Kemono Friends tekrar çevrilmeye başlanmış, kaç yıl önce yarım kalmıştı, biri el atmış Allahtan. Tam en sevilen karakterin geleceği bölümde çeviri mi bırakılırdı lan insafsızlar! Ana karakterin bile o kadar fanartı yok.
Ekşi'de tişört insanı vs gömlek insanı diye başlık gördüm de, kanım çekildi. Gömlek neymiş be, tişört varken gömlek giyen mazoşisttir, bunu da buradan çok net söylüyorum. Pantolon, gömlek, kravat... Bunlar işkence aracından başka bir şey değil. İnsanı sıkar, hareket kabiliyetini kısıtlar... Kravat giyerken nefes almayı başarabilen herhangi biri olduğuna da inanmıyorum bu arada. Gömlek yine neyse düğmelerini iliklemek zorunda kalmadığın sürece o kadar fena değil ama pantolonla kravatın şeytan icadı olduğunu düşünüyorum. Bir de ütü denen saçmalık var ki ona hiç girmiyorum. Bırakın giyelim kırışık kırışık işte, çok bir şey fark ediyor sanki. Eskiden kemerlerden nefret ettiğimi sanırdım ama yo, kemerleri gayet seviyorum. Benim sorunum pantolonlarla. Giyeceksin eşofman altını, tişörtü, üstüne de kemeri takacaksın. Kemere bir de kılıç astın mı... Dayanamadım kılıç esprisi yapmadan ahadjaks, özür diliyorum buradan.
Gotoubun no Hanayome'nin animesi çıktığında mangası hiç çevrilmemişti, az önce baktım da neredeyse güncele yetişmişler çeviride.
İnternet öldü mü ölmedi mi kendi de bilmiyor, bazen bir şeyler izleyebiliyorum, bazen izleyemiyorum. Bu arada Kemono Friends'in çevirisine devam ediliyor diye seviniyorum ama onu da ay başından önce izleyemeyeceğim. Aslında muhtemelen sömestıra kadar izleyemeceğim çünkü ebesinin şeyi kadar güncel bölüm birikti. Bunun daha bir sonraki ay çıkacak olanları var. Şunu Elon Musk mı yapıyor, Google mı yapıyor, Mark Zuckerberg hıyarı mı yapıyor kim yapıyorsa yapsın da doğru düzgün bir internetle haşır neşir olalım artık. Hani bu hıyarların AKK'yi kaldırma süresi altyapıyı iyileştirmek içindi? Hiçbir sik yapmadan durdular değil mi yerlerinde?
Kulaklığımın tek tarafı çalışıyor. Sıfır kulaklık böyle çıktı paketten, geri gönderilenleri tekrar paketleyip piyasaya mı sürüyorlar ne yapıyorlar anlamadım ki...
Ateşli silahları pek sevmem ama Supernatural'daki The Colt'a hastayım. Replikasını alabileceğim birkaç yer de buldum ama replika da olsa gümrükte bir sürü sorun çıkar kesin. O değil de adamlar Amerikan tarihindeki tüm karakterleri avcı yapacaklar. Samuel Colt, Eliot Ness. Sırada Benjamin Franklin'in ya da Abraham Lincoln'ün olacağını bekliyorum.
İnternet resmi olarak bugün (evet, bunu da birkaç gündür yazıyorum) öldü. Bir sayfayı on saatte açıyor. Hayırlı uğurlu olsun, bir Fatiha okumadan geçmeyin. Üzerinde "internet" yazan mezar taşı yaptırıp eve koyacağım yakında, o olacak. Hatta modem şeklinde balbal da yaptırabilirim, bu ne lan!
Normalde şivesi olan kişiler şivesiz konuştuklarında aslında şive yapmış olurlar. Bunu bir düşünün siz bence.
Gelenekleri severim. Sadece geleneklere bakarak bir toplumun hayata bakışını, düşünce tarzını ve hatta tarihini anlayabilirsiniz. Tabi toplumların hayata bakışı, düşünce tarzı, muhatap olduğu diğer halklar (dünyanın küreselleşmesi bu durumu iyice karıştırdı) değişince geleneklerin birçoğu kaybolur, daha da fazlası değişip adeta evrim geçirir, eskisiyle alakasız hale gelir ve yeni yeni gelenekler ortaya çıkar.
Yeterince uzun süre gözlük takan insanlar için gözlük vücudun bir parçası, bir organ haline gelir. Gözlük takan birçok kişide gözlemledim bunu (kendim dahil). Uzun süre gözlük takan insanların neredeyse hepsinin gözündeki gözlüğü arama, gözlüğü çıkarmayı unutup duşa girme türünden hikayeleri vardır. Ben ikisini de yaptım bu arada.
29 Ekim'iniz kutlu olsun.
İnternetin ölmesinden sonra bilgisayar da kafayı yedi. Zaten şarjında sıkıntı vardı, geçen yaz tamirciye götürdüm; "pilinde bir sorun yok bunun" deyip şarj aletini değiştirip geri verdi herif. Ama saçma sapan bir pil uyarısı veriyordu, şarj değiştikten sonra da vermeye devam etti onu. Bir de şarjın % kaç olduğunu göstermemeye başladı, sadece şarj olup olmadığını gösteriyordu. Şu anda devamlı şarj olmuyormuş gibi gözüküyor, şarjın az olduğunda olduğu gibi ekran karanlık (parlaklık sonda), şarj edip etmediğini gösteren ışık bilgisayar kapalıyken turuncu, açıkken beyaz yanıyor. Yine gidip tamire vermem gerekiyor. Yok arkadaş adada tamirci falan, bunun için Çanakkale'ye gideceğim, bir de almak için Çanakkale'ye gideceğim. Üstüne vapur da iptal olur, oh çok güzel. Ondan sonra "Devamlı bilgşsayardasın bir de teknolojiyi sevmiyorum diyorsun." Böyle gerizekalı sorunlar oluşturan teknolojiyi niye seveyim lan? Nerede saçma sapan, alakasız, yaşanmamış sorun varsa (teknoloji konusunda) mutlaka bana vuruyor. Bir mod yüklemek için kafayı yemişliğim var, aynı modu kendi bilgisayarına kuran kişi de benim bilgisayara o modu kuramamıştı, en son o da kafayı yemişti bu arada. Bir yürüyün gidin ya! "Pilde sorun yok"muş! Sende sorun yok asıl! Arada bir de kendi kendine kapanıyor bu arada. Yeter ya, ben gideceğim dağ başında, teknolojiden uzak yaşayacağım, bununla uğraşmaktansa video izlemem, gider bütün günümü ormanda gezerek geçiririm! Yeni nesil bilmez, eskiden Oyunlar 1, Kral Oyun falan vardı. Oralarda bir "Bilgisayar parçalama oyunu" vardı. O oyuna çoğu kişi artık ihtiyaç duymuyor ama benim neredeyse her hafta gerçeğe çeviresim geliyor o oyunu.
Öne Çıkan Yayın
Beni Her Yerde Bulun (BU YAZI BAŞA İLİŞTİRİLMİŞTİR)
İletişim için: semender101@gmail.com Şahsi blog: E, burası zaten. ~Gerektikçe güncellenecektir.~
29 Ekim 2019 Salı
26 Ekim 2019 Cumartesi
Bir Sürü Saçmalık
"Rastgele" adlı yazımın 7 kez görüntülenmesinin şokunu bir türlü atlatamıyorum. Ne var lan o yazıda bu kadar, neden o kadar okundu? Her zamanki sıradan saçmalamalarım işte. Catherine de Medicis'i araştırırken falan mı geldiler acaba yazıya?
Son zamanlarda garip garip rüyalar görmeye başladığım için bir rüya defteri tuttum. Yazıyorum bakalım, bu işi ne kadar sürdüreceğim acaba?
İnternet iyice öldü, şu an o ne olduğunu bilmediğim oynatıcıyı da izleyemiyorum. Anca Youtube.
Telefonu tamire göndermiştim, geldi. Öyle yani, o kadar.
Şu an elimde birçok şey var. Yemek yapmak, yazmak, (belli bir seviyeye kadar) çizmek ve başka şeyler... Ama bir şekilde ruhumu kaybedip kabuğuma çekilirsem elimde en son ne kalacağını merak ediyorum.
Kahvaltı yazmadan bunu yazmaya başladım. "Yazmasaydım çıldıracaktım." diye bir söz vardı, kimindi o? Sait Faik'inmiş. Sait Faik Türk edebiyatında en sevdiğim yazarlardandır bu arada, yeri gelmişken.
Birçok şeyi küçüklüğümden beri yapıyorum. Ne zaman kötü hissetsem yazdım, taş topladım, ağaçları izledim... Şimdi elimde bunlar ve birçok şey daha var. Acaba... Acaba elimde kalan ne olurdu, eğer her şeyi terk edecek cesaretim olsaydı.
Bazı fikirler beynimde dönüp öylece kayboluyor ama bazılarını yazmak zorunda kalıyorum, yazmadıkça susmuyor. Daha bugün "manyaklar köyü" karakterlerine bir sürü cümle yazdım. O cümleleri bir araya getirsem zaten elimde hazır bir senaryo olacak yakında, bu neymiş be!
Onedio testlerinin bazılarında "Batıl inançların var mı?" diye soruyor, hemen ardından ekliyor: "Mesela kara kedilerin uğursuzluk getirdiğine inanır mısın?" Şıklar da "evet, kara kedinin olduğu yere bile bakmam", "hayır" ve "bilemedim ki" oluyor. Ama bu soru çok kısıtlayıcı. Bir sürü batıl inancım var, doğaüstü olaylara inanırım ve daha bir çok şey ama kara kedi bunlardan biri değil, o yüzden bir sürü batıl inancım olmasına rağmen "bilemedim ki"yi işaretlemek zorunda kalıyorum. Kara kedilerin uğursuzluk getirdiği inandığım bir durum değil, zaten bu bütün kültürlerde böyle değil. Uzakdoğu'nun genelinde kara kedilerin uğur getirdiğine inanılır mesela, İngiliz kültüründe de öyle olduğunu duymuştum, İngiliz kültürü hakkında pek bilgim olmadığından doğruluğunu bilemeyeceğim. Bunu "kara kedi" şeklinde kısıtlamasanız doğru düzgün sonuçlar elde edeceksiniz. İlla kısıtlayacaksanız da farklı şekilde kısıtlayın, batıl inanç mı kalmadı ulan memlekette! Ne kara kediymiş arkadaş.
Şimdiye kadar çöpe attığım fikirleri diğer fikirlere yedirseydim şimdi elimde külliyat olurdu. Sinematik evren tarzı bir şey yaptım yalnız, ne kadar fikir varsa baktım, hepsinin evrenlerini kodladım ve bunları not ettim. Zaten elimde halihazırda evrenler arası seyahat edebilen karakterler de var, iyi oldu bu. Hepsini birleştiririm sonra. Şuna kafa yoracağım kadar mesleğime kafa yorsaydım üç tane imza yemek bulmuştum şimdiye aq. Gerçi elimde kendime ait birkaç tarif var. Tamam, biri aslında tarif değil de baharat karışımı ve diğeri de halihazırda var olan bir şeyin farklı bir versiyonu sonuçta ama ben buldum bunları.
Bir süredir domuz eti yerine ne koyarsak benzer havayı alırız diye düşünüyorum. Bazı mutfakların yemeklerinde doğru tadı sığır etiyle yakalayamıyorsun. Koyun kullanayım desem o mutfağın koyunlu yemekleri de var mı diye bakmam lazım. Mesela Çin mutfağında hem domuz hem de koyun kullanılan etler, haliyle oraya koyun eti koyamam. Şimdilik en iyi seçenek keçi eti gibi gözüküyor, birkaç deneme yapacağım. Aslında mesela diğer mutfakların yemekleri değil, o konuda domuz yerine sığır kullanılır. Türkiye'deki bütün restoranlarda öyle yapılıyor da orijinal yemekler hakkında aynı olmasa da yeterince yakın tadı kullanabileceğim bir şey gerek. Birçok yabancı orijinal tarifi yapamıyorum. Aslında parça et değil de kıyma olsa koyun-hindi karışımı kıymanın yeterince iyi olacağını düşünüyorum... Ama işte parça et farklı.
Kılıç balığının tadının herhangi bir balıktan farkı yokmuş. Neyse, öğrenmiş olduk. Yine teriyaki soslu yılanbalığı derisine, midye tavaya, kalamara devam. Onları da pek tüketmiyorum gerçi.
"Şair burada ne demek istemiş?" sorusu vardır ya, o soruyla muhatapken hiç sorgulamamıştım ama aslında bayağı saçma bir soru. Onu şairin kendisine sormak gerek, şair belki sembolizmi arşa çıkardı, bir şeyi sembolize ederken o sembol aslında başka bir şeyin sembolü olarak orada, belki dümdüz kastettiği şeyi yazdı? Şairden başka kim bilebilir bunu? Belki bizim anladığımızın tam tersini anlatmak istedi orada?
Bu arada konuşmayı pek beceremem. Aklımdan geçenler uçup gidiyor, yarım yamalak ve bir sürü saçmalıkla dolu cümleler ortaya çıkıyor... Küçüklüğümden beri yazmam biraz da bu yüzden, konuşursam herhangi bir etkisi olmayacağını biliyorum. Konuşmak bana asla hayır getirmedi, dinlenmedim, umursanmadım, dinlenip umursandığım zamanlarda da sadece saçmaladım. Yazı bunlardan arınmış bir şey: kelimelerin yerini değiştirmeyi düşünebilir, ara verip kaldığım yerden devam edebilir, konuşurken bir türlü aklıma gelmeyen lanet kelimeleri bulabilir, dahası konuşurken olmadığım şekilde rahat olabilirim. Orada kullanabileceğim kelime konuşurken aklıma gelmez ve ilk geleni cümleye yerleştiririm ya da kelime düşünürken cümlenin başını kaybederim.
Konuşmak ifade için yeterli değil. Jest-mimik kullanınca da "elini kolunu oynatmadan konuş" diyorlar. Konuşurken ses tonundan başka hiçbir avantajın yok, o da avantaj mı dezavantaj mı tartışılır.
Daima bir sürü saçmalıkla doluyum. Komik, hüzünlü, nefretten ibaret, sevgiyle alakalı veya bunlardan bağımsız bir ton saçmalık. Bunları yanımda taşımaktan hoşlanmıyorum ama onları bırakabileceğim noktayı çoktan geçtim. Eğer onları bir kenara bırakmaya kalkarsam hayata sıfırdan başlamış gibi olurum. Bütün bu saçmalıklar sanki sırtımda taş taşırmış gibi hissettirebiliyor ama ben buyum. Değişebilir miyim, belki. Değişmek ister miyim, belki. Peki, değişmek korkutucu mu? Kesinlikle. Saçmalıklar ve bahaneler arasında boğulmak. Hayatım bu.
Bu yazı da o saçmalıklardan biri işte, birkaç dakika sonra ben unutacağım, siz unutacaksınız ve yüz yıl sonra internet bile unutacak. Ama eğer o zamanlardaki internet kullanıcıları burayı bulup bütün bu saçmalıkları okursa, "Burada eskiden bir deli yaşıyormuş." desinler istiyorum.
