorsanız içine yenilebilir altın tozu koyun. Şurada tek kullanımlık kapsül toz 16,40 TL. Kargo ve illaki kâr eklemek için hadi 20 olarak fiyatlandıralım. Ki aslında restoranlar çoğunlukla en pahalı ürünleri bile piyasa fiyatından ucuza alırlar anlaşmalar ve toptan alımlar nedeniyle, yani aslında kâr dahil 15 falan olması lazım ama hadi artıralım, 20 diyelim. Ama içine bunu koyduğunuzda kâra +20 yerine +120 ekleyebiliyorsunuz, kimse de "Bu ne lan?" demiyor çünkü içinde altın var, boru mu. (Burada soru işareti kullanılmaz bence, o bir soru değil zira)
Sahte Kahramanlar'da ilerlemeye devam ediyorum. Sonu zaten ta hikayenin başında yazdığım için rahatım, tek yapmam gereken boşlukları doldurmak. Şunu tamamlayabilirsem, nihayet bir şeyin sonunu getirebilmiş olacağım. Bazı şeylerin sonu yoktur, hobi gibi ya da spor gibi... Ama bazı şeylerin sonları olması gerekir; sonuçta kimse sonu olmayan bir öykü yazmak istemez.
Uzun süredir hayatta aradığım, peşinden koştuğum şeyin huzur olduğunu sanıyordum... Ama birazcık huzurlu olsam, hemen olmadık icatlar çıkarıyorum... Son zamanlarda fark ettim, aradığım huzur değildi, asla huzur olmadı. Eğer arayıp istediğim huzur olsaydı kendime rekabetçi olacağını bildiğim bir yol ve sonuna ulaşması imkansıza yakın zorlukta bir hedefler silsilesi seçmezdim. Artık biliyorum: Aradığım şey tatmin duygusuydu, gerçek tatmin duygusu. Ne zaman o tatmin duygusunun peşine düşsem inşa ettiğim yeri parçaladım, sıfırdan başladım... Yine de gerçek tatmin duygusunu hissedemedim. Küçük tatminlerim vardı, bilmediğim bir şeyi öğrendiğimde hissettiğim tatmin gibi, bir tarifi teorik olarak icat etmek gibi, lepistesler ürediğinde hissettiğim gibi, bir hikaye fikri aklıma geldiğindeki gibi ama bunların hiçbiri gerçek tatmin değildi. Gerçek tatmine gerçek anlamda orijinal ve beğenilen bir tarif ürettiğimde, kendime bir üretimhane açtığımda (bu öncelikli bir hedef değil ama o sonu gelmez hedefler silsilesi içinde bir yeri var, üstelik kendine has özel bir yer) ya da bir şeylerin sonuna geldiğimde ulaşacağım ve bir şeylerin sonuna ulaşmak konusunda en yakın hedefim bir hikayeye tatmin edici bir son yazmak.
Sonbahar iki ay rötarlı geldi ama kış hemen geldi, Aralık'ın 1'i der demez soğuk çöküp karla karışık yağmur yağdı. Hayır muson iklimi de değil bu, ne iklimi bunun adı?
İki not açıklanmamış. Olabilir tabii, finallerden sonra açıklanacaktır falan da... İşte bir de de'si var onun: Birisi açıklanmış gibi gözüküyor. Vize: ama not yok, sıfır falan olsa yine kabul ama arkadaş hiçbir şey yazmıyor ki orada! Kaç aldım şimdi ben bu dersten? "Not vermeye bile değer bir kağıt değildi" demek mi oluyor bu, ne demek oluyor?
Eski yazdığım şeylere bakıyorum da bilgisayarda yazdıklarımda gereksiz ve aşırı (gerekli olsa zaten aşırı olmaz gerçi, neyse) bir virgül kullanımı var. Basmışım virgülü, basmışım virgülü. Kağıt üzerinde olanlarda virgül sorunu yok, klavyede el altında diye mi o kadar çok kullanmışım acaba?
Utpa'yı (geko) izliyorum da çok ilginç uyku pozisyonları var hayvanın. Katiyen dümdüz yatıp uyumuyor, illa ayağını kıvıracak. Bence hiç rahat olunmaz öyle ama kendileri uyuduğuna göre ona rahat geliyor demek ki.
Sevmediğim birkaç yiyecek var ama nefret ettiğim tek bir yiyecek var: Balık. Bana "her balığın tadı farklı" demeyin hiç! Hamsiyle kılıç balığının tadının neredeyse aynı olduğu dünyada (ikisinin de tadına baktım) mezgitle berlamın farklı tatta olduğuna inanmamı bekleyemezsiniz. Midyenin, kalamarın, karidesin tadı farklı (bunlara da baktım) ama onlar zaten balık değil. Bir tek yılanbalığının (buna da baktım) tadı farklıydı ama o da teriyaki sosla pişirilmişti, zaten teriyaki sosa patates atsan çıkardığında tanıyamıyorsun. Belki çiğken tatları arasında fark olabilir ama pişirince yok. Bu arada bir kazan yemek arasından bir tutam baharatı ayırt edebiliyorum, yani dilimde ya da tat alma tomurcuklarımda herhangi bir sorun yok.
Şu "benimle birlikte mezara gidecek şeyler" konusunda biraz düşündüm de... Eğer çok büyük bir sürpriz olmaz da her şey düşündüğüm gibi giderse benimle birlikte mezara gidecek ya da unutulup yok olacak çok fazla şey var. Neticede, eğer olaylar sandığım gibi ilerlerse onları bırakabileceğim kimse olmayacak. Bu iyi değil, düşebileceğim kadar düştüm ama hâlâ düşmeye devam ediyorum. Aynı serinin ana karakterlerinin tamamına bağlanmak sağlıklı bir ruh hali değil. Sağlıklı ruh hali? Ona en son zaman sahiptim? Beş yaşında? Ondan sonrası kendiyle kavga edip tartışmayı alışkanlık haline getirmiş, olumsuzluğa açık, sosyofobik, dalgacı, kısmi agresif bir yarı-deli. Ha bir de doktor raporlu haplar var, lanet olsun onlara.