Son zamanlarda garip garip rüyalar görmeye başladığım için bir rüya defteri tuttum. Yazıyorum bakalım, bu işi ne kadar sürdüreceğim acaba?
İnternet iyice öldü, şu an o ne olduğunu bilmediğim oynatıcıyı da izleyemiyorum. Anca Youtube.
Telefonu tamire göndermiştim, geldi. Öyle yani, o kadar.
Şu an elimde birçok şey var. Yemek yapmak, yazmak, (belli bir seviyeye kadar) çizmek ve başka şeyler... Ama bir şekilde ruhumu kaybedip kabuğuma çekilirsem elimde en son ne kalacağını merak ediyorum.
Kahvaltı yazmadan bunu yazmaya başladım. "Yazmasaydım çıldıracaktım." diye bir söz vardı, kimindi o? Sait Faik'inmiş. Sait Faik Türk edebiyatında en sevdiğim yazarlardandır bu arada, yeri gelmişken.
Birçok şeyi küçüklüğümden beri yapıyorum. Ne zaman kötü hissetsem yazdım, taş topladım, ağaçları izledim... Şimdi elimde bunlar ve birçok şey daha var. Acaba... Acaba elimde kalan ne olurdu, eğer her şeyi terk edecek cesaretim olsaydı.
Bazı fikirler beynimde dönüp öylece kayboluyor ama bazılarını yazmak zorunda kalıyorum, yazmadıkça susmuyor. Daha bugün "manyaklar köyü" karakterlerine bir sürü cümle yazdım. O cümleleri bir araya getirsem zaten elimde hazır bir senaryo olacak yakında, bu neymiş be!
Onedio testlerinin bazılarında "Batıl inançların var mı?" diye soruyor, hemen ardından ekliyor: "Mesela kara kedilerin uğursuzluk getirdiğine inanır mısın?" Şıklar da "evet, kara kedinin olduğu yere bile bakmam", "hayır" ve "bilemedim ki" oluyor. Ama bu soru çok kısıtlayıcı. Bir sürü batıl inancım var, doğaüstü olaylara inanırım ve daha bir çok şey ama kara kedi bunlardan biri değil, o yüzden bir sürü batıl inancım olmasına rağmen "bilemedim ki"yi işaretlemek zorunda kalıyorum. Kara kedilerin uğursuzluk getirdiği inandığım bir durum değil, zaten bu bütün kültürlerde böyle değil. Uzakdoğu'nun genelinde kara kedilerin uğur getirdiğine inanılır mesela, İngiliz kültüründe de öyle olduğunu duymuştum, İngiliz kültürü hakkında pek bilgim olmadığından doğruluğunu bilemeyeceğim. Bunu "kara kedi" şeklinde kısıtlamasanız doğru düzgün sonuçlar elde edeceksiniz. İlla kısıtlayacaksanız da farklı şekilde kısıtlayın, batıl inanç mı kalmadı ulan memlekette! Ne kara kediymiş arkadaş.
Şimdiye kadar çöpe attığım fikirleri diğer fikirlere yedirseydim şimdi elimde külliyat olurdu. Sinematik evren tarzı bir şey yaptım yalnız, ne kadar fikir varsa baktım, hepsinin evrenlerini kodladım ve bunları not ettim. Zaten elimde halihazırda evrenler arası seyahat edebilen karakterler de var, iyi oldu bu. Hepsini birleştiririm sonra. Şuna kafa yoracağım kadar mesleğime kafa yorsaydım üç tane imza yemek bulmuştum şimdiye aq. Gerçi elimde kendime ait birkaç tarif var. Tamam, biri aslında tarif değil de baharat karışımı ve diğeri de halihazırda var olan bir şeyin farklı bir versiyonu sonuçta ama ben buldum bunları.
Bir süredir domuz eti yerine ne koyarsak benzer havayı alırız diye düşünüyorum. Bazı mutfakların yemeklerinde doğru tadı sığır etiyle yakalayamıyorsun. Koyun kullanayım desem o mutfağın koyunlu yemekleri de var mı diye bakmam lazım. Mesela Çin mutfağında hem domuz hem de koyun kullanılan etler, haliyle oraya koyun eti koyamam. Şimdilik en iyi seçenek keçi eti gibi gözüküyor, birkaç deneme yapacağım. Aslında mesela diğer mutfakların yemekleri değil, o konuda domuz yerine sığır kullanılır. Türkiye'deki bütün restoranlarda öyle yapılıyor da orijinal yemekler hakkında aynı olmasa da yeterince yakın tadı kullanabileceğim bir şey gerek. Birçok yabancı orijinal tarifi yapamıyorum. Aslında parça et değil de kıyma olsa koyun-hindi karışımı kıymanın yeterince iyi olacağını düşünüyorum... Ama işte parça et farklı.
Kılıç balığının tadının herhangi bir balıktan farkı yokmuş. Neyse, öğrenmiş olduk. Yine teriyaki soslu yılanbalığı derisine, midye tavaya, kalamara devam. Onları da pek tüketmiyorum gerçi.
"Şair burada ne demek istemiş?" sorusu vardır ya, o soruyla muhatapken hiç sorgulamamıştım ama aslında bayağı saçma bir soru. Onu şairin kendisine sormak gerek, şair belki sembolizmi arşa çıkardı, bir şeyi sembolize ederken o sembol aslında başka bir şeyin sembolü olarak orada, belki dümdüz kastettiği şeyi yazdı? Şairden başka kim bilebilir bunu? Belki bizim anladığımızın tam tersini anlatmak istedi orada?
Bu arada konuşmayı pek beceremem. Aklımdan geçenler uçup gidiyor, yarım yamalak ve bir sürü saçmalıkla dolu cümleler ortaya çıkıyor... Küçüklüğümden beri yazmam biraz da bu yüzden, konuşursam herhangi bir etkisi olmayacağını biliyorum. Konuşmak bana asla hayır getirmedi, dinlenmedim, umursanmadım, dinlenip umursandığım zamanlarda da sadece saçmaladım. Yazı bunlardan arınmış bir şey: kelimelerin yerini değiştirmeyi düşünebilir, ara verip kaldığım yerden devam edebilir, konuşurken bir türlü aklıma gelmeyen lanet kelimeleri bulabilir, dahası konuşurken olmadığım şekilde rahat olabilirim. Orada kullanabileceğim kelime konuşurken aklıma gelmez ve ilk geleni cümleye yerleştiririm ya da kelime düşünürken cümlenin başını kaybederim.
Konuşmak ifade için yeterli değil. Jest-mimik kullanınca da "elini kolunu oynatmadan konuş" diyorlar. Konuşurken ses tonundan başka hiçbir avantajın yok, o da avantaj mı dezavantaj mı tartışılır.
Daima bir sürü saçmalıkla doluyum. Komik, hüzünlü, nefretten ibaret, sevgiyle alakalı veya bunlardan bağımsız bir ton saçmalık. Bunları yanımda taşımaktan hoşlanmıyorum ama onları bırakabileceğim noktayı çoktan geçtim. Eğer onları bir kenara bırakmaya kalkarsam hayata sıfırdan başlamış gibi olurum. Bütün bu saçmalıklar sanki sırtımda taş taşırmış gibi hissettirebiliyor ama ben buyum. Değişebilir miyim, belki. Değişmek ister miyim, belki. Peki, değişmek korkutucu mu? Kesinlikle. Saçmalıklar ve bahaneler arasında boğulmak. Hayatım bu.
Bu yazı da o saçmalıklardan biri işte, birkaç dakika sonra ben unutacağım, siz unutacaksınız ve yüz yıl sonra internet bile unutacak. Ama eğer o zamanlardaki internet kullanıcıları burayı bulup bütün bu saçmalıkları okursa, "Burada eskiden bir deli yaşıyormuş." desinler istiyorum.
22 Ekim 2019 Salı
Birçok Şey
Aklımda yazacak bir iki bir şey vardı ama unuttum.
Hah, birini hatırladım. Lucky Star karakterleri on sekiz yaşındaymış lan. Çizim tarzından olacak on beş falan sanıyordum ben.
İnternet ilginç bir şekilde öldü. Eskiden Odnok ve Youtube izleyebilir, başka hiçbir şey izleyemezdim; şimdi ne olduğunu bilmediğim bir oynatıcı ve Youtube izleyebiliyor, başka bir şey izleyemiyorum.
Gökçeada'ya yeni bir Migros açıldı, başka hiçbir yerde bulamadığım bazı şeyleri bulabiliyorum. Knorr bardak makarna çıkarmış bu arada. Noodle değil, normal makarna. Denemek için aldım bakalım.
Artık Odnok izleyememem Odnok'un güncellenmesiyle de ilgili olabilir. Artık Flash Player istemiyor mesela, Chrome'un flash'ı "engellenecek şeyler"den varsayması sinirimi bozuyordu, artık o sorunum çözüldü. Bir değişik oldu.
Son zamanlarda fazla rüya görüyorum ama uyandıktan bir saat sonra tamamını unutuyorum. Rüya defteri tutacağım bundan sonra, bu neymiş artık.
Kişisel sorunlar, kişisel sorunlar. Dünyanın ve ülkemizin birçok büyük sorunu var: Küresel ısınma, terör, ekonomi vesaire vesaire... Ama bunları burada sıralamamın herhangi bir yararı olmayacak, ben de o yüzden bu tür sorunlar hakkında bir şeyler yazmıyorum. Kişisel sorunlar mı? Onlar kendi kendine çözülüyor, sadece yazarak rahatlıyorum. Ama "gerçek" ve büyük sorunları yazsam herhangi bir çözüm önerisi sunamayacağım ve yazmak da hem benim hem sizin içinizin kararmasına neden olacak. Ben bunu daha önce yazdım mı? Öyleymiş gibi geldi... Ya da belki de sadece Deja vu. Deja vu'da im var mı acaba? Fransızca bir kelimenin imsiz olması bana çok da gerçekçi gelmiyor. Varmış: Déjà vu.
Etli çiğ köftenin tadını epey merak ediyorum, bir set bulunca aldım. Yalnız nasıl bir setse sırf bulgurla baharatı karıştırmış, başka da bir şey koymamışlar... Diyecektim çünkü arkasında harcı ekleyin, nar sosu, salça falan bir şeyler yazıyor ama içini açıp baktım, nar sosu (nar sosu dediği nar ekşili sos herhalde? Nar sosu ne lan?) ve salça koymuşlar en azından. Bir de eldiven koymuşlar. Eti de alıp koyarım artık, eşek değilim ya. Aslında etli çiğ köfte yemişliğim var, babam küçükken yapardı ama tadını hiç hatırlamıyorum. Damak tadım bugünkünden farklıydı ve üstüne dört-beş yaşlarındaydım. Damak tadımın bugünkünden farklı olması şu şekilde: Patlıcandan nefret ederdim, şimdi en sevdiğim sebzelerden biri (ama tohumsuz olacak, tohumlu bir tane yedim, tekrar soğudum patlıcandan). Yeşil bibere (dolmalık biber de dahil) tahammül edemezdim, şimdi rahatlıkla yiyebiliyorum. Biraz da çocukların acıya daha dayanıksız olmasıyla ilgili herhalde, zira acı tat zehrin işaretidir ve çocuklar zehre karşı daha hassastır.
Bugün sıkıntıdan bir alfabe oluşturdum. Temelde Latin alfabesiyle kaç çizgiyle yazılıyorsa o kadar çizgiyi dik, yan, dik ve tekrar yan olarak çizmeye dayalı. Tabi böyle kazmaca anlatınca anlamadınız ama mesela A üç çizgiyle çiziliyor ve o yüzden de bu yeni alfabede küçük n'ye benziyor, daha köşelisi. Aynı sayıda çizgiyle çizilen harflere de nokta, küçük çizgi vs. ekledim. İnanılmaz bir şekilde İbrani alfabesine benzedi, acaba İbrani alfabesi zamanında benzer bir teknikle mi yapılmış diye merak etmiyor değilim. Şimdi baktım da dışarıdan bakınca benziyor ama pek de alakası yokmuş.
Şu geçen yazıda (yoksa bir önceki miydi?) anlattığım "manyaklar toplantısı dizi fikri"ni incelerken bir şey fark ettim. Şimdiye kadar yazdığım, kafamda kurguladığım ya da her ne yapıyorsam yaptığım her hikayede ana karakter bir yerde beni temsil ediyor. Birbirinden alakasız görünen karakterler var ama sonuçta benden parçalar taşıyorlar. Diğer karakterlerde hiç de öyle bir durum yok mesela. Tek ana karakteri olmayan şeylerde de diğerlerine göre daha çok öne çıkan, üstünde daha çok düşündüğüm karakterler bu şekilde. Yani, üzerine en çok düştüğüm karakterler tabi ki benden parçalar taşıyacak, bu şaşırtıcı değil ama belli yönlerimi ortadan kaldırıp belli yönlerimi öne çıkardığımda elimde o karakter kalıyor. Diğer karakterler için durum "Bu karakter burada ne yapardı?" olurken o bahsettiğim karakterin ne yapacağını kendime sormama gerek kalmıyor. İlginç bir durum gerçekten. Bu arada yeniden inceledim, o "dizi fikri"nde (şuna düzgün bir tanım bulmam lazım) sadece ana karakter değil, iki yan karakter de var beni temsil eden. Baktığında tamamen alakasız, farklı ilgi alanları, farklı yaşam tarzları, farklı düşünceleri ve farklı zevkleri olan karakterler (tek ortak noktaları hepsinin toplumda yaşayamayan manyaklar olması ki zaten bu "dizi fikri"nin ana teması bu) ama üçü de benim bir parçam halinde gibi. Bu arada bu bahsettiğim beni temsil eden karakterler genellikle istediğim gibi yaşıyorlar. Tabi birbirleriyle alakasız yaşamları var ama hepsiyle mutlu olurdum herhalde... Örnek vermek gerekirse biri fantastik bir evrende kılıç sallayıp büyü yapıyor, biri yurt çadırda yaşayıp at biniyor, ok atıp koyun bakıyor, biri bahçeli bir eve kapanıp bütün gün bir şeyler yazıyor (bu karakterin beş kuruşu yok bu arada, bahçedeki bitkileri yiyerek hayatta kalıyor), biri aşçılık yaparak zengin olduktan sonra dünyayı geziyor (Bak, farklı yaşamlar derken bunu kastediyordum. Biri bahçedeki bitkileri yiyerek hayatta kalmaya çalışırken bir diğeri zengin ve öğle yemeğini Fransa'da, akşam yemeğini Japonya'da yeme imkanına sahip bir tip), biri bütün evi hobihaneye çevirmiş ve tüm gün akvaryumlarla ilgileniyor vesaire... Öyle yani, bana ilginç geldi bu durum, o yüzden yazayım dedim. Bu arada iki değil de üç (hatta belki dört. Dur sayayım. Dört yan karakter varmış evet, biri beni daha az temsil ediyor gerçi, ona buçuk da diyebiliriz) yan karakter var beni temsil eden o "X sayıda manyağı bir köye doldurursan ne olur dizisi"nde. Ayrıca tanıdığım birkaç kişiyi temsil eden karakterler de var (yazdığım hikayelerde bu pek sık olmuyor).
Minachu diye bir Youtube kanalı buldum. Tamam, "buldum" doğru ifade değil. Face'teki anime gruplarından birinde gördüm (hâlâ Facebook'ta takılmanın böyle faydaları var. Instagram hiç ilgimi çekmiyor, Twitter'ınsa komik ve orijinal olan bütün içeriği Onedio ve Facebook'ta var) Anime openingleri ve benzer şeylerin Türkçe cover'ını yapıyor. Himouto! Umaru-chan için yaptığı çok iyi bu arada, beş kere dinledim (Bu biraz da günlük dizilere maruz kalmamak içindi ve altıncı kez dinlesem nefret etmeye başlayacaktım ama olsun. Annem burada da bu sıralar, o yüzden günlük diziler ve benzeri şeylere maruz kalıyorum...)
Topkapı Sarayındaki müze dükkanında kılıç anahtarlığının 300 TL olduğunu aklımdan çıkaramıyorum bir türlü, ben kendi, gerçekten keskin olan kılıcımı 350'ye aldım be, yuh. Nereden aklıma geldi bu olay? Şuradan: Teyzem geldi (evet, akrabalarım geliyor bu ara), kılıcın fiyatını sordu da oradan hatırladım. Anahtarlık lan, 300 liralık anahtarlık mı olur? Altın kaplama mı, saf gümüş mü, 300 ne?
Şu "İdris 3 lira göndermiş" tweet'ini gördünüz mü? Son zamanların en iyi tespitlerinden biri. Twitch yayıncılarından bahsediyor bu arada orada, anlamadıysanız.
Şef bıçağı tutmanın özel bir yöntemi var, normal bıçak gibi tutmuyorsun onu. Ama bunu okulda öğretmediler, Dekamer'de yardımcı görevinde olduğum sırada oranın şefinden öğrendim. Mutfak dersinde dikkat ettim, bıçağı bir şefin bana öğrettiği gibi tutanlar, bir de normal bildiğin bıçak gibi tutanlar var. Ve öğretilen şekilde tutanların tamamı bir yerlerde çalışan veya çalışmış olan kişiler. "Çalışmış olan" lafın güzelliğine bak, sırf bu söz bile Türkçenin mükemmelliğini vurguluyor. İngilizce bunu söylemek için elli tane kelime harcaman gerekir. (İngilizce hocası kesilmeden önce bkz. Mübalağa)
Bu arada İngilizceye bu vesileyle laf etmişken benim Lingua Franca konusunda önerim ölü bir dilin kullanılması. Amerikalılar, İngilizler de dil öğrensin arkadaşım, biz keriz miyiz? Mesela bu ölü dil Hititçe olabilir, Latince olabilir (birçok halk rahatlıkla çıkarabilir Latincedeki sesleri), Antik Mısır dili olabilir (Hiyerogliflerle yazmak hoş olurdu), Hunca olabilir (Zorladıkça zorluyorum, evet. Huncadan Göktürkçeye, oradan Türkiye Türkçesine geçireceğim Lingua Franca'yı. Otuz senelik bir komplo ama buna değer). Şöyle de bir durum var: Kim dinleyecek aq benim önerimi?
Bugün sıkıntıdan bir alfabe oluşturdum. Temelde Latin alfabesiyle kaç çizgiyle yazılıyorsa o kadar çizgiyi dik, yan, dik ve tekrar yan olarak çizmeye dayalı. Tabi böyle kazmaca anlatınca anlamadınız ama mesela A üç çizgiyle çiziliyor ve o yüzden de bu yeni alfabede küçük n'ye benziyor, daha köşelisi. Aynı sayıda çizgiyle çizilen harflere de nokta, küçük çizgi vs. ekledim. İnanılmaz bir şekilde İbrani alfabesine benzedi, acaba İbrani alfabesi zamanında benzer bir teknikle mi yapılmış diye merak etmiyor değilim. Şimdi baktım da dışarıdan bakınca benziyor ama pek de alakası yokmuş.
Şu geçen yazıda (yoksa bir önceki miydi?) anlattığım "manyaklar toplantısı dizi fikri"ni incelerken bir şey fark ettim. Şimdiye kadar yazdığım, kafamda kurguladığım ya da her ne yapıyorsam yaptığım her hikayede ana karakter bir yerde beni temsil ediyor. Birbirinden alakasız görünen karakterler var ama sonuçta benden parçalar taşıyorlar. Diğer karakterlerde hiç de öyle bir durum yok mesela. Tek ana karakteri olmayan şeylerde de diğerlerine göre daha çok öne çıkan, üstünde daha çok düşündüğüm karakterler bu şekilde. Yani, üzerine en çok düştüğüm karakterler tabi ki benden parçalar taşıyacak, bu şaşırtıcı değil ama belli yönlerimi ortadan kaldırıp belli yönlerimi öne çıkardığımda elimde o karakter kalıyor. Diğer karakterler için durum "Bu karakter burada ne yapardı?" olurken o bahsettiğim karakterin ne yapacağını kendime sormama gerek kalmıyor. İlginç bir durum gerçekten. Bu arada yeniden inceledim, o "dizi fikri"nde (şuna düzgün bir tanım bulmam lazım) sadece ana karakter değil, iki yan karakter de var beni temsil eden. Baktığında tamamen alakasız, farklı ilgi alanları, farklı yaşam tarzları, farklı düşünceleri ve farklı zevkleri olan karakterler (tek ortak noktaları hepsinin toplumda yaşayamayan manyaklar olması ki zaten bu "dizi fikri"nin ana teması bu) ama üçü de benim bir parçam halinde gibi. Bu arada bu bahsettiğim beni temsil eden karakterler genellikle istediğim gibi yaşıyorlar. Tabi birbirleriyle alakasız yaşamları var ama hepsiyle mutlu olurdum herhalde... Örnek vermek gerekirse biri fantastik bir evrende kılıç sallayıp büyü yapıyor, biri yurt çadırda yaşayıp at biniyor, ok atıp koyun bakıyor, biri bahçeli bir eve kapanıp bütün gün bir şeyler yazıyor (bu karakterin beş kuruşu yok bu arada, bahçedeki bitkileri yiyerek hayatta kalıyor), biri aşçılık yaparak zengin olduktan sonra dünyayı geziyor (Bak, farklı yaşamlar derken bunu kastediyordum. Biri bahçedeki bitkileri yiyerek hayatta kalmaya çalışırken bir diğeri zengin ve öğle yemeğini Fransa'da, akşam yemeğini Japonya'da yeme imkanına sahip bir tip), biri bütün evi hobihaneye çevirmiş ve tüm gün akvaryumlarla ilgileniyor vesaire... Öyle yani, bana ilginç geldi bu durum, o yüzden yazayım dedim. Bu arada iki değil de üç (hatta belki dört. Dur sayayım. Dört yan karakter varmış evet, biri beni daha az temsil ediyor gerçi, ona buçuk da diyebiliriz) yan karakter var beni temsil eden o "X sayıda manyağı bir köye doldurursan ne olur dizisi"nde. Ayrıca tanıdığım birkaç kişiyi temsil eden karakterler de var (yazdığım hikayelerde bu pek sık olmuyor).
Minachu diye bir Youtube kanalı buldum. Tamam, "buldum" doğru ifade değil. Face'teki anime gruplarından birinde gördüm (hâlâ Facebook'ta takılmanın böyle faydaları var. Instagram hiç ilgimi çekmiyor, Twitter'ınsa komik ve orijinal olan bütün içeriği Onedio ve Facebook'ta var) Anime openingleri ve benzer şeylerin Türkçe cover'ını yapıyor. Himouto! Umaru-chan için yaptığı çok iyi bu arada, beş kere dinledim (Bu biraz da günlük dizilere maruz kalmamak içindi ve altıncı kez dinlesem nefret etmeye başlayacaktım ama olsun. Annem burada da bu sıralar, o yüzden günlük diziler ve benzeri şeylere maruz kalıyorum...)
Topkapı Sarayındaki müze dükkanında kılıç anahtarlığının 300 TL olduğunu aklımdan çıkaramıyorum bir türlü, ben kendi, gerçekten keskin olan kılıcımı 350'ye aldım be, yuh. Nereden aklıma geldi bu olay? Şuradan: Teyzem geldi (evet, akrabalarım geliyor bu ara), kılıcın fiyatını sordu da oradan hatırladım. Anahtarlık lan, 300 liralık anahtarlık mı olur? Altın kaplama mı, saf gümüş mü, 300 ne?
Şu "İdris 3 lira göndermiş" tweet'ini gördünüz mü? Son zamanların en iyi tespitlerinden biri. Twitch yayıncılarından bahsediyor bu arada orada, anlamadıysanız.
Şef bıçağı tutmanın özel bir yöntemi var, normal bıçak gibi tutmuyorsun onu. Ama bunu okulda öğretmediler, Dekamer'de yardımcı görevinde olduğum sırada oranın şefinden öğrendim. Mutfak dersinde dikkat ettim, bıçağı bir şefin bana öğrettiği gibi tutanlar, bir de normal bildiğin bıçak gibi tutanlar var. Ve öğretilen şekilde tutanların tamamı bir yerlerde çalışan veya çalışmış olan kişiler. "Çalışmış olan" lafın güzelliğine bak, sırf bu söz bile Türkçenin mükemmelliğini vurguluyor. İngilizce bunu söylemek için elli tane kelime harcaman gerekir. (İngilizce hocası kesilmeden önce bkz. Mübalağa)
Bu arada İngilizceye bu vesileyle laf etmişken benim Lingua Franca konusunda önerim ölü bir dilin kullanılması. Amerikalılar, İngilizler de dil öğrensin arkadaşım, biz keriz miyiz? Mesela bu ölü dil Hititçe olabilir, Latince olabilir (birçok halk rahatlıkla çıkarabilir Latincedeki sesleri), Antik Mısır dili olabilir (Hiyerogliflerle yazmak hoş olurdu), Hunca olabilir (Zorladıkça zorluyorum, evet. Huncadan Göktürkçeye, oradan Türkiye Türkçesine geçireceğim Lingua Franca'yı. Otuz senelik bir komplo ama buna değer). Şöyle de bir durum var: Kim dinleyecek aq benim önerimi?
19 Ekim 2019 Cumartesi
Rastgele
"Kendi hamburgerini yap" gibi konseptlerin Türkiye'de çok tutacağını düşünüyorum ama nedense hiç yaygın değiller. Hamburger olmak zorunda değil bu arada o, sandviç olabilir, makarna olabilir, salata olabilir... Sadece kumpir ve waffle'da bu konsept yaygın.
Mirazur diye bir restoran var, tam olarak o tarz bir restoranım olmasını isterdim. Ama ister gerçekçilik olarak adlandırın ister karamsarlık, o iş Türkiye'de tutmaz. Laf ederler, doğru düzgün kimse gelmez, arıza çıkarırlar vs. O iş anca işte Fransa'da, İngiltere'de, Amerika'da falan tutar. Halbuki ben de isterim tamamen yaratıcılığımı konuşturayım, yeni yeni yemekler icat edeyim, sadece mevsimlik şeyleri kullanayım vs. ama... Hadi ama bu karamsarlık falan değil, sadece gerçekçilik. Şimdiye kadar yapmak isteyip yapamadıklarımdan sonra bu Türkiye için ekstrem bir durum. Belki iki yüz sene sonra bu durum değişir ama o kadar uzun yaşamayı planlamıyorum. Bu son cümle espriydi, gülecektiniz burada...
Boğulma hissi bayağı hafifledi ama hâlâ orada bir yerde. Gün içinde günlük işlerle düşüncelerimi baskıladığımdan çok sorun olmuyor da ilk uyandığımda ve gece yatarken çok fena.
Dişler için hâlâ düzgün bir çözüm bulamadılar. Yok mu kardeşim dişleri o matkapvari şey olmadan, tuhaf tuhaf aletler olmadan tedavi edecek ilaç ya da macun tarzı bir şey? Deneyi meneyi de mi yapılmıyor, gönüllü denek olmaya razıyım ama matkap olmaz. İğne olur, serum olur ama matkap olmaz!
Hastane kokusu insanı irrite ediyor, korkmuyorsan da o koku insana tuhaf bir his veriyor.
"Shounen" ve "shoujo"nun tanımında sıkıntı var. Shounen genç erkeklere yönelik -ki kelime anlamı da bu-, shoujo ise genç kızlara yönelik -aynı şekilde kelime anlamı da genç kız zaten-; ama shounen izleyen bir sürü kız ve shoujo izleyen bir sürü erkek var. Birinci belki biraz daha fazla olabilir, bilemeyeceğim. Onlara düzgün tanımlar bulsunlar.
Genel olarak "X sayıda manyak bir köye/mahalleye/eve/oraya/buraya doldurulursa ne olur?" konseptini seviyorum. Buna dair bir dizi fikrim de var aslında ama senaryo yazamıyorum (daha önce de söyledim bunu), e gidip "şöyle bir dizi fikrim var" dersem de ciddiye alınacağımı hiç sanmıyorum. Bunu hikaye haline getirmeye çalıştım ama yazılı bir şey olmaya çok da uygun bir materyal değil. Ya da kendi şahsi kazmalığımı bu bahaneyle bastırıyorum. Belki de bunu en başında dizi olarak düşündüğüm için yazılı materyal haline getirmekte zorlanıyorumdur. Bu "manyaklar toplantısı" konsepti için en iyi iki önerim Gintama ve Leyla ile Mecnun bu arada. Onun dışında birkaç anime daha var aynı konseptle ama onları saymaya gerek yok, sadece Grand Blue da dediğim şeyi tam olarak karşılıyor. Pek dizi izlemediğim için o konuya çok vakıf olamayacağım, işte L&M var bu işin örneği, başka da aklıma bir şey gelmiyor. Oradaki karakterler de dediğimi tam olarak karşılamıyor aslında.
Adı "kazuma" olan anime karakterleri kazma olunca çok hoşuma gidiyor, kazuma-kazma. Buna en iyi örnek de KonoSuba'dır.
Balık yağı diye bir şey var... Resmen işkence ya, başka bir şey değil. Zaten balık yemeyen bir insan olarak almak zorunda kaldım o haplardan küçüklüğümde, ıyyyy.
Kendimi dağlara taşlara vurasım, bir hafta dağa çıkıp aç biilaç yaşamaya çalışasım var. Sırf okuldan uzaklaşmak için.
Kaydımı dondurup o iki yıllık molayı şimdi mi versem?
Sırf krema almak için yolumu değiştirdim, krema almadan geri döndüm. Bir alkışı hak ediyorum bence. Bu arada alkış aslında "hayırdua" anlamına geliyor. Kargış da beddua. Hadi kargış "kara" ve "gış"tan geliyor da alkışın "al"ı ne alaka? Neden "akkış" değil de "alkış"? Al Ana mesela kötülüklerin kraliçesi olarak geçer, al orada olumsuz da burada neden olumlu? Gerçi genel olarak al olumlu, kızıl olumsuz manada kullanılır Türkçede. O yüzden "kızıl bayrak" değil de "al bayrak" diyoruz ama... Al Ana yine de kafa karıştırıcı, neden Kızıl Ana değil? Gerçi bir dakika... Onun Al'ı Albıs'tan geliyor, tamam, kırmızı anlamında al değil o. Bu konuyu da çözmüş oldum. Ama neden saflığın ve iyiliğin bütün kültürlerde temsili olan ak değil de al seçilmiş dua kelimesi için acep? Bu hâlâ bir soru işareti...