TDK'nin sanal sözcüklere karşılıklarına baktım da Stalker "sanal casus" olacakmış. Stalker sanal casus olmaz arkadaş, karşılamıyor ki! Stalker takipçi olur, "sokulucu" olur, izleyici olur, "sinsilikçi" olur, "sokulgan" olur, "sessiz takipçi" olur, "takipçi sapık" olur, "sinsi p...venk!" olur ama sanal casus olmaz. Bak şurada tek başıma üç kelime (sokulucu, sinsilikçi, -sinsilikçi pek başarılı değil, kabul- sokulgan) uydurdum, TDK'deki onca kişi ne işe yarıyor? Sanal casus ne lan? Hem karşılamıyor hem çok uzun. Bu arada hepsi saçma sapan karşılıklar. Nerede "bilgisayar, özçekim" nerede "sanal casus, meraklandırıcı video" (teaser'ın çevirisiymiş bu). Caps'e de "yazılı resim" ya da "resim yorum" diyecekmişiz. Onca kişinin aklına bir "yazıresim" gelmemiş, tek yapmanız yazılı resim'den yola çıkıp "bu tam olmadı ya" demekti oysa. Bu arada bu kelimeler yerleşti sayılır artık, bu saatten sonra nasıl millet hâlâ "selfie" demeye devam ediyorsa caps demeye, teaser demeye devam edecek. Kelimelerin karşılıkları bir halk onunla ilk tanıştığı zamanlarda icat edilmeli ki asıl kelam yerine bu karşılıklar yerleşsin. Eğer bu konuda ısrar edilirse en azından düzgün Türkçe karşılıklar tutunabilir ama bu ancak yirmi yıl sonra olur, öyle bir şeyin hemen olması için yeni bir dil devrimi yapmak gerekiyor, her yerde bu yabancıların yasaklanıp yeni karşılıkların kullanılması gerekiyor. Yani özetle: İş işten geçti artık, caps denen şey ilk çıktığında TDK efendi buna bir karşılık bulsaydı şimdi onu kullanıyor olurduk.
Şimdi Jacobs diye kahve markası kurmanın Yakuplar Kahvehanesi diye kahve açmaktan ne farkı var arkadaş? Sırf İngilizce diye markalaşmaya uygun oluyorsa s... ben öyle işi.
4 Aralık 2019 Çarşamba
"Bir Yazıda En Fazla Kaç Konudan Bahsedebilirsin?"
Hırs yap, çalış, çabala... İstediğin gibi yaşamak için istemediğin şeyler yap. Bu iş böyle olmaz, hayat istemediğin bir şeyler yaparak geçirmek için çok kısa. Yine de sonuç olarak girdiğim bu yolu ben seçtim ve kolay olmayacağını da biliyordum. Aslında, bu muhtemelen hâlâ okuduğum için ama çok daha zor bir yol bekliyordum. Neyse, çalışma hayatına atılınca görürüz artık ebemizinkini.
Kuruluş Osman'ın ilk bölümüne bir göz attım da pek sevmedim, izlemem muhtemelen. Bir de ölümüne üzülmeyelim diye Dündar Bey'i pisliğin, şerefsizin teki yapmışlar. Dizide bunu farklı işleyebilirler, Diriliş'te neredeyse bütün ölümleri tarihtekinden farklı işlediler (tarihtekine en yakın ölüm Saadettin Köpek'in ölümüydü ama o da farklıydı) zaten ama Dündar Bey'i öldüren Osman Bey'di, "devletin bekası için." Bu arada buradan da gördüğümüz gibi Türk kültüründe devlet bekası için akraba katli Fatih'in fermanından 200 yıl önce vardı, daha geriye gidersek ağabeyi Buda'yı (Bleda'nın gerçek adının bu olduğu konusunda oldukça şüphedeyim esasen; Hunlar Budist değildi neticede) öldüren Attila ve babasını öldüren Mete Han'a ulaşıyoruz. Tabii Fatih'in fermanından sonra Osmanlılar bunu iyice abartıyor, ferman amacından sapıyor ama konumuz o değil. Bir de dediğim gibi "göz attım" ama sanki herkes yarık börkler giyiyormuş gibi, Diriliş'te onları sadece Kayılar giyiyordu. Başlık konusunda şöyle bir maruzatım var: Eski Türk kültüründe başlıklar "süs" ya da soğuktan, güneşten vs. koruyan "şapka" değildi. Bir kişinin başlığı ve kıyafetinden (ama esasen başlığından) boyunu, inancını -hatta mezhebini-, soylu mu halktan mı olduğunu ve hatta mesleğini şak diye anlayabilirdiniz. O kadar ayrıntılı bir şey beklemiyorum zaten ama bari farklı boylardan kişilere farklı şekillerde börkler taksaydınız.
Son zamanlarda Youtube'da akvaryum videolarına sardım da, herkes çiklit besliyor. Özellikle büyük Amerikan ve Afrika (Malawi, Tanganika vs.) çiklitleri çok yaygın. Bir ben zevk almıyorum çiklit beslemekten herhalde. Melek, discus, cüce Güney Amerika çiklitleri zevk veriyor ama diğer çiklitler zevk vermiyor. Aynı gölden balığa dalaşır, akvaryuma bitki koyman neredeyse imkansız hale gelir, neredeyse her zaman tek tür ya da iki tür beslemen gerekir. Bir de en az 200 lt. gerekli. Belki ben akvaryumda bitki hastası olduğum için zevk vermiyordur, bilemiyorum. Pirana, köpekbalığı (Pangasus değil, gerçek köpekbalığı; daha açık olmak gerekirse hemşire köpekbalığı, siyah bantlı köpekbalığı, leopar köpekbalığı ve siyah uçlu resif köpekbalığı), koi, acısu balonbalığı (daha açık olmak gerekirse GSP), tatlısu (aslında acısu) müreni, bıçakbalığı, inci vatozu (pearl stingray), beta gibi envai türü beslemeye dair hevesim var ama Duboisi, astronot, melekbalığı, discus gibi istisnalar dışında çiklit besleme hevesim yok. Belki kusturma (çiklitlerde yavrulama için yapılan bir işlem bu, yoksa sapkınca bir zevk için balığın yediklerinin çıkarılmasından falan bahsetmiyorum), yavru bakımı falan zevkli geliyordur besleyenlere ama bana hitap etmiyor. Yavru almak istersem lepistes, karides, neon tetra, zebra danio, cüce vatoz falan beslerim.