Facebook Horizon'u tam dalışın ayak sesi olarak düşünen sadece ben değilmişim bu arada. SAO izleyen birçok kişi bu şekilde düşünüyormuş, bunu gözlemledim.
"Bu bizim yemeğimiz", "yok efendim bizim yemeğimiz." Bu tartışmalar çok sık yapılıyor. Baklava, kadayıf, cacık, dolma vs. Öncelikle, yıllarca komşu olarak yaşayan halkların -hele bu halklar zamanında aynı devlet çatısı altında bulunmuşsa- ortak kültürel ögeleleri olmaması asıl saçma olan şey olurdu; ama ben bir yemeğin nereye ait olduğunu bulmak için adına ve diğer halkların da aynı şekilde seslenip seslenmediğine bakarım. Mesela cacık Türkçe değil, Yunan yemeği olabilir. İçli köfte Türkçe ama Araplar kibbeh diyor, Arap yemeği olabilir. Ama dolma, sarma düpedüz Türkçedir mesela, diğer halklar da hemen hemen aynı olan isimlerle seslenir. Burada şöyle bir ayrıntı var; dolmanın Anadolu'ya göç sonrasında icat edilmesi ayrıntısı. Orta Asya'da zeytin ve zeytinyağı yoktu haliyle. Bu arada ismi Türkçe olmayan birçok yemeği (kadayıf, musakka, muhallebi, kokoreç, pilav, lahmacun, helva vs.) düşünüp "Biz de her şeyi çarpmışız be" demeden önce, dünyanın birçok büyük mutfağının diğer kültürlerden yemekler aldığını belirteyim. Japon mutfağının ünlü sushi'si Japonya'da değil, Güneydoğu Asya Adaları'ndan birinde ortaya çıktı. Makarnayı İtalya'ya Marko Polo, Çin'den getirdi (makarna halinde değil tabi; noodle temel alınarak icat edildi makarna). İtalyan mutfağı olmasaydı, Fransız mutfağı kurbağa bacağı, salyangoz, şarap ve soğan çorbasından ibaret olacaktı (Ayrıntı için Catherine de Médicis, Fransız Şef Kitabı, Escoffier ve rafine mutfak hakkında araştırma yapabilirsiniz). Macarlar başta olmak üzere birçok Balkan ve Orta Avrupa halkının sahip çıktığı gulaş, yeniçerilerin sefer yemeği olan Kul Aşı (dikkat ederseniz ismi tamamen Türkçe) temel alınarak icat edildi. İsim demişken, pastırma kelimesinin "bastırmak"tan geldiği açık, zaten eski kayıtlarda "bastırma/basturma" olarak geçiyor. Sonra ismi Türkçe olan analı kızlı, etli ekmek, sütlaç (sütlü aş), çevirme (kuzu çevirme, tavuk çevirme) vs. var. Daha ziyade etli yemekler Türk mutfağının orijininde var yani. Bir de bütün kültürlerde olduğundan hepsinin farklı isimle seslendiği ama aslında aynı şey olan kızartma, güveç gibi yemekler var.
Adada zaten yapacak pek bir şey yok, telefonum açılmıyor, anime izleyemiyorum... Yani zaten yapacak şeyler iki elin parmağını geçmez (bir elinkini belki geçebilir), onlardan birkaçını da yapamıyorum (Telefondan yaptığım farklı farklı şeyler var... Onedio testi çözmek, Ekşi Sözlük'te takılmak, novel -Re:Zero- okumak... Bu üçünü de telefondan yapıyordum).
Gizli geçitleri sever misiniz? Ben seviyorum. Gizli geçitleri, terk edilmiş evleri, içinde bir sunak olan ve kitaplığın arkasına gizlenmiş odaları... Genel olarak korku temasını seviyorum galiba, korku hikayelerine ve filmlerine düşkün olmam da bundan olsa gerek. Stephen King'in "It" romanı vardır, filmi de çıktı. Filmi birkaç kez çıktı hatta, tek sefer de çıkmadı. Onun bayağı kısaltılmış bir versiyonunu okumuştum, yalnız kapaktaki yazı tipinden kitabın adını uzun süre "O" olarak değil de "Sıfır" olarak bildim. Anca okuduktan birkaç ay sonra anladım mevzuyu. Ama ne yapayım, ince uzun bir yazı tipiydi, katiyen "o"ya benzemiyordu, bildiğin "0" yazıyordu kapakta.
Bu değil ama yazı tipi benziyordu, biraz daha köşeli bir yazı tipi vardı. Allah aşkına söyleyin, kitabın adını hiç bilmeseniz ve yanındaki "It" de olmasa bunu o diye mi yoksa sıfır diye mi okursunuz?
Bahanelerden ve takıntılardan oluşan bir yumak... Eğer bir daha psikiyatrist kendimi tanımlamamı isterse (ki şimdiye kadar hiç istemediler) böyle söyleyeceğim. Takıntılı olmak benim suçum değil ama: Babam da gayet takıntılı biri. Benden daha beter hatta ama niyeyse hap almak zorunda olan benim.
Çok canım sıkılıyor... Biraz daha yapacak bir şey bulamazsam kendimi boğulma hissine bırakacağım. İşte kendime ait bir bahçem olsa böyle olmazdı. Ya da en azından bir akvaryum.
Takıntılar demişken, hadi biraz takıntılardan bahsedelim. Pis olduğunu düşündüğüm şeylere dokunduktan sonra elimi sabunla yıkamadan hiçbir yere sürmem, sabun ya da yıkayacak yer bulamazsam ıslak mendil, kolonya gibi şeyler imdadıma yetişir. Yere düşen şeylerimi önemsizse almam, önemliyse (cüzdanım veya manevi değeri olan bir şeyim gibi) ıslak mendille siler ya da yıkarım. Ayakkabıya dokunmam. Çoğu eşyanın manevi değeri vardır, o yüzden onlardan kolayca kurtulamam. Karşıma köpek çıkmasını istemediğimde (yanımda tekerlekli bir şey varsa mesela) köpek yerine "havlak" derim (bu kelimeyi tamamen kendim uydurdum), içimde "inşallah karşıma havlak çıkmaz" diye diye giderim. Korku filmindeymiş gibi görünen sokaklardan geçerken mutlu olurum ama geceyse bir yandan da acayip tırsarım. Herhangi bir şeyi yapmamak için art arda üç farklı bahane uydurabilirim -ki bununla övünmüyorum.- Karakalem balık, yemek ve kılıç çizmeyi severim; sıkıcı derslerde böyle yaparım. Aslında tam karakalem değil, sadece çizgilerden oluşuyor çizdiklerim; gölgelendirme yapmıyorum. Birçok gereksiz eşyayı saklarım, örneğin eski zamanlardan kalma ve bana o zamanları hatırlatan yazılı bir peçete (üstünde kesinlikle önemli bir yazı yok) ya da liseden kalma defterlerim gibi. Onların içlerinde çizim ve hatta hikayeler var ama... Peçete gibi değil. Kıyafetim umumi tuvalet duvarına değerse yıkamaya atar ve kendim de banyo yaparım, kıyafete değen her şeyi de yıkarım ayrıca. Kuş tüyü, taş, denizkabuğu gibi şeyleri biriktiririm, evi bir çeşit müzeye döndürebilirim bu uğurda. Karşıma ilgimi çeken bir hayvan çıkarsa (örneğin bir ince kertenkele, kara semenderi ya da tilki) saatlerce onu izleyebilirim. Biber dolmasının önce hızlıca biberini hızlıca yer, ardından iç kısmını keyfini çıkara çıkara yerim. O değil de böyle yazarken kendimi Orhan Veli gibi hissettim lan, "daha birçok tuhaf huyum vardır amma ne gerek var onların hepsini sıralamaya? Onlar da bunlara benzer" diye de bitireyim bari.
İşte sıkıntıdan bu yazıya verdim kendimi, ne hale geldi yazı. Hadi ben kaçtım, ne halt edeceğimi bilmesem de...
Mirazur diye bir restoran var, tam olarak o tarz bir restoranım olmasını isterdim. Ama ister gerçekçilik olarak adlandırın ister karamsarlık, o iş Türkiye'de tutmaz. Laf ederler, doğru düzgün kimse gelmez, arıza çıkarırlar vs. O iş anca işte Fransa'da, İngiltere'de, Amerika'da falan tutar. Halbuki ben de isterim tamamen yaratıcılığımı konuşturayım, yeni yeni yemekler icat edeyim, sadece mevsimlik şeyleri kullanayım vs. ama... Hadi ama bu karamsarlık falan değil, sadece gerçekçilik. Şimdiye kadar yapmak isteyip yapamadıklarımdan sonra bu Türkiye için ekstrem bir durum. Belki iki yüz sene sonra bu durum değişir ama o kadar uzun yaşamayı planlamıyorum. Bu son cümle espriydi, gülecektiniz burada...
Boğulma hissi bayağı hafifledi ama hâlâ orada bir yerde. Gün içinde günlük işlerle düşüncelerimi baskıladığımdan çok sorun olmuyor da ilk uyandığımda ve gece yatarken çok fena.
Dişler için hâlâ düzgün bir çözüm bulamadılar. Yok mu kardeşim dişleri o matkapvari şey olmadan, tuhaf tuhaf aletler olmadan tedavi edecek ilaç ya da macun tarzı bir şey? Deneyi meneyi de mi yapılmıyor, gönüllü denek olmaya razıyım ama matkap olmaz. İğne olur, serum olur ama matkap olmaz!
Hastane kokusu insanı irrite ediyor, korkmuyorsan da o koku insana tuhaf bir his veriyor.
"Shounen" ve "shoujo"nun tanımında sıkıntı var. Shounen genç erkeklere yönelik -ki kelime anlamı da bu-, shoujo ise genç kızlara yönelik -aynı şekilde kelime anlamı da genç kız zaten-; ama shounen izleyen bir sürü kız ve shoujo izleyen bir sürü erkek var. Birinci belki biraz daha fazla olabilir, bilemeyeceğim. Onlara düzgün tanımlar bulsunlar.
Genel olarak "X sayıda manyak bir köye/mahalleye/eve/oraya/buraya doldurulursa ne olur?" konseptini seviyorum. Buna dair bir dizi fikrim de var aslında ama senaryo yazamıyorum (daha önce de söyledim bunu), e gidip "şöyle bir dizi fikrim var" dersem de ciddiye alınacağımı hiç sanmıyorum. Bunu hikaye haline getirmeye çalıştım ama yazılı bir şey olmaya çok da uygun bir materyal değil. Ya da kendi şahsi kazmalığımı bu bahaneyle bastırıyorum. Belki de bunu en başında dizi olarak düşündüğüm için yazılı materyal haline getirmekte zorlanıyorumdur. Bu "manyaklar toplantısı" konsepti için en iyi iki önerim Gintama ve Leyla ile Mecnun bu arada. Onun dışında birkaç anime daha var aynı konseptle ama onları saymaya gerek yok, sadece Grand Blue da dediğim şeyi tam olarak karşılıyor. Pek dizi izlemediğim için o konuya çok vakıf olamayacağım, işte L&M var bu işin örneği, başka da aklıma bir şey gelmiyor. Oradaki karakterler de dediğimi tam olarak karşılamıyor aslında.
Adı "kazuma" olan anime karakterleri kazma olunca çok hoşuma gidiyor, kazuma-kazma. Buna en iyi örnek de KonoSuba'dır.
Balık yağı diye bir şey var... Resmen işkence ya, başka bir şey değil. Zaten balık yemeyen bir insan olarak almak zorunda kaldım o haplardan küçüklüğümde, ıyyyy.
Kendimi dağlara taşlara vurasım, bir hafta dağa çıkıp aç biilaç yaşamaya çalışasım var. Sırf okuldan uzaklaşmak için.
Kaydımı dondurup o iki yıllık molayı şimdi mi versem?
Sırf krema almak için yolumu değiştirdim, krema almadan geri döndüm. Bir alkışı hak ediyorum bence. Bu arada alkış aslında "hayırdua" anlamına geliyor. Kargış da beddua. Hadi kargış "kara" ve "gış"tan geliyor da alkışın "al"ı ne alaka? Neden "akkış" değil de "alkış"? Al Ana mesela kötülüklerin kraliçesi olarak geçer, al orada olumsuz da burada neden olumlu? Gerçi genel olarak al olumlu, kızıl olumsuz manada kullanılır Türkçede. O yüzden "kızıl bayrak" değil de "al bayrak" diyoruz ama... Al Ana yine de kafa karıştırıcı, neden Kızıl Ana değil? Gerçi bir dakika... Onun Al'ı Albıs'tan geliyor, tamam, kırmızı anlamında al değil o. Bu konuyu da çözmüş oldum. Ama neden saflığın ve iyiliğin bütün kültürlerde temsili olan ak değil de al seçilmiş dua kelimesi için acep? Bu hâlâ bir soru işareti...
Facebook Horizon'u tam dalışın ayak sesi olarak düşünen sadece ben değilmişim bu arada. SAO izleyen birçok kişi bu şekilde düşünüyormuş, bunu gözlemledim.
"Bu bizim yemeğimiz", "yok efendim bizim yemeğimiz." Bu tartışmalar çok sık yapılıyor. Baklava, kadayıf, cacık, dolma vs. Öncelikle, yıllarca komşu olarak yaşayan halkların -hele bu halklar zamanında aynı devlet çatısı altında bulunmuşsa- ortak kültürel ögeleleri olmaması asıl saçma olan şey olurdu; ama ben bir yemeğin nereye ait olduğunu bulmak için adına ve diğer halkların da aynı şekilde seslenip seslenmediğine bakarım. Mesela cacık Türkçe değil, Yunan yemeği olabilir. İçli köfte Türkçe ama Araplar kibbeh diyor, Arap yemeği olabilir. Ama dolma, sarma düpedüz Türkçedir mesela, diğer halklar da hemen hemen aynı olan isimlerle seslenir. Burada şöyle bir ayrıntı var; dolmanın Anadolu'ya göç sonrasında icat edilmesi ayrıntısı. Orta Asya'da zeytin ve zeytinyağı yoktu haliyle. Bu arada ismi Türkçe olmayan birçok yemeği (kadayıf, musakka, muhallebi, kokoreç, pilav, lahmacun, helva vs.) düşünüp "Biz de her şeyi çarpmışız be" demeden önce, dünyanın birçok büyük mutfağının diğer kültürlerden yemekler aldığını belirteyim. Japon mutfağının ünlü sushi'si Japonya'da değil, Güneydoğu Asya Adaları'ndan birinde ortaya çıktı. Makarnayı İtalya'ya Marko Polo, Çin'den getirdi (makarna halinde değil tabi; noodle temel alınarak icat edildi makarna). İtalyan mutfağı olmasaydı, Fransız mutfağı kurbağa bacağı, salyangoz, şarap ve soğan çorbasından ibaret olacaktı (Ayrıntı için Catherine de Médicis, Fransız Şef Kitabı, Escoffier ve rafine mutfak hakkında araştırma yapabilirsiniz). Macarlar başta olmak üzere birçok Balkan ve Orta Avrupa halkının sahip çıktığı gulaş, yeniçerilerin sefer yemeği olan Kul Aşı (dikkat ederseniz ismi tamamen Türkçe) temel alınarak icat edildi. İsim demişken, pastırma kelimesinin "bastırmak"tan geldiği açık, zaten eski kayıtlarda "bastırma/basturma" olarak geçiyor. Sonra ismi Türkçe olan analı kızlı, etli ekmek, sütlaç (sütlü aş), çevirme (kuzu çevirme, tavuk çevirme) vs. var. Daha ziyade etli yemekler Türk mutfağının orijininde var yani. Bir de bütün kültürlerde olduğundan hepsinin farklı isimle seslendiği ama aslında aynı şey olan kızartma, güveç gibi yemekler var.
Adada zaten yapacak pek bir şey yok, telefonum açılmıyor, anime izleyemiyorum... Yani zaten yapacak şeyler iki elin parmağını geçmez (bir elinkini belki geçebilir), onlardan birkaçını da yapamıyorum (Telefondan yaptığım farklı farklı şeyler var... Onedio testi çözmek, Ekşi Sözlük'te takılmak, novel -Re:Zero- okumak... Bu üçünü de telefondan yapıyordum).
Gizli geçitleri sever misiniz? Ben seviyorum. Gizli geçitleri, terk edilmiş evleri, içinde bir sunak olan ve kitaplığın arkasına gizlenmiş odaları... Genel olarak korku temasını seviyorum galiba, korku hikayelerine ve filmlerine düşkün olmam da bundan olsa gerek. Stephen King'in "It" romanı vardır, filmi de çıktı. Filmi birkaç kez çıktı hatta, tek sefer de çıkmadı. Onun bayağı kısaltılmış bir versiyonunu okumuştum, yalnız kapaktaki yazı tipinden kitabın adını uzun süre "O" olarak değil de "Sıfır" olarak bildim. Anca okuduktan birkaç ay sonra anladım mevzuyu. Ama ne yapayım, ince uzun bir yazı tipiydi, katiyen "o"ya benzemiyordu, bildiğin "0" yazıyordu kapakta.
Bu değil ama yazı tipi benziyordu, biraz daha köşeli bir yazı tipi vardı. Allah aşkına söyleyin, kitabın adını hiç bilmeseniz ve yanındaki "It" de olmasa bunu o diye mi yoksa sıfır diye mi okursunuz?
Bahanelerden ve takıntılardan oluşan bir yumak... Eğer bir daha psikiyatrist kendimi tanımlamamı isterse (ki şimdiye kadar hiç istemediler) böyle söyleyeceğim. Takıntılı olmak benim suçum değil ama: Babam da gayet takıntılı biri. Benden daha beter hatta ama niyeyse hap almak zorunda olan benim.
Çok canım sıkılıyor... Biraz daha yapacak bir şey bulamazsam kendimi boğulma hissine bırakacağım. İşte kendime ait bir bahçem olsa böyle olmazdı. Ya da en azından bir akvaryum.
Takıntılar demişken, hadi biraz takıntılardan bahsedelim. Pis olduğunu düşündüğüm şeylere dokunduktan sonra elimi sabunla yıkamadan hiçbir yere sürmem, sabun ya da yıkayacak yer bulamazsam ıslak mendil, kolonya gibi şeyler imdadıma yetişir. Yere düşen şeylerimi önemsizse almam, önemliyse (cüzdanım veya manevi değeri olan bir şeyim gibi) ıslak mendille siler ya da yıkarım. Ayakkabıya dokunmam. Çoğu eşyanın manevi değeri vardır, o yüzden onlardan kolayca kurtulamam. Karşıma köpek çıkmasını istemediğimde (yanımda tekerlekli bir şey varsa mesela) köpek yerine "havlak" derim (bu kelimeyi tamamen kendim uydurdum), içimde "inşallah karşıma havlak çıkmaz" diye diye giderim. Korku filmindeymiş gibi görünen sokaklardan geçerken mutlu olurum ama geceyse bir yandan da acayip tırsarım. Herhangi bir şeyi yapmamak için art arda üç farklı bahane uydurabilirim -ki bununla övünmüyorum.- Karakalem balık, yemek ve kılıç çizmeyi severim; sıkıcı derslerde böyle yaparım. Aslında tam karakalem değil, sadece çizgilerden oluşuyor çizdiklerim; gölgelendirme yapmıyorum. Birçok gereksiz eşyayı saklarım, örneğin eski zamanlardan kalma ve bana o zamanları hatırlatan yazılı bir peçete (üstünde kesinlikle önemli bir yazı yok) ya da liseden kalma defterlerim gibi. Onların içlerinde çizim ve hatta hikayeler var ama... Peçete gibi değil. Kıyafetim umumi tuvalet duvarına değerse yıkamaya atar ve kendim de banyo yaparım, kıyafete değen her şeyi de yıkarım ayrıca. Kuş tüyü, taş, denizkabuğu gibi şeyleri biriktiririm, evi bir çeşit müzeye döndürebilirim bu uğurda. Karşıma ilgimi çeken bir hayvan çıkarsa (örneğin bir ince kertenkele, kara semenderi ya da tilki) saatlerce onu izleyebilirim. Biber dolmasının önce hızlıca biberini hızlıca yer, ardından iç kısmını keyfini çıkara çıkara yerim. O değil de böyle yazarken kendimi Orhan Veli gibi hissettim lan, "daha birçok tuhaf huyum vardır amma ne gerek var onların hepsini sıralamaya? Onlar da bunlara benzer" diye de bitireyim bari.
İşte sıkıntıdan bu yazıya verdim kendimi, ne hale geldi yazı. Hadi ben kaçtım, ne halt edeceğimi bilmesem de...
17 Ekim 2019 Perşembe
Horizon, yamyamlık ve BOĞULMA HİSSİ
Facebook Horizon'u duydunuz mu? Beni epey heyecanlandırıyor. Şimdi, "Lan bilgisayarda bile bir sürü sorunla boğuşuyorsun, e VR oyunu oynadığın da yok, ne bu heyecan?" diyebilirsiniz tabi ve haklı da olursunuz. Ama şöyle ki: Belki sadece bunu böyle görme eğilimindeyim ama bu olay bana tam dalış teknolojisinin ayak sesleri gibi geliyor. Daha önce söyledim, tam dalış teknolojisi gerçek olduğu gün gidip bir tane alırım. Tam dalış lan bu, boru değil. Tam dalış teknolojisini de kısaca anlatmak gerekirse gerçekte olduğun yerde yatıyorsun ama tamamen oyunun içine giriyorsun. Gidin araştırın, yormayın beni. Gerçi tam dalış teknolojisinin de beden üstündeki etkileri var... Hani oyuna dalıp açlık ya da susuzluktan ölme ihtimali veya altına yapma... O da basit uyarılarla halledilebilecek bir olay ki günümüzün bilgisayar oyunlarında da o ihtimal nispeten az olsa da var.
Şimdi, Türk kültüründe yamyamlık yok, en azından öyle biliyoruz ama bazı kültürel şeylere baktığımızda sanki eskiden varmış gibi görünüyor. Şimdi o kültürel şeyler nedir, şunlar: "Adam ol, ciğerimi ye" gibi, "Abi gözünün yağını yiyeyim" gibi ya da sünnet derili pilav fenomeni gibi. Sırf şu espri için parantez içinde ne biçim açıklama kastım, işsiz miyim neyim? Cevap: Evet, işsizim. Öyle böyle değil hem de... Gel gör ki bir yandan da üşengecim. Bu arada "Parantez nerede şerefsiz?" diye soruyorsanız (ben sorardım) sildim. Basitçe eskiden de olmamış olması gerektiğinin birkaç sebebini yazmıştım ama sonra "Lan bir tane espri yapacağız alt tarafı" deyip sildim.
Bu yazıyı da birkaç gün yazıyorum, yeterli olunca paylaşacağım. İlk iki paragraf arasında bir gün var. Şu üstteki yamyamlık esprili paragrafı yazdıktan sonra aynı günün akşamı Cengiz Han döneminde orduda kıtlık olması sonucu her onuncu askerin yenmesine dair ferman çıkarıldığını öğrenmek de çok acayip oldu. Onluk düzen vardı tabi Cengizlilerde, doğal olarak. Ama bu ekstrem bir durumdu tabi.
Bu arada benim internet yine öldü. Youtube'dan başka bir şey izleyemiyorum. Ayın 16'sı der demez bitti ya, inanılır gibi değil.
Telefonum şarj olmuyor, zaten kapandı, açamıyorum. Şarj yuvası bozuk, açma-kapama tuşu bozuk, ekranı kırık... Şimdi işin yoksa (yok) git Çanakkale'ye servise ver telefonu (Ama üşengeçlik var). Alarmlarım falan vardı benim ya, of. Bu günümüz teknolojisi böyle işte. Bizim zamanımızda böyle miydi... Bağlıyorduk öküzü arabaya, gidiyordu. İki bin beş yüz yaşında olduğum için tabi...
Son zamanlarda günümün birkaç dakikasını boğuluyormuş gibi hissederek, birkaç dakikasını histerik kahkahalar atarak, birkaç dakikasını da kendimle kavga ederek geçiriyorum. Talim, bilgisayar, okul, yemek derken geri kalanı da bir şekilde geçiyor. Ama hayır, o çukurda yalnız olmayacağım; eğer boğulursam, en az bir kişiyi de yanımda götüreceğim.
Hayatımı ilginç ve eğlenceli hikayeler toplayarak geçirmek istiyorum. Yapamazsam da uydururuz, zor bir olay değil. Yani en azından benim için değil. Tabi muhtemelen o hikayeleri anlatacağım kimse olmayacak ama en azından ölüp geriye baktığımda boş bir hayat yaşamış olmak istemiyorum.
"Boğuluyorum, beni kurtarın." İş bunu söyleyebileceğim kadar basit olsaydı keşke. Hayır, kurtarılmalık bir durumum yok -henüz. Sadece koduğumun hissi var.
Yalnız ölme fikrine alıştığımı, artık kabullendiğimi sanıyordum ama görünüşe göre pek de öyle olmamış. Şu "hikayeleri anlatacağım kimse olmayacak muhtemelen"den sonra içim acıdı.
Eğer bir isekai'e gidebileceğimi bilsem, gidip kamyona kafa atardım. Her şey daha kolay olurdu. Hayır, geride bırakılanlar var... Neden yaşıyorum ki ben? Öylece çalışıp hiçbir şey yapmamak için mi? İntihar etmemiş olmamın tek sebebi korkaklık değil; aynı zamanda annem, kardeşim ve diğer tanıdıklarım için hâlâ hayattayım.
Aslında shounen ve shoujo'nun erkek-kız fan kitle olayından bahsedecektim ama konu beklemediğim yerlere geldi. Bu kadar kötü hissettiğimi kendim de bilmiyordum, sadece bir boğulma hissi... Ve bakın neler çıkardı.
O zaman, daha kötü veya daha iyi olduğum bir zamanda yeniden yazarım. Eğer boğulmuş bir zombiye dönüşmezsem.
Şimdi, Türk kültüründe yamyamlık yok, en azından öyle biliyoruz ama bazı kültürel şeylere baktığımızda sanki eskiden varmış gibi görünüyor. Şimdi o kültürel şeyler nedir, şunlar: "Adam ol, ciğerimi ye" gibi, "Abi gözünün yağını yiyeyim" gibi ya da sünnet derili pilav fenomeni gibi. Sırf şu espri için parantez içinde ne biçim açıklama kastım, işsiz miyim neyim? Cevap: Evet, işsizim. Öyle böyle değil hem de... Gel gör ki bir yandan da üşengecim. Bu arada "Parantez nerede şerefsiz?" diye soruyorsanız (ben sorardım) sildim. Basitçe eskiden de olmamış olması gerektiğinin birkaç sebebini yazmıştım ama sonra "Lan bir tane espri yapacağız alt tarafı" deyip sildim.
Bu yazıyı da birkaç gün yazıyorum, yeterli olunca paylaşacağım. İlk iki paragraf arasında bir gün var. Şu üstteki yamyamlık esprili paragrafı yazdıktan sonra aynı günün akşamı Cengiz Han döneminde orduda kıtlık olması sonucu her onuncu askerin yenmesine dair ferman çıkarıldığını öğrenmek de çok acayip oldu. Onluk düzen vardı tabi Cengizlilerde, doğal olarak. Ama bu ekstrem bir durumdu tabi.
Bu arada benim internet yine öldü. Youtube'dan başka bir şey izleyemiyorum. Ayın 16'sı der demez bitti ya, inanılır gibi değil.
Telefonum şarj olmuyor, zaten kapandı, açamıyorum. Şarj yuvası bozuk, açma-kapama tuşu bozuk, ekranı kırık... Şimdi işin yoksa (yok) git Çanakkale'ye servise ver telefonu (Ama üşengeçlik var). Alarmlarım falan vardı benim ya, of. Bu günümüz teknolojisi böyle işte. Bizim zamanımızda böyle miydi... Bağlıyorduk öküzü arabaya, gidiyordu. İki bin beş yüz yaşında olduğum için tabi...
Son zamanlarda günümün birkaç dakikasını boğuluyormuş gibi hissederek, birkaç dakikasını histerik kahkahalar atarak, birkaç dakikasını da kendimle kavga ederek geçiriyorum. Talim, bilgisayar, okul, yemek derken geri kalanı da bir şekilde geçiyor. Ama hayır, o çukurda yalnız olmayacağım; eğer boğulursam, en az bir kişiyi de yanımda götüreceğim.
Hayatımı ilginç ve eğlenceli hikayeler toplayarak geçirmek istiyorum. Yapamazsam da uydururuz, zor bir olay değil. Yani en azından benim için değil. Tabi muhtemelen o hikayeleri anlatacağım kimse olmayacak ama en azından ölüp geriye baktığımda boş bir hayat yaşamış olmak istemiyorum.
"Boğuluyorum, beni kurtarın." İş bunu söyleyebileceğim kadar basit olsaydı keşke. Hayır, kurtarılmalık bir durumum yok -henüz. Sadece koduğumun hissi var.
Yalnız ölme fikrine alıştığımı, artık kabullendiğimi sanıyordum ama görünüşe göre pek de öyle olmamış. Şu "hikayeleri anlatacağım kimse olmayacak muhtemelen"den sonra içim acıdı.
Eğer bir isekai'e gidebileceğimi bilsem, gidip kamyona kafa atardım. Her şey daha kolay olurdu. Hayır, geride bırakılanlar var... Neden yaşıyorum ki ben? Öylece çalışıp hiçbir şey yapmamak için mi? İntihar etmemiş olmamın tek sebebi korkaklık değil; aynı zamanda annem, kardeşim ve diğer tanıdıklarım için hâlâ hayattayım.
Aslında shounen ve shoujo'nun erkek-kız fan kitle olayından bahsedecektim ama konu beklemediğim yerlere geldi. Bu kadar kötü hissettiğimi kendim de bilmiyordum, sadece bir boğulma hissi... Ve bakın neler çıkardı.
O zaman, daha kötü veya daha iyi olduğum bir zamanda yeniden yazarım. Eğer boğulmuş bir zombiye dönüşmezsem.
13 Ekim 2019 Pazar
Aman be, kasvetini de, seni de...