Bir tane bluetooth kulak içi kulaklık aldım, şu kaybolmasın diye iki ucu kabloyla bağlanan modellerden. Aha şunlardan (Yıllar sonra bu resim ölürse de kablolu bluetooth kulaklık diye girince çıkıyor):
Yalnız memnuniyetsiz hıyarın teki olarak, tabii ki bundan da memnun kalmadım. Sebepleri de şöyle: Açılıp bağlanacak yer ararken kırmızı-mavi ışıkları yanıp sönüyor ama bulunca tamamen sönüyor, ben anlayamıyorum ki açık mı kapalı mı. Sesi daima %100'de başlatıyor, her seferinde azaltmam gerekiyor; oysa kablolu kulaklıklarda kulaklığı çıkardığımda kaçtaysa ses seviyesi, tekrar taktığımda da o seviyede açıyordu sesi. 6'dan önce hiç ses çıkarmıyor; 6 da sessiz ortamlar için çok sesli. Ayrıca şarjı 4-5 saat gidiyor anca, benim adadan Balıkesir'e gitmem zaten en az sekiz saat sürüyor. Gerçi neredeyse bir saati kulaklıksız geçiriyorum o yolculukta ama yine de iki saat daha kulaklığa ihtiyacım var.
Arkadaş, şu MangaHanta'ya kafa atacağım artık. Başka sitelere iki hafta sonra koyuyorsunuz Kaguya-sama'yı ama kendi siteniz devalı çöküyor, yok mangalar siliniyor bir şey oluyor... Yine çökmüş site. Ya çökmeyen bir site yapın ya da iki hafta inadından vazgeçin! Bu ne lan! Neyse ki Kaguya-sama'nın çıkma günü bugün değil.
Kılıçevi Hz. Osman Kılıcı diye bir model üretmiş. Bayağı güzel bir kılıç; Hz. Osman'a ait iki farklı kılıcı temel almışlar yaparken. Biri Osman Bey'in de kullandığı (ve Utman olan adını bu sebepten Osman diye kullanmaya başladığı) oldukça büyük ve kalın olan kılıç, diğeri de düz çatallı kılıç. Üstünde kan oluklarıyla yapılmış, Kayı tamgasına benzeyen bir süsleme var; Hz. Osman'ın bahsettiğim büyük kılıcına da Osman Bey tarafından Kayı tamgası basılıyor, muhtemelen o sebepten öyle bir süsleme yaptılar. Çok güzel kılıç ama bayağı pahalı, neyse, pahalı olmasa da şu sıralar herhangi bir kılıç almayı düşünmüyorum zaten. Gerçi beni endişelendiren bu kılıcın ne kadar zaman üretime devam edeceği, ben kılıç toplamaya başlayınca hâlâ o modelin olup olmayacağı. Gerçi kılıç toplamaya başlamam için bazı amaçlarıma ulaşmış, en azından emekli olmuş olmam lazım ama öncelikli olarak bir düz kılıç (Arap palası düşünüyordum, Kılıçevi eskiden Hz. Muhammed'in kılıçlarından temel aldığı bir tane üretiyordu, sonra o modeli kaldırdılar, şimdi geri getirmişler. Endişem biraz da bu yüzden) ve bir katana düşünüyorum. Nedeni de kendi icat ettiğim kılıç sanatının en üst seviyesi için bendeki kılıç haricinde bunlara da ihtiyaç duymam. Gerçi o sanat da benimle birlikte mezara gidecek muhtemelen; birçok boş verilmiş hayal ve kafada kurgulanan senaryolarla, bir ton yarım kalmış ve birkaç tane de tamamlanmış hikaye -gerçi onların sonlarından katiyen memnun değilim- ve de birkaç başka şeyle -mesela kimsenin bilmediği cam kırıklarıyla- birlikte. Ve sap olarak. Tabii herhangi bir kılıç tekniğinin eğitimini almadığım için bu yeni kılıç sanatı hakkında pek de gururlu olamıyorum. Gerçi bu bahsettiğim KS (kılıç sanatını böyle kısaltacağım bundan sonra) Alman, geç dönem Osmanlı ya da Japon usulü kılıç sanatları gibi kuralcı ve katı bir sanattan ziyade gerçek anlamda bir savaşta kullanılabilmesi için tasarlanmış, daha kuralsız ve özgür bir KS ki bu bakımdan Orta Asya Türk ve Moğol tekniklerine, Kozak kılıç tekniğine ve erken Yeniçeri kılıç tekniğine benziyor biraz. "Ulan, madem eğitimini almadın neye benzediğini nereden biliyorsun?" derseniz de bir şeyin temelleri hakkında teorik bilgi için o şeye meraklı olup araştırmanın yeterli olduğunu hatırlatırım. Ama o şeyi gerçekten bilmek için eğitim almak gerektiğini de okçuluk eğitimi alırken tecrübe ettim. Neyse, dayanamayacağım o kılıcın fotosunu koyacağım, bu:
Aralık'ın 1'i der demez yılbaşı reklamları başladı lan, oha. Yavaş lan yavaş, bir ay var daha. 15'ini falan bekleseydiniz bari.
Bu arada kablolu bluetooth kulaklığı telefonla kullanmak bayağı rahatmış, "kablo mu çıktı, ne oldu" derdi yok. Odada rahatça hareket edip gezinebiliyorsun, o çok güzel.
İnsanlar, diğer insanları onların izin verdiği kadar tanıyorlar. Tabii onun izin verdiği kapıyı biraz daha aralayabilirsiniz eğer birebir tanışıp konuşuyorsanız ama sadece biraz. O kişinin ne kadarına izin verdiği de geçmişine, kişiliğine ve karşısında kimler olduğuna göre tamamen açık ya da neredeyse tamamen kapalı olmasını sağlayabiliyor. Blog'da yazarken izin verdiğim kadarı, hayatımın geri kalanında izin verdiğimden daha fazla mesela.