Nefret ettiğim şeyler listesi yapasım var. Kravat, pantolon, hamamböcekleri, şudur, budur falan... Üşendim şimdi, bir de başka şeylerden bahsetmek istiyorum.
Comikon İstanbul yaklaşıyor ve ben tabi ki gidemiyorum. Lanet olası okul... Bu da çok dublaj gibi durdu. Dublaj Türkçesi diye bir şey var, günlük hayatta asla kimse öyle konuşmaz. Saçma sapan vurgu, kelime sonlarındaki R'lere vurgu. Gerçek hayatta, günlük konuşmada kelime sonundaki R'ye bırak vurguyu çoğu zaman düşüyor o R, yerini tuhaf bir sessizlik imine bırakıyor. Neyse, Comikon İstanbul'a tabi ki gidemiyorum çünkü okul, devamsızlık, not tutma gerekliliği vesaire vesaire... Gitsem de etrafta boş boş gezinmekten gayrı bir şey yapmayacağım zaten de neyse.
Bahsetmek istediğim bir konu daha vardı ama... Unuttum, ne diyecektim lan ben?
Geekyapar!//Tw'de Çutlan Efsaneleri adlı FRP serisini izliyorum dört haftadır (zaten dört haftadır yayınlanıyor, niye böyle gereksiz bir laf ettiysem), çok eğlenceli lan. SAO'da Kirito efendi "Bir başkasını RPG oynarken izlemek kadar sıkıcı bir şey yoktur" demişti ama izlemek de gayet eğlenceli aslında. Gerçi o MMORPG'den bahsediyordu, TRPG'den değil.
Ülkede makale eksiği var. Bir konu hakkında pek fazla makale bulunamıyor. Hayır normalde makale falan umurumda olmaz da ödev için 14 makale lazım. Aq ben böyle işin. Aslında konuyla da alakalı. Bilmem ne gölündeki tüm canlı çeşitliliğini makalelerde bulabiliyorum ama gıda maddeleri hakkında pek bir şey yok.
Hâlâ bahsetmek istediğim diğer konuyu hatırlamıyorum. Hatırladım: Ölümsüzlük.
İnsanlık ölümsüzlüğün peşinde ama sonsuza -ya da en azından dünya yok olana- kadar yaşarsan canın sıkılır lan, sıkıntıdan ölürsün bu sefer. "Nasıl olsa ölümsüzüm" diye gidip dünyayı ele geçirebilirsin ama bir süre sonra yine sıkılırsın.
Ölümsüz bir şeyi nasıl öldürürüz temalı yapımlar ve bazı yapımların bu temalı bölümleri var. Ama ben hiçbirinde bence bir ölümsüzü yenmenin kesin yöntemi olan şunu görmedim: Vücudunu tamamen parçalara ayır, yak, her birini ayrı kilitli kutulara koy, hatta onları da kilitli kutulara koy, üstünü zincirle, bir daha yak, yine kutulara koy, metal kapla vs. sonra da her birini dünyanın farklı yerlerine göm, suya at, aktif bir volkana at, uzaya gönder vesaire. Hiç kimse bunu düşünmüyor. Ha bazı yapımlarda bıçak, kurşun, ateş vs. işlemeyen tipler var, onları bu yöntemle yenemezsin, tamam; ama gayet bıçak, kurşun işleyen tiplere de yapmıyorlar bu olayı.
Kendime benzer kasvetli, ayrı duran, şikayetçi ve sosyal yönden beceriksiz karakterlerdense tam tersim olan neşeli, kıpır kıpır ve sosyal karakterleri daha fazla sevdiğime karar verdim. Kafama sıçayım.
Telefon hâlâ manyamış durumda ama en azından şarj oluyor.
Karanlık içimi sıkıyor, güneş gözlerimi alıyor. Güneş varken gölgeye geçiyorum, hava karanlıkken oflaya puflaya yürüyorum.
Gözlük bir süre sonra insanın vücudunun bir parçası haline geliyor.
Ev karanlık, içim sıkkın durumda. Dışarıda güneş var ama ters yönde, o yüzden de bu kez biraz kasvetli düşünceler olacak.
Çınar yaprakları karides akvaryumu dekoru için çok iyi oluyor; hoş bir hava katıyor akvaryuma, tabi karidesler onları yiyip bitiriyor, ayrı bir konu.
Bak akvaryumum olmadığı aklıma geldi, yine sıkıldım.
Geçen Utpa'ya (geko) su koydum, ne güzel içti. Oturup suyu içmesini izledim. Bana bunlarla gelin. Bütün gün uyuyor hayvan (Yani, gececil olunca, haliyle...)
Okulda bir çiklit akvaryumu var, yalnız suyu daima yarım. İnsan onun suyunu tamamlar bir, akvaryumun büyüklüğünün ne önemi kalıyor su az olunca?
Vatozlar acayip balıklar. Kedibalığı türü olan akvaryum vatozlarından bahsediyorum, yassı köpekbalıklarından değil. Kiraz karidesin de yanında yaşıyor psikopat çiklitin de. Çiklitlere gıcığım, evet. Hepsine değil ama. Melekbalığı, discus, kribensis, mücevher çiklit, ramirezi, astronot, sarı prenses ve türevleri, demasoni, yaşayan kaya.... Bunlara gıcık değilim. Aslında düşündüm de komple çiklitlere gıcık değilmişim ben ama beslemeyi tercih ettiğim türler değil, yani şu saydıklarım haricindekiler. Neyse, psikopat çiklitten kasıt sert olan, çoğu türle uyumsuz olan Malawi, Tanganyka (böyle mi yazılıyordu bu?) vs. çiklitleri. Onların da yanında yaşıyor, lepistesin de. Tabi vatoz var vatoz var ama leopar vatozu karma bitkiliye de koyabiliyorsun Malawi şov tankına da.
Arowana çiklit miydi lan? Yok, değilmiş. Olsaydı ona da gıcık olmadığımı söyleyecektim.
Piranhalar çok güzel balıklar bence, kırmızı karınlı piranha hele en güzelleri. Buradan akvaryumculara sesleniyorum: Paculara piranha demeyi bırakın artık, illa istiyorsanız "otçul piranha" deyin. Gerçi kendisi bitkilerin, tohumların yanı sıra su böcekleri ve leş de yiyen bir hayvan ama gerçek piranhalar gibi avcı değil. Gerçek piranhalar da sanılanın aksine avlanmak yerine leş yemeyi tercih ediyor gerçi, hatta tohum da yiyorlardı galiba. Pirana mı piranha mı, bu konu da sallantıda. Orijinale bakacaksak İngilizce piranha şeklinde. Türkçe kaynaklarda hep pirana ama. Blogger iki kelimeyi de tanımıyor bu arada.
Sonuç: Aman be, kasvetini de, seni de...
Comikon İstanbul yaklaşıyor ve ben tabi ki gidemiyorum. Lanet olası okul... Bu da çok dublaj gibi durdu. Dublaj Türkçesi diye bir şey var, günlük hayatta asla kimse öyle konuşmaz. Saçma sapan vurgu, kelime sonlarındaki R'lere vurgu. Gerçek hayatta, günlük konuşmada kelime sonundaki R'ye bırak vurguyu çoğu zaman düşüyor o R, yerini tuhaf bir sessizlik imine bırakıyor. Neyse, Comikon İstanbul'a tabi ki gidemiyorum çünkü okul, devamsızlık, not tutma gerekliliği vesaire vesaire... Gitsem de etrafta boş boş gezinmekten gayrı bir şey yapmayacağım zaten de neyse.
Bahsetmek istediğim bir konu daha vardı ama... Unuttum, ne diyecektim lan ben?
Geekyapar!//Tw'de Çutlan Efsaneleri adlı FRP serisini izliyorum dört haftadır (zaten dört haftadır yayınlanıyor, niye böyle gereksiz bir laf ettiysem), çok eğlenceli lan. SAO'da Kirito efendi "Bir başkasını RPG oynarken izlemek kadar sıkıcı bir şey yoktur" demişti ama izlemek de gayet eğlenceli aslında. Gerçi o MMORPG'den bahsediyordu, TRPG'den değil.
Ülkede makale eksiği var. Bir konu hakkında pek fazla makale bulunamıyor. Hayır normalde makale falan umurumda olmaz da ödev için 14 makale lazım. Aq ben böyle işin. Aslında konuyla da alakalı. Bilmem ne gölündeki tüm canlı çeşitliliğini makalelerde bulabiliyorum ama gıda maddeleri hakkında pek bir şey yok.
Hâlâ bahsetmek istediğim diğer konuyu hatırlamıyorum. Hatırladım: Ölümsüzlük.
İnsanlık ölümsüzlüğün peşinde ama sonsuza -ya da en azından dünya yok olana- kadar yaşarsan canın sıkılır lan, sıkıntıdan ölürsün bu sefer. "Nasıl olsa ölümsüzüm" diye gidip dünyayı ele geçirebilirsin ama bir süre sonra yine sıkılırsın.
Ölümsüz bir şeyi nasıl öldürürüz temalı yapımlar ve bazı yapımların bu temalı bölümleri var. Ama ben hiçbirinde bence bir ölümsüzü yenmenin kesin yöntemi olan şunu görmedim: Vücudunu tamamen parçalara ayır, yak, her birini ayrı kilitli kutulara koy, hatta onları da kilitli kutulara koy, üstünü zincirle, bir daha yak, yine kutulara koy, metal kapla vs. sonra da her birini dünyanın farklı yerlerine göm, suya at, aktif bir volkana at, uzaya gönder vesaire. Hiç kimse bunu düşünmüyor. Ha bazı yapımlarda bıçak, kurşun, ateş vs. işlemeyen tipler var, onları bu yöntemle yenemezsin, tamam; ama gayet bıçak, kurşun işleyen tiplere de yapmıyorlar bu olayı.
Kendime benzer kasvetli, ayrı duran, şikayetçi ve sosyal yönden beceriksiz karakterlerdense tam tersim olan neşeli, kıpır kıpır ve sosyal karakterleri daha fazla sevdiğime karar verdim. Kafama sıçayım.
Telefon hâlâ manyamış durumda ama en azından şarj oluyor.
Karanlık içimi sıkıyor, güneş gözlerimi alıyor. Güneş varken gölgeye geçiyorum, hava karanlıkken oflaya puflaya yürüyorum.
Gözlük bir süre sonra insanın vücudunun bir parçası haline geliyor.
Ev karanlık, içim sıkkın durumda. Dışarıda güneş var ama ters yönde, o yüzden de bu kez biraz kasvetli düşünceler olacak.
Çınar yaprakları karides akvaryumu dekoru için çok iyi oluyor; hoş bir hava katıyor akvaryuma, tabi karidesler onları yiyip bitiriyor, ayrı bir konu.
Bak akvaryumum olmadığı aklıma geldi, yine sıkıldım.
Geçen Utpa'ya (geko) su koydum, ne güzel içti. Oturup suyu içmesini izledim. Bana bunlarla gelin. Bütün gün uyuyor hayvan (Yani, gececil olunca, haliyle...)
Okulda bir çiklit akvaryumu var, yalnız suyu daima yarım. İnsan onun suyunu tamamlar bir, akvaryumun büyüklüğünün ne önemi kalıyor su az olunca?
Vatozlar acayip balıklar. Kedibalığı türü olan akvaryum vatozlarından bahsediyorum, yassı köpekbalıklarından değil. Kiraz karidesin de yanında yaşıyor psikopat çiklitin de. Çiklitlere gıcığım, evet. Hepsine değil ama. Melekbalığı, discus, kribensis, mücevher çiklit, ramirezi, astronot, sarı prenses ve türevleri, demasoni, yaşayan kaya.... Bunlara gıcık değilim. Aslında düşündüm de komple çiklitlere gıcık değilmişim ben ama beslemeyi tercih ettiğim türler değil, yani şu saydıklarım haricindekiler. Neyse, psikopat çiklitten kasıt sert olan, çoğu türle uyumsuz olan Malawi, Tanganyka (böyle mi yazılıyordu bu?) vs. çiklitleri. Onların da yanında yaşıyor, lepistesin de. Tabi vatoz var vatoz var ama leopar vatozu karma bitkiliye de koyabiliyorsun Malawi şov tankına da.
Arowana çiklit miydi lan? Yok, değilmiş. Olsaydı ona da gıcık olmadığımı söyleyecektim.
Piranhalar çok güzel balıklar bence, kırmızı karınlı piranha hele en güzelleri. Buradan akvaryumculara sesleniyorum: Paculara piranha demeyi bırakın artık, illa istiyorsanız "otçul piranha" deyin. Gerçi kendisi bitkilerin, tohumların yanı sıra su böcekleri ve leş de yiyen bir hayvan ama gerçek piranhalar gibi avcı değil. Gerçek piranhalar da sanılanın aksine avlanmak yerine leş yemeyi tercih ediyor gerçi, hatta tohum da yiyorlardı galiba. Pirana mı piranha mı, bu konu da sallantıda. Orijinale bakacaksak İngilizce piranha şeklinde. Türkçe kaynaklarda hep pirana ama. Blogger iki kelimeyi de tanımıyor bu arada.
Sonuç: Aman be, kasvetini de, seni de...
11 Ekim 2019 Cuma
Ah teknoloji ah... Ömrümü yedin! (Ve diğer şeyler)
Teknolojiden gerçekten nefret ediyorum. Neden? Çünkü gerizekalı telefonun şarj sorunları çıktı ve zehrimi kusmam gerek. Sonuç: Buraya söveceğim. Telefonu şarja taktım, %22'ydi taktığımda, gece boyu şarjda durdu, %3. Olabilir, temassızlık yapmıştır dedim, biraz daha, %1... Kılıfını çıkarıp şarja takıyorum, şarjı elimle ittiriyorum, yok, hiçbir şekilde şarj olmuyor. En son iyice sinir etti, şarja takıyorum, takılı olup olmadığını gösteren ışık yanıyor ama şarj oluyor şeklinde göstermiyor puşt. "Lan madem" dedim, şarj aletinde sorun vardır dedim -bir kez değişti çünkü aq aleti-, taşınabilir şarja taktım. Taşınabilirin ışıkları da beş dakika sonra sönüyor, hiç şarj etmiyor. Her nasılsa %1'den %14'e çıkarmayı başarmış. Ha bu arada taşınabilirde de aynı, şarj olup olmadığını gösteren ışık yanıyor ama pil sembolü olduğu gibi duruyor. İyice sinir etti beni.
Her gün elli tane anime çıkıyor, ne biçim sezon lan bu. Onların ilk bölümlerini izleyip animeyi izleyip izlemeyeceğime karar verene kadar -ki o da birkaç bölüm daha şans şeklinde sonuçlanıyor genelde- gün bitiyor, halihazırda listemden izlediklerimi izleyemiyorum. Daha Supernatural'la Love, Death & Robots var ya, acıyın ama bana. Bu arada 6. sezon finali ne biçim oldu lan öyle.
İnternette gezinirken bazı hobi odaları gördüm (akvaryum, teraryum vs.), çok güzeller ya... Benim kesinlikle bir hobihaneye ihtiyacım var, odanın biri öyle olmalı. Şu her bir duvarını çizdiğim evde plan arasında var bir hobihane ile bir koleksiyon odası.