Normal minibüsü camper-van'a çevirmek için deli gibi ÖTV farkı ödemek gerekiyormuş. Direkt normal camper-van almak daha mantıklı o yüzden. Bu konuya da alakasız şekilde nette denk geldim.
Bizim millette odanın her şeyini duvara dayayıp ortayı boş bırakma güdüsü var. Bende de var bu, birçok kişide var. Bence tarihsel bir genetikle ilgili... Şöyle ki, yurt-çadırın bir düzeni vardır: En ortada ya bir direk (evimin direği sözü buradan geliyor bu arada) ya da ocaklık (bu durumda ya direk olmaz ya da dört yönde dört tane olurdu. Tabii otağlarda her odanın kendi direği olabiliyordu) olurdu. Yatak, sedir gibi bütün mobilyalarda duvarlara (artık ona ne kadar duvar denirse) dayanırdı. Bunun sebebi de çadırın her kısmı eşit ısınsın ve toplanma gibi durumlarda boş alan kalsın, mobilyaya takılmasın insanlar diyeydi. Tabii bir de yatak özelinde şöyle bir durum var: Yatak odanın ortasında olursa düşman seni deşebilir ama duvara dayalı olursa bir yanında otomatik kalkan olur, boşta kalan yanından düşmanla kolayca mücadele edersin. Tekmeyle falan uzaklaştırma şansın olur hatta. Yatağının altında da bir kılıç varsa (gerçi yer yatağının neresine koyacaksın kılıcı?) her halükarda avantajlı olursun. Gerçi bu bize özgü bir durum değil. Hindistan, Japonya ve Çin'den odalara baktım, hepsinde mobilyalar duvara dayanmış. Genel olarak Asya-tarzı bir olay herhalde, aynı eve ayakkabıyı çıkararak girmek gibi. Gerçi Avrupa'da da bazı ülkelerin bazı bölgelerinde bu olay var ama Asya'nın tamamında var, bir tek İsrail'de evlerden ziyade sinagoglara girerken çıkarılıyormuş, evde de Kohen taifesi çıkarmayı tercih ediyormuş. Bu arada batıya gidildikçe ayakkabı çıkarılan yerler azalıyor, Japonya'da neredeyse her yere girerken ayakkabınızı çıkarıyorsunuz: Otel odası, geleneksel restoranlar, tapınaklar, evler... Türkiye'de sadece evler ve camilere girerken çıkarıyoruz.
Günümüzde özel isimlerin yazılışları ve çoğu zaman okunuşları aynı kalıyor. Dil değerlerinden dolayı bazı okunuşlar aslına göre değişebiliyor ama çok değil. Eski çağlardaysa isimler, gayet dillere göre değişiyordu. Örneğin Cengiz Han'ın Latince adı Cingischam, Çince adı Chéngjísīhán, Almanca adı Dschingis Khan. Attila'nın gerçek ismi bilinmiyor ama Attila isminin gerçek ismini söyleyemedikleri için Romalıların verdiği Latince bir adlandırma olduğu biliniyor. Bazı tarihçiler Atılay olduğunu düşünüyormuş Attila'nın gerçek isminin. Mete Han'ın da adı aslında Bagatur'dur ki bu kelime Bahadır olarak yaşamakta. Mete Han adı, adının Çince yazımındaki bir olaydan kaynaklanıyor. İbn-i Sina'nın Türkçe, Arapça ve Farsça adı İbn-i Sina iken Latince adı Avicenna. Hz. Ömer'in adının gerçek okunuşu da Ömer değil mesela, Umaer gibi bir okunuşu var aslında; Türkçede o sesi çıkarmaya kasmadan Ömer demişiz, öyle kalmış. Büyük İskender'in Makedonca adı Aleksandar, Türkçe, Farsça ve Arapça adı İskender, Latince adı Alexander, Yunanca adı Aléksandros.
Leonardo Patrignani'nin Ütopya'sı çok vurucu şekilde başladı (birkaç kitap aldım, internet geldikten sonra geldi ama okumak lazım), yalnız Hafıza'yı okumamın üstünden yıllar geçtiğinden dolayı karakterler ve olayları hatırlamakta biraz zorlandım, karakterler hatırladıkça ben de hatırladım.
"Yargı baltanız ziyadesiyle keskin lakin adalet kılıcınız fazlasıyla paslı." Bir forumda gördüğüm bir lafın biraz değiştirilmiş hali; insanları ve diğer şeyleri adil olmadan yargılayıp eleştirmek dünyanın en kolay şeyi. Öyle hayat geçmez ama. Yaşamak biraz olsun boş vermişlik, epey bir de dalga geçme gerektiriyor. Boş konuşmak, boş konuşmak... Boş konuşma da benim boş vermişliğimin, dalgamın bir parçası işte. Aslında parçası değil, temeli. Her şeyi eleştirerek yaşamak kadar kolay bir şey yok, öyle yaşayabilirdim ama dediğim gibi: Öyle hayat geçmez.
İstanbul'la derin ve karışık bir ilişkim var. Orada doğdum ve çocukluğum orada geçti, her sene de muhakkak gidiyorum. Ama o şehri asla sevemedim... Pek de kötü anım yok aslında İstanbul'da, sonuçta özlem duyduğum geçmişimin en büyük kısmı orada. Yine de sevemedim... Peki, derin ve karışık ilişkim nereden geliyor? Şöyle ki: İstanbul'a ilk gelen atam, dedem değildi. Dedemin dedesinin dedesi, İstanbul'da medresede müderristi: Sofu Hasan. Soyadımın değil ama aile adımın (Sofular, daha doğrusu "Soğular") isim babası. "O nasıl oluyor?" derseniz de, köyde her ailenin bir adı var ama çoğu zaman soyadıyla aile adı birbirini tutmuyor. Sonra köyde yerleşik hayata geçen ilk kişilerden biri oluyor kendisi ki bu açıdan benim kendisine çok büyük sevgi beslediğimi söyleyemem, orada yerleşmesek başka yerde yerleşirdik gerçi (o zaman inat edip başka yere göçenler şu an Antalya ve Yalova'da yerleşik); şu anki köyün doğasını oldukça seviyorum, o bakımdan doğru bir karar olmuş aslında. Bir de bu yerleşme mevzusunda şöyle bir olay var: Ferman çıkar çıkmaz yerleşik hayata geçen bir köy değil bizimki (gerçi yerleşin der demez yerleşik hayata geçen herhangi bir Yörük köyü duymadım ben), yerleşmeye zorlamak için etrafları köylerle sarılınca bu yeni köyleri yağmalayıp binaları, çitleri yıkmak gibi bir geçmişi var. (Ve bu konu bana utanç değil, garip bir gurur veriyor. Elime yetki geçse şehirleri yıkacak bir profil çizmemden kaynaklı olsa gerek. Buradan yetkililere sesleniyorum: Bana öyle bir yetki vermeyin. O zaman: Yıkın şehirleri, apartmanları ve bütün binaları/Geride çadırlarımız kalacak ve Anadolu'nun ormanları. Bu ilk cümle bir süredir aklımda ama kullanacak hikaye falan bulamıyordum, bari yeri gelmişken burada böyle ek bir cümle ekleyip beyit olarak yazayım.) Önünde sonunda yerleşmişiz işte. Bu arada Osmanlı son dönemde göçerleri yerleştirmeye takmış, onu fark ettim. Amaç neydi acep?
Son zamanlarda Youtube'da akvaryum videolarına sardım da, herkes çiklit besliyor. Özellikle büyük Amerikan ve Afrika (Malawi, Tanganika vs.) çiklitleri çok yaygın. Bir ben zevk almıyorum çiklit beslemekten herhalde. Melek, discus, cüce Güney Amerika çiklitleri zevk veriyor ama diğer çiklitler zevk vermiyor. Aynı gölden balığa dalaşır, akvaryuma bitki koyman neredeyse imkansız hale gelir, neredeyse her zaman tek tür ya da iki tür beslemen gerekir. Bir de en az 200 lt. gerekli. Belki ben akvaryumda bitki hastası olduğum için zevk vermiyordur, bilemiyorum. Pirana, köpekbalığı (Pangasus değil, gerçek köpekbalığı; daha açık olmak gerekirse hemşire köpekbalığı, siyah bantlı köpekbalığı, leopar köpekbalığı ve siyah uçlu resif köpekbalığı), koi, acısu balonbalığı (daha açık olmak gerekirse GSP), tatlısu (aslında acısu) müreni, bıçakbalığı, inci vatozu (pearl stingray), beta gibi envai türü beslemeye dair hevesim var ama Duboisi, astronot, melekbalığı, discus gibi istisnalar dışında çiklit besleme hevesim yok. Belki kusturma (çiklitlerde yavrulama için yapılan bir işlem bu, yoksa sapkınca bir zevk için balığın yediklerinin çıkarılmasından falan bahsetmiyorum), yavru bakımı falan zevkli geliyordur besleyenlere ama bana hitap etmiyor. Yavru almak istersem lepistes, karides, neon tetra, zebra danio, cüce vatoz falan beslerim.
Bir tane bluetooth kulak içi kulaklık aldım, şu kaybolmasın diye iki ucu kabloyla bağlanan modellerden. Aha şunlardan (Yıllar sonra bu resim ölürse de kablolu bluetooth kulaklık diye girince çıkıyor):
Yalnız memnuniyetsiz hıyarın teki olarak, tabii ki bundan da memnun kalmadım. Sebepleri de şöyle: Açılıp bağlanacak yer ararken kırmızı-mavi ışıkları yanıp sönüyor ama bulunca tamamen sönüyor, ben anlayamıyorum ki açık mı kapalı mı. Sesi daima %100'de başlatıyor, her seferinde azaltmam gerekiyor; oysa kablolu kulaklıklarda kulaklığı çıkardığımda kaçtaysa ses seviyesi, tekrar taktığımda da o seviyede açıyordu sesi. 6'dan önce hiç ses çıkarmıyor; 6 da sessiz ortamlar için çok sesli. Ayrıca şarjı 4-5 saat gidiyor anca, benim adadan Balıkesir'e gitmem zaten en az sekiz saat sürüyor. Gerçi neredeyse bir saati kulaklıksız geçiriyorum o yolculukta ama yine de iki saat daha kulaklığa ihtiyacım var.
Arkadaş, şu MangaHanta'ya kafa atacağım artık. Başka sitelere iki hafta sonra koyuyorsunuz Kaguya-sama'yı ama kendi siteniz devalı çöküyor, yok mangalar siliniyor bir şey oluyor... Yine çökmüş site. Ya çökmeyen bir site yapın ya da iki hafta inadından vazgeçin! Bu ne lan! Neyse ki Kaguya-sama'nın çıkma günü bugün değil.