Nerede yaşamak istediğime karar veremiyorum. İş olarak Balıkesir'de başlamayı düşünüyorum ama bağımsız olabildikten sonra... Köyde yaşamak istemediğime karar verdim, aradığımı bulabileceğim ama daha benim tarzıma uyan bir şehir istiyorum. İstanbul ve İzmir elendi, o kadar kalabalığa gelemem (Hayatımın ilk on iki yılını falan İstanbul'da geçirdim, kesinlikle yaşanacak bir yer değil. Gideceksin, gezeceksin, malzeme alacaksın ama yaşamayacaksın. Toplu taşıma işkencesine hiç girmiyorum, bu arada her sene akrabaları ziyaret ya da başka şeyler için İstanbul'a giderim, hâlâ aynı. Hiç çekemem. Bu arada Balıkesir'e geldikten sonra İstanbul'da yaşarken kesinlikle gitmediğim yerlerine gittim İstanbul'un, orada yaşarken ayağının dibi diye düşünüp gitmiyorsun, öyle de bir olumsuzluğu var.); Bilecik elendi, aradığımı bulabileceğimi düşünmüyorum. (Bilecik demişken merkez yerine Bozüyük belki, bir nebze...) Marmara'nın çok dışına çıkmayı ya da İstanbul'un batısına geçmeyi de istemiyorum (bunun nedeni yok, sadece istemiyorum). Balıkesir, Bursa ya da Eskişehir arasında tercih yapacağım gibi duruyor. Neyse, duruma göre bakarız ona.
Mesleki İngilizce ile Mesleki Fransızca vardı bu sene, bir de ikisinden birini seçmek zorundasın. Ben böyle bir kısıtlayıcılık görmedim. Önce Fransızca seçecektim ama Fransızca öğrenmeye çalışırken Fransızcadan nefret etmeye başladığım aklıma geldi, bir de cümle kurmaktan başlamazlar herhalde, biliyoruz varsayımıyla başlarlar diye düşündüm, o yüzden İngilizce seçtim. Ama küçük bir ayrıntıyı unutmuşum: İngilizceden de nefret ediyorum. Ya bir insan "Şunu buzdolabına koy"u neden "Şunu buzdolabının içine doğru koy" şeklinde söylemek zorunda? Niye kelime israfı yapıyorsunuz? Ayrıca kelimeleri doğru düzgün ayırmamışsınız, bir kelimenin yirmi tane anlamı var ama kelime yanında yardımcı fiil tek bir tane, illa o olacak. Sizin ben mantığınıza... Ayrıca sadece Mesleki İngilizce ve sadece Mesleki Fransızca aşırı derecede kısıtlayıcı, hadi hoca bulamadığınızdan normalde programda gösterilen diğer mesleki dil derslerini (Rusça, Yunanca, bir de bir şey daha vardı) seçemiyoruz (Rusçayı ve hatırlamadığım diğerini anladım da Mesleki Yunanca için adadan bir Rum bulsanız verirdi lan o dersi?), bari yanına aynı AKTS'de dil olmayan bir ders koysaydınız da bu kadar kısıtlanmasaydık! AKTS'nin kendi de aşırı derecede kısıtlayıcı bir sistem bu arada. Kısıtlanmaktan nefret ederim. Bazı kurallar olmak zorunda, buna karşı gelmiyorum ama bu şeyler aşırı derecede kısıtlayıcı, kısıtlayıcı olmalarının herhangi bir anlamı da yok. Yasalar kısıtlayıcıdır çünkü devletin devamı için o kısıtlamalara ihtiyaç vardır. Ahlak kısıtlayıcıdır çünkü toplumun çökmemesi için o kısıtlamalara ihtiyaç vardır. Bu aq kısıtlamaları ne amaca hizmet ediyor peki? Ne gerekleri var? Diğer dil İtalyancaymış bu arada.
Cümle, cümle, cümle... Daha dört bölüm izleyeceğim, saat olmuş 17.57... Bu dört bölümün hepsi ya ilk ya ikinci bölüm... Çok fazla zaman gerek bana.
Telefona ne oldu acaba? Kesin kapanmıştır şerefsiz.
Günümüz teknolojisinin olup kılıcın hâlâ geçer akçe olduğu bir dünyada yaşamak isterdim. Ya da en azından öyle bir hikaye anlatabilirim, sanki Sahte Kahramanlar'ı tamamlamayı başarmış gibi. Buralarda aklıma pek bir şey gelmiyor, bir ay akrebin, çıyanın içinde, kum üstünde uyurken aklıma elli tane fikir gelmişti. Su kenarı bir ormana gidip beklemem gerekiyor, en iyi fikirler o zaman gelecek...
Sabah çok güzel bir rüya gördüm ama rüyayı şimdi hatırlayamıyorum. Huzur dolup uyandığımda kalbim güm güm attığına göre güzel bir rüya olmalı. Sadece beyaz bir ışık hatırlıyorum, muhtemelen rüyanın içeriğinde yoktu bile. Öldüğümü falan mı gördüm acaba?
Haiku ve senryu yazmaya çalışasım var. Onlar da bir nevi hece ölçüsü sonuçta. "Gemliğe doğru/denizi göreceksin/sakın şaşırma" (Orhan Veli. Yeri gelmişken en sevdiğim şairdir) 5-7-5. Senryuu muydu, haiku mu? Haiku'ymuş. Senryuu 7-5-7 o zaman? Senryuu da 5-7-5'miş bu arada, sadece konu vs. olarak fark ediyormuş. Haiku ve senryuu'nun ne olduğunu da kendiniz araştırın, beni uğraştırmayın.
Hadi ben kaçtım o zaman, daha o dört bölümü izlemem lazım... Of, of... Güncel anime izlemek dertsiz başa dert resmen, başka bir şey değil. Popüler olunca da devamlı spoiler yiyorsun, o yüzden güncelleri sonra izlemek üzere listeye kaydetmek apayrı bir dert.
Ha, ha, son bir şey: Romeo ve Juliet'i bilirsiniz. Hah işte, oradaki Romeo odun olsa nasıl olurdu diye düşündüm de... Pek hoş bir manzara değil. Hani "Ah Romeo, neden Romeo'sun sen?"e karşı "Ya kızım bir saçmalama, git bakkaldan ekmek al gel" dese mesela? Hoş olur mu, olmaz. Neden böyle saçma bir şey düşündüm peki? Canım sıkıldıkça dönüp dönüp okuduğum yazılar vardır. İnci'deki meşhur "Age of Empires'ta kafiri nasıl alt ettik?" bunlardan biri mesela. İşte Uludağ Sözlük'teki "Saçmalamada Sınır Tanımamak" başlığındaki Pezzo-Soprano nickli kişinin yazdıkları da bunlardan. Onu okurken aklıma geldi.
O zaman gerçekten gittim. Başlık güzel oldu bence.
Her gün elli tane anime çıkıyor, ne biçim sezon lan bu. Onların ilk bölümlerini izleyip animeyi izleyip izlemeyeceğime karar verene kadar -ki o da birkaç bölüm daha şans şeklinde sonuçlanıyor genelde- gün bitiyor, halihazırda listemden izlediklerimi izleyemiyorum. Daha Supernatural'la Love, Death & Robots var ya, acıyın ama bana. Bu arada 6. sezon finali ne biçim oldu lan öyle.
İnternette gezinirken bazı hobi odaları gördüm (akvaryum, teraryum vs.), çok güzeller ya... Benim kesinlikle bir hobihaneye ihtiyacım var, odanın biri öyle olmalı. Şu her bir duvarını çizdiğim evde plan arasında var bir hobihane ile bir koleksiyon odası.
Nerede yaşamak istediğime karar veremiyorum. İş olarak Balıkesir'de başlamayı düşünüyorum ama bağımsız olabildikten sonra... Köyde yaşamak istemediğime karar verdim, aradığımı bulabileceğim ama daha benim tarzıma uyan bir şehir istiyorum. İstanbul ve İzmir elendi, o kadar kalabalığa gelemem (Hayatımın ilk on iki yılını falan İstanbul'da geçirdim, kesinlikle yaşanacak bir yer değil. Gideceksin, gezeceksin, malzeme alacaksın ama yaşamayacaksın. Toplu taşıma işkencesine hiç girmiyorum, bu arada her sene akrabaları ziyaret ya da başka şeyler için İstanbul'a giderim, hâlâ aynı. Hiç çekemem. Bu arada Balıkesir'e geldikten sonra İstanbul'da yaşarken kesinlikle gitmediğim yerlerine gittim İstanbul'un, orada yaşarken ayağının dibi diye düşünüp gitmiyorsun, öyle de bir olumsuzluğu var.); Bilecik elendi, aradığımı bulabileceğimi düşünmüyorum. (Bilecik demişken merkez yerine Bozüyük belki, bir nebze...) Marmara'nın çok dışına çıkmayı ya da İstanbul'un batısına geçmeyi de istemiyorum (bunun nedeni yok, sadece istemiyorum). Balıkesir, Bursa ya da Eskişehir arasında tercih yapacağım gibi duruyor. Neyse, duruma göre bakarız ona.
Mesleki İngilizce ile Mesleki Fransızca vardı bu sene, bir de ikisinden birini seçmek zorundasın. Ben böyle bir kısıtlayıcılık görmedim. Önce Fransızca seçecektim ama Fransızca öğrenmeye çalışırken Fransızcadan nefret etmeye başladığım aklıma geldi, bir de cümle kurmaktan başlamazlar herhalde, biliyoruz varsayımıyla başlarlar diye düşündüm, o yüzden İngilizce seçtim. Ama küçük bir ayrıntıyı unutmuşum: İngilizceden de nefret ediyorum. Ya bir insan "Şunu buzdolabına koy"u neden "Şunu buzdolabının içine doğru koy" şeklinde söylemek zorunda? Niye kelime israfı yapıyorsunuz? Ayrıca kelimeleri doğru düzgün ayırmamışsınız, bir kelimenin yirmi tane anlamı var ama kelime yanında yardımcı fiil tek bir tane, illa o olacak. Sizin ben mantığınıza... Ayrıca sadece Mesleki İngilizce ve sadece Mesleki Fransızca aşırı derecede kısıtlayıcı, hadi hoca bulamadığınızdan normalde programda gösterilen diğer mesleki dil derslerini (Rusça, Yunanca, bir de bir şey daha vardı) seçemiyoruz (Rusçayı ve hatırlamadığım diğerini anladım da Mesleki Yunanca için adadan bir Rum bulsanız verirdi lan o dersi?), bari yanına aynı AKTS'de dil olmayan bir ders koysaydınız da bu kadar kısıtlanmasaydık! AKTS'nin kendi de aşırı derecede kısıtlayıcı bir sistem bu arada. Kısıtlanmaktan nefret ederim. Bazı kurallar olmak zorunda, buna karşı gelmiyorum ama bu şeyler aşırı derecede kısıtlayıcı, kısıtlayıcı olmalarının herhangi bir anlamı da yok. Yasalar kısıtlayıcıdır çünkü devletin devamı için o kısıtlamalara ihtiyaç vardır. Ahlak kısıtlayıcıdır çünkü toplumun çökmemesi için o kısıtlamalara ihtiyaç vardır. Bu aq kısıtlamaları ne amaca hizmet ediyor peki? Ne gerekleri var? Diğer dil İtalyancaymış bu arada.
Cümle, cümle, cümle... Daha dört bölüm izleyeceğim, saat olmuş 17.57... Bu dört bölümün hepsi ya ilk ya ikinci bölüm... Çok fazla zaman gerek bana.
Telefona ne oldu acaba? Kesin kapanmıştır şerefsiz.
Günümüz teknolojisinin olup kılıcın hâlâ geçer akçe olduğu bir dünyada yaşamak isterdim. Ya da en azından öyle bir hikaye anlatabilirim, sanki Sahte Kahramanlar'ı tamamlamayı başarmış gibi. Buralarda aklıma pek bir şey gelmiyor, bir ay akrebin, çıyanın içinde, kum üstünde uyurken aklıma elli tane fikir gelmişti. Su kenarı bir ormana gidip beklemem gerekiyor, en iyi fikirler o zaman gelecek...
Sabah çok güzel bir rüya gördüm ama rüyayı şimdi hatırlayamıyorum. Huzur dolup uyandığımda kalbim güm güm attığına göre güzel bir rüya olmalı. Sadece beyaz bir ışık hatırlıyorum, muhtemelen rüyanın içeriğinde yoktu bile. Öldüğümü falan mı gördüm acaba?
Haiku ve senryu yazmaya çalışasım var. Onlar da bir nevi hece ölçüsü sonuçta. "Gemliğe doğru/denizi göreceksin/sakın şaşırma" (Orhan Veli. Yeri gelmişken en sevdiğim şairdir) 5-7-5. Senryuu muydu, haiku mu? Haiku'ymuş. Senryuu 7-5-7 o zaman? Senryuu da 5-7-5'miş bu arada, sadece konu vs. olarak fark ediyormuş. Haiku ve senryuu'nun ne olduğunu da kendiniz araştırın, beni uğraştırmayın.
Hadi ben kaçtım o zaman, daha o dört bölümü izlemem lazım... Of, of... Güncel anime izlemek dertsiz başa dert resmen, başka bir şey değil. Popüler olunca da devamlı spoiler yiyorsun, o yüzden güncelleri sonra izlemek üzere listeye kaydetmek apayrı bir dert.
Ha, ha, son bir şey: Romeo ve Juliet'i bilirsiniz. Hah işte, oradaki Romeo odun olsa nasıl olurdu diye düşündüm de... Pek hoş bir manzara değil. Hani "Ah Romeo, neden Romeo'sun sen?"e karşı "Ya kızım bir saçmalama, git bakkaldan ekmek al gel" dese mesela? Hoş olur mu, olmaz. Neden böyle saçma bir şey düşündüm peki? Canım sıkıldıkça dönüp dönüp okuduğum yazılar vardır. İnci'deki meşhur "Age of Empires'ta kafiri nasıl alt ettik?" bunlardan biri mesela. İşte Uludağ Sözlük'teki "Saçmalamada Sınır Tanımamak" başlığındaki Pezzo-Soprano nickli kişinin yazdıkları da bunlardan. Onu okurken aklıma geldi.
O zaman gerçekten gittim. Başlık güzel oldu bence.
5 Ekim 2019 Cumartesi
Öylesine
Hâlâ bizzatihi kendime ait olan çarpık düşünceler yüzünden biraz acı çekiyorum ama iyi şeyler de oldu. Bulaşık makinem var artık, çok mutluyum. Gidip iki saat izleyesim var. Gıcık ödevlerden birini yaptım, beğenmedim sildim. Ama iyi bir konu buldum, iyi yapacağım bu sefer.
Ame-iro Cocoa diye bir animeye başladım da bir bölüm 2 dakika, yarım dakikası opening. Endingi koymaya zaman bulamamışlar saakdsjslkdç. Bugün bitirip düzgün bölüm uzunluğuna sahip bir komedi serisine geçiş yapacağım.
Supernatural'da 6. sezonun 17. bölümünü izledim en son, bir konuda eleştirim var: "Bütün yaratıkların annesi" konsepti tamam, güzel ama bunu niye Havva olarak işliyorsunuz? Lilith olarak işleseydiniz gerçek mitolojiye uygun olurdu. Gerçi onu çoktan öldürdüğünüz için öyle bir şansınız da kalmadı. Bu tür yapımlar her şeyi gerçek mitolojiden alsalar bile verdikleri kararlardan, işledikleri şeylerden ya da farklı mitler arasında doğru kabul ettikleri mitlerden dolayı zamanla kendi mitolojilerini inşa etmek zorunda kalıyorlar, bu olay da bunun getirisi.