Kılıçevi Hz. Osman Kılıcı diye bir model üretmiş. Bayağı güzel bir kılıç; Hz. Osman'a ait iki farklı kılıcı temel almışlar yaparken. Biri Osman Bey'in de kullandığı (ve Utman olan adını bu sebepten Osman diye kullanmaya başladığı) oldukça büyük ve kalın olan kılıç, diğeri de düz çatallı kılıç. Üstünde kan oluklarıyla yapılmış, Kayı tamgasına benzeyen bir süsleme var; Hz. Osman'ın bahsettiğim büyük kılıcına da Osman Bey tarafından Kayı tamgası basılıyor, muhtemelen o sebepten öyle bir süsleme yaptılar. Çok güzel kılıç ama bayağı pahalı, neyse, pahalı olmasa da şu sıralar herhangi bir kılıç almayı düşünmüyorum zaten. Gerçi beni endişelendiren bu kılıcın ne kadar zaman üretime devam edeceği, ben kılıç toplamaya başlayınca hâlâ o modelin olup olmayacağı. Gerçi kılıç toplamaya başlamam için bazı amaçlarıma ulaşmış, en azından emekli olmuş olmam lazım ama öncelikli olarak bir düz kılıç (Arap palası düşünüyordum, Kılıçevi eskiden Hz. Muhammed'in kılıçlarından temel aldığı bir tane üretiyordu, sonra o modeli kaldırdılar, şimdi geri getirmişler. Endişem biraz da bu yüzden) ve bir katana düşünüyorum. Nedeni de kendi icat ettiğim kılıç sanatının en üst seviyesi için bendeki kılıç haricinde bunlara da ihtiyaç duymam. Gerçi o sanat da benimle birlikte mezara gidecek muhtemelen; birçok boş verilmiş hayal ve kafada kurgulanan senaryolarla, bir ton yarım kalmış ve birkaç tane de tamamlanmış hikaye -gerçi onların sonlarından katiyen memnun değilim- ve de birkaç başka şeyle -mesela kimsenin bilmediği cam kırıklarıyla- birlikte. Ve sap olarak. Tabii herhangi bir kılıç tekniğinin eğitimini almadığım için bu yeni kılıç sanatı hakkında pek de gururlu olamıyorum. Gerçi bu bahsettiğim KS (kılıç sanatını böyle kısaltacağım bundan sonra) Alman, geç dönem Osmanlı ya da Japon usulü kılıç sanatları gibi kuralcı ve katı bir sanattan ziyade gerçek anlamda bir savaşta kullanılabilmesi için tasarlanmış, daha kuralsız ve özgür bir KS ki bu bakımdan Orta Asya Türk ve Moğol tekniklerine, Kozak kılıç tekniğine ve erken Yeniçeri kılıç tekniğine benziyor biraz. "Ulan, madem eğitimini almadın neye benzediğini nereden biliyorsun?" derseniz de bir şeyin temelleri hakkında teorik bilgi için o şeye meraklı olup araştırmanın yeterli olduğunu hatırlatırım. Ama o şeyi gerçekten bilmek için eğitim almak gerektiğini de okçuluk eğitimi alırken tecrübe ettim. Neyse, dayanamayacağım o kılıcın fotosunu koyacağım, bu:
Aralık'ın 1'i der demez yılbaşı reklamları başladı lan, oha. Yavaş lan yavaş, bir ay var daha. 15'ini falan bekleseydiniz bari.
Bu arada kablolu bluetooth kulaklığı telefonla kullanmak bayağı rahatmış, "kablo mu çıktı, ne oldu" derdi yok. Odada rahatça hareket edip gezinebiliyorsun, o çok güzel.
İnsanlar, diğer insanları onların izin verdiği kadar tanıyorlar. Tabii onun izin verdiği kapıyı biraz daha aralayabilirsiniz eğer birebir tanışıp konuşuyorsanız ama sadece biraz. O kişinin ne kadarına izin verdiği de geçmişine, kişiliğine ve karşısında kimler olduğuna göre tamamen açık ya da neredeyse tamamen kapalı olmasını sağlayabiliyor. Blog'da yazarken izin verdiğim kadarı, hayatımın geri kalanında izin verdiğimden daha fazla mesela.
Normal minibüsü camper-van'a çevirmek için deli gibi ÖTV farkı ödemek gerekiyormuş. Direkt normal camper-van almak daha mantıklı o yüzden. Bu konuya da alakasız şekilde nette denk geldim.
Bizim millette odanın her şeyini duvara dayayıp ortayı boş bırakma güdüsü var. Bende de var bu, birçok kişide var. Bence tarihsel bir genetikle ilgili... Şöyle ki, yurt-çadırın bir düzeni vardır: En ortada ya bir direk (evimin direği sözü buradan geliyor bu arada) ya da ocaklık (bu durumda ya direk olmaz ya da dört yönde dört tane olurdu. Tabii otağlarda her odanın kendi direği olabiliyordu) olurdu. Yatak, sedir gibi bütün mobilyalarda duvarlara (artık ona ne kadar duvar denirse) dayanırdı. Bunun sebebi de çadırın her kısmı eşit ısınsın ve toplanma gibi durumlarda boş alan kalsın, mobilyaya takılmasın insanlar diyeydi. Tabii bir de yatak özelinde şöyle bir durum var: Yatak odanın ortasında olursa düşman seni deşebilir ama duvara dayalı olursa bir yanında otomatik kalkan olur, boşta kalan yanından düşmanla kolayca mücadele edersin. Tekmeyle falan uzaklaştırma şansın olur hatta. Yatağının altında da bir kılıç varsa (gerçi yer yatağının neresine koyacaksın kılıcı?) her halükarda avantajlı olursun. Gerçi bu bize özgü bir durum değil. Hindistan, Japonya ve Çin'den odalara baktım, hepsinde mobilyalar duvara dayanmış. Genel olarak Asya-tarzı bir olay herhalde, aynı eve ayakkabıyı çıkararak girmek gibi. Gerçi Avrupa'da da bazı ülkelerin bazı bölgelerinde bu olay var ama Asya'nın tamamında var, bir tek İsrail'de evlerden ziyade sinagoglara girerken çıkarılıyormuş, evde de Kohen taifesi çıkarmayı tercih ediyormuş. Bu arada batıya gidildikçe ayakkabı çıkarılan yerler azalıyor, Japonya'da neredeyse her yere girerken ayakkabınızı çıkarıyorsunuz: Otel odası, geleneksel restoranlar, tapınaklar, evler... Türkiye'de sadece evler ve camilere girerken çıkarıyoruz.
Günümüzde özel isimlerin yazılışları ve çoğu zaman okunuşları aynı kalıyor. Dil değerlerinden dolayı bazı okunuşlar aslına göre değişebiliyor ama çok değil. Eski çağlardaysa isimler, gayet dillere göre değişiyordu. Örneğin Cengiz Han'ın Latince adı Cingischam, Çince adı Chéngjísīhán, Almanca adı Dschingis Khan. Attila'nın gerçek ismi bilinmiyor ama Attila isminin gerçek ismini söyleyemedikleri için Romalıların verdiği Latince bir adlandırma olduğu biliniyor. Bazı tarihçiler Atılay olduğunu düşünüyormuş Attila'nın gerçek isminin. Mete Han'ın da adı aslında Bagatur'dur ki bu kelime Bahadır olarak yaşamakta. Mete Han adı, adının Çince yazımındaki bir olaydan kaynaklanıyor. İbn-i Sina'nın Türkçe, Arapça ve Farsça adı İbn-i Sina iken Latince adı Avicenna. Hz. Ömer'in adının gerçek okunuşu da Ömer değil mesela, Umaer gibi bir okunuşu var aslında; Türkçede o sesi çıkarmaya kasmadan Ömer demişiz, öyle kalmış. Büyük İskender'in Makedonca adı Aleksandar, Türkçe, Farsça ve Arapça adı İskender, Latince adı Alexander, Yunanca adı Aléksandros.
Leonardo Patrignani'nin Ütopya'sı çok vurucu şekilde başladı (birkaç kitap aldım, internet geldikten sonra geldi ama okumak lazım), yalnız Hafıza'yı okumamın üstünden yıllar geçtiğinden dolayı karakterler ve olayları hatırlamakta biraz zorlandım, karakterler hatırladıkça ben de hatırladım.
"Yargı baltanız ziyadesiyle keskin lakin adalet kılıcınız fazlasıyla paslı." Bir forumda gördüğüm bir lafın biraz değiştirilmiş hali; insanları ve diğer şeyleri adil olmadan yargılayıp eleştirmek dünyanın en kolay şeyi. Öyle hayat geçmez ama. Yaşamak biraz olsun boş vermişlik, epey bir de dalga geçme gerektiriyor. Boş konuşmak, boş konuşmak... Boş konuşma da benim boş vermişliğimin, dalgamın bir parçası işte. Aslında parçası değil, temeli. Her şeyi eleştirerek yaşamak kadar kolay bir şey yok, öyle yaşayabilirdim ama dediğim gibi: Öyle hayat geçmez.
İstanbul'la derin ve karışık bir ilişkim var. Orada doğdum ve çocukluğum orada geçti, her sene de muhakkak gidiyorum. Ama o şehri asla sevemedim... Pek de kötü anım yok aslında İstanbul'da, sonuçta özlem duyduğum geçmişimin en büyük kısmı orada. Yine de sevemedim... Peki, derin ve karışık ilişkim nereden geliyor? Şöyle ki: İstanbul'a ilk gelen atam, dedem değildi. Dedemin dedesinin dedesi, İstanbul'da medresede müderristi: Sofu Hasan. Soyadımın değil ama aile adımın (Sofular, daha doğrusu "Soğular") isim babası. "O nasıl oluyor?" derseniz de, köyde her ailenin bir adı var ama çoğu zaman soyadıyla aile adı birbirini tutmuyor. Sonra köyde yerleşik hayata geçen ilk kişilerden biri oluyor kendisi ki bu açıdan benim kendisine çok büyük sevgi beslediğimi söyleyemem, orada yerleşmesek başka yerde yerleşirdik gerçi (o zaman inat edip başka yere göçenler şu an Antalya ve Yalova'da yerleşik); şu anki köyün doğasını oldukça seviyorum, o bakımdan doğru bir karar olmuş aslında. Bir de bu yerleşme mevzusunda şöyle bir olay var: Ferman çıkar çıkmaz yerleşik hayata geçen bir köy değil bizimki (gerçi yerleşin der demez yerleşik hayata geçen herhangi bir Yörük köyü duymadım ben), yerleşmeye zorlamak için etrafları köylerle sarılınca bu yeni köyleri yağmalayıp binaları, çitleri yıkmak gibi bir geçmişi var. (Ve bu konu bana utanç değil, garip bir gurur veriyor. Elime yetki geçse şehirleri yıkacak bir profil çizmemden kaynaklı olsa gerek. Buradan yetkililere sesleniyorum: Bana öyle bir yetki vermeyin. O zaman: Yıkın şehirleri, apartmanları ve bütün binaları/Geride çadırlarımız kalacak ve Anadolu'nun ormanları. Bu ilk cümle bir süredir aklımda ama kullanacak hikaye falan bulamıyordum, bari yeri gelmişken burada böyle ek bir cümle ekleyip beyit olarak yazayım.) Önünde sonunda yerleşmişiz işte. Bu arada Osmanlı son dönemde göçerleri yerleştirmeye takmış, onu fark ettim. Amaç neydi acep?
1 Aralık 2019 Pazar
Böyle Yazıya Başlık Maşlık Koymam Ben!
Robinson Crusoe'yu okumuşsunuz. Yalnız aklıma takılan bir şey oldu (kitabı yıllar önce okudum, bu yeni aklıma takıldı), bu Robinson denen gevşek herif paso gemi enkazında bir şeyler buluyor. Yok pirinç, yok barut... İki keçi evcilleştirmek dışında ne yaptın sen Robinson efendi? Paso gidip gemiden malzeme aşırdın. O gemi enkazı olmasaydı iki gün hayatta kalabilir miydin acaba? (Cevap evet. Eğer havasızlık, aşırı soğuk gibi şeyler yoksa aç susuz üç gün hayatta kalabilir insan.)
Yaşlı insanlarla konuşmayı seviyorum; huzur veriyor. Bir deneyin.
Şimdi, aşçılık konusunda şöyle bir durum var: Eğer bir yemeği yapmayı beceremezsen, onun üzerinde ufak değişikliklerle yeni bir yemek olarak pazarlayabiliyorsun. Kazandibi -ki çok severim- buna en iyi örnektir mesela: Sen kalk tavukgöğsünün dibini tuttur, ondan sonra "şekerle biraz daha yaksam yenir bu" deyip bunu yeni tatlı diye sun. Böyle hikayeler doludur yani... Pasta kreması, sufle falan bile orijinalinde çok farklı amaçlarla yapılan şeyler olabilir (aklıma yapım aşamasındaki hatalar apayrı bir şey çıkaracak bu ikisi geldi ilk, ondan yazdım bu ikisini; başka bir sebep, gizli bir bilgi falan yok).