Kendime ait bir ev planım var, hani kendi evimi yaptırma gibi bir fırsatım olursa kullanacağım bayağı bildiğin ölçülü mölçülü bir plan. Onda biraz değişiklik yaptım. Size neyse...
Bir de dün yağmur yağdı, çok mutlu oldum o zaman. Bir türlü yağmur yağmamasından karamsarlığa kapılmış olabilirim belki. Ekim oldu lan, Paktıgan geçeli çok oldu, sonbahar gibi hissettirmiyordu hiç. Dün cumaya gittim, oradan markete gittim, eve gelirken yağmur çiselemeye başladı. Sokağın girişinde çok hoş bir havaya girdim ama. Ortam şöyle: Etrafta kimse yok, rüzgar uğulduyor, taşlar ve asfalt nemli, bahçelerdeki ağaçların yaprakları sararmaya yüz tutmuş ve etraftaki en yüksek ağacın en yüksek dalında koca bir leş kargası var. E, ileride kapkara bulutlar güneş yüzü göstermiyorlar. Normalde böyle durumda bayağı tırsardım ama çok hoşuma gitti o kompozisyon.
Tırsmak demişken, kolayca korkan bir insanım; birkaç batıl inancım da var, doğaüstü konseptini de reddeden biri değilim. Böyle olunca, korku filmlerinden uzak durmamı beklersiniz ama korku filmlerini ve özellikle korku hikayelerini epey seviyorum. Gerçi ben fiziksel şeylerden daha çok korkuyorum sanki; yükseklik ya da karanlık gibi. Yükseklik korkusu beni çok kısıtlıyor, yine de yükseklik korkum olmasaydı muhtemelen çoktan bir yerlerden düşüp ölmüş olacaktım (niye? Çünkü yükseklik korkum olmasaydı bulduğum yere tırmanmaya çalışır, uçurum kenarlarından manzarayı izler ve bunlar gibi şeyler yapardım. Biliyorum ben kendimi), o yüzden şikayetçi değilim.
Aslında istediğimin tam olarak Neet olarak yaşamak olmadığına karar verdim. Tamam, çalışmamayı (en azından fiziksel olarak çalışmayıp sadece işleri denetlemek tarzı şeyleri) istiyorum ama aynı zamanda kimseye hesap vermeden istediğim yere gitmek, istediğim şeyi yemek ve kafama göre yaşamak istiyorum. Hobilerim de pek ucuz hobiler değiller (Akvaryum hobisi zaten eskiden de pahalı olarak görülürdü her ne kadar son derece ucuza da mal edilebilirse ama günümüzde döviz kurları akvaristliği iyice pahalı bir şey haline getirdi. Denizkabuğu toplamanın bir maliyeti olmasa da hayatta kendi başına elde edemeyeceğin deniz kabuklarını almak için epey yüksek paralar ödeyebiliyorsun. Okçuluk ekipmanları, kılıç gibi malzemeler kısıtlı olarak ve özel şekilde üretildiği için pahalı oluyor, bir de üstüne yurtdışından getirtmeye kalksan döviz olayı var. Teraryum hayvanlarına hiç girmiyorum, UV'si, pleksiglası, "sindirilebilir çöl kumu"su elli bin tane şeyi var), elektrik ve internete de ihtiyacım var, haliyle paraya ihtiyacım var.
Akvaryumdan bahsetmişken; Türk dizilerinde sadece kötü adamların akvaryumu oluyor, bu beni rahatsız eden bir olay. Ha "90'larda terk edilen kötü adam tanımı"nı sürdürmeleri de rahatsız ediyor. Millet kötü adamların başına gelmeyen bırakmıyor, bizim dizilerde sadece kötü oldukları için kötüler, bir de her işleri yolunda gidiyor. İşte o yüzden Türk dizilerinin çoğundan nefret ediyorum. Karakter kağıtlarında kaotik kötü yazıyor sanki karakterlerin, ana karakterler de kuralcı iyi. Kalmadı böyle bir durum, artık keskin sınırlara sahip olmayan karakterlerin zamanı; tabi bizim televizyonlara anlat anlatabilirsen... Son zamanlarda Türk dizisinden hallice animeler de çıktı gerçi, iki tanesini izliyordum, Allah'tan kısalardı da çabuk bittiler. Kafayı yiyecektim yoksa. Hele biri de Çin'de geçiyordu, tam sopalık animeydi. (Hayır, Çin'de geçtiği için sopalık değil; sopalık çünkü o gereksiz drama bir de Çince isimler, Çin kültürü falan ekliyorsun durduk yere; biz Bulgaristan'da geçen dizi yapıyor muyuz arkadaşım?) Bir de "Kimse mutlu değil" temalı günlük diziler var ki bildiğin şeytan icadı.
Şu Love, Death & Robots'a başladım. Yani, iyi bölümler var, kötü bölümler var, ortalama bölümler var. Başladım dediğim en son 10. bölümü izledim, zaten 18 bölümlük bir şey. (Yapımcı bunlara "bölüm" değil "kısa" diyin diyormuş) Yoğurtlu bölüm iyiydi bak, tilki ruhlu (Çincesini unuttum, Japoncası kitsune -hayır hayvan olarak da kitsune zaten tilkinin Japoncası, ruhtan mı hayvandan mı bahsettiğini nereden anlıyorsun ki? Bari kitsune no oni, ne bileyim kitsunetama, kitsunerei falan deseydiniz de hayvandan farkı anlaşılsaydı. Kitsune no rei nasıl? Güzel bence. Ha dokuz kuyruklu tilki ruhundan bahsederken kyuubi no kitsune diyorsunuz ama başka tilki ruhları da var sizin kültürünüzde?-, Korecesi Kumiho -bu da dokuz kuyruklu tilki demek ama Kore mitolojisinde başka tilki ruhu yok zaten-, Çincesi Huli-jing imiş bu arada) bölüm de iyiydi. Bu arada tilki ruhlu bölümün başında çocuğun babası katana kullanıyordu ama sonra kendisi eline bir jian aldı. Hikaye de belli ki Çin'de geçiyor, ne işi var o çağda oralarda katananın? Katana dediğin şey sadece Japonlarca kullanılan bir kılıç, Çin kültürüyle hiçbir ilgisi yok. Bölüm güzeldi ama o yüzden bunu görmezden geleceğim. İyice eleştirmene döndüm lan burada, bir yardım edin, ne hale geldim.
Bir de bir film izleyecektim ama HDMI kablosu çalışmadı, 2 buçuk saat de bilgisayar kucakta izlenmez. O yüzden salladım gitti.
Nihayet talimlere yeniden başladım, düzene girecek gibi -tekrar-.
Sinekler kadar da şerefsizini görmedim. Amaçsız, gereksiz bir hayvan. Adadakiler hâlâ ölmedi, iki tane eve girdi bugün. Ağır şerefsizler ya. Başında vızıldar durduk yere, oraya buraya konar.
O zaman hadi ben kaçtım, keyfim yerinde ama mutlu değilim ve kafamın içinde bir şey çığlık atıyor ama onun dışında iyiyim.
Ame-iro Cocoa diye bir animeye başladım da bir bölüm 2 dakika, yarım dakikası opening. Endingi koymaya zaman bulamamışlar saakdsjslkdç. Bugün bitirip düzgün bölüm uzunluğuna sahip bir komedi serisine geçiş yapacağım.
Supernatural'da 6. sezonun 17. bölümünü izledim en son, bir konuda eleştirim var: "Bütün yaratıkların annesi" konsepti tamam, güzel ama bunu niye Havva olarak işliyorsunuz? Lilith olarak işleseydiniz gerçek mitolojiye uygun olurdu. Gerçi onu çoktan öldürdüğünüz için öyle bir şansınız da kalmadı. Bu tür yapımlar her şeyi gerçek mitolojiden alsalar bile verdikleri kararlardan, işledikleri şeylerden ya da farklı mitler arasında doğru kabul ettikleri mitlerden dolayı zamanla kendi mitolojilerini inşa etmek zorunda kalıyorlar, bu olay da bunun getirisi.
Kendime ait bir ev planım var, hani kendi evimi yaptırma gibi bir fırsatım olursa kullanacağım bayağı bildiğin ölçülü mölçülü bir plan. Onda biraz değişiklik yaptım. Size neyse...
Bir de dün yağmur yağdı, çok mutlu oldum o zaman. Bir türlü yağmur yağmamasından karamsarlığa kapılmış olabilirim belki. Ekim oldu lan, Paktıgan geçeli çok oldu, sonbahar gibi hissettirmiyordu hiç. Dün cumaya gittim, oradan markete gittim, eve gelirken yağmur çiselemeye başladı. Sokağın girişinde çok hoş bir havaya girdim ama. Ortam şöyle: Etrafta kimse yok, rüzgar uğulduyor, taşlar ve asfalt nemli, bahçelerdeki ağaçların yaprakları sararmaya yüz tutmuş ve etraftaki en yüksek ağacın en yüksek dalında koca bir leş kargası var. E, ileride kapkara bulutlar güneş yüzü göstermiyorlar. Normalde böyle durumda bayağı tırsardım ama çok hoşuma gitti o kompozisyon.
Tırsmak demişken, kolayca korkan bir insanım; birkaç batıl inancım da var, doğaüstü konseptini de reddeden biri değilim. Böyle olunca, korku filmlerinden uzak durmamı beklersiniz ama korku filmlerini ve özellikle korku hikayelerini epey seviyorum. Gerçi ben fiziksel şeylerden daha çok korkuyorum sanki; yükseklik ya da karanlık gibi. Yükseklik korkusu beni çok kısıtlıyor, yine de yükseklik korkum olmasaydı muhtemelen çoktan bir yerlerden düşüp ölmüş olacaktım (niye? Çünkü yükseklik korkum olmasaydı bulduğum yere tırmanmaya çalışır, uçurum kenarlarından manzarayı izler ve bunlar gibi şeyler yapardım. Biliyorum ben kendimi), o yüzden şikayetçi değilim.
Aslında istediğimin tam olarak Neet olarak yaşamak olmadığına karar verdim. Tamam, çalışmamayı (en azından fiziksel olarak çalışmayıp sadece işleri denetlemek tarzı şeyleri) istiyorum ama aynı zamanda kimseye hesap vermeden istediğim yere gitmek, istediğim şeyi yemek ve kafama göre yaşamak istiyorum. Hobilerim de pek ucuz hobiler değiller (Akvaryum hobisi zaten eskiden de pahalı olarak görülürdü her ne kadar son derece ucuza da mal edilebilirse ama günümüzde döviz kurları akvaristliği iyice pahalı bir şey haline getirdi. Denizkabuğu toplamanın bir maliyeti olmasa da hayatta kendi başına elde edemeyeceğin deniz kabuklarını almak için epey yüksek paralar ödeyebiliyorsun. Okçuluk ekipmanları, kılıç gibi malzemeler kısıtlı olarak ve özel şekilde üretildiği için pahalı oluyor, bir de üstüne yurtdışından getirtmeye kalksan döviz olayı var. Teraryum hayvanlarına hiç girmiyorum, UV'si, pleksiglası, "sindirilebilir çöl kumu"su elli bin tane şeyi var), elektrik ve internete de ihtiyacım var, haliyle paraya ihtiyacım var.
Akvaryumdan bahsetmişken; Türk dizilerinde sadece kötü adamların akvaryumu oluyor, bu beni rahatsız eden bir olay. Ha "90'larda terk edilen kötü adam tanımı"nı sürdürmeleri de rahatsız ediyor. Millet kötü adamların başına gelmeyen bırakmıyor, bizim dizilerde sadece kötü oldukları için kötüler, bir de her işleri yolunda gidiyor. İşte o yüzden Türk dizilerinin çoğundan nefret ediyorum. Karakter kağıtlarında kaotik kötü yazıyor sanki karakterlerin, ana karakterler de kuralcı iyi. Kalmadı böyle bir durum, artık keskin sınırlara sahip olmayan karakterlerin zamanı; tabi bizim televizyonlara anlat anlatabilirsen... Son zamanlarda Türk dizisinden hallice animeler de çıktı gerçi, iki tanesini izliyordum, Allah'tan kısalardı da çabuk bittiler. Kafayı yiyecektim yoksa. Hele biri de Çin'de geçiyordu, tam sopalık animeydi. (Hayır, Çin'de geçtiği için sopalık değil; sopalık çünkü o gereksiz drama bir de Çince isimler, Çin kültürü falan ekliyorsun durduk yere; biz Bulgaristan'da geçen dizi yapıyor muyuz arkadaşım?) Bir de "Kimse mutlu değil" temalı günlük diziler var ki bildiğin şeytan icadı.
Şu Love, Death & Robots'a başladım. Yani, iyi bölümler var, kötü bölümler var, ortalama bölümler var. Başladım dediğim en son 10. bölümü izledim, zaten 18 bölümlük bir şey. (Yapımcı bunlara "bölüm" değil "kısa" diyin diyormuş) Yoğurtlu bölüm iyiydi bak, tilki ruhlu (Çincesini unuttum, Japoncası kitsune -hayır hayvan olarak da kitsune zaten tilkinin Japoncası, ruhtan mı hayvandan mı bahsettiğini nereden anlıyorsun ki? Bari kitsune no oni, ne bileyim kitsunetama, kitsunerei falan deseydiniz de hayvandan farkı anlaşılsaydı. Kitsune no rei nasıl? Güzel bence. Ha dokuz kuyruklu tilki ruhundan bahsederken kyuubi no kitsune diyorsunuz ama başka tilki ruhları da var sizin kültürünüzde?-, Korecesi Kumiho -bu da dokuz kuyruklu tilki demek ama Kore mitolojisinde başka tilki ruhu yok zaten-, Çincesi Huli-jing imiş bu arada) bölüm de iyiydi. Bu arada tilki ruhlu bölümün başında çocuğun babası katana kullanıyordu ama sonra kendisi eline bir jian aldı. Hikaye de belli ki Çin'de geçiyor, ne işi var o çağda oralarda katananın? Katana dediğin şey sadece Japonlarca kullanılan bir kılıç, Çin kültürüyle hiçbir ilgisi yok. Bölüm güzeldi ama o yüzden bunu görmezden geleceğim. İyice eleştirmene döndüm lan burada, bir yardım edin, ne hale geldim.
Bir de bir film izleyecektim ama HDMI kablosu çalışmadı, 2 buçuk saat de bilgisayar kucakta izlenmez. O yüzden salladım gitti.
Nihayet talimlere yeniden başladım, düzene girecek gibi -tekrar-.
Sinekler kadar da şerefsizini görmedim. Amaçsız, gereksiz bir hayvan. Adadakiler hâlâ ölmedi, iki tane eve girdi bugün. Ağır şerefsizler ya. Başında vızıldar durduk yere, oraya buraya konar.
O zaman hadi ben kaçtım, keyfim yerinde ama mutlu değilim ve kafamın içinde bir şey çığlık atıyor ama onun dışında iyiyim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)