Evet, yazacak başka bir şey aklıma gelmediği için istatistiklere baktım. Bu hafta için Kalpak Çeşitleri ve Doğada Anestezi 9 görüntülenmeyle birinciliği paylaşıyor. Hemen ardından 6 görüntülenmeyle Dağ Evi 8. Bölüm: Tarla ve Sürünüzü Koruma geliyor. 5 görüntülenmeyle haftanın en çok okunan beş yazısının sonunu Ördekle Kaz Arasındaki Farklar ve Sıkıntı paylaşıyor. (Sıkıntı neden bu kadar çok okundu acep?) Yine bu hafta için Türkiye 61, Rusya 42 kez sayfa görüntülemiş; hemen ardından 28 ile Ukrayna geliyor. 19 Fransa, 16 ABD, 7 Mısır, 5 Almanya ve Hollanda, 4 Irak ve Meksika diye gidiyor. %55 kişi Chrome'dan girmiş bu hafta bloga, onu %18 ile Firefox ve %17 ile Safari takip ediyor. %56 Windows, %19 Android, %18 iPhone kullanmış.
Seishun Buta Yarou'nun filmi çıkmış (daha doğrusu çevrilmiş), ben de hazır internet varken seyredeyim dedim ama 1,5 saat lan, oha. 1,5 saatlik filmi oturarak izlemeye kalkarsam belim kırılır benim, bir de altyazıyı takip için boyun aşağıda. O 1,5 saatin sonunda hiç olmadığım kadar kambur olur, öyle de kalırım dedim, o yüzden TV'ye taktım. Önce HDMI sinyal yok dedi, bir şeyler dedi, kabloyu oynattım falan bir şeyler yaptım düzeldi ama bu sefer de görüntü donuk donuk. Resimleri ardı ardına slayt gösterisine koymuşlar gibi duruyordu. TV'den çıkardım, bilgisayarda hiç öyle takılma makılma yok. Bunu yatarak izlemek için bir çözüm bulmam lazım, bir buçuk saat oturarak bir şeyler izlersem ölürüm.
Altı kere mola verip yirmi kere duruşumu değiştirerek de olsa izlemeyi başardım.
Efsane cuma, muhteşem cuma, "Abi valla ben evde de bunu kullanıyorum" cuması... Tamam "kara cuma" denince tepki gösteriliyor diye başka kelimelerle tanımlıyorsunuz ama toplanıp şu Black Friday olayı için tek çeviri bulun. Her kafadan ayrı ses çıkıyor, bu iş böyle olmaz. (Çok biliyorsun sen?)
Yaşlı insanlarla konuşmayı seviyorum; huzur veriyor. Bir deneyin.
Şimdi, aşçılık konusunda şöyle bir durum var: Eğer bir yemeği yapmayı beceremezsen, onun üzerinde ufak değişikliklerle yeni bir yemek olarak pazarlayabiliyorsun. Kazandibi -ki çok severim- buna en iyi örnektir mesela: Sen kalk tavukgöğsünün dibini tuttur, ondan sonra "şekerle biraz daha yaksam yenir bu" deyip bunu yeni tatlı diye sun. Böyle hikayeler doludur yani... Pasta kreması, sufle falan bile orijinalinde çok farklı amaçlarla yapılan şeyler olabilir (aklıma yapım aşamasındaki hatalar apayrı bir şey çıkaracak bu ikisi geldi ilk, ondan yazdım bu ikisini; başka bir sebep, gizli bir bilgi falan yok).
Evet, yazacak başka bir şey aklıma gelmediği için istatistiklere baktım. Bu hafta için Kalpak Çeşitleri ve Doğada Anestezi 9 görüntülenmeyle birinciliği paylaşıyor. Hemen ardından 6 görüntülenmeyle Dağ Evi 8. Bölüm: Tarla ve Sürünüzü Koruma geliyor. 5 görüntülenmeyle haftanın en çok okunan beş yazısının sonunu Ördekle Kaz Arasındaki Farklar ve Sıkıntı paylaşıyor. (Sıkıntı neden bu kadar çok okundu acep?) Yine bu hafta için Türkiye 61, Rusya 42 kez sayfa görüntülemiş; hemen ardından 28 ile Ukrayna geliyor. 19 Fransa, 16 ABD, 7 Mısır, 5 Almanya ve Hollanda, 4 Irak ve Meksika diye gidiyor. %55 kişi Chrome'dan girmiş bu hafta bloga, onu %18 ile Firefox ve %17 ile Safari takip ediyor. %56 Windows, %19 Android, %18 iPhone kullanmış.
Seishun Buta Yarou'nun filmi çıkmış (daha doğrusu çevrilmiş), ben de hazır internet varken seyredeyim dedim ama 1,5 saat lan, oha. 1,5 saatlik filmi oturarak izlemeye kalkarsam belim kırılır benim, bir de altyazıyı takip için boyun aşağıda. O 1,5 saatin sonunda hiç olmadığım kadar kambur olur, öyle de kalırım dedim, o yüzden TV'ye taktım. Önce HDMI sinyal yok dedi, bir şeyler dedi, kabloyu oynattım falan bir şeyler yaptım düzeldi ama bu sefer de görüntü donuk donuk. Resimleri ardı ardına slayt gösterisine koymuşlar gibi duruyordu. TV'den çıkardım, bilgisayarda hiç öyle takılma makılma yok. Bunu yatarak izlemek için bir çözüm bulmam lazım, bir buçuk saat oturarak bir şeyler izlersem ölürüm.
Altı kere mola verip yirmi kere duruşumu değiştirerek de olsa izlemeyi başardım.
Efsane cuma, muhteşem cuma, "Abi valla ben evde de bunu kullanıyorum" cuması... Tamam "kara cuma" denince tepki gösteriliyor diye başka kelimelerle tanımlıyorsunuz ama toplanıp şu Black Friday olayı için tek çeviri bulun. Her kafadan ayrı ses çıkıyor, bu iş böyle olmaz. (Çok biliyorsun sen?)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